Cuma, Haziran 11, 2010

AĞACA ÇIKARAK YENİLEN DUTUN KARŞILIĞI ANNEDEN DAYAK

Çocukluğumun; her çocuğunki gibi bir sürü şeyin varlığından haberdar hatta duyup ta ulaşamayan ama son derece sağlıklı, güvenli ve duyarlı bir çevrede geçtiğini bugün de çok rahatlıkla söyleyebilirim. Doğup çocukluğumun geçtiği bu güzel ve şirin sahil kasabasını ahh bir Yaşar Kemal ya da bir Balsac olsam da uzun uzun tarifleyebilsem, şimdilerde de çok meşhur olan yerli mandalinini, soğanını, kavununu, kopanisti peynirini ve balığını, Girit’ten başlayan Selanik’e kadar uzanan “ricat coğrafyasının göçmenlerinin” inanılmaz bir ahenk ama aynı zamanda kendi içine dönük yaşamlarını anlatabilsem. Böyle bir meziyet ve kabiliyetimin olmamasına rağmen bu içimde kabaran nostaljik durumu paylaşmak için içimde inanılmaz bir istek var ve bu isteğin yarattığı azim ile başladım bunları yazmaya umarım bu şirin sahil kasabasına layık ya da en azında hakkettiğinden az olmayan bir sonuç çıkar ortaya…

Ne hoş şeyler hatırlıyorum o günlerden; örneğin evlerin çatılarında şişeler olurdu hani evde gelinlik kızların bulunduğunu hatta evdeki gelinlik kız sayısıyla da uyumlu miktarda olmak kaydıyla yerleştirilirdi ki bunlar kızlar gelin gittikten sonra da aynı miktarlarda eksiltilirdi, nasıl bir görenekti, buradan göçen Rumlardan mı yoksa buraya bugünkü Yunanistan’dan göçen Müslüman Türklerden mi intikal etmiştir bilemedim, belki de akraba evliliğinin önüne geçmenin bir yoluydu ama enteresan olduğu tartışılmaz…

Ayakkabı ihtiyacı olunca kunduracı İbrahim abiye gidilir oda sanatının üstadı imajı bırakacak biçimde ayağımızı bir karton üzerine çıplak olarak bastırır ve bunu silinmez kurşun kalemle özenle çizer ve “3 gün sonra gel” ya da “5 gün sonra gel” diye bizi gönderirdi, süre dolunca gider ayakkabılarımızı alırdık ve görürdük ki ayakkabının tamamında ham deri kullanıldığından en çabuk eskiyen yanı olan tabanında bol miktarda kabara var ki uzun süre kullanılabilsin bu ayakkabılar, tabii şimdiki gibi öyle her amaca yönelik ya da her elbise rengine uyum sağlayacak şekilde farklı ayakkabı sahibi olmayı bir kenara bırakın bunun fikri bile akla düşmezdi. Şimdilerde sadece bu yüzden büyük ayakkabı mağazalarına gider o güzelim rengarenk çocuk ayakkabılarını uzun uzun inceler ve keşke bizim dönemimizde de böyle olsaydı diye içimden geçiririm.

Bu şirin kasabamızı; Ülkemizin en önemli 3 şehrinden biri olan İle bağlayan daracık ve şunun tarlasına dokunmasın bununkine özellikle dokunsun siyasi tercihleri neticesinde tüm diğer yollar gibi yılana benzer bir karayolu vardı ve sabah kasabadan erken saatte yola çıkan akşam geç saatte dönen bir rutin seyrüsefer düzeni içinde, burunlu Peugeot marka otobüsü ile kader birlikteliği olan “pejo” lakabı ile maruf bir sahibi vardı oğluda benim ilkokul arkadaşım olan Recep bile babasının bu lakabı ile anılırdı “Pejo Recep” ve ne yazık ki kendisini birkaç yıl önce kaybetmişiz ve maalesef benim haberim yeni oldu… Zaten Kaymakamlık, Jandarma, Polis için birer araç dışında köyler dahil kasabamızda 2 köy minibüsü 2 kamyon 2 traktör ve iki taksi vardı.

Bizim de evimiz bahçeli idi hani bahçeli deyince sakın evin önündeki birkaç yüz m2 bahçe anlaşılmasın; kocaman en azından benim gözümde öyleydi, yaklaşık 6 dönüm bir bahçeydi söz konusu ve içinde her türlü ağaç vardı. Kocaman dolaplı bir kuyusu ve yine içinde yüzlerce balığı bulunan kocaman bir sulama havuzu vardı, bağ evi görünümlü bir evdi ve bahçesindeki ağaçlardan bu yazının yazılmasına vesile olan dut ağacı en görkemlisi idi, beyaz parmak dut diye anılan meyvesi ile de tüm sokağa hizmet verir hatta yoldan geçen köylülerde göz hakkı çerçevesinde yola sarkan dallarındaki dut meyvesinden toplarlardı. Küçük kasabalarda insanlara hitap edilmesi veya insanların anılmasında belki soyadı kanunu öncesinin alışkanlığından olsa gerek lakap kullanılması olmazsa olmaz gibi bir şeydi; Babamın lakabı da gençliğinde hergün giydiği pırıl pırıl parlayan körüklü çizmelerinin benzemesi nedeniyle “Tito Yaşar” imiş ve “Tito Yaşar” bir gün erken saatte bu dutu, olgunlaşan dutların yere düşmesi ile oluşan kendisine göre pislikte bol miktarda sineğin toplandığı gerekçesi ile keser ve uyandığımızda artık dutumuzun olmadığını görünce şok olmuştuk ama artık yapacak bir şey kalmamıştı. Kesilen dut ağacımızın gövdesinden yine anımsadığım kadarı ile dut ağacı gövdesinden iyi eşek semeri yapılır gerekçesi ile bizim ve bir tanıdığımızın eşeğine 2 adet semer yapılmış ve dutumuz uzunca süre de bu eşeklerin sırtında semer olarak yaşamış idi. Ama en sinir bozucu tarafı ise artık üstüne çıkıp saatlerce hatta ishal olana kadar dut yeme zevkimiz sona ermişti ve belki de bu yüzden evimizin bahçesi bana çıplak görünmekte idi.

Evlerin etrafları ise; tütün tarlaları, buğday-arpa-yulaf tarlaları, karpuz kavun tarlaları, anason tarlaları ile incir, sakız, dut, zeytin, narinciye, armut, iğde ağaçları, nar, badem ağaçları ile dolu bahçeler ile çevriliydiler ve az da olsa üzüm bağları bulunmakta idi ve biz bunların kah üstüne çıkarak kah altına saklanarak buradaki “göz hakkımız” olan hırsızlığımızı yapardık.

Atlar, eşekler, keçiler, koyunlar vardı, neredeyse her evde bir keçi bulunurdu hem de çok süt veren cinsi olan “Malta keçisi”, keçiler koyunlara göre daha fazla yer alırdı evlerin ahırlarında hele keçi yavruları, oğlaklar bir güzeldirler yazılarak anlatılamaz bu güzellikler. Keçilere koyunlara yavruladıktan sonra yavrularını sahibinin bilgisi dışında beslemesin diye bezden yapılmış koruma sağlayan çantacıklar asılırdı (bir nevi sütyen) vay be neler hatırlıyorum…

Babam o yıllarda her Türk erkeği gibi inanılmaz sigara içicisi, dönemin önemli sigarası Bafra var filtresiz ve hatırladığım kadarı ile de fiyatı 60 kuruş; ta ki yakalanana kadar babama her sigara almaya gittiğimde Bakkal Mehmet abiye “babama bir paket Bafra sigarası birde 40 kuruş ver hesabına 1 Tl yaz” derdim o da ne bilsin söyleneni yapardı birgün hesap kabarık mı olmuş işte ne olmuşsa benim 40 kuruşu alıp kullandığım ortaya çıkınca, babamdan inanılmaz bir fırça yedim ayrıca da kıssa ve hisse muhabbetleri yapıldı saatlerce…

Herkesin bahçesinde yüzlerce mandalin, portakal ve limon ağacı vardı en azından yine hatırladığım kadarı ile de bizim uzunca sayılabilecek sokağımız limon çiçeği kokusu ile dolu olurdu o zamanlar özellikle de akşam saatlerinde, şimdi ise imara ve yapılaşmaya açılmasını takiben kanalizasyon kokmaktadır. İmarın ve yapılaşmanın yarattığı ekonomik değer artışı belki hepimizi rahatlattı ama bu duygularımızı kaybettirdi bize…

Sokakta oynanan oyunlar hava kararana kadar devam eder ve hatta annelerin “baban seni çağırıyor” demesine kadar da bitmezdi, düşerek kalkarak oynanan bu oyunlar içinde; çikolata ve sakız paketleri içinden çıkan futbolcu resimlerinin duvara dayayarak serbest bırakılması ve diğer oyuncunun attığı bir öncekilerin birine değmesi halinde değdiği resmin alınması, değmemesi halinde ise hamle hakkının diğer oyuncuya geçmesi şeklinde saatlerce süren oyun, kaptan çukuru denilen bilyelerin birbirlerine çarptırılarak oyun alanı içindeki birkaç çukura sokulması oyunu, halen devam ettiğini duyduğum çelik-çomak oyunu vs. gibi bir sürüsü daha… Tozun toprağın içinde oynanırdı hiçbir korku ve kaygı taşımadan tüm bu oyunlar, hele de yağmur yağınca saklambaç oynamak bir başka güzel gelirdi bize, toprağın yağmurda oluşan kokusunu almak için bir kıskançlık gösterisiyle bir kenara saklanıp kokuyu başkaları ile paylaşmamak mı yoksa oyun bahanesiyle yağmurdan az etkilenmeye ve oyunu bırakmadan devam edebilmek kaygısından mı bilemeyeceğim ama, işte öyle… Hele bir de Teksas ve Tommiks çizgi romanlarını okuma zevki yaşanırdı ki sormayın gitsin, hele de okunmuşların arkadaşlar arasındaki değişikliği dönemindeki tartışmalar, pazarlıklar içeren uzun uzun konuşmalar gerçekten hatırlanmaya değer şeyler olup asıl olanın ise tarifsiz bir arkadaşlık, saf, temiz ve karşılıklılık gerektirmeyen yapmacık olmaktan sonsuz uzak ilişkiler olmasıydı…

Hükümet binasının hemen arkasında Kasaba Kalesinin karşısında yaklaşık 20 mt ye 30 mt lik bir boş arsa vardı oranın adı da Ali Sami Yen’di orada kasabımızda ister sonradan ünlü futbolcu olsun isterse de benim gibi sıradan bir futbolsever olsun herkes oynamıştır ve hatırladığım kadarı ile de oynayanların 3 yada 4 katı kadar seyircisi olurdu bu maçların ve tabii ki herkesin burada da birer lakabı vardı bunlardan şu anda aklıma gelen “Sanlı İbo” olup hala daha bu arkadaşımıza 50 yaşların ortalarına gelmemize karşın “Sanlı” diye hitap ederiz, hangi İbo Sanlı İbo gibisinden işte…

Kollarımızda neredeyse herkesin kolunda ve sünnetlerinde takılmış olan büyük gururla taşıdıkları “Nacar” marka kol saatleri, ailece gidilen misafirliklerde “teyzesi çocuğa paşa çayı” muhabbetleri, Turistik kasabamızın yeni ve aykırı yazlık misafirleri Hippiler, Rumeli dondurmacısının ilk hali seyyar satıcıdan sakızlı veya karadutlu dondurma alma muhabbetleri, her kasabada olduğu üzere bizim kasabada da Somalı gazozları vardı, ne güzel tatlardı bunlar tarifsiz…

Yazlık sinemalarda; Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Kuzey Vargın filmleri, Radyolarda Zeki Müren, Safiye Ayla, Fecri Ebcioğlu, şarkıları ile meşhur Orhan Boran’lı şovlar ile akşamları “arkası yarın” ile radyo tiyatrosu ve ajanslarda yerli Süleyman Demirel haberleri ile yabancı “Mısır’ın yarı resmi haber ajansı el-ahram” mahreçli haberleri ile sürekli tekrarlanan Kıbrıs başlıklı konuda ise “Denktaş” haberleri ve pikaplarda (plakçalar) Orhan Gencebay, Berkant, Ertan Anapa ve rock’n roll kralı Elvis Presley şarkıları doyumsuz anlar yaşatırdı insanlara…

Hükümet başkanı olarak ta; Süleyman Demirel vardı (hala var ya işte aynısı) tam bir padişah izlenimi vererek iktidara gelmiş de hiç gitmeyecek bir görüntü vererek, gitse bile sanki maç arası olmuş ve bitmiş gibi yeniden gelerek…

Teknolojinin orta halli ailelere hiç yakın olmadığı yıllardır bu yıllar ve radyo dışında buzdolabı hele de telefon bizler için sanki hiç ulaşılmayacakmış gibi duran teknolojik araçlardı…

Rumeli göçmeni olan bir ailenin bir bireyi olarak annemin babamın softa olmadığını hemen belirtmeliyim ama annemin inanılmaz bir şekilde beni kuran kursuna gönderme arzusu vardı tüm reddetmeme karşın kuran kursuna da yazdırıldım ve başladık kursa cami ve kuran kursu için ayrılmış odacık hemen denizin kenarında idi ve biz kursa devam ederken arkadaşların denizde yüzerken bağırış-çağırışları bize kadar gelir ben açıktan diğer arkadaşlar ise gizliden gizliye imrenerek dalar giderlerdi deniz hayaliyle. Aslında kursu veren caminin müezzini aynı zamanda arkadaşımızın babası olan muhterem zat son derece hoşgörülü ve bizlere sevgi ile yaklaşan biri idi, günlerden birgün demek ki onunda eşref saati dışındaki eşek saatine denk geldik oturduğu yerden uzun değneği ile bize vurmaya başladı, işte o anda bende film koptu ve odadan dışarıya fırlayarak asma kilidi olan ve dışarıdan kapanan kapıyı kilitleyerek ortadan kayboldum ve kısa süre önce başlayan kuran kursu macerası nihayetlendi böylece. Annem bu duruma çok üzüldü eksik kalan bu arzusunu torununda denemek istedi ama ne yazık ki onu da başaramadı. Ama annem 1998 yılında hacca gittiğimi duyunca çok sevinmişti. Neden öyle sevindi anlayamadım çünkü kendisi oruç tutmanın dışındaki hiçbir dini vecibeyi yerine getirmemiştir akşamları da teravih namazına da gitmezdi bu yüzden de babamın açlık grevi yapıyorsun takılmalarına muhatap olurdu; babam ise sadece bayram namazlarına gider ve kurban bayramlarında kurban keserdi. İşte böyle bir ortamda çocuğu kuran kursuna gönderme isteği nasıl oluşmuş onu da hiç anlayamadım.

Ve deniz, olmazsa olmazı idi çocukluğumuzun saatlerce süren kızlı erkekli grup olarak bir uçtan ötekine yüzme fasılları, mayo çıkarmalara kadar varan şamatalarla sürerdi.

Fakat yeter mi bize kendi dutumuzu yemek ya da saatlerce denizde yüzmek, mutlaka başka yere gidip karadut yemeliyiz bunun üstüne… İzin almak yok zaten hırsızlık çalmaktır hırsızlık bir kimsenin haberi olmadan malını alıp götürmektir oysa bu dut erik çağla çalınması işi hele de çocuklar tarafından yapılıyorsa babamın deyimiyle bunun adı göz hakkıdır, Karaduta çık, üstüne giydiğin gömlek kan kırmızı olsun eller dirseklerine kadar kırmızı, ishal olana kadar ye, o tarihlerde şimdiki gibi envai çeşit deterjan yok ki temizlensin bunlar, tabii ki annemin tavrı sadece o lekeleri çıkaramamanın kızgınlığı değil ayrıca çok az sayıda olan giyim eşyalarının birini daha kullanım dışı kalmasıdır… Ye dayağı otur...

Anılarım boyunca onları tazeleme adına bugün gittim aynısını yeniden yaptım, gittim dayıoğlunun tarlasına ama artık tarlalar tel örgülerle çevrili ve tarlalar bile özgür değil ya açtık kapıyı girdik içeri önce taze nohut yemenin dayanılmaz keyfini yaşadım, sonra dalından kopardığım acurları afiyetle yedim ve finale de karadutu bıraktım. Ve nihayet çıktım karaduta, başladım yemeye bir taraftan ellerim dirseklerime kadar kan kırmızı oldu tıpkı çocukluğumdaki gibi, diğer taraftan ise giydiğim gömlek kırmızı lekelerle doldu, ama tarifsiz bir mutluluk yaşadım aç kalan ruhumu doyurdum tıka basa… Ama şimdi gittik yedik üstümüzü kirlettik ve geldik eve… Hani dünün ağaca çıkarak karadut yemenin bedeli dayak vardı ya işte konunun tek eksiği bu idi 45 sene önceye göre… Belki annem artık yorgun belki elleri yorgun dimağı yorgun belki yüreği yorgun da belki o yüzden o gün uygun gördüğünü bugün görmüyor gibi, belki hoşgörüsü yaşına uygun olarak arttı…