Cumartesi, Ekim 28, 2017

ADALETİ YÜKSEK AĞA


Eskiden; kendisine rakip olanın, rakip olma ihtimali olanın, kendisi için tehdit olduğunu ya da olacağını hissettiğinin ya da kendisine biat etmeyenin ya da kendisini dinlemeyenin, karşı çıkanın ya da duranın koyunlarını çaldırır sonra buradan yardım edeceğim, ediyorum numaraları ile adamı dize getirmenin yollarını bulan, ağalar varmış. Eeeee tabii bu kabil olaylar çok gerilerde kaldı artık çok şükür ki koyun karşılığı yardım eden ağaların düzeni yoktur… İşte hikâye de bu… Hani diyeceğim ki önce eşeği kaybettirir sonra da buldurur ya Allah ama eşeği eksik buldurmaz, tam buldurur…

Bir varmış bir yokmuş diye başlamak istiyorum ama olmayacak “zamanın behrinde” diyerek başlayalım en iyisi…

Köyün birinde adamın biri oğlunu evlendirir, evini ayırır geçimini sağlamak üzere de bir miktar koyun verir, oğul çok azimli ve kararlıdır, koyunları arttıracak, çoğaltacak ve büyük sürüler sahibi olacak, muhitinde ve etrafında lafı sözü geçerli bir adam olacaktır ve nihayetinde bu azim ve karar ile yola çıkan delikanlı 500 koyunluk bir sürü sahibi olmuş, artık “poposunda bir parça peynir görmüş kendini mandara sahibi sanırmış” sözü mucibince sıra gelmiş lafının ve sözünün dinlenmesi safhasına, sözünü esirgemeden söyler hale gelince artık kelamın sivri taraflarının otoritenin temsilcisi Ağa’ya da değmeye başlaması ile olaylar başlar…

Kendisine verilen koyunları çoğaltan delikanlı yeni durumuna uygun bir jargon ile konuşmaya başlar ve buna uygun yürüyüş şekli de uydurur kendisine… Köyün Ağa’sı da yani köyün sahibi demek daha doğru olur ya, bu durumdan mütevellit sözü lafı dinlenir ya, bu yürüyüş ve durum değişmesinden rahatsız oluyor, bu çocuk bir şeyler olmaya başladı belki de bir vade sonra tam bir baş belası olur diyerek gerekli tedbirleri almaya başlar… Tedbir bellidir… Rakip yok edilecektir, ezilecektir... Ağanın olduğu, olmadığı yer tefriki yapmaksızın çocuk kendisini güçlü hissediyor ya, ileri geri konuşmaya başlar iddialı olmaya başlar, al sana güç al sana kudret… Ağa hemen avanelerine haber salar, ekonomik gelişmesine bağlı dili ve tavrı gelişen delikanlının sürüsünün ağırlığının alınması talimatını verir. Çete-i avane delikanlının ağıllarını basar, çobanın gözleri önünde koyunlar gasp edilir ve dağa kaldırılır, çoban büyük bir telaş ile delikanlıya koşar ve sürünün gasp edildiği haberini verir. Der ki; koyun sürüsünü çeteler götürdü, delikanlı “vayyy nasıl götürürler, vay alçaklar” diye hiddetlenir oraya buraya bakılır, dağ taş, köşe bucak aranır taranır nafile sürü sırra kadem basmıştır gayri… Delikanlının bu acılı ve hiddetli durumunu, avuçlarını ovuşturarak gizliden takip eden ağa delikanlı ile konuşma sırasının geldiği kararı veçhile çocuğu davet eder… Ağanın davetini bu sefer de sosyal avaneleri; “ağa senin bu yaşadıklarından çok üzülmüştür, sana her konuda sınırsız ve karşılıksız yardım etmek istemektedir, hele bir gelsin de konuşalım diye seni davet etmektedir.” derler… Ağa çok üzüldüğü beyanı ile “ne diye derhal kendisine gelmediğini” sorar bir inceden, “biz ne günlere duruyoruz buralarda, çevremiz var, hükümet katında yüksek mevkilerde tanıdıklarımız var” diye ilave ederek, “biliyorsun benim elim-kolum yeterince uzun ne yapar, ne eder sorununu çözerim bilmez misin der?”. İlaveten “hal çaresine bakarız, derhal civardaki herkese bir haber uçurun bakalım bu yiğit delikanlının derdini nasıl çözeriz bir kolaçan edin” diye etrafına talimat verir. “Sen merak etme mutlaka, Allah’ın izni ile bu hain çetelerin izini bulacağız ve bihakkın hesabını sorup, koyun sürünü geri alacağız” der. Delikanlı da “yahu bu ağa da, hiç kötü birisi sayılmaz be” diyerek ağanın yanından nispeten rahatlamış olarak ayrılır. Aradan makul bir süre geçer ağa adamları marifeti ile delikanlıyı “hele bir çağırın gelsin bakalım” diyerek davet eder, delikanlı gelir, artık külhanbeylikten eser yoktur, yedi büklüm olmuş, sus pus eski yiğitliğinden eser kalmamış vaziyettedir… Ağa delikanlıya muştulu haberi verir; “delikanlı, gözün aydın koyunları bulduk” delikanlı da hemen heyecanla; “sağol ağam Allah razı olsun, hemen gidip alalım” der, Ağa devamla “bulduk ama durum biraz karışık galiba” der ve devamla sorar delikanlıya “senin tam tamına kaç koyunun var dı” delikanlı da “500 koyunun vardı ağam” der, ağa “250, ancak 250 tane kalmış” der, “vay efendim nasıl olur nasıl biter” diye yalvarırcasına ağaya bakarken ağa “sorma, ama senin sevinmen gerek, evet 250 ama şükür ki bulduk sen ona sevinmelisin” der. Delikanlı da artık çaresiz “tamam ağam sağol gidip hemen alalım” der ama ağa “biraz daha bekle konuyu detaylı araştırmaya ve soruşturmaya devam ediyoruz Allah’ın izni ile diğerlerini de bulacağız ve bulunanları da en kısa sürede getirtip sana teslim ettireceğim merak etme” der. Bir süre daha geçtikten sonra ağa delikanlıyı çağırttırır yeniden, delikanlı heyecanla “buyur ağam inşallah sürünün bulunan kısmı gelmiştir” diye sorar, ağa “sorma be oğlum, 250 demiştim ya, eeee bu çeteleri takip eden çocukların, bu çalışmalar sırasında biraz masrafı oldu, masraflar için 250’nin yarısını onlar istiyorlar, ama ben yine de sana sormadan karar vermek istemediğimden bir sorayım istedim” demiş… Delikanlı çaresiz “tamam ağam gelsin ne diyelim buna da şükür, buna da Allah razı olsun, Allah sana da uzun ömür versin” der. Ağa “tamam, ben sana haber vereceğim” der delikanlıyı başından savar. Aradan bir 10 ya da 15 geçer geçmez ağa “hele şu delikanlıyı bir çağırın gelsin bakayım” diye adamlarına talimat verir. Artık eski delikanlılığından, eski sertliğinden ve dikliğinden eser kalmamış delikanlı ağanın huzuruna çıkar, Ağa hemen konuya girer, “evladım hani 125 koyun gelecekti ya, getirirken yolda sahip çıkamamışlar, sorma maalesef yarısını da kurtlar yemiş” çaresiz delikanlı “yapma be ağam nasıl kurt yer, ben perişan oldum” deyip feryat figan eylerken, ağa “ne yapayım evladım bizim kurtlara sözümüz geçmiyor, kurtlar yemiş işte, koyunları getirenlerin tüm çabalarına ve mücadelelerine rağmen, kurtlar yemiş, ben ne yapayım canla başla sürüyü sana getirmeye çalışanlar öyle diyorlar” demiş. Ağa devamla “kaldı 60 ne diyorsun” diye sorar. Delikanlı da çaresiz olarak “valla ağam ne diyeyim, getirsinler gayri” der. Aradan belli bir zaman geçiyor, delikanlı ağaya gelir “ağam ne oldu benim 60 koyun” diye sorar, ağa da “valla eli kulağında, akşam sabah gelmeli, gelir herhalde” kabilinden gak guk eder. Ağa “yalnız evladım şimdi ufak bir sorunumuz daha var” der, hayretle ve sessizce ağayı dinleyen delikanlı “ne sıkıntısı ağam demiş 500 koyundan kaldı 60, hala ne sıkıntısı olur” diye ağlamaklı sesle sorar. Ağa “şimdi bunlar bu kadar büyük zahmet ve külfet ile bu sürüyü buldular ve sana getirecekler ya, onlara bir izzeti ikramda bulunmak gerek, 30 kadar koyunu kesip kavurma yapmalı, hem bu senin şanına da yakışır, şimdi sen böyle yapmazsan bir daha başın sıkıştığında maazallah bunlar sana yardım etmezler” der. Nihayetinde delikanlı denilen her şeyi yapar, 500 koyunluk sürüden 30 koyunu elinde kalan delikanlı ağayı ziyarete gelir, el pençe divan durur artık anlamıştır gerçekleri, ağalarla uğraşılmaması gerektiğini, uğraşılırsa da nasıl uğraşılması gerektiğini, demek ki ağa her zaman ağadır diye düşünerek artık ağa aleyhine kelam etmemek üzere kendi kendine söz verir, delikanlı kıssadan hisse olarak…

Çok şükür ki artık hayatımızda bu kabil Ağalara yer yoktur… Ya olsaydı maazallah… Çok şükür yok gayri…

Pazar, Ekim 22, 2017

MÜLTEZİM


Hepimiz büyüklerimizden, tabii ki büyüklerimiz CHP karşıtı iseler, İsmet İnönü’nün köylüyü soyup soğana çevirdiği, kapitalizmin dünya çapında yaşanan büyük ekonomik ve dolayısı ile siyasi krizini gözardı ederek yapılan kara propagandanın tesiri altında, “kendi harmanımızdan buğday çalardık” ya da “zulum vergisi ödemeden yaşanamazdı” gibi yakınmaları dinlemişizdir. “Milli Şef ve partisi CHP Türkiye'yi derin bir krize sürüklemiş” tarzında söylenen hep aynı minvalde, yalan ne kadar büyük ise ya da ne kadar fazla tekrarlanır ise inanan o kadar çok olur önermesi çalışır ve Canım Yudum taaaaa bugünlere gelene kadar suyu sıkılır… Kapitalizmin büyük ekonomik buhranı nedeni ile tüm dünyanın emperyalistler tarafından yeniden paylaşıma tabi tutulması ile büyük bir savaşa girişmiştir ve CHP iktidarı da savaşın seyrine göre, bir o emperyalistten, bir diğer emperyalistten yana savrulan siyasi tutumlar takınmış olup, maçı idare etmek için top çevirmiştir ve de bu ahvalde ne yazık ki kümestekilerinde canına okumuştur. Bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri tarihçilere bırakıp, o dönemde bu kara propaganda ile yerelde yeni siyasi atmosferin yaratılması ve uluslararası uygunluklara göre de illiyetlerin tanzim edilmesi adına konu sınırlı ve sorumlu durumundan takla attırılarak, bugünlere kadar yaşananlara meşruiyet kazandırmaya çalışmadan öte değildir. Hani İsmet İnönü ve liderliği altındaki CHP böyle iken, dönemin “yetmez ama evetçilerinin” yoğun desteği ile iktidara getirilen DP farklı mıydı? O günden bugünlere ihdas edilen vergilere bakmak bile yeterlidir, konunun sübjektif yaklaşımdan ziyade objektif bir durum olduğunu anlamak için. Hani sanki birinin diğerinden farkı varmış gibi yapılıyor ya da gösteriliyor olmasından maada bir şey değildir durum… Ama, trajikomik ve ahlaksız olanı da, aslında eleştirmekte son derece haklı olunarak halka salınan bu vergilerin sadece tek parti CHP döneminde olmuş olması gibi yapılıyor olmasındadır.  Hani şimdilerde, vaveyla koparılarak, “Yeni Osmanlıcılık” tamtamları ile yere göğe sığdırılamayan devr-i Osmani var ya, yaşanan tüm süreç aha da ondan mülhemdir. Böyle biline… Beni en fazla etkileyen ve direk kendimin de dinlediğim anılardan ortak nokta "Tarladaki revaklardan (yığın-küme) kaç timin buğday çıkar? Tahsildar şöyle göz ucuyla bakar, 'buradan 10 timin çıkar' der. Şayet 5 timin çıkarsa, köylü 5 timin de başkasından bulup vermek zorunda. Yoksa 'vergi kaçırmaktan' suçlanır, hapis yatırılır. Şahna (vergi memuru) gelirdi. Harmanı savurur bekleriz. Şahna gelir mührü vurur. Herkes kendi malını hırsızlık yaparak alırdı. Çoğunu hükümet alır, azını bize verirdi” şeklinde olup, aktarım Burhan Bozgeyik anılarındandır… Dedik ya tüm bu yaşananlar Osmanlıdan mülhemdir, evet “Şahna” devr-i Cumuriyet te “öşür toplaycı”dır ama asıl ilham “mültezim”dendir. Peki, Mültezim nedir ve kimdir, Osmanlı iltizam sistemi ile nasıl bir düzen oluşturmuştur, oluşturduğu bu düzen bugünkü ardıllarına nasıl bir misal oluşturmuştur, gerçekten çok enteresan bir vakadır… Burada derdim, tarihçilerin yerine göz dikip tarih anlatmak değil ayrıca haddim de değil ama “bizimkiler yaparsa güzeldir, doğrudur, onlar yaparsa çirkin ve yanlıştır”, fikrinin tespiti ve eleştirisidir.

Bilindiği üzere; Osmanlı toprak sisteminde, genellikle merkezden uzak olan eyaletlerin vergi toplanması işinin müzayede (açık artırma) usulüyle kiraya verilmesi işlemine iltizam, ihale ile iltizam sahibi olan kişiye de mültezim denir. Hani kocaman kocaman adamların ve avanelerinin yere göğe sığdıramadığı Osmanlı nizamı vergisini toplama işini bile ihale etsin, vay ki vay… Peki, nasıl işliyor sistem, kim ne kadar çok para verirse, vergi toplama işini uhdesine alıyor, parayı peşin veriyor Osman-ı Ali’nin kasasına peşin (sıcak) para giriyor, sonra Mültezim ile köylü baş başa, köylü vergi kaçırmaya, mültezim ise koparmaya çalışıyor, bakmayın siz bazı yayınlarda, yok mültezimin maaşını devlet veriyor, ödenen parayı köylüden toplamaya çalışıyor gibi masumane anlatımlarla sisteme naif görüntüsü verilmesine, şimdiki gibi vergi mahkemeleri de yok, kalıyorsun mültezimin insafına, peki, vergi kaçıran ile nasıl mücadele edilecek, mültezimin koca bir teşkilatı var, içlerinde despotu, hukukçusu, maliyecisi, işkencecisi, sorgucusu, gardiyanı var… Varın gayri bu teşkilattan nasıl sonuçlar alınacağını siz tasavvur edin gayri. Bir anlamı ile “mültezim” dönemin “müteahhit”i olup sistemin baştacıdır, tıpkı bugünkü modellerine benzer şekilde… Sahi bugünlerde vergi toplanması işi de özelleştirilse nasıl olur, “hür dünya” için… Hay Allah, bak neler geliyor akla… Konu geniş, uzun ve dağınık ama bu alana bu kadarı sığıyor, siz anladınız derdi…

Muzaffer İlhan ERDOST’un “y o k s u l l u ğ u n t a r i h i” şiirinden bir demet ile “the end”…

bebeğini kızamığa
gelinini vereme
tahılını sipahiye
koyununu zaviyeye
tütününü zaptiyeye
vererek
mağrur yoksulluğundan
ürettiğin
eshab-ı timar
eshab-ı evkaf
mültezim
ribahur
galata sarrafı
osmanlı bankası
düyun-u umumiye

beyazsaray
pentagon
amerikan haber alma örgütü
altıncı filo
incirlik üssü
sinop radarı
"esir türkleri kurtarma ordusu"
vesaire-
nin

daha sorulmadıysa hesabı
yani faizin
artı-değerin
azami kârın
yörükselimin yusufların ve
can içen "can"ların
hesabı sorulmadıysa
güneş gibi erimiş
bahar suları gibi akmış kanların
"hesabı sorulmadıysa daha
"sorulmayacak sanmayın
"aldanmayın"

Pazar, Ekim 15, 2017

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU


Çeşme Limanının anlaşılmaz (aslında çok anlaşılır) bir biçimde hoyratça doldurulduğu iddiaları karşısında, “biz oraları doldurmamış olsaydık, bugün Çiftlik tarafına gidilemezdi” diyor, bir eski ve çok önemli yetkili (aslında önemi kendinden menkul ya o da ayrı)… Yaklaşık 40 yıllık mühendislik yaşamı bulunan birisi de; “çağırmış olsaydın da, sana daha ucuz, tarihi değerleri yok etmeden, ulaşım nasıl gerçekleştirilirdi anlatsaydım, hem de bilabedel” diyor… Bu diyaloğun öncesi ve sonrası var olup daha sonraki yazılara konu olabilir ama yetkililerin cesaretlerinin ve bilgisizliğinin altını bir kez daha çizmekle iktifa edelim.

Sonuçta; her kesimden ve duyarlı Çeşmelilerin ciddi bir dolu girişimine rağmen “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak” bir kez gerçekleşir, Çeşme Limanı deniz dolgusu, özellikle Osmanlı-Rus deniz savaşı kalıntılarını-buluntularını bir daha görülmemek üzere bitirilir, tarih yok edilir hem de “tarihimizi yok ediyorlar” nidaları ile yeri göğü inletenler tarafından… Eeee, ne de olsa siyasetinde “mart ayı” geleneği var…

Oysa benzer siyasi nosyon ve donanımlara sahip muktedirler, ta Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Oysaki bir yandan âdemoğlunun tarihi yürüyüşünü takip ederek anlamak, kültürel ve tarihi anlama hayatına layıkı ile dalabilmek, toplumsal kimliği tarihsel birikimle güçlendirmek, kent farkındalığı yaratabilmek, kent belleği yaratır iken kent kültürü oluşturabilmek, diğer yandan geçmişte yaşanmışlıkların ifadesi olan kalıntı-buluntulara sahip çıkabilmek adına, gezmek, görmek, incelemek, araştırmak, anlamak üzerine atılan nutukların isabetsizliği aldığımız sonuçlara bakınca ortaya çıkmaktadır.

Unique (benzersiz-tek) yapı kriterlerine uymakta olan, tarihsel, belgesel, simgesel olarak kültürel, özgünlük, benzersizlik, teklik olarak morfolojik, hatıra değeri, izlenebilme özelliği olarak duygusal, işlevsel ve maddesel olarak turistik olabilecek “Çeşme Osmanlı-Rus Deniz Savaşının Kalıntıları” artık yoktur… Peki, ne uğruna, kimilerine göre siyasal karşıtlık adına, yola-dize getirme, kimilerine göre büyük ekonomik kalkınma, kimilerine göre “nurlu ufuklar” uğruna, kimilerine göre deniz ticaretinin vites arttırması uğruna, kimilerine göre Yugoslavya savaşının nimetlerinden yararlanma uğruna, yapıldı tüm bu yapılanlar… De ki o, deki bu, sonuç artık, Deniz Savaşının kalıntıları olan, başta eni 10 mt boyu 24 mt olan bir, en 7 mt boy 16 mt bir başka, en 7 mt boy 16 mt bir başka “Kadırga” ile bol miktarda top ve gülleler, yok, yok ki yok… Geriye gelmesi de mümkün değil… Üstüne üstlük bunlardan gayri, dağın 2 yanında elma ısırığı gibi, estetik kaygısı büyük birkaç tane taş ocağı, günümüzün yerel yönetimlerine bonus… Şu anda bile kimsenin nasıl değerlendirilir de, estetik rezaletin önüne geçilir konusunda fazlaca hemfikir olamayacağı vaziyette, herkesin gözüne batmaktadır. Kimi “ağaç dikilerek kapatılır” gibi abuk kararların bile üretildiğine şahit olduk ya, ölsek te gam yemeyiz gayri…

Gazetemiz “Yeni Çeşme” arşivinde, 1988 yıl muhtelif tarihlerde birkaç kez yenileyerek, yineleyerek yazılmış dilekçeler, hem de 3 yüksek mimar, bir armatör, bir kaptan, bir tüccar gibi, isimleri bizde, ileri gelen tarafından imzalanmış ve eklerinde haritalar, krokiler ve dolgu altında kalan kadırgaların su altı fotoğraflarından oluşan bir dosya bulunmakta olup, mezkûr dosyanın, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığına değişik tarihlerde iletildiği anlaşılmaktadır.

“Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Yok, kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun.” gibi en önemli yetkilimizin yaptığı açıklamaların ardındaki kafa yapısı ve yaklaşımlar ile gelinecek durak burasıdır. Hoşgeldiniz… Hayırlara vesile olsun…

Perşembe, Ekim 05, 2017

TİTUS TÜNELİ ve EUPALINOS (PYTHAGORION) TÜNELİ


Fahri hemşerisi olmakla övündüğüm 2 şehir vardır, biri Adana diğeri ise Antakya (Hatay)… Antakya’nın, kendimi ait hissettiğim tarafı ise, kendi içlerinde de farklı tutum ve yol tutturmuş halleri ile 3 tek tanrılı dinin takipçilerinin, biri başat olmak üzere birbirlerini çok fazla rahatsız etmeden yaşadıklarına yönelik gözlem yapılabilecek güney tarafıdır. Burada bahsetmek istediğim, ilk gördüğümde hayran kaldığım, bunun üstüne birkaç kez daha gidip gezdiğim, Samandağ İlçesi Çevlik mevkiinde yer alan TİTUS Tüneli. Öğrenebildiğim kadarı ile Antakya eski adı, Antioch olup, Makedon kralı Büyük İskender tarafından kurulmuş, bilahare de Büyük Roma İmparatorluğu döneminde en kalabalık 3 önemli şehirden biri olmuştur. Öneminin tebarüzü bakımından, dünyada meşalelerle aydınlatılan sütunlu bir caddeye sahip olmasıdır diyerek iktifa edelim ve tünel üstüne devam edelim.

Antakya’nın en önemli ticaret merkezi dönem itibari ile Samandağ ilçesindeki bugünkü Çevlik bölgesindeki eski adı Seleukeia Pieria olan liman kenti olup kuruluşunun M.Ö. 4 yüzyıla dayandığı bilinmektedir. Doğu Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri olan mezkûr kent, Musa dağı eteklerinde kurulmuş olması hasebiyle şehrin liman bölümü zaman zaman sel-seylab nedenleri ile ticaretin olumsuz etkilenmesine yol açan teressübat oluşmakta imiş. Su yapıları konusunda, imparatorluk çapında muhteşem çalışmalarına tanık olunan dönemde, mezkûr alanda, limanın yerini değiştirmekten ise taşkın sularının drene edilmesi kararı üzerine, M.Ö. 69 yılında İmparator Vespasian tarafından tünel çalışmaları başlar ve kölelerin kullanılma önceliklerinin değişmesi üzerine de inkıtalara uğrar, İmparator Titus döneminde de askerler ve denizcilerinde büyük katkıları ile devam eden çalışmalar İmparator Antonius Pius tamamlanır. Canım Yurdumun sahip olduğu onlarca müthiş yapıdan biri olan, TİTUS TÜNELİ, hemen şehrin bulunduğu yukarı kısımdan başlar, denize doğru ilerler, yaklaşık 150 mt. uzunluğunda kapalı olmak üzere toplam yaklaşık 1.400 mt. olup, kapalı tünel kesit alanı yer yer 45 m2 ve açık bölümde ise yer yer 100 m2 civarındadır. Neredeyse 2.000 yıllık bu muhteşem tünel, mezkur imparatorluğun övünebileceği türden bir yapı olup, otomobil icadının olmaması nedeni ile “duble yollardan” daha fazla taraftar toplamakta imiş, söylenenin yalancıyım.

İmparatorluğun büyük köle ve işgal edilen yerlerin büyük ekonomik birikimlerinin talan edilmesi ile imparatorların hayalleri ve hedefleri doğrultusunda günümüzde bile iddialı sayılabilecek “çılgın projeler” gerçekleştirdiğini, Titus Tünelini gördükten sonra yaptığım incelemelerde gördüm. Bazı projelerde, büyük göllerin drenaj kanalları ile kurutularak, büyük tarım alanları elde etmek, bazen şehirlerin su ihtiyacını karşılamak için yapılan km.lerce su kemerleri ile isale hatlarının oluşturulması, bazen şehirleri ya da limanları korumak ya da su temini için tüneller inşa etmek, gibi gerçekleşmeler.

Bu bakış açısı ile seyahat ettiğim yerlerde benzer yapıların varlığı konusunda özel bir dikkat oluşturdum. Son seyahatimde, yine Büyük Roma imparatorluğu tarafından ve Titus Tünelinden yaklaşık 500 yıl önce inşa edilen Samos Adası EUPALİNOS TÜNELİ konusunda haberdar olunca, derhal ziyaret edilecek yerler konusunda 1. sırayı almıştır. M.Ö.6 yüzyılda, kesit alanı yer yer 4 m2 yi bulan, antik çağdaki Tigani şimdilerde de “Bir dik üçgenin kenarların karelerinin toplamı hipotenüs’ün karesine eşittir” teorisinin mucidi ilk matematikçi Pythagoras’ın adına bu şehirde yaşamış olması hasebiyle ve izafeten şimdilerde de PYTHANGORIAN olarak adlandırılan kentin su ihtiyacının, Agiades su kaynağından Kastro Dağının altından inşa edilecek bir tünel ile karşılanması hedeflenmiştir. Deniz seviyesinden 225 mt yükseklikteki bu dağı aşacak yaklaşık 1 kmlik tünel, mühendis Eupalinos geometri bildiğinden (öyle 360 derece farklıyız düzeyinde değil elbet), dağın 2 yanından başlamak ve ortalarda buluşmak hedefi ile çalışmalara başlar. Gerçi her iki taraftan kazılarak ortada buluşma fikri ve hedefi olan ilk tünel değildir bu ama ilk olan Kudüs’teki Kral Ezechias (Hezekiya) tüneli farklı yönlere gidilen kazılarla hedefinden fazlaca sapmış olması hasebiyle ilk sayılmamalıdır bence. Eupalinos Tüneli, muhteşem hesaplamalar neticesinde santimetreler düzeyinde bir sapma ile tam da ortada birleşir. Şehrin kuşatmalar altında suyunun kesilerek teslime zorlanmasının önüne geçilmesi gibi bir askeri kaygı ile yola çıkılarak inşa edilen tünel, gürz, keski, kazma ve kürek gibi kazıcı aletlerle, kazıdan çıkan kayaların küfelerle dışarıya taşınması ve havalandırma için de kuyular açılarak yaklaşık 10 yıl sürmüş ve planlandığı gibi ortada birleşmiştir. Bin yıl süreyle kullanılan tünelin mühendisi Eupalinos, Senato tarafından “Tünel bize pahalıya mal oldu” gibi bir gerekçe ile çarmıha gerilme cezası ile cezalandırmış olup, “yahu kullandığımız köle ve talan edilen istila edilmiş ülke hazineleri, ne zararından bahsediyorsunuz” savunmaları heba olmuş ve sonunda da mühendis bey çarmıha gerilmiş… Atina Senatosu bilse idi; kendilerinden 2.500 yıl sonra dünyanın her tarafında inşaat işleri, karar vericiler, inşaatı gerçekleştiren müteahhitler, finansman temin edilen bankalar, hem de kamu hazinelerinden ödenmek kaydı ile trilyonluk cukkaları götürsünler, hiç böyle karar verip te kendilerini önemli bir proje ile suya kavuşturan mühendisi katleder miydi? Bilemem… Bu iddiaya bilgi kaynağı oluşturan, tabii ki meraklıları için “bir ekonomik tetikçinin anıları” olarak ciltler dolusu kitap yazan eski bir “Dünya Bankası” yöneticisidir, eksiği ve sakladığı çok bilgi olmasına rağmen okunmasını şiddetle öneririm… Ayrıca, mezkûr kentin yöneticisi, Tiran Polycrates ile aynı dönemde yaşamış ve tiranlığı protesto etmek maksadı ile adayı terk ettiği bilgisi bulunan Pythagoras’a şapka çıkartmayı da borç bilirim…

İlaveten bir de ansiklopedik bilgi; “Titus Tüneli'nin bir benzeri yine bir Roma İmparatorluk şehir merkezi Ürdün'de Petra antik kentinde bulunmaktadır. Antik dünyanın diğer önemli kaya tünelleri, Nimes'de, Lyon'da, Briord'da, Carhaix'de, Nikopolis'te ve Side'de su getirme sisteminin bir parçası olarak yapılmıştır. Çevlik ile çağdaş, Vespasianus Dönemi bir kaya tüneli italya'da Furlo Geçidi'nde yol sistemi ile bağlantılı olarak açılmıştır.” Dilerim ömrümüz vefa ve cüzdanımız kifayet eder de, bu yapıları da ahir ömrümüzde görürüz diyerek sözü bağlarken başta Titus Tüneli olmak üzere Eupalinos tünelinin de kısa sürede ziyaret edilmesi gereğinin altını çizelim.

Sonuç olarak; gerek Titus ve gerekse de Eupalinos Tünelleri “UNESCO Dünya Mirasları” listesine alınarak, yamyamlardan korunmaya çalışılmaktadır.