Pazartesi, Kasım 30, 2015

BASIN ve DEVLET SIRRI


Malum hikayedir; zamanın behrinde adamın biri ülkede yaşanan tüm olumsuzlukların sebebi gördüğü devlet büyüğü muhtereme bir hayli fazla kızmakta ve ne yapıp edip bu kızgınlığını bir şekilde herkesin içinde muhteremin yüzüne hakaretamiz bir şekilde söylemek için fırsat kollamaktadır. Ne zaman ki duyar, muhteremin bulunduğu kente ziyaret proğramını hemen gider dostu ve aynı zamanda çok ünlü hukukçuya sorar “ben bu adama herkesin içinde hakaret edersem, ne ceza alırım” diye danışır, ünlü hukukçu; “hayvan, eşek, öküz” gibi kelimelerle hakaret edersen, en fazla 6 ay hapis cezası alırsın der... Adam içinde birikeni atabilmek için 6 ay mahpusluğa rıza gösterir... Ünlü devlet büyüğü kente gelir ve “çoklu açılış törenleri” sırasında, kendisine yaklaşır, “hayvan, hayvan oğlu hayvan, eşek, öküz” diye yüzüne haykırır... Koruma ordusu hemen hakaretamiz sözler eden adamın üstüne çullanırlar, doğru gözaltına alınır, sorgu-sual derken, iddianame yazılır, mahkeme açılır, “Sulh-Ceza Hakimliğinde” dava görülmeye başlar, iddialar, savunmalar, bilir kişiler, itirazlar süreci tamamlanır, nihayetinde hakimlik karar açıklama aşamasına gelir... Hakim kararını açıklar, maksimum 6 ay hapis cezası alacağını bekleyen kişide sükunet içerisinde kararı dinler, “sanık devlet büyüğü muhtereme hakaretten suçlu bulundu ve 20 yıl 6 ay hapis cezası ile tecziyesine karar verildi” deyince, heyecandan ve hışımla ayağa fırlar ve “Hakim Bey, ama bu fiilin cezasının maksimum 6 ay olması gerekir, ben danışarak bu fiili işledim” der, Hakim ise son derece sakin bir şekilde, “evet evladım, devlet büyüğüne hakaretten 6 ay ceza verdim 20 yıl ise devlet sırlarını ifşa etmekten” der...

Bugünlerde, devlet büyüklerine hakaretten ve devlet sırlarını ifşa etmekten, içeri atılan, soruşturmaya uğrayan, işinden olan gazeteci ve vatandaş sayısı bir hayli fazla olunca aklıma malum hikaye geldi... Devlet sırrı imiş, maşallah bilmeyen yok, görmeyen yok, ama sır, sevsinler sizi... İlaveten yapılmasının devlet işi, yazılmasının ve söylemesinin devlet sırrı olması gibi bir gudubet uygulama olsa olsa bize has olurdu, netekim oldu ve bir hayli de şık duruyor açıkçası... Ayrıca, devlet işi yapanların ikrar ve inkarı bir suç teşkil etmez iken, bunu görenler, duyanlar ve söyleyenler suç işlerler, Allah selamet versin... Şimdi varsa yoksa “basın” bir casusluk faaliyeti aracılığı gibi görülüyor ya, inanılır gibi değil, ya casusluk tanımı kanunlarda farklı, ya bizim filmlerde ve romanlarda gördüğümüz casusluk faaliyetleri doğru değil ya da biz anlamamışız, yahu kardeşim bu casusluk denilen şey gizli yapılmaz mı, yani adam casusluk faaliyetini gazetede haber yaparak mı gerçekleştiriyor, kafamız karışık, ya da zaten biz hiç birşeyi anlayabilecek düzeyde bir akla sahip değiliz... Oysa madem ki bu iş “sır” tanımına giriyor, aslolan yakalanmamak olmalı, madem ki suç üstü yapılıyorsun, herşey herkes tarafından biliniyor hale geliyor, başta yakalatan da suç işlemiş olmuyor mu, gizli yapması gereken bir işi, hem de mesleği gereği olan bir işi yapamıyor, beceremiyor, eline yüzüne bulaştırıyor, yakalatıyor, yapılmasının irade-i seniyesi suçsuz, kimseye yakalatmadan nakliyeyi yapması gereken memur suçsuz, ama kanun namına suç üstü yapan suçlu, bu da yetmiyormuş gibi bunu vatandaşın haber alma hakkı babından yayımlayan suçlu, hay Allah...

Ama bu konu ile alakalı asıl sorulması gereken ise, “devlet gizli kapaklı işler yapar mı?” olmalıdır... Peki, devlet gizli kapaklı işler yaparsa, bu işler ne kabil işlerdir, madem ki “devlet millet içindir” diye anlatıyor bize muktedirler, devlet sırrı millet sırrı demektir gibi olur aslında, yani milletin bilmesinde bir sakınca olmamalı durumu... Belki de bizde millet değilizdir, hay Allah tam kafa karışıklığı ve kısa devre...

Peki, devletin gizli-saklı işler yapma bölümünü yine devletin gizli saklı işlerini yani kanun tarifi dışında kalan işlerini yakalama bölümü yakalarsa, hangisi suç işlemiş olur, buna kim karar verir... Bu soruya cevap olarak, irade-i seniye diyorsanız, siz buradan ötesine karışmayın zaten...

Peki, devletin gizli kapaklı işler çevirdiğinin basılması durumunda ortaya çıkan sonuçları basın mensupları yazar çizerse suç işlemiş oluyor ise, devletin gizli kapaklı işler çevirme bölümüne, ne tür gizli kapaklı işler çevrilmeli senaryoları yazan basın suç işlemiyor mu? Yani basının bir bölümü bir senaryo ve ihbar müessesesi olarak çalışırsa normal mı karşılanmalı bu durum? Mesela, bir basın mensubu dolayısı ile çalıştığı basın kurumu, pasa sabahtan akşama yalana, talana ve riyaya dayalı planlar yaparsa, kumpaslar kurarsa, bunlar üzerinden senaryolar yazarsa ve bunları bir vade içinde doğru imiş kabulü ile de, ihbar olarak devletin ilgili kurumlarına aktarır ise, buradan da devletin ilgili öteki kurumları da refleks olarak gizli yapılması gerektiğine inandığı operasyonlar planlarsa ve sonucunda da suç üstü olursa, tüm bunları da diğer basın mensupları yazarsa, bu sürecin neresindeki insanlar suçlu sayılacaklar, hadi buyrun cevaplayın bakalım... Peki gazeteciler, polis fezlekesi tadında haber yaparlarsa ne olur... Peki, polisler gazetecilik, gazeteciler polislik yaparlarsa, ne olur memleketin hali... Bu yazının nereye gideceğini bende pek öngöremedim vallahi... Bakalım hayırlısı... Birinin, uyduruk bir haberinin daha doğrusu dedikodusunun, haber değeri yüksektir değerlendirmesiyle, üstüne neden atlar bazı basın mensupları, bu uyduruk ya da dedikodu olduğu gayet sarih olan haberinin üstüne kamunun temeli sayılacak yargı neden atlar acaba, tüm bu olanların ne olduğunu hattızatında iyi bildiğini, kahvehanelerdeki dedikodulu sohbetlerinden iyi bildiğini anladığımız sarıklı ve çarıklı erkan, neden ses çıkarmaz acaba... Acaba da acaba...

“Eğer dikkatli olmazsanız gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar” diyor Malcolm X... Ne yapmak gerekiyormuş, dikkat etmek... Dikkatttttt.

 

Salı, Kasım 24, 2015

“NE OLUYOR BİZE” DENSİZLİĞİ

“Türkiye Futbol Direktör”lüğü gibi ne olduğu bilinmez bir makama, neden ve nasıl getirildiği bilinmeyen ama kesinlikle ve kolay tahmin edilebilir olan Fatih Terim, Yunanistan maçı öncesi bir grup taraftarın konuk ekibin milli marşını ve saygı duruşunu ıslıkla protesto etmesine sert tepki göstermiş medyamıza göre; “Yunanistan Milli Marşı okunuyor, ıslıklar yükseliyor. Ölmüş insanlara saygı duruşu yapıyoruz, 1 dakika sabredemiyor muyuz? Lütfen! Ne oluyor bize...” buyurmuş… Aslında bildiği konuyu, hatta yaratılan bu tablodaki payını biz ona tane tane anlatalım da anlasın “ne oluyor bize” sorusunun cevabını, umudum yok anlayacağına dair de, belki taraftarlarının bir kısmı imana gelir… Aslında herkes görmeli ve bilmeli, bu beyefendinin sportif karşılaşmalarda, müsabaka kaybetmenin dünyanın sonu geldi kabilinden nasıl saldırganlaştığını, etrafındakileri salt kendi apoletlerine binaen nasıl mevzilerinden fırlayıp düşmana saldırtılan askerler gibi kullandığını…

Aslında bu beyefendinin futbol hayatını taaa Adana Demirspor günlerinden beri izleyenler bilir ki, kazananın terbiyesizliğini terbiye gibi, kaybedenin provokatörlüğünü ise hakkı yenilmişliğin tepkisi imiş gibi oynayan birisidir ve asla bu huyunu terk edememiştir. O zannediyor ki, biz de unutuyoruz canım yurdumun insanı gibi, tüm yaptıklarını, hani çetelesini tutmuyoruz ama önemli olaylarının satır başlarını hep hatırlıyoruz.  Mesela, Galatasaray kaptanı iken Adanada, Adana Demirspor’a karşı oynanan maçta kaçırılan penaltı sonrası, 3-0 geriye düşmüşlüğün yani kaybetmişliğin saldırganlığına soyunarak, gidip karşı takımın kendisinden bir hayli uzun olan defans oyuncusu Erol Togay’a sıçrayarak yüzüne kafa atışını unutmadık ve unutmayacağız…

Sen takımında; basın mensuplarına her türlü galiz küfürü eden, rakip takımın futbolcusuna ırkçı davranışlarda bulunan, siyasetin taa göbeğine dalan Emre Belözoğlu gibi bir oyuncuyu ısrarla tutacaksın, İngiltere’ye maça giderken, futbola siyaseti hadi siyaset ağır oldacak, sokak kabadayılığına dönmek anlamındaki davranışla yakın dövüş uzmanı, komondolar götüreceksin, 1996-1997 sezonunda İstanbulspor takımı ile yapılan müsabaka sonrası, rakip takımın teknik direktörü Saffet Susiç’i hedef alarak “Benim ülkemde bir Sırp bana böyle laf söyleyemez” diyecek, üstelik Susiç’in bir Boşnak olduğunu bilerek, ırkçılığını öne çıkaracaksın, seni eleştiren gazetecilerin bir kısmının bıyığı ile cinsi temas hevesinin kamuoyuna mal olmasına sessiz kalacaksın diğer kısmını da başka küfürlerle susturmaya çalışacaksın, her maçta karşı takımın Teknik Direktörlerini saha içinde bile hedef alacaksın, milli takımlar sorumlusu diye geçinen adı malum zatın İsviçre milli müsabakasını kast ederek, “60.000 adet fanatik seyirci istiyorum” açıklamasına seyirci olacaksın, İsviçre maçının tam bir dünya savaşı haline gelmesine zemin hazırlayacaksın, sonra çıkıp “ne oluyor bize” diyeceksin… Sevsinler seni…

Canım benim hele adamın şikayet ettiği konuya bakın.... Böyle deyince kendisine özellikle Türkiye-İsviçre maçının sonunu hatırlatmak gerekiyor, maçın hakemi Türkiye’nin elendiğini tayin eder düdüğü çalıyor, bugün timsah gözyaşları döken efendi, etrafındaki futbolcu, yedek futbolcu ve yardımcılarına, koşarak sahadan çıkan daha doğrusu kaçan İsviçreli futbolculara hucum emri verir... Yardımcı teknik direktör Mehmet Özdilek (sözde schifo) İsviçreli futbolcuya tekme atarken, Müfit ve Eser hocalarda oyunu kaybedişin yarattığı kendilerini kaybedişten ötürü komutanlarına uyarak, soyunma oda koridorlarında rakip takım oyuncularına saldırır şekilde efelenmelerini kim unutur… Hele maçın içinde, İsviçreli bir oyuncuya faul yapılması isteğini kendisine biat etmiş futbolculardan istemesini vatandaşlar unutsa bile futbol tarihinin arşivi unutmayacaktır. Bu futbolculardan, Alpay, Tümer, Selçuk gibi şimdilerde TV köşelerinde insanlara centilmenlik dersi verme rolüne soyunmuş olmaları hiç sindirilebilir bir durum değildir ve de olmayacaktır da… Sen kabadayılık adına her türlü herzeyi yiyeceksin, Trabzon’da olanlara sesin çıkmayacak, Konya’da olanlara sesin çıkmayacak, sanki “milli marş” saygısızlığı bu lkede ilk defa yapılmış gibi yapmanın kimseye bir hıyrı dokunmaz, adam gibi tedbir alacaksanız alın, almayacaksanız da, “laf ola beri gele” kabilinden tepki vermeyin, biz içeride yiyoruz da, dışarıda müşteri bulamıyorsunuz bu pespaye tavırlara... Şimdi bir diğer tarafı da var bu söylenenlerin... “bunu gidip anlatamıyoruz” diyor, yani bir anlatabilsek ya da onlarda bizim Federasyon gibi bizim çocuklar çok gerildiler, eee onlara da orada benzer şeyler yaptılar gibi göz yumulsa bunlar normal olacak bu beyefendiye göre.... Yuh be koca bir yuh... Ele güne karşı mahçup olduğumuzdan yanlış, mahçup olma yoksa normal... Yabancıya bir anlatabilsek bunların normal olduğunu sorun yok ama anlatamıyoruz...


“Vur kır parçala bu maçı kazan” sloganlarına gizli destek ver ya da göz yum ya da ses çıkarma sonra biz bu hale nasıl geldik... Şimdi diyeceğim sana bir laf ama hukuki sınırları zorlamayalım... Fatih Paşa sana bir son söz; bilirsin hani bir Mevlana var, ahada ondan; “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”...Öyle bir öyle bir böyle, kafamızı karıştırma, ne olur... Gerçi biz senin ne olduğunu iyi biliyoruz da, biraz da sen kendini öğren...

Pazartesi, Kasım 16, 2015

YUNANİSTANDAKİ PONTUS DERNEKLERİ ve SOYKIRIM


Geçtiğimiz günlerde Çeşme’den ÇESO (Çeşme Esnaf Sanatkarlar Odası) heyeti ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Yunanistan Sakız Adası seyahatinde; program gereği gezilen “resim sergisi” arkasından 2 saatlik serbest zaman bitiminde bir araya gelinecek, kararlaştırılan buluşma saati öncesi Sakız Adası Büyük Park önüne geldiğimde, parkın içinde “Birleşmiş Milletler Göç İdaresi” tarafından tahsisi yapılan çadırların aralarında, göçmenlerin durumuna tanıklık etmek adına dolaşırken birden, biraz ileride pankart asan birkaç genci görünce merak edip pankartların ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden kulağıma “Karadeniz Maçka” türküleri gelmeye başladı, asılan pankartlara biraz yakında kurulan aletlerle müzik yayını yapılmaya başladı, anlamaya çalışırken, sahne siyah cüppeleri ile “din adamları” tarafından dolmaya başladı... Müziklerin kendisi, din adamlarının varlığı ve de özellikle her ne kadar anlayamadıysam da pankartlardaki görünüm, milliyetçilerin bir protesto görüntüsünü ortaya çıkarmaktaydı... Bir kenara çekilip, fotoğraf ve video çekmeye devam ettim... Her dakika, din adamlarının sayısı artıyor, her yeni gelenin önceki gelenden daha önemli bir mevki işgal ettiği her hallerinden belli oluyordu, birkaç ta sivil giyinimli gösterici de oradaydı, an itibariyle...

Grubumuza rehberlik eden bir Sakızlı Arkadaşa gösterinin konusunun ne olduğunu sordum; Yunanistan Eğitim Bakanı Nikos Filis’in katıldığı bir televizyon programında; kendisine sorulan bir soru üzerine 7 yıl önce Avgi Gazetesinde de yazmış olduğu; “Pontus soykırımı yoktur” açıklamasını tekrar etmiş ve şöyle devam etmiş; “Yıllar önce gazeteci olarak çok sayıda tarihçi ve uluslararası uzmanın görüşüne katılarak bu Pontus Hellenizmine soykırım yapılmadığına ilişkin açıklama yaptım. Kan dökülerek yapılan “etnik temizlik” ile “soykırım” arasında bir ayrım yaptık. Bu, Jön Türklerin vahşetinden çeken Pontusluların acısını ve dökülen kanı tanımadığımız anlamına gelmez. Bu başka bir şey. Bilimsel anlamda soykırım başka bir şey”. Yandı gülüm keten helva... Protestolar, istifa çağrıları...

Canım Yurdumun, ünlü ancak, 50 yılda, 50 farklı çizgi savunucusu olarak tarihe geçmiş, şu anda bir partinin de liderliğini yapan malum zat’a gün doğmuş hemen... Malum zat; “Türkiye'nin  Strazburg'da kazandığı AİHM zaferinin gerekçeli kararını Filis de tekrarlıyor.  Buna göre, soykırım hukuki bir tanımdır. Uluslararası Mahkeme kararı ve soykırım  tanımı olmaksızın soykırım tanımı kullanılamaz. Tehcir, soykırım değildir ve bu  nedenlerle ulusal parlamentoların aldıkları soykırımı tanıma kararları yanlıştır” diyerek açıklamaya sahip çıkıyor... Meşrebe ve damara uygun ya... Hani insanın sormadan duramadığı, hangi mahkemenin, hangi kararı, hangi döneme ve hangi yöne göre alınan karar, ne amaçla kullanılma hedefi olan karar... Karar da karar... Kararın bata diyesi geliyor, velev ki o tanım, velev ki bu karar, ula insanlar yok oldu, insanlar... Velev ki tehcir, velev ki tatile gönderme, velev ki soykırım, ne değişir, insanlar öldü, insanlar yok oldu... Ama beylerin umrunda mı? İnsanlar yok olmuş, insanlık irtifa yitirmiş... Varsa yoksa, toprak istenir, tazminat istenir... Yani toprak istenmesin, tazminat istenmesin, varsın yüzbinlerce insan ölsün... Sevsinler sizi, emi...

Ancak; bu ara detaylardan azade, tanık olduğum protesto gösterisinin “asıl oğlanları” din adamları idi, tıpkı dünyanın her yanında, her dininde, her milliyetçi ve egemen şakşakcısı ve savunucusu gösteride olduğu üzere... Malum olduğu üzere, eşitsizlik ve yoksulluğun yok edilmesi iddiası ile tezahürünün hilafına, muktedirlerin ve egemenlerin düzenine itiraz ve isyan eden, hatta bu itiraz ve isyanın zorla bastırılmasına baş kaldıran ve yaratılan değerlerden daha fazla pay talep edenlere karşı bir nevi terbiye tadadı gibidir, din ve din adamlığı... Eeee tarifi de böyle yaparsanız, adamların rolü de gayet açık ve anlaşılır olur... Tabii ki, mabed-i muazzama ve maâşât-ı muazzama tahsisat-ı hükümet olunca, durumun farklı olması beklenemez... Ne demişler, “parayı veren düdüğü çalar”... Ayaktakımlarının, enalttakilerin, açların, işsizlerin, yoksulların, emeğinden başka satacak şeyi olmayanların, yanında olma tercihi konulursa, mezkur durum hayal olur... O nedenle akıllı olmak gerek tabii... Bakın bakalım, etrafınızdaki ülkelerin ya da kendi ülkemizin mezkur zevatının durumuna, durumları gereği nerede olmaları gerekir ya da oldukları yere nasıl gelmişlerdir, sorusunu kendi kendinize sorun ve cevabını 100 kere aklınıza veya defterinize yazarak, konuyu çalışın...

Hatırlayın bakalım; dünyanın en önemli dini lideri Papa Hazretlerine Filipinler seyahati sırasında 12 yaşındaki kız çocuğunun “Tanrı neden bizim seks işçisi olarak çalışmamıza izin veriyor” sorusunu... Var mı cevabı...

Hatırlayın bakalım; bir sürü andevül din alimi diye ortalıkta endam deviren zevatın; “Kızlar 9 yaşında evlenebilir”, “iz bırakmadan kadınları dövün”, “kadın recm edilir”, “faiz haramdır deyip en büyük faizci düzenin parçası olunmasına”, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” vs. vs. gibi daha şimdi saymaya gerek olmayan,  bir sürü subuk kelamları karşısında, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı bütçelerinin toplamlarından fazla bütçe harcayan ve kendilerini fetva makamı diye kakalamaya çalışanların ne dediğini... Hiç... Kocaman bir hiç... Maksat müesses nizam devam ede, beylerimiz nemalana... Onların umruna mı işsizlik, onların umruna mı yoksulluk ve yolsuzluk, onların umruna mı hastalık, onların umruna mı doğa katliamı, onların umruna mı Irak, onların umruna mı Suriye... Vallahi yeter şiştim...

Pazartesi, Kasım 09, 2015

CHIOS, BARIŞ ve HUZUR

ÇESO (Çeşme Esnaf ve Sanatkarlar Odası) Başkanı Osman Köfüncü; Çeşme ve Sakız Adası ilişkilerinin geliştirilmesi adına yapılan ziyaretin konuşmalar ve temenniler bölümünde, 2012’de bu işin temellerinin atıldığını beyan ettikten sonra “keşke 20 yıl önce yapabilseydik, kesin NOBEL Barış ödülüne aday olurduk” gibi fantastik bir yaklaşım gösterdi, bunun bir istek, bir niyet, bir kararlılık olduğunu anlıyorum, ama 20 yıl öncenin konjonktürü göz ardı edilerek, niyetlenilecek bir durum değildir bu... Ama yine de kulağa hoş gelen kelamlar bunlar... Ancak bu kadar hoşluk yanında bir de ciddi bir resmi tarih tespiti sözkonusu ki, asıl tenakuz orada başlıyor... Hani, her 16 Eylül Çeşme’nin Kurtuluş törenlerinde, temsiliyete haiz her zevat der ya; “düşmanı denize döktük”... İşte bu dil düzelmeden ya da düzeltilmeden, diğer taleplerin altı nasıl dolar, Allah bilir... “Düşmanı denize döktük” diye övünenlerin ve de onların torunları bugün artık, turistik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkiler oluşturarak yeni ve barışa hizmet eden bir arayış ve gelişme istemektedirler. Ve bunun “Ege’nin” 2 yakası için bir gereklilik, hatta kaçınılmazlık olduğu ortadadır. Artık, ya “düşmanı denize döktük” teranesi terkedilmeli ya da bu sevda terkedilmeli gibi durmaktadır... Bir taraftan işbirliği ve üstüne barış arayışında ve beklentisinde olacaksın ve diğer taraftan da beklenti içinde olduklarını yılda birkaç kez de olsa düşman nitelemesi ile yaftalayacaksın, kargalar da güler...

Genelde “barış”, devrimcilerin, solcuların ve sosyalistlerin işi ve uğraşı olup, ısrarla talep ve takip etmeleri neticesinde bir eylem planına bağlanır, ama, Çeşme ve Sakız adası arasındaki bu dostluk en azından Çeşme ayağı (çünkü Sakız ayağındaki önemli kişinin sosyalist olduğunu biliyoruz) genellikle sağcılardan oluşmuştur, Eski Belediye Başkanı Nuri Ertan, Eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu, Eski ÇESO Başkanı Mustafa Cenger, şu andaki ÇESO Başkanı Osman Köfüncü vs vs... Bu da not edilmesi gereken bir durumdur, en azından benim açımdan böyledir. Bu köprülerin barış ve sonucunda yaratılacak sosyal ve siyasal iklimin, kültürel, tarihsel ve turistik ve sportif faaliyetlere yol vereceği açık olmakla birlikte, velev ki barıştan gayrısı olamadı, bu iş salt barış için bile yapılır, ben bu sonucu bile çok önemsiyorum... Diyelim ki bu girişimlerin altında, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, salt ticari kaygılar, turist rekabeti ve fazlalığı yaratma çabası vardır, öyle olsa bile, umarım ve dilerim ki, barıştan yana girişim ve kararı üstünden, bu anlamda tribünlere oynanan bir şey değildir tüm bu olanlar... Adamlar gayet güzel karşılık birbirlerine saygı ve sevgi baslediklerini beyan ediyorlar, ama söylenenler gerçekten harika şeyler, efendim gerçek öyle değildir diyenler olabilir, eee valla ben bilemem, ben niyet okuyacak durumda değilim, ne diyorlarsa o... Ha dediklerinin hilafına da bir davranış görürsek, onu da yazmak bize vazifedir hemde sık eleyip, derin ve sert eleştirerek... Umarım tribünlere oynanmıyordur. Bizim barışa ihtiyacımız var, ama hem içeride hem de dışarıda, hem de behemehal, hatta bir hayli fazla ihtiyaç var, barış ve huzur bekliyoruz.... Yurtta barış, Dünyada barış... Milliyetçiler, buradan bakıp karşı adına iç geçirir, karşıdan bakıp bura adına iç geçirirler, kim ne derse desin, ne yazık ki bu böyledir... Hangi milliyetçiler mi, ne fark eder ki, ha Yunan milliyetçisi, ha Türk milliyetçisi, ha Kürt milliyetçisi...

Ortadoğu’da yaşanan kirli savaşın, kişisel olarak değil ama ülke yönetimi olarak müsebbibi sayılma suçlamasının etkisiyle, Çeşme’de yaşanan “Suriyeliler krizi”nin nasıl bir dram olduğunu, dakika dakika izleyen, gönlü bulanan, yüreği daralan ve sürekli gözleri yaşaran birisi olarak, maalesef Sakız Adasında da, bin beter vaziyetlere tanıklık etmenin ilave üzüntüsü de, birlikte olduğumuz insanların hem zihinlerini, hem de gündemleri işgal etmiştir. Savaşı bilmeyenlerin, savaşa gitmeyenlerin, savaştan umar şeyleri olanların, yarattıkları savaşta, ne ocaklar sönüyor, ne hayatlar son buluyor, aman allahım bu nasıl bir ızdıraptır dedirten manzaralar... Sahilde, patlamış botlar, atılmış can yelekleri, her yerde görülüyor, tüm sakız adasının Çeşme tarafına bakan sahilinde... Diğer taraftan, kale etrafında, rıhtımda, sokak aralarında, parklarda, her yerde “göçmenler”... Ufacık bezlerden yarattıkları küçücük kapalı alanlarda çocuklarını uyutmaya çalışırken, kendileri açıkta, ayazda... Şanslı olanlar UNHCR nin “Göçmen idaresi” çadırları altındaki daha kabul edilir, ızdıraplı yaşamları... Kimse bu göçmenlere, taksilere binemezsin, dolmuşlara binemezsin, otobüslere binemezsin demiyor, yine de... Savaşı bilmeyen, ama savaşı isteyen ve yaratan ve savaşlardan umarı ve muradı olan beylerin vicdanlarının sorgulandığı yerdir, barış ve huzur dolu olan yerler, bu anlamda barışın kıymetini bilmek gerektiği asla ve kat’a unutulmadan, öyle gaza gelip, herşey vatan için gazıyla, yola çıkılırsa sonumuz, mazallah... Peki savaş umarcısı ve yaratıcısı beylerin, bu sonuçları bilmediklerini söylemek mümkün mü? Hayır, şüphesiz hayır...

Evet, tam da bu yüzden, barışı kim istiyorsa, kim barış için çaba gösteriyorsa, bu uğurda kim samimi girişimlerde bulunuyorsa, bizden destekten başka bir şey beklemesin, destek, hem de tam destek... Bu anlamda Osman Köfüncü ve ekibine bir kez daha teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Ne olursa olsun barış, ne olursa olsun huzur... Her türlü gönülsüz göç dalgası yaratan girişimlere hayır...

Adalılar da bizim insanlarımız gibidir ve bu yüzden karşılıklı gidişler, gelişler, çalışmalar, ikamet etmeler “kuralsız olmalıdır” diye düşünüyorum, hem de herkese ve her kesime... Efendim, şöyle olurmuş, böyle olurmuş, olsun, nasıl olsa bir vade içinde bir düzene kavuşur, ve  belki de dünyada sınırsızlığın bir ilk adımı olur bu. “yaşasın sınırsızlık”, yaşasın sınırsızlık diyen ve diyebilenlerin yüzü suyu hürmetine gelişecektir..

Bana da gazeteci denmez ama, ÇESO’nun bu seyahatini izledim, ne mi yazacaktım, seyahat izlenimleri mi, olmadı, ama ne yapalım bana da böyle bir görev düştü.

 

Salı, Kasım 03, 2015

SEÇİMLER ARDINDAN

1 Kasım 2015 Milletvekili seçimleri sonrasında, bazı kesimlerce çok sıkıntılı ve sarsıcı kabul edilen sonuçların doğduğu kabul edilse bile, bizler açısından hiç te sürpriz bir durum olmadığı çok nettir. Geç saatlerde seçim sonuçlarının resmi olmayan kesin sonuçları ortaya çıkınca, dostum, çok iyi bir siyaset analisti Sn. T. Uslu’dan detaylı bir değerlendirme aldım... Değerlendirmeden de görüleceği üzere geniş kitlelerin tercihlerinin yoğunlaştığı merkez siyasette ciddi değişikliğin olmadığı, kenarlarda ise merkeze doğru geçişlerin olduğu, ki bunların makul karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca, Canım Yurdumda, necip milletimiz açısından dünya yansa, kılı kıpırdamama durumu çok şükür ki devam ediyor.

“1 Kasım seçimlerini 2011 seçimleri ile kıyaslamamız daha doğru olacaktır. 7 Haziran seçimleri, cinayetler ve tehditler karşısında 5 ayda bu denli savrulabilen kaypak bir seçmen kitlesinin varlığı bakımından doğru bir kıyaslama ölçüsü oluşturmuyor.
“2011 seçimlerinde AKP % 49,95 oyla 326 milletvekili kazanmıştı. Şimdi, % 49,41 oyla 316 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde CHP % 25,94 oyla 135 milletvekili kazanmıştı. Şimdi % 25,38 oyla yine 134 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde MHP % 12,98 oyla 53 milletvekili kazanmıştı. Şimdi %11,93 oyla 41 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerine bağımsız olarak katılan BDP adayları 36 milletvekilliği kazanmışlardı. Şimdi % 10,70 oyla 59 milletvekili kazandılar...
Bu sonuçlara göre AKP ve CHP oy olarak neredeyse tam yerinde saymışlar. CHP milletvekili sayısını 1 azaltmış, AKP ise 10 milletvekili kaybetmiş...
Yine bu sonuçlara göre MHP % 1 oy kaybına karılık 12 milletvekili yitirmiş.
Ve HDP, hem oy oranını oldukça önemli bir oranda artırmış ve hem de milletvekili sayısını 36'dan 59'a çıkarmış...
Bu sonuçlara göre iki seçim arasında sadece HDP başarılı bir sınav vermiş görünüyor. Bırakınız eğlentileri, zafer naralarını, balkon konuşmalarını... Tablo meydanda... Eşeği kaybedip bulduktan sonraki nafile sevinçleri önemsemeyin. Ülkeyi öyle zorlu günler bekliyor ki, bu AKP tek başına iktidarda olsun ve görelim...”

Buradaki; 7 Haziran seçimlerinin değerlendirme dışı tutulmuş olmasını okuyucularımız, garipseyebilirler ama 7 Haziran seçimleri zaten yok sayılmıştır, değerlendirme dışı tutulmuş ve red edilmiştir, yok sayıldığından da tekrar seçim adı ile maruftur ve tam da bu yüzden bizde değerlendirmenin 2011 ve 2015 seçim sonuçları arasında kıyaslanarak daha doğru olacağına karar verdik. Yani, aradaki aşamada, “serbest bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır” sözü mucibince yaşanan savrulma sanal bir durumdu... Ve şimdi yeniden; necip milletimiz asli tercihine rücu ederek, durumu özür dileme kabilinden dengelemiştir.

Neymiş “istikrar” kazanmış, sevsinler sizi... Nasıl bir istikrar ise bu, fıtrat, TOMA, biber gazı, sniper, sokağa çıkma yasağı, makarna, kömür, döviz hareketleri, ABD, Rusya, AB, Ortadoğu vs. vs... AKP, şehit cenazeleri göstererek, neler olacağını tebarüz ettirirerek avantaj elde ettiği seçim sonrası, CHP “Sorumluluğumuz arttı”, MHP, “Partimizin tüm organları görev başında”, HDP, “Kızılca kıyametin içinde barajı geçtik, başarıdır” diyerek, durumu stretejik derinlikte tespit edip değerlendirmiştir. Hepinize Allah selamet versin... Yine gak guk... Meseleler bir başka bahara ötelenmiştir... Diğer taraftan, en hızlı AKP’li anket kuruluşları bile böyle bir sonuç tespit ve tayini yapamamışken, hatta AKP bile durumu sürpriz olarak görmüşken, insanların “oy çalınacaktır” iddialarını ne oranda ciddiye almış oldukları da ayrı bir değerlendirme konusudur. Eğer ciddiye alınıp ta gereği yerine getirilmemiş ise ve ilaveten halkın acil, yakıcı ve kahredici sorunlarına kalıcı ve ahlaklı çözümler bulunamadığı ortada iken, tercihini hâlâ böyle kullanmış halkın cahil olduğu iddiasının ardına sığınarak durum izah ediliyor ise, olsa olsa en hafifinden cahilliktir. Evet halk cahil, çözüm diye bulabildiği tek şey uhrevi duruma ve dünyevi 3 maddelik ve sıradan maddiyata sarılmak ise, burada kabahat, elbette kendisinde olduğu kadar çözüm bulma ve önerme makamında bulunanlardadır da... Ayrıca da bu halk seçimler öncesi çok güvenilecek kadar eğitimli ve öğretimli idi de, bir gece de mi cahil oldu, dün söylenmeyenlerin bugün söyleniyor olması en hafifinden ikiyüzlülüktür...

Birde “emanet oy” meselesi vardı, ilgili herkes, körün fil tarifi misalince, “asıl emanet oylar diğer partilerde” ya da “emanet oyların olduğunun bilincindeyiz” ikilemi içinde güme gitti ama hayat böyle işte konuşanı susturursanız, hayat size bunu fatura eder misali, emanet oy konusu kısa sürede doğruluğu ispatlanmış bir konu olarak önümüze dikildi... Üstelik de HDP’nin emanet oyları batıdan ziyade, ağırlıklı oy depolarının bulunduğu illerde, AKP’den alındığı ve günü gelince aslına rücu ettiği ağırlıklı olarak görüldü. CHP’nin HDP’ye emanet oy vermemiş olduğu da ispatlandı, hani 7 Haziran seçimlerinde “bir kısım” CHP’liler bizim önemli miktarda oyumuz, HDP barajı aşsın diye HDP’ye gitmiştir gibi “gak guk” kabilinden geyik yapmışlardı ya, onun da aslı ve astarı olmadığı açığa çıkmıştır.

Diğer taraftan, iddia edildiği üzere, salt korkunun yarattığı oy geçişidir bunlar diye de izah edilmesin, vallahi “bir Türk dünyaya bedeldir” ya da “bir Kürt dünyaya bedeldir” iddiası da güme gider... Çok parametreli bir tercihler manzumesidir tüm bu olanlar. Sonuç itibari ile; bu sonuçlar necip milletimizin özgür iradesi ile tezahür etmiş ise, adama derler “yahu verseydiniz bu oyları 7 Haziranda, bu kadar ölüm olayı ile karşılaşılmasaydı” ... Gerçi söyleneni, kimin söylediğine bağlı olarak halkımız iyi dinler, bu seçim bunu da kanıtlamıştır, gerçi 400 istendi ama ne yapsınlar cepte bu kadar vardı... Ne mesaj mı verdi, güldürmeyin...