Cuma, Nisan 29, 2022

HASİP TAŞKIN

Ve maalesef, kayıplar durmaksızın devam ediyor. Şüphesiz hayatın doğal akışı böyle, zaten hep böyle idi, dünya durdukça da böyle olmaya devam edecek… Velev ki bilim olmaz denileni gerçekleştirmez ise… Lakin bu kaçınılmaz sona ermenin adil görünen şartının “sıralı ve zamanlı olması” da beklenen ve istenen tarafıdır. Hasip ile vefat ettiği Pazar gününden önceki Cuma öğleden sonra konuşmuş idik, ben bahçede görece de sıcakta çalışır iken motosikleti ile bahçe tel örgüsü yanına gelerek; “fazla ve zorlu çalışma, sonra motoru yakarsın” demiş ve bu konu üstüne biraz konuşmuş idik… Zaten, bahçe, bahçecilik ve ağaç hem ilgi hem de bilgi alanına girmesi hasebiyle hem de görür ise konuşuruz ilaveten de mezkûr faaliyetleri iyi bilen biri olarak yaptığım çalışmaları görmek ve değerlendirmek için yolunu hep benim bahçenin oraya düşürür idi… Ağaç budama başta olmak üzere her türlü uyarısını dikkatle dinler elden geldiğince de gereğini yapar idim. 

Ortaokul sonrası tanışıklığımızı dostluğa ve de bilahare de kadim rütbesi alan hali ile son güne kadar kesintisiz sürdürdük… Bundan sonra dostluğumuzun yeni evresi, onu her daim artan özlem, saygı ve sevgi ile anma şeklinde devam edecektir, ölüm sadece yüz yüze olandan feragat olup, sıra artık anmaya evrilmiştir. Başka yokluklara alıştığımız gibi bu yokluğa da alışacağız, zamanla ve çaresiz… Her şeyin en iyi ilacı zamandır derler ya, bu maalesef tek tesellimiz olup, ilaveten de tek sığınağımızdır. 

Bankada çalıştığı dönemde; kendisine bu kadar çok paraya dokunuyor olmanın nasıl bir şey olduğu sorulduğunda o zamana kadar hiç duymadığım, “nihayetinde tamamı kâğıt bunların” sözü hala kulaklarımdadır. Kendini, başkasının kâğıtlarının tespit, tasnif ve saklama ve de hatta koruma ile görevli addedip gereğini yapma konusundaki nefsi terbiyesi şüphesiz çoğu bankacıda da olan bir özellik olması ötesinde hani kadim dostumun üstünde de bir başka güzel durmakta idi. Lakin bankacılığı da emeklilik süresi dolar dolmaz artık çekileceği bir alan idi… İş hayatından bekledikleri, doğru tahlil, tespit ve beklentiye tekabül ettiğinden doğru zamanlama ile emekliliğe geçmiş idi.  Emeklilik onun için kenara çekilip, etrafa bakma süreci değil idi ve olmadı da… Üretim içinde kalmaya eskisi gibi özen gösterip sihirli bilgi, hüner ve becerisi ile başta efsane Çeşme Limonu ile efsane Çeşme Mandalini olmak üzere her türlü ağacın korunmasına ve çoğalmasına aşı yaparak büyük katkılarda bulunmuştur. Bugün şöyle etrafa kısaca bir bakılsa eminim binlerce ağaç yetişmesine ve yetiştirilmesine katkıda bulunmuş birkaç kişiden biri olarak evvelemirde akla gelecek biridir. Artık yetiştirdiği ağaçlar da bu manada öksüz ve yetim kalmıştır. Bu laf öylesine duygusal bir anda edilmiş boş ve sıradan bir laf değildir, kendisini tanıyanların çok yakından bildiği üzere, yapılan aşılar ve dönüştüğü ağaçlarda Hasip dostumun takibinde idi. Öyle benden bu kadar deyip kenara çekilmek yok idi, onun defterinde. Yetiştirilmesinde ve bakımında yakın takip ve önerileri ile sarf edilen emeğin sürekliliğini de temin edip yaptığı işe sevgi ve saygı katmanın ve sunmanın ne demek olduğunun da mühim bir örneğidir can kardeşim. Hülasa; ağaç budama, aşı yapma konusunda da babadan kalma ve nispeten de geliştirdiği bir kabiliyet ve meziyet sahipliği vardı…

Bazı günlerde geleneksel olarak bir sosyalleşme mekânı olan kahvehanede bir araya gelir idik, diğer arkadaşlar ile de beraber. Benim geldiğimi görür görmez hemen benim için sormaksızın ve tercihimi de iyi bilen birisi olarak, yine Çeşme’mizin efsane “adaçayını” dallı ve limonlu olarak seslenirdi servis yapan arkadaşa… Adaçayının artıları ve eksileri üstüne yapılan etkili ve esprili muhabbeti de özleyeceğiz artık… Zaman zaman vakit geçirmek adına oynanan oyunlarda makul ve mutedil olması iddiasının fazla olmamasına bağlansa dahi son derece iddialı biri idi lakin hayatın diğer alanlarında da olduğu üzere sükûnet ve uhuvvet duygusu hep ağır basmakta idi… Bazıları gibi üç kuruşluk zaman geçirme faaliyetleri yüzünden kimsenin üzülmesini ve kırılmasını istemez idi. Azami dikkat ve kibarlık ile bu manada arkadaş grubu içinde tebrik ve takdir görmüştür her daim… Ve böyle de anılacaktır bundan sonra…

Bahçesinde inşa ettiği fırın ve asma pergolası altına yerleştirdiği masa düzeneği ile de nevi şahsına münhasır tercihi yine ön plandadır. Zaman zaman; orada, fırında hazırladığı son derece lezzetli pide ve lahmacunlar ile geleneksel ve ziyadesiyle malum içeceğimizin lezzet harmanını ve ahengini müthiş deniz manzarası eşliğinde bitimsiz ve adeta bizi gençleştiren muhabbetler ile süsleyişimiz artık anılarımızda kalacaktır. Hay Allah, ne günlerdi diyerek, Hasip seni bu tarafınla da hep hatırlayacağız… Hele kendileri ile hep büyük gurur duyduğu çocuklarına ve zaman zaman da onların arkadaşları ile birlikte mezkûr bahçede misafir edilişini ve onların memnuniyetine tanıklığını bir anlatışı vardı ki onu da ben anlatamam… Anlatırken, belki de abartarak ama ballandıra ballandıra bir anlatışı ve gözlerinin ışıldayışı vardı ki tarifi mümkün değil… Evet iki oğlu da, ki biri inşaat mühendisi olarak meslektaşım olmuştur, tıpkı kendisi gibi son derece başarılı, beyefendi ve sportmen insanlardır. Futbolculuk tercihleri çok başarılı olmalarına rağmen ana tercih olmadığı için olsa gerek fazlaca uzun sürmemiş gençler biri mühendis diğeri de akademisyen olarak hayatlarına devam etmektedirler. Hasip her zaman “çocuklarım diye demiyorum … “ diye başladığı cümlelerden sonra ben de kendisine “de, tam da bu yüzden de” der idim, insan böyle çocuklarla gurur duymaz da ne yapar dediğimde yüzünü kaplayan o güzel ifadesini artık göremeyeceğiz şüphesiz lakin her daim anımsayacağız.

Bu yazı, kendisine yaşamının kaybedişinin arkasından bir güzelleme gibi görünebilir lakin öyle olsa bile bir tespit ve alkış yazısıdır bana göre öncelikle… Tıpkı eski Çeşmelilerin beğendikleri ve takdir ettikleri insanlar için kullandığı sözün tam da sırası, Hasip için; “Alkışım alasın”… Seni hiç unutmayacağız ve her daim sevgi ve saygı ile anacağız sevgili dostum… Huzur içinde yat…

Cumartesi, Nisan 23, 2022

YENİDEN YENİ ÇEŞME PROJESİ

Gün geçmiyor ki, abuk subuk iddialar ile proje savunulması yapılmasın… Proje savunucuları hücum hattına sürekli yeni takviyeler yaparak galibiyeti hedefliyorlar hatta garantiliyorlar… Şüphesiz hücum hattına transfer edilen her oyuncu da bir cevher alimallah… Bilgileri, ilgileri seviyesinde şüphesiz, ilgileri ise sadece postu muhafaza ve müdafaa etmek üzerine olunca, akıl devre dışı kalıp, gözler biraz daha kara, diller daha sivri, kulaklar daha az hassas hale geliyor… Tüm bu ahval ve şerait cüzdanı azam ile müstenit ise, galibiyet ve zafer mutlaka ve kaçınılmaz olacaktır muhteremler için. Şüphesiz çağımızın tipolojisine en münasip antrenör tipi de Fatih Terim tarzı ise yani “bam bam bam”… Allah selamet versin…

“Ya rab bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” diyor ya, şair, işte durumumuz bu, çok şükür… Oraya bakıp, domates, biber ve patlıcan görmedi ya muhterem, ve baktı ki her yer de “kireç taşı”… Ne kaldı geriye, çimento, demir, kum çakıl… O da yakın çevrede ziyadesi ile var, eeee ne kaldı geriye ilaveten, 2 usta 4 amele… Haydi, gelsin inşaatlar, gelsin mangırcıklar… Sen de bu tarafta, doğa, ekoloji, nüfus artışı, doğanın yüzyıllar içinde oluşmuş dengesinin bozulması, arıtma, su, temiz su toplama havzası, kanalizasyon, tarih, kültür, arkeoloji, sit alanı, yol, bağlantı yolları, havaalanı, sulak alan, kuş, doğal hayat gibi ne vatandaşı ne de bu muhteremleri hiç ilgilendirmeyen, mutlu etmeyen dahası doyurmayan konu ve kavramlardan bahset, hem de elinde gücün zerresi yok iken… Kıyacaklar bu bugüne kadar el değmemiş alana… Ne uğruna, bir miktar daha “yazlıkçı” uğruna asla ve kat’a karşılayamayacakları, su, atık su, arıtma, elektrik, enerji, telekomünikasyon, ulaşım hizmetlerine rağmen, yok olacak doğal ve yaban hayatı ve koruma planları da çabası… Hem de henüz yaşanmış, taptaze ve capcanlı ama henüz sınırlı miktarda “musilaj” sorunu göz ardı edilip, denizlerimize yapılan “kocaman fosseptik” muamelesi çözülememiş iken… Bakın arıtmaların, kapasite, kalite ve kantitelerine, muradım ve meramım daha anlaşılır hale gelir…

Bir de bu beyler kamuoyuna yaptıkları her açıklamada, muhtemelen de heybelerinde başkaca bir kelam olmadığı için, bizim gibileri “yahu bunları hiç anlamıyorum” diye serzenişle karşılarlar. Ya asıl ben anlamıyorum bu beyleri; hasbel kader yakaladıkları bu kabil postların üstünden maşallah kemiksiz konuşma terennümlerine asla ve kata ara vermiyorlar. Yahu be adam neyi anlamıyorsun, konu defalarca malum çocuğa anlatılır gibi anlatılıp durdu, sen plajda şemsiye altında mı idin mezkûr dönemde… “Anlamıyorum da anlamıyorum” ise gerçek derdiniz, bırakın o makam ve mevkileri de, “anlak” teşhis ve tedavi merkezlerine gidin, hem onlarında “müşteri” ihtiyaçları da karşılanmış olur…

Bu beyler herhalde; o makamlara oturunca bir anda “ben artık her şeyi biliyorum, yaşasın” ya da “zaten ben her şeyi bildiğim için bu makamdayım” moduna giriyorlar galiba… Yahu be kardeşim senin bildiğin yanıldığına yetmiyor, hele de kendini ziyadesi ile zorlayıp, sanki konu bu imiş gibi, “burada tarım yapılmıyor” “her yer kireç taşı” gibi akla, izana ve bilime ters salvo attırarak ilaveten de gözlerimizi yerinden fırlatacak şekilde kelam ediyor… Yani uzunca ve fazlaca kelama gerek yok, bu iki ifade bile bilgisizliğin ne kadar da sırıttığının adeta malum organlardan fırlayan tezahürüdür… Muhtereme, tüm bu anlatımlarım neticesinde son olarak ve de özellikle garnitür, yemek, balık, sebze, salatalık, hıyar gibi sarf ettiği kelimelerin altını bu kadar fazlaca sebzesel çizdiği için; cevabımız da “ayının bildiği 10 şeyin 9’u alıç üstünedir” şeklinde meyvesel olacaktır, ne diyeyim ilaveten…

Şehir Plancıları, Mimar ve Mühendis Odaları, Ziraat Odaları ve Ziraatçılar, Peyzajcılar, Arkeologlar, Biyologlar, Zoologlar, Ekolojistler ve Çevreciler, Jeologlar, İklim Bilimciler vb. gibi meslek erbap ve uzmanları, dahası Sosyolog ve Antrepologlar karşı çıkıyor, sayfalar dolusu yazılar yayınlıyor, konuşmalar yapıyor, toplantılar düzenliyor ama beyimiz ve muadilleri anlamıyor… Aslında bal gibi de anlıyor, en azından işin abc’si noktasında da, lakin angaje ve irtibat oluşmuş ya işte gözün karardığı nokta tam da orası…

Bir de ne buyuruyor muhterem; “Yeni Çeşme Projesini aceleci bir biçimde kamuoyuna duyurmak iyi olmadı”… Aslında niyet, plan ve işleyişe yönelik muhteşem bir sobelenme hali… Ne diyelim… Mesela muhtereme göre şöyle olmalı herhalde, kimseyi bilgilendirme, kimseye haber verme, gerekirse oraya havadan, karadan ve denizden ulaşmayı yasakla, fotoğraf bile çekilmesini engelle olsun bitsin… Beyefendi orada postnişin ya, koltuğun ve iltisaklarının da kadri ile konuşuyor. Hani bir tarihlerde bir reklam repliği var idi; “ağzı olan konuşuyor” işte tam da bu durum, o durum gibi…

Konuya; siyasi iltisak, ittifak ve irtibat muvacehesinde duhuliye beleş ya, “büyük ve çılgın bir vizyon projesi” spotuyla Hıncal Uluç’ta katılıyor. Adam sanki çılgın ve vizyon proje duyurucusu… Biliyorsunuz Canım Yurdumu her manada zora sokma garantili projelerinin tamamının duyuru ve açıklanması ilk kez bu muhterem tarafından yapılıyor… Ne diyor; “İzmir, bugünkü İzmir'in tahmin edemezsiniz kaç misli muhteşem, kaç misli güzel bir ili olurdu.. Ama orada, çeşitli sivil toplum örgütlerini ele geçirmiş bir “İstemezükçü” gurup var… Her güzel projeye karşı çıkıyor, dava açıyorlar. Anında da “yürütmeyi durdurma / Ya da iptal” kararı...” Ya sana ne diyeyim, gerçi sana ne dersem diyeyim, iğne ilaç olmaz… Yani, her türlü ifrat ve tefrit hali vukuunda ve büyük bir iştahla ilzam ettiği “Meslek Odaları” adamın gözünde “kocaman bir hiç”. Neymiş oraları birileri ele geçirmiş, oralarda da seçimler yapılıyor, Hıncal bey… Orada, sen beğenmesen de, senin iltisak ve irtibatlarının suflelerine uygun karar almayanlar, senin görmek istemediğin hatta hayal bile edemeyeceğin zorluklar altında seçim kazanarak demokratik bir biçimde yönetime gelenler var. İlaveten, nasıl itiraz ediyorlar, çok normal insani itiraz yollarını kullanarak T.C. Mahkemelerine gidiyorlar… Ama sen ve senin gibilerin umurunda mı bunlar… Zinhar… İlaveten sen “istemezükçü” değilsin de ne oluyor, senin istediklerin ile geldiğimiz nokta da ortada… Ya artık bi düşün Canım Yurdumun yakasından…

İşte öğretilmiş bile olsa eğitilmemiş dimağlardan bu kadar, siz gelin bir de alaylıların durumunu düşünün, öğretim yok zaten eğitim hak getire… Türkçemizde “nato kafa nato mermer” diye kullanımına devam eden esasen de Rumca’dan geçen söz “Na to kefali na to mermeri” yani ve mealen de “aha kafa, aha mermer”  durumu gayri…

Pazar, Nisan 17, 2022

EKMEK ve BUĞDAY

 Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…


Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.

Cumartesi, Nisan 09, 2022

BATI DENEN SAMİMİYETSİZLİK BİRLİĞİ

Doğu’yu hukuksuzluk ve adaletsizlik ile sürekli tenkit ve tahkir eden Kapitalist Dünya, hepimizin yakından tanıdığı, tepeden bakan ikiyüzlü ve riyakâr tavrını sürdürmeye devam ediyor. Ve bu tavrın asla bitmesi söz konusu dahi olamaz ve olmayacaktır da korkarım. Kendilerini “batı” diye tanımlayan bu samimiyetsizler birliği kesinlikle ve tartışmasız empati yoksunu bir organizasyondur. Onlar için varsa yoksa kendileridir hatta o kadar ki kendi içlerinde bile sadece kendi muktedirleri önemlidir, gerisi ayaktakımıdır. Hukuk ve demokrasi diye diye dillendirmekten bıkmadıkları usanmadıkları ne kadar mefhum varsa sadece kendileri içindir. Basın özgürlüğü sadece kendi seslerini yansıtan basın içindir. Bakılmasın öyle farklı fikirlere ve muhalif görüşlere hoşgörülü olduklarına, kesinlikle böyle bir şey yoktur. Kendilerinden olmayan ülkelerden tek ve önemli farkları sadece tahammül sınırları biraz daha geniştir ama yeri ve zamanı gelince her türlü hukuki mefhum unutulur, göz ardı edilir. Batı denen bu elit ve aynı zamanda dünyanın reisi görünen bu ülke ve ülkeleri yöneten zevat yeri gelince gözlerini kırpmadan dünyayı ateşe verebilirler ve maalesef de kendi kamuoyları büyük bir ekseriyetle de dünyanın yakılması olayına önce sessiz kalarak göz yumar sonra da zımnen onay ve destek verirler… Sonra da bütün aymazlıkları ve utanmazlıkları ile tüm dünyaya fetva verirler. Oysa, önce üçüncü dünya dedikleri ülkelerin insanlarının her türlü yoksulluklarına ve yoksunluklarına sebep olmuşlukları bir yana yok oluşlarına bile kılları kıpırdamaz…Haydi bunu bir nebze anlaşılır bulalım… Peki bununla yetinir mi bu emperyalist dünya, nerdee… Ahlaksızlıkları ve alçaklıkları o seviyedir ki, sömürgeleştirdikleri yetmezmiş gibi mezkûr ülkelerde bu katıksız ve ahlaksız sömürüye karşı çıkan her kim varsa tenkil ve tedibi için her türlü melanet, hıyanet ve şekavet örgütleri ile sökün eder mezkûr coğrafyayı yer ile yeksan ederler… Bu ahlaksız ve orantısız savaşlarına da kurmuş oldukları sözde barış ve demokrasinin yılmaz savunucusu görünümündeki ve yine kendilerince oluşturulmuş askeri, finansal ve siyasi organizasyonlarını da sanki her şey hukuki ve ahlaki imiş görüntüsü verecek şekilde muhalif ve itiraz noktalarını yok ederler… Dünya halklarına sözüm ona “demokrasi” ve “insanlığın ihtiyacı” gibi gösterdikleri emperyalist kuruluşlar BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası mezkûr yapılanmalarının en önde bilinenlerindendir. Aaaa, birileri de “yahu tamam da nerdeyse tüm ülkeler bu kuruluşlara üye değil mi” der ise itiraz etmem lakin bunların yönetilişine, finansmanına ve hedeflerine bakarak işin sosyal, finansal ve politik sağlamasını yapmak kabildir. İşte bu bakış ile muradımın ve meramımın ne olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Yoksa gerisi laf-ı güzaf…   

Saddam’ı İran’a karşı kullanır sonra da “sen de dünyayı yok edecek nükleer silahlar var” numarası ile alaşağı eder, hem de ne alaşağı etmek ülkeyi yer ile yeksan ederler…  İran’a bir darbe ile getirdikleri Şahı bir başka darbeyi destekleyerek uzaklaştırırlar, sonra oraya yeni atanan yeni şaha karşı da savaş açarlar… Pakistan’da Ziya Ül Hak gibi birini darbe ile iktidara getirir işi bitince de sözde bir uçak kazası ile mevta eylerler… Nikaragua’da Somozo’nın kanlı bir diktatör olması için ellerinden avuçlarından gelen her yardımı yaparlar işi bitince sırtlarını dönerler… Panama diktatörü Noriega’yı iktidara getirip sonra ülkesini bile işgal ederek, diktatörünü ABD’ye kaçırır yargılar vs vs… Hitler’i el altından, el üstünden nihai düşman sosyalizmi yıkmak için desteklerler sonra da mutlak hâkim ve tek güç olmak adına onu da yok ederler… Bu liste say say bitmez, dünyanın karışmadıkları, karıştırmadıkları ülkesi yoktur, anlayacağınız, merak edenler açısından komşumuz Yunanistan başta olmak üzere yine Pakistan, Mısır, İspanya, İtalya diye uzayıp giden listedeki ülkelerin durumuna bir bakılsa, her şey, deyim yerinde ise kabak gibi ortadadır…

Şimdi bakıyorum, ellerini yıkayıp yuğmak için, Rusya’nın Ukrayna işgalini bir başka boyuta taşımak adına “oligark” olarak bilinen Rus milyarderlerinin batıya “iltica etmiş” servetlerinin blokajı, el konulması gibi gayri hukuki ama gayet siyasi operasyonlara girişiliyor. Doğru mudur, yanlış mıdır, çok konuşulur bir mevzudur bu… Çok konuşulsa da, az konuşulsa da, sadece sonucunu konuşmak ile konu anlaşılır değildir ki… Şimdi adama sorarlar, ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, mesela, ABD’de, Hollanda’da bir bankada hesap açabiliyor muyum? Cevap tek kelimelik, hayır, açamıyorum… Ne diyorlar, ikametin yok… İkamet talebinde bulunuyorsun, yedi sülaleni araştırıyorlar vesaire vesaire… Yahu iyi de kardeşim, bugün günah keçisi ilan ettiğin “oligarkların” servet transferleri başından sonuna gözünün önünde gerçekleşiyor, kılın kıpırdamıyor deyim yerinde ise… Peki, hani sizin dünyanın herhangi bir yerinde sizi hedef alan en küçük bir muhalif hareketi yerel ortaklarınızla birlikte boğduğunuz istihbarat örgütleriniz nerede… Siz bu oligarklar sizin ülkelerinize gelirken getirdikleri sermayelerin temin edilişlerindeki yöntemleri bilmiyor muydunuz? Yıkılan SSCB’nin kamu kaynaklarını “mal bulmuş magribi” gibi ceplerine indirdiklerini ben bile biliyor iken, siz neden bilmiyordunuz? Bilmiyorduk demeyin sakın, kesinlikle yalan söylüyorsunuz derler maazallah…

Hani bu batılılar bizden daha bilgili, görgülü ve kültürlü diye geçinirler ya, hani bizim de içimizde onların bu durumunu fazlaca öykünüp abartarak gören ve anlatan bir kesim var ya… Kahroluyorum bunları gördükçe… Sadece işlerine ve sistemlerinin işlerine ne geliyorsa öyle yapıyorlar ve buna da “rasyonalizm” diyorlar. Biz de bunu yedikçe daha da şiddetli geliniyor üstümüze…

Nazım Hikmet’in İtalya sömürgesi Habeşistan’dan bir öğrencinin Roma’da tuttuğu notlar üstünden şiirleri vardır, malumunuz, 13 mektupluk bir şiir manzumesi…Taranta Babu’ya mektuplar… 10. mektubun şiirleştirilmesi, İtalya Gazetelerinden yayınlanmış bir telgraf haberi ile başlar ve haber “.....İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...” şeklindedir ya…

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;

Bizi kendi topraklarımızda öldürmek için

Kendi topraklarımızın

                      Baharını bekliyorlar.

Bu iş artık çok gelişmiştir, artık dünyayı yönetenler, 1935’lere takılıp kalmamıştır, sömürü de, sermaye dolaşımı ve kullanımı da çok değişmiştir… Şimdi artık sadece kendi topraklarının baharı beklenmiyor, kendi topraklarının delikanlıları da yetiştiriliyor… Yani ve özetle, “derenin taşı ile derenin kuşu vuruluyor” …

Şimdi bakıyorum, “eyyy batı” ve “eyyy Avrupa” hani suç kişiseldi, hani sizin asri hukukunuz böyle idi… Bıraktım sermayenin hür dolaşım hakkı palavranızı, hani bıraktım nasıl kazanıldığı ayan beyan olan sermeyenin ülkenize davet edilerek kabulünü, bir de sizden kaçıp bir başka ülkeye sığınan bu sermayenin bir bölümü için bile yaptırım planlıyorsunuz mezkûr ülkelere…. Yetiyor mu, hayır, bir de yerli ortaklarınız vasıtası ile de “bu bizlerin başına bela olur sonra” teranesi ile de, yarın öbürgün olası lazım gelir kaydı ile başka ülkelere de parmak sallamaya devam ediyorsunuz… Ama emin olun, bu sizin ananızın ak sütü gibi helaliniz, her ülkede bu kadar sizi sizden fazla savunan, müstevlisine bu denli hayran olmuş ve biat etmiş muktedirler var iken, ne yapsanız hakkınızdır. 


Cumartesi, Nisan 02, 2022

KAHROLSUN SAVAŞ

Savaş kötü değil, çok kötüdür, savaş her ne nedenle olursa olsun milletler nezdinde bir katliamdır, bir yok oluştur. Ne olursa olsun, savaşa “hayır” demek bir insanlık vazifesidir. Savaş, konuşmayı, anlaşmayı nihayetinde de uzlaşmayı bilmeyenlerin, beceremeyenlerin sıklıkla başvurduğu çılgınlıktır. Çılgınlık diyorum çünkü bir avuç kapitalist krizlerini çözecek, servetlerine servet katacak, bir avuç siyaset erbabı politik güç edinecek ya da güçlerini pekiştirecek, bir avuç savaş sanatı erbabı rütbelerine rütbe katacak diye kocaman kocaman fakir fukara yığınlarının hayatları yitiyor, sahip oldukları yerle yeksan oluyor. Savaş maalesef bu cümle ile özetlenebilecek bir çılgınlık halidir. Nedir kardeşim bu siyaset erbabından çektiği bu insanların, burası bizim, burası sizin, burası bizim hükümranlığımız, burası sizin hükümranlığınız, burası bizim üstün ırkımızın, burası sizin üstün olmayan ırkınızın tefriki ve tasnifi nobranlığı hatta küstahlığı… Bu propaganda bombardımanı içinde ikna edilen yığınlar ve hareketlendirilen mezkûr yığınların asker fertleri, göz gözü görmüyor ne yazık ki… Varsa yoksa muktedirlerin fikri, hissi, fakir fukaraya soran yok…

Lakin; sorunları ve yaşananları, “neden-sonuç” bağlamında, “giriş-gelişme-sonuç” faslından ele almaz isek, “benim oğlum okur, döner yine okur” replikası kaçınılmazdır bence… Bu nedenle kısaca bu noktaya nasıl gelindi diye bir bakmakta fayda var… Maalesef çağımızın hastalıklı durumu milliyetler ve din üzerinden politikalar oluşturulması, sınırlar ihdas edilmesi, dünyanın her yerinde olduğu üzere burada da kimsenin onaylamayacağı lakin sürekli aynı hatayı yaparak politik tercih oluşturulduğu gerçeğini karşımıza çıkarıyor.  ABD emperyalizmi ve ortağı AB emperyalizminin “nihai düşman Rusya’nın” kuşatılması ve mümkünse yok edilmesi amacına matuf, tam ve bitimsiz desteğini alan Ukrayna despotizmi, esasen aktör, çaresizlikten fahri politikacı Zelensky’nin şirin ve sanatçı yüzünün arkasına saklanarak, ABD devlet başkanı Biden’ın da fiili desteğini esirgemeden verdiği, sağ sektör, C14, Azov taburları gibi nazi ve faşist gruplar uzunca bir süredir etnik temizlik sayılabilecek hamleler yapmakta idiler. Ancak Dombass Bölgesindeki ayrılıkçı ve ağırlıklı Rus ahali daha önce Ukrayna ve AGİT’in de dahil olduğu anlaşmaya istinaden bir denge içinde mezkûr saldırılar karşısında direnebiliyorlar iken ABD’de deki yönetim değişikliğinin de etkisiyle birden tıpkı Nazi Almanya’sındaki benzeri SA birlikleri gibi teçhiz edilmiş ve 2. Dünya savaşında Nazilerle birlikte SSCB’ye karşı savaşmış Banderas önderliğindeki faşist grupların artıkları “Azov Taburları” adı ile maruf faşist yapılanma ani bir kararla Ukrayna resmi ordu bünyesine katılmış ve esas görev bölgesi de Dombass olarak belirlenmiştir. Çılgınlığın çok parametreli olduğu gerçeği bir yana olayları tetikleyen en önemli hamle olarak görülmekte olan bu tahkimat ve tatbikat; Dombass Bölgesinde yaklaşık 15.000 Rus asıllı Ukraynalının ölümü ve yaklaşık Rusya’daki mülteci kamplarına yerleştirilen 100.000’den (savaştan önce) fazla Ukrayna vatandaşı Rus’un yaşadıkları felaket ile nihayetlenmiş idi. Üstüne de Kapitalizmin 1930’lardaki büyük bunalımından sonraki en büyük bunalım ve de bu bunalıma vites arttıran covit-19 pandemisi gelince, kapitalizmin çarklarının hızlı bir şekilde dönmeye başlamasını temin edecek en tehlikeli ve çok hızlı geri dönüş veren savaş enstrümanı devreye sokulmuştur. “Bir taş ile çok kuş” ve “derenin taşı ile kuş” vurma taktikleri gereği en kritik ve hassas bölge Ukrayna seçilmiştir, hani uzun bir vadedir de bu amaca matuf yatırım ve planlarda yapılmakta idi. En büyük düşman tayin edilen Rusya bölgesel savaşın içine çekilerek yıpratılacak, Suriye’den sonra askeri teçhizat, mühimmat satışı için yeni alan açılacak, Rusya’dan Suriye’deki galibiyetin rövanşı alınacak, NATO konsolide edilecek, yükseltilen enerji fiyatlarının izahına çare olamayan pandemiye ilave çare üretilecek ama en önemlisi de üretim azaltılarak kâr marjı arttırılarak kapitalizmin bunalımına çare bulunacak. Kapitalizm artık “sürümden kazanma” yerine “hap yap para kap” taktiğine geçip, az hammadde, az enerji, az nakliye, az işçilik ile eskisinden daha çok kazanmanın yolunu bulmuştur. Esasen ve aslında işin özü bu… Savaşlar da bu cinliklerin tezahürüdür, bana göre… Ama mutlaka bu cinlikler milliyet ve din gibi kutsiyetler ile türbanlanmalıdır nitekim öyle de yapılıyor.

Konu ile ilgili ilk bilgi sahibi olmamın tarihi de yanılmıyorsam 2016 yılıdır, Yunanistan’ın Sakız Adasına yaptığım bir seyahat sırasında KKE’nin (Yunanistan Komünist Partisinin) “ABD elini Dombass’tan çek” şeklinde yaptığı bir duvar yazılama çalışmasından görerek, merak edip araştırınca ve ilaveten yaptığım Ukrayna Odesa seyahatlerinden edindiğim yerel kaynaklı bilgilerin ittihadı neticesinde edinilmiş olup günümüze kadar da güncelleyerek gelmiştir. Yani Rusya askeri operasyonu neticesinde başlayan tarihte edinilmemiştir.

Sonuçta; Ukrayna’nın politikayı ve kaygan zemini bilmeyen lakin politik tercihinin kendisini sinsice gaza getirenlere biata varan hali pür melali bu kadar sarih iken fazla lafa gerek var mıdır bilemiyorum. Emperyalizmin jandarması ve komisyoncusu ve de soğuk savaşın mağruru, şımarık ve saygısız ABD ve askeri teşkilatı NATO ve kuyruğu AB; Rusya’nın kabiliyetini Suriye’den sonra bir de Ukrayna’da görelim yaklaşımı ile nerede olursa olsun amansız bir düşmanlık stratejisi ile Rusya’nın prestij ve güç kaybetmesi üzerine oynayan ABD yukarıda tanımı ve zaafları verilen Ukrayna yönetimini gaza getirerek, “sahte kabadayı” rolü ile sonu nerelere varacağı çok belirlenemeyecek bir macera içine itilmiştir her iki tarafta.  ABD ve adına hareket ettiği kapitalizmin umurunda mı, onlar silah ve askeri mühimmat ve teçhizat satmak, ilaç satmak, tarım ürünleri satmak, petrol ve ürünlerini satmak, savunma ve askeri yazılım satmak, neticesinde son yıllarda hiç görülmediği üzere ABD’nin yüzleştiği enflasyonun üretim ve tüketim üzerindeki etkileri aşikâr iken, hele bir de muhtemelen kendilerinin de açıktan dahli olan son 2 yılın baş belası “covit-19” pandemisinin ataleti tüm vahameti ile ekonomiye çökmüş iken çıkış yakalamak… Durum budur, gerisi laf-ı güzaf…Yoksa NATO üyeliği açıklamaları, izahları tam tamına “osuruklu popoya çavdar bahane” tarzındadır, bana göre. Siz alemi ne zannediyorsunuz derler adama, Putin liderliğindeki Rusya daha önce NATO başvurusunda bulunmadı mı? Peki; Ukrayna NATO’ya girerse Rusya sınırlarında tehdit oluşacaktır iddiasına neden inanmamızı bekliyorsunuz? Litvanya, Estonya, Letonya NATO üyesi değiller mi? Onların NATO üyeliği neden Rusya için kırmızı çizgi olmuyor da, Ukrayna oluyor. Dünyanın geldiği nokta itibari ile, ABD önünde “biat et rahat et” davranışı, tüm AB’yi mum etmiş, görünen o ki artık kendi kurum ve kuralları ile düşünemez, davranamaz noktaya gelmişler.

Daha yazacak çok şey var ama yer sınırlı, mesela dünyada herkesi “nükleer silah” depoladı ya da kullanacak diye suçlayıp dünyada tek nükleer silah kullanmış sicilini türbanlamaya çalışan ABD, dünya çapında yüzlerce “biyolojik silah” laboratuvarlarını yazamadım. Umarım ki; mezkûr savaş nedeni olan milliyetçiliğin ve dinciliğin önü alınır da; birdenbire ve mesela Polonya’nın “aslında Ukrayna diye bir ülke yoktur, esasen buralar mirasçısı olduğumuz Lehistan İmparatorluğunundur” deyip Ukrayna’nın bir bölgesine talip olmaz, mesela Japonya Kuril Adaları sorunun tam çözüme ulaşmadığı iddiası Rusya Federasyonu’na batıdaki fazlaca meşguliyetlerine binaen yan gözle bakmaya başlamaz, Ermenistan Karabağ konusunda ilgili ve ilgisiz devletlerin ziyadesiyle farklı konular üstüne yoğunlaşmasından istifade ile yeni bir maceraya atılmaz, vs vs. aksi taktirde kıyı kıyı bir dünya savaşının eşiğine çaktırmadan gelinir ve gayri fren mren de tutmaz… Görünen o ki, direk ilgili ya da endirek ilgili neredeyse  tüm ülkelerin yönetimleri maalesef ki konuya matuf organları yerine hiç ilgisi olmayan organlarını kullanıyorlar… İşte o zaman haltı yeriz…