Pazar, Mart 25, 2018

ÇEŞME SALHANE BURNU


Eski yoldan Çiftlik yönüne gidilir iken deniz seviyesinden yaklaşık 10 mt. yükseklikten, ilçenin içinden kıvrılarak adeta denizin üstünden gidilircesine geçen dar yoldan bakılınca ne kadar da lacivert idi deniz, tarifi kabil değildir. Çeşme merkezde, sahilde yer alan “pandofilya’da” bulunan kesimhane (salhane), mezkûr körfezin tam karşısında yer alan “telgrafhane”ye bakan bölümüne, taşınmış fi tarihinde… Bizlerin yaşı bu 2 kesimhanenin de faal olduğu günleri görmeye uygun değil tabii ki, bunlar çok büyüklerimizden yıllar önce merak nedeniyle sorularımızın cevaplanmasına istinaden öğrendiğimiz bilgilerdir. Ancak Çeşme’nin büyük limanı içindeki 2 bölümün böleni olarak adına üzerindeki “Salhane” den alan burnun üstündeki kemerli yapısı ile yer alan faal olmasa da “salhane” binasının kalıntılarına tanıklık ettik. Bulunduğu alanın bir hayli derin olan denizinin yer aldığı kayalıklarda poyraz rüzgârları ile birlikte coşan dalgaların kırılışı daha dün gibi gözümün önünde idi, kayalara çarpan dalganın dönüştüğü köpükler… Dalgaların sık ve güçlü darbelerine direnen kayalıklar… Evet; artık, kayalıklar, denizin mavi ve yüksek dalgalarının kayalıkları döverken beyaz köpük tarlasına dönüşmesi, hanoz balıkları, ahtapot, çipura, paragat, lacivert rengi suyun kayalarda çarparak çıkardığı güzel ve ahenkli müzik yok… Hemen karşısında heyyula gibi oluşan rezil görüntüsü ile yürek burkan büyük bir oyuk gibi kalan taş ocağının tüm taşları ile burası dolduruldu, liman yapacak başka yer kalmamış gibi, binalar da yapıldı, uzun yol gemileri bağlanmaya başladı, haydi şimdi geçin bakalım oralardan sabah saatlerinde, artık o iyot kokusundan eser var mı? Eser kalmadığı gibi kanalizasyon kokusundan geçilmiyor… Emeği geçenlere teşekkür ediyor, tarihin kendilerini asla efsane ya da kahraman diye anmayacağını hatta yandaşlarının bile anmaya cesareti olamayacağını açıklıkla ve rahatlıkla söyleyebiliriz. Geride kalan dağdaki kocaman boşluk nasıl örtülecek diye, ayıbını örtmeye çalışan bebeler gibi, olamayacağı biline biline ağaçlarla kapatalım denildi, olmadı, koca bir ayıp olarak orada duruyor. Belki de bir yerel yönetim tarafından orada tasarlanacak bir “Osmanlı – Rus Deniz Savaşı” temalı ışıklı canlandırmalar için altyapı olacak röliyef çalışmaları ya da daha başka bir temalı ışıklı gösteriler alanı yaratılması için bekliyor olabilir… Belki de, Çiftlik Köyüne Kuşyeri üzerinden açılacak yeni bir yolun, mezkûr alanda oluşturacağı sessizlik ortamında faaliyet gösterecek adam gibi amfi tiyatro… Bakalım neler olacak… Ama bunların asla geri getiremeyeceği bir güzellik artık yok…

Deniz doldurmanın bu kadar tercih edilir bir davranış olduğunun arkasında nasıl bir ruh hali yatar acaba? Acaba, siyasi tercihlerinin hayatlarının her saniyesini şekillendiren bu insanların dostları ve düşmanları üzerinden, dostluk ve düşmanlık icra ettikleri birer manevra alanından ileri gidilemeyen bir durum mudur? Acaba, dostlara para kazandırmanın en etkili yolu olarak mı tercih edilir? Acaba akla gelen ve gelmeyen her türlü şık geçerli olup, bir taş ile birkaç kuş avlama sevdası mıdır? vs vs.. Mesele bana göre, hiçte Çiftlik Köyüne yol açmak gibi safiyane ve masumane bir izah ile geçiştirilir değildir… Yol açılacaksa mevcut yol çok daha ucuza mal edilecek şekilde, genişletilerek çözülebilirdi…

Amatör balıkçılık yönünden de verimli bir bölgenin kaybı olduğunu, yerli olan ya da Çeşme’nin son 50 yılını bilen herkes anımsayabilir kolaylıkla… Örneğin, babamdan dinlemiş idim, bir keresinde bugünkü gibi misinanın daha kullanılmadığı dönemde, Yunanistan Sakız adasından naylon misinanın yeni getirildiğinde yaptıkları bir paragat ile boş iğnesiz yakaladıkları çipuraların kalite ve lezzetini ve de sattıklarında elde ettikleri geliri anlatışındaki canlılığı ve heyecanı kesinlikle aktaramam şimdilerde…

Bizler, Çeşme’yi sevenler yani, Çeşme’nin o zaman ki denizinin doldurulmamış hali ile çok sevdik, gözümüzde tüter haldedir, ama bu kabil icraatlar gayri dönüşü olmayan icraatlardır, kentin “Ruhuna Fatiha” ettirir.

Diğer taraftan; limanın su sirkülasyonu açısından da sorunlar oluştuğunu, hemen yakındaki “Fener Plajındaki” sonuçları itibari ile anlıyoruz. Artık küçük ama pırıl pırıl bir plaj olan mezkûr alan kendini koruyamamış durumdadır, neyse ve şükür ki, Telgrafhane önünde planlanan açık deniz balıkçılığı barınağının oluşan haklı ve güçlü tepkiler neticesinde inşaatı ötelendi ya da iptal edildi… Aksi takdirde nasıl ki, Çeşme Marina artık kendini temizleyemez ve koruyamaz durumda ise burası için de ayni akıbet söz konusu idi… Fener Plajı bu vartayı küçük sıyrıklarla atlattı gibi görünüyor, ama bu seferde etrafında planlanan otel görünümlü rezidanslarla başı belada… Devlette tek başlılık denile denile her konuda olduğu üzere imar uygulamalarında da çok başlılık ve yaratılan inşaat kirliliği üzerine yazı yazmaktan bıkıldı ama konu da mümbit valla, yaz yaz bitmez… Sahipsize yerel yönetimden imar, sahipliye merkezden, ya da duruma göre tam tersi…

Pazar, Mart 18, 2018

GÂVUR İZMİR


Kimi tahkir, kimi tenkit ve de kimisi de takdir ya da tasvip olsun diye “Gâvur İzmir” lafını sık sık kullanmakta… Ancak İzmirliler cenahından da durum aynı şekilde algılanmakta olup, kimi takdir, kimi tekdir edildiğini düşünmektedir. Kim ne demek istiyorsa onu söylesin, kim neden ve ne kadar takdir ya da hakaret etmek istiyorsa etsin, sorun yok bence… İlkel benlik sahibi olmadığımızdan, buradan hareketle “beni takdir ediyorlar” da demem “bana hakaret ediyorlar da” demem… Kolayca anlaşılacağı üzere, ne İzmir’liyim diye öğünür, ne de yerinirim, tıpkı milliyetim konusunda olduğu üzere… Ama ben bu ülkeyi, bu vatanı çok seviyorum ama öyle başkalarının tarifine benzemez bu sevgi, bugün böyle, yarın öyle değil, bana ortaokulda “yurttaşlık bilgisi” dersindekine benzer saflıkta, ama katıksız ve bitimsiz temiz duygularla öğretildiği hali ile…  Aslolan insan olabilmek, aslolan iyi insan olabilmek… Aslolan hırsız olmamak, aslolan sahtekâr olmamak… Şimdi, mesela, benim çok yakın bir akrabam var, kendisini iyi bir milliyetçi ve iyi bir Müslüman olarak tanımlar hatta kendisine göre de iyi bir siyasetçidir, ama hem tescilli hırsızdır, hem de bu vatanı “Ahmet Altan” benzeri küçücük, hatta minicik çıkarları için gözünü kırpmadan satabilme potansiyeline haizdir… Bu yazıyı okuyan nerdeyse herkes onu tanır… Şimdi soru yine aynı ve değişmez, yüreğin kurum bağlamış ise, bu ülkeyi sevsen ne olur, sevmesen ne olur… Yüreğin kurum bağlamış ise, ruhun fitne fücur ise, Müslüman olsan ne olur, olmasan ne olur… Öyle hamaset yapmaya gerek yok ve de hamaset ile peynir gemisi yürümüyor… Neyse bu kabil dürzülere etik ve ahlak anlatmak bizim görevimiz değil ayrıca olsa da onların buradan alacağı ve anlayacağı ilave bir ilim, irfan ve feyz de yoktur, olamaz da zaten, bunların hamuru başka türlü yoğrulmuştur… Hamurun nasıl yoğrulduğunu merak edenler için, Neyzen Tevfik şiirleri referans oluşturur… Ama asıl referansı ise Mustafa Kemal Atatürk verir, “Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.” diyerek gençliğe hitabesini, çok şükür ve neyse ki, gençliğimizde çok önemsediğimiz bu hedefe, artık gençlik kalmaması nedeniyle, nöbeti gençlere devrederek yâd edelim. İlaveten de Neyzen Tevfik’ten bu hedefe yönelik;
                      Bay Hitler’e yaralandı, dediler.
                       Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
                       Sen köpeğe kuduz de de geçiver,
                       Nasıl olsa bir öldüren bulunur.beytini paylaşarak iktifa edelim.

Neyse konuyu dağıtmadan ve de tarihçi önder ve büyüklerimizden ve de onların bilebildiği kadarı ile konu üzerine edilen kelamlardan yola çıkarak “Gâvur İzmir” konusunda kalem oynatalım.

Şimdi tarihte neden “Gâvur İzmir” denilmiş üstüne kısa bir hatırlatma yapalım…

Konu ile ilgili okuduğum kaynaklarda, farklı tarif edilen birkaçından en anlamlı ve mantıklı gördüğüm; İzmir’in, Aydınoğulları döneminde, yukarı İzmir yani Kadifekale ile aşağı İzmir yani Liman Kalesi diye ikiye ayrıldığından bahis ile Kadifekale’nin siyasi merkez görevi yapar iken, Liman Kalesinin ekonomik merkez görevi yaptığı zikredilir. Bu tanım ve tarif “Osmanlı” döneminde de geçerli olmuş ve günümüze kadar gelmiş günümüzde artık coğrafik tanım ötesine geçemeyen bir hale gelmiştir. Aydınoğlu Mehmet Bey, Kadifekale’nin Cenevizliler tarafından işgaline son verip siyasi ve idari merkezi ele geçirmesini müteakip söylenen ve “Liman Kalesi” bölgesini hedef alan “Gâvur İzmir” tanımlaması artık dile pelesenk olmuştur. Gâvur İzmir… Bu ihtiyari idari bölünme üstüne Aydınoğulları döneminde yazılan bir beyit durumu ziyadesiyle teyit ve tespit etmektedir.
İki kale idi İzmir ol zaman
Birini Mehmet Bey almıştı nihan
Biri anın dopdoluydu Frenk
İşleri dün ü gün İslam ile cenk
Bahrdir üç yanı bir yanı kara
Kaleyi kılmışlar ana daire
Yanına bir kimse anun varamaz
Kuş olup uçarsa ana giremez

Bir başka kaynakta ise; “Gâvur İzmir” ifadesinin veya yazılan metine sadık kalınarak söylenecek biçimi ile “infidel smyrna”, 1874 tarihinde Amerika’nın Mısır büyükelçisinin bir raporunda, dini bütün insanların İzmir’in kozmopolit yapısına istinaden kullanıldığını tespit etmiştir. Diğer taraftan, gerçek tarihçilik tercihi ile yola çıkıp popüler tarihçilik tercihine yükselen İlber Ortaylı ise;  “Girit, Bosna, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan göçlerle gelen insanlar belki ilk anda bereketli toprakta Hıristiyan unsurun olmasına kızmış olabilirler. “Gâvur İzmir” lafı başkalarından çok onların koyduğu bir ad olabilir.” diyerek başka bir yorum yapmaktadır.

Durum bundan mütevellit olup, isteyen öğünür, isteyen döğünür, keyfiyeti zat-ı alilerinize arz…

Üstad-ı münir Neyzen Tevfik’in Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ndeki odasının duvarına yazdığı şiir ile veda…

ŞAHANE CEHALET39
Evet!... şu dünya dersi’ni verdi,
Yeter artar bu hikmet; ihtiyara, kâhile, gence.
Kabul etti bunun tatbikini alkışla yardaklar,
Maarif zindanında ilme, tarihî bu işkence!


Huzurunda bu zatın intihar eylerdi Cebrail,
Bilinseydi ezelde hilkatin bu sırrı evvelce;
Yıkardı arşı, kürsiyi, eğer çıksaydı bu dâhi
Bu şahane cehalet uğratırdı Tanrı’yı felce!

 

Pazar, Mart 11, 2018

ARKA DENİZ – ALTINKUM


Deniz, deniz, güzel deniz, ey güzel “Arka Deniz”… Yıllar içinde, Arka Deniz, Sancak Denizi, Karakol Denizi ve nihayet kumsalından mülhem “Altınkum”, insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve yaklaşımlarının tezahürünün adlandırılmalarıyla bugüne gelmiş. Akşamüzerlerinin eflatun’dan başlayıp, Homeros’un tanımlaması ile “Şarap rengi deniz”e dönüşen ve günün ışıkları ile birlikte yeniden ve yine, lacivert’in turkuaz ile kâh tango, kâh romantik dansına kapılmış görüntüsünü veren, insanın içinde sevinç ve umut meltemleri estiren güzel Deniz… Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği önemli mekân, Arka Deniz ve şimdiki Altımkum. Benim “güzel Deniz” denilince aklıma gelen 2 Denizden biridir, mezkûr mekân, diğeri de Ilıca’dır, Pırlanta’yı unutmuyoruz şüphesiz. Aman kimse, Dünya’da ne güzel yerler var, bunları da görmek gerek, kıyaslayarak son karar için diyebilir, merak etmeyin çok önem atfedilen Çin’den, Küba’ya birçok deniz gördüm, özenle ve özetle edilen tüm bu kelamlar, kıyas tahakkukudur. Evet, herkese göre, bir güzellik tarifi olabilir ama bana göre “Güzel Deniz”, üşütmez, serinletir, su berraktır, kum kristaldir, yavaş yavaş derinleşir, siz yürüyerek metrelerce ilerler, yürürken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tadarsınız, yani aslında hem yüzer hem de yürürsünüz, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynarsınız, frizbi savurursunuz, vs vs… Kıyıda adeta şeker kristalleri gibi pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek, öyle havlu vs gibi araçlar ile bariyer oluşturmadan, yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Peki, Dünyada bu özelliklere sahip yerler yok mu, şüphesiz, çok, hem de pek çok var ama hiç biri bu fiziki tariften öteye gidemez ve buralara aidiyetimizden, çocukluğumuzun ve gençliğimizin anılarının yarattığı duygusallığı bize veremez, çünkü ben buralara aitim diye düşündüm hep ve bu fizik görüntüye ruh veren hal de budur işte. Evet, farkındayım fazlaca güzellemeye dönüşüyor bu yazı ama klavyede parmaklar ve arkasındaki düşünce yoğunluğu fren tutmuyor.

Mezkûr zamanlarda, şimdiki gibi birkaç tane yolu yoktu, var olan tek yol da, Çiftlik Köyü içinden Değirmen Dağı eteklerinden genellikle dere kıyılarını takip eden, patikayı andıran ama aslında at arabalarına uygun ve Aliören Ovasını boylamasına geçip Sancaktepe’yi aşıp, Sancaktepe Jandarma Karakol binası yanından geçerdi, esasen de aynı zamanda Karakol nedeni ile bir güvenlik yolu idi. Sancaktepe Jandarma Karakolu şimdiki stabilize yolun sağında tel örgü ile çevrili şu anda da muhtemelen iletişim amaçlı kullanılan merkezin olduğu yer idi ve gözetleme ve izleme görevleri açısından müstahkem bir mevkidir. Burayı biraz ilerleyince denize ulaşılır idi. Şu anda kullanılan asfalt yol ise, bugünkü genişliğine önce 12 Mart askeri darbesi sonrası “Tursite” adı ile bilinen tesisin oluşumu ile bilahare de 1974 yılında Yunanistan ile yaşanan savaş hali neticesinde oluşmuştur. Tursite ve 12 Mart ilişki ve bağlantılarını da bir başka yazı konusu yaparım diye düşünmekteyim.

Deniz kenarında; yerelde çok bilinmeyip uluslararası düzeyde anlamlı oranda bilinen ve “Turgut’un Yeri” diye bilinen, Çiftlik Köyün yerlisi bir aileden Turgut Erol’un işlettiği mekândır. 70’li yılların başında uluslararası dağıtılan tanıtım broşürlerinde, maalesef özelde Çeşme’nin herhangi bir özelliğinden bahsedilmiyorsa bile “Turgut’un Yeri” mahsus bir yer tutardı, defalarca kez farklı dillerde farklı broşürlerde sitayişle tanıtılmasına tanık oldum. Şimdiki gibi elektrik yok, meşrubatlar ya da bozulma ihtimali olan yiyecekler de, hemen arkadaki tatlı suyu olan keson kuyuda, kasalara ip bağlanıp içine konulan yiyecek ve içeceklerin kuyuya sarkıtılması usulü ile korunurlardı. Önce çadırını getirenin çadır da kurabildiği bir alanı varken sonraları kiraya verilmek üzere mekan sahibi tarafından küçük küçük çadırlarda kurulmuş idi. Bu mekânın bugün asla bir başka yerde bir örneğine rastlanılmayacak özelliği ise, tezgâhın başında kara kaplı bir defterin, yani veresiye defterinin bulunması ve kural olarak müşterinin kendisi adına açılan sayfaya, dolaptan aldığı yiyecek ve içeceklerin kendisi tarafından yazılması ve ayrılırken de mezkûr beyan mucibince ücretlendirilmesine dayalı olması idi. Turgut’un oluşturduğu bu sistemden herhangi bir şikâyeti olduğunu hemen hemen hiç duymadım, hatta duyanı da duymadım... Günümüzde olsa bu sistemin çalışması imkânsızdır şüphesiz, ne de olsa muasır medeniyet seviyesine ulaşmışızdır. Böylesine güvene dayalı bir sistemin çalışmasının mümkün olabileceğini, uygulamalı gösterdiği için Turgut Erol’a teşekkür ediyorum hatta kendisini her gördüğümde de hala bunu hatırlatıyorum. Mütevazılığındın olsa gerek gülümsemekten öte bir mimik oluşmuyor yüzünde ya, bu da ayrı bir mütevazılık olsa gerek. Ey gidi güzel günler ey diyesim var ama “ey” karışmasın diye demiyorum gayri. “Marka olunması gerekir” diyen abiler sayesinde ticaret öne çıkınca artık sineğin yağının çıkarılıp pazarlanması hatta eşeğin boyanıp babaya satılması fikri ve zikri öne çıkmış ve diğer hasletler arka plana itilmiştir. Geçmiş ola…

Romatizma sıkıntıları artan kuzenimi sıcaklarda burada kuma gömüp, başını korumak için şemsiye gölgesine yatırdığımız günleri mi, köy odasına bedel ödeyerek kum satın alınıp traktörlerle taşınmasını mı, Çiftlik köyünün önemli simalarından, çocuklarımın kendisine dede dediği onun da çocuklarıma torun muamelesi yapan, gelen giden Almanlardan iyi derecede Almanca öğrenip konuşan Bayram abiden mi,  Köy enstitüleri üstüne araştırma yapan Kanadalı ünlü araştırmacı Fay Kirby’den mi, ticari anlamda ilk tavuk çiftliği kuranlardan Gavur Ali’den mi ve finansör ortağından mı…

Evet, daha çok şey var yazabileceğim bu deniz ve sahili ile ilgili, onların üstüne de gelecek yazılarımda değineceğim…

Pazar, Mart 04, 2018

KEMALİZM

Atatürkçülük veya Kemalizm, öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren halkların, “milliyetçi-devrimci” saiklerle ulusal kurtuluş mücadelesinin tezahürüdür. Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak, Türkiye Devrimi üzerine sarsılmaz analizler yapan, seven sevmeyen, hemen hemen herkesin ittifakla, büyük devrimci, teorisyen ve eylem adamı dediği, Türkiye devrim tarihine, direnen ve teslim olmayan bir önder olarak geçen Mahir Çayan; “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler.”diyerek, Kemalizm değerlendirmesi konusunda devrimcilerin görüşlerinin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Diğer taraftan da; “1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara “gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..”diyerek te kimlerin Kemalist olup olamayacaklarının da tarifini vermektedir.


Evet, Mustafa Kemal, ama kimin tariflediği ya da kimin temsil ettiğini söylediği Mustafa Kemal ve Kemalizm… İsmet İnönü’nün mü? Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin mi? Cevdet Sunay’ın mı? Demirel’ in mi? Kenan Evren’in mi? Kimin… Kimin… Çünkü sayılanların ve sayılamayan ve dönem aralarında yönetimde bulunanların tamamı, evet istisnasız tamamı, Kemalist oldukları iddiasındaydılar. Bunların en keskin savunucu görünenleri de 12 Eylül askeri faşist darbesinin, içimizdeki “Amerikan çocuklarının” baş temsilcisi olan, eski “NATO’nun gizli ordusu” komutanlarından olduğu iddiasını yalanlayamayan Kenan Evren idi… Hem de nasıl… Atatürkçülüğü sürekli olarak asıl amaçlarını maskelemek için kullanarak, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı oldukları görüntüsü ve savunusu içinde, Atatürkçülükte birlikte tariflenen ve tertiplenen ve son derece olumlu nitelenecek, “Türk Tarih Kurumu”, “Türk Dil Kurumu” başta olmak üzere tüm kurumları kapatmakta, Atatürk’ün bağımsızlıkçı şiarının aksine, adeta canım yurdumu dizlerinin üstüne çökertecek şekilde, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirmekte bir beis görmemişlerdir.


Bugün; müstevlilerin emperyal politikalarının Türkiye mümessilleri, aldıkları pozisyonlara bağlı olarak, gerek göğüs gererek gerekse de mahçup şekilde, Kemalist olduklarını beyan ede dursunlar, hedefteki halk yığınları üstüne zerkettikleri anti-komünist politikalar mucibince, yarattıkları politik rüzgârlara bakılarak yapılacak tespit, ne yazık ki canım yurdumu çok uzun yıllardır yönetenlerin hiç birisi, bağımsızlıkçı olamamışlardır. Yani hiç birisi Kemalist olamamışlardır ya da herkes kendi keyfine göre bir Kemalizm tarifi yapmıştır.


Gelinen nokta itibariyle canım Yurdumda; sahte Kemalistlerin “Atatürkçülük” demagojileri nedeniyle kafalar çok karışık olup, “gardrop Atatürkçülüğü” ile “Kemalizm” birbirine karıştırılmakta ve emperyalizme teslim olanlarla, emperyalizmle işbirliği içinde olanların her geçen gün etkilerinin artması nedeniyle de, bağımlılık Cumhuriyet tarihinin en üst noktalarına ulaşmış bulunmaktadır.


Her ne kadar da, “Kemalizm”; yaşanılan dönemin koşullarına uygun olarak, kâh özel sektörcü, kâh devletçi davranışlar göstermiş olsa da, emek-sermaye ikileminde gel-gitlerle bocalasa da, temelde “İzmir İktisat Kongresi” kararları mucibince yönünü çok açık şekilde tayin etmiş ve sermaye yanlısı olacağını göstermiştir. Bu iktisadi tercihine rağmen, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı tercihleri ve uygulamalarının ciddiyetle takip edilmesi gerektiğine inancımızı bir kez daha belirtmeliyiz. Diğer ülkelerdeki “Milli Kurtuluş” mücadelelerine örnek teşkil etmesi bakımından da, Kemalizm’in önemi ortadadır ve salt bu nedenle bile bu ruha sahip çıkılmalıdır.


Atatürk’ün bu yılki sene-i devriyesi nedeniyle kendisini bir kez daha saygı ile anıyor ve yazımı büyük üstat Nazım Hikmet’ten bir Atatürk tarifi ile bitiriyorum…


 


BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...