Cumartesi, Ağustos 26, 2023

ÇİZGİ ROMANDAN ÇİZGİ FİLME İLLAKİ BAĞIMSIZLIK

Çocukluğumuzun en önemli aktivitelerinden biri de “çizgi roman” okumak idi, hatırladığım kadarı ile ilk başlarda “Tommiks”, “Teksas” var iken sonradan inanılmaz çeşitlendi ve sayıları arttı… Baltalı ilah Zagor, Kaptan Swing, Tom Braks, Kızıl Maske, Teks gibi daha niceleri… Türkiye versiyonları da oldu tabii hem de gayet başarılı, Karaoğlan ve Tarkan gibi… Bizim için görünürde sınırsız bir eğlence kaynağı gibi dururken hissettirmeden ciddi bir okuma alışkanlığı için temel oluşturmuş olması esas kazancımızdır. Esasen de bugün bile yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocukların çizgi romanlar okumaları, okuma alışkanlığı ve okuma yazma becerileri üzerine çok olumlu katkılar yapmaktadır… Bilindiği üzere okuma alışkanlığının oluşumu, 10-12 yaşlar arası ilkokul dönemlerinde başlangıç ve sevme, 12-15 yaş aralığı ortaokulda gelişim ve dönüşüm, 15-19 yaş aralığında ise yön ve tercih şekillenmesi şekli ile ilerler… Daha ileri analiz ve görüşler için uzmanlarına başvurmak yeterlidir…

Bilindiği üzere “Teksas” Çelik Bilek çizgi romanı, 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da üzerinde güneş batmayan imparatorluk “Birleşik Krallık” İngiltere’ye ait kolonilerindeki bağımsızlık savaşını konu edinmektedir. Bağımsızlık savaşı olur da bizim ilgi alanımıza girmez mi? Okul öncesi eğitimde aile içi muhabbetlerde Türkiye İstiklal Harbi ile “bağımsızlıkçı” ruhu geliştiren ve kutsallaştıran, dönem itibari ile okula da başlayınca devleti yönetenlerin katılmasalar dahi müfredat olarak reddedemediği “istiklal” mefhumu ve duygusu üst seviyededir. İşte bu duygu ile bağımsızlık mücadelesinin nerede ve kime karşı olursa olsun desteklenmesi gereği bize artık bir düsturdur…

“Teksas”taki bağımsızlık mücadelesi temelde üç başrol oyuncusu ile ilerler, aynı saflarda Amerika Kıtasının kadim yerli halkları “Kızılderililer” vardır, bu mücadelenin kıta üzerinde emelleri olup irtibatları olmayan Fransızları da ilgilendiren ve bu sebeple destekledikleri bir boyut vardır. Üç başrol oyuncusu, “esas oğlan” Çelik Bilek, daha tüyü yeni bitmiş genç ve korkusuz ve dahi girişken Rodi, bu mücadeleye uygun fiziği olmamasına rağmen uygun akıl ve ruhu olan Profesör Oklitus’tur. Çizgi romanın adının Teksas olmasına rağmen mücadele alanı Teksas değildir, Kuzey Amerika’nın Boston, Portland ve New England eyaletleridir. Teksas’ın başrol kahramanları Çelik Bilek ve mücadele arkadaşları Rodi ve Profesör Oklitus bir avcı kasabasında yaşamaktadırlar ve “kırmızı urbalı” İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele yürütürler. Bu mücadelede kahramanlara en büyük destek bazen düzenli birlikler halinde organize olmuş köylüleri avcılardan gelir iken Fransız Askeri Birlikleri de zaman zaman çatışmalara dâhil olmaktadırlar. Temelde Amerikan Bağımsızlık Savaşı cüzü gibi bir pozisyonu konu edinen çizgi roman bir kurgu olmak ile birlikte yer yer tarihi gerçeklerle örtüşmekte ve kesişmektedir. Mesela Amerikan bağımsızlık savaşının lideri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk Başkanı George Washington ile gene Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucularından aynı zamanda bir bilim insanı olan Benjamin Franklin bu çizgi romanın bazı maceralarında anılarak tarihi gerçeklere temas edilmektedir. Bağımsızlık savaşının siyasi kanat sorumlusu ya da sözcüsü durumunda Boston’da mukim avukat Konoli bulunmakta olup zaman zaman İngilizler tarafından gözaltına alınır ise de kahramanlarımızın insanüstü çaba ve mücadeleleri neticesinde her seferinde kurtulmayı başarır. Çelik Bilek, cesur, gözü kara, becerikli, kabiliyetli, kuvvetli, akıllı ve ziyadesiyle cesur iken Profesör ve Rodi sürekli bir şeyler yiyen doymayan özellikle turta yiyici rolündedirler. 

Teksas’ın kahramanları her daim iyinin ve doğrunun yanında, kollayıcısı ve destekçisi olarak, hak-hukuk tanırlar, yalan dolan ile işleri olmaz, gayrı nizami faaliyetler içinde bulunmazlar, şan, şöhret, para asla ve kat’a önemli olmaz, doğa cinayetleri işlenmesine karşı olurlar, her türlü hayvanat ve nebat ile uyumlu hayat yanlısıdırlar, hülasa her şeyin iyisi ve güzeli öne çıkarılırdı… İşte bu kaynaklardan beslenen bir neslin ahfadı olarak büyüdük bizler… Bu çizgi romanlarda yine hatırladığım, debdebe, şaşa, gösteriş, zenginliğin kutsanması yapılmaz bugün olduğu üzere cinsellik ve belden aşağısı söz konusu bile olmazdı…  

Teksas’lar, okununca yeni maceralarından haberdar olmak için hemen yenisini satın almanın bir tarafı ile satın alınacak yerin yakın olmaması diğer tarafı ile de parasal nedenlerle bir hayli zor olması hasebiyle arkadaşlar arası değişim işi öne çıkar. Sonraları bu değişim işi bazı kişiler için ticari bir girişim olarak geliştirildi ve ilerletildi… Halen de “bitpazarı” gibi eski ve kullanılmış ürünlerin satıldığı yerlerde teksasların izine rastlamak olasıdır.

Bazılarına, veteran yaşlarda bile akıl baliğ olamayıp, Amerika’nın kadim halkları “Kızılderilileri” katleden, kadim kültürlerini talan eden otoritenin koçbaşı durumundaki “kovboy” hayatı ve maceraları filmleri izler iken bizler daha çocuk yaşlarda “bağımsızlık” mefhumunu öne çıkaran ve önemseyen çizgi romanlar ile tanışmış idik… Diğerlerini bilemem lakin ben de okuma alışkanlığının temelini oluşturan bu alışkanlık ile yaşa ve meşguliyete esas performans düşüklüğü yaşasam da hala okuyorum ve okuyacağım… Diğer taraftan da bu yazdıklarıma itiraz edenlere de, sanat sanat için değil sanat halk içindir deyiminin önemini hatırlatırım… Mesela biz bu yüzden Knut Hamsun’u değerli bulamayız, yoksa adamın edebi yanı çok güçlüdür, sanatsal zekâ ve duygusu üst düzeydir, vs vs. fazlaca kelam edemeyiz, lakin tercih hakkımızı kullanırız.

Peki; Teksas ve avenelerinin hayali maceraları üzerinden anlatılan Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsızlık savaşının bu kadar romantik, didaktik ve hakiki olmasının yanında bugün gelinen noktada dünyanın deyim yerinde ise canına okuyan ve o dönem savaşan tarafların teşrik-i mesaisi nasıl izah edilecek… Tek izahı var, kapitalizm ve dünya nizamı ve nihayetinde de emperyalizm…

Gariptir, biz hala şarabı çok sevmemize rağmen üzümün ezilmesine karşı oluruz, bu yüzden… Biz zaten tam da bu yüzden ipini koparıp kaçan “boğadan” yana olmaya başladık ve halen yan olmaya devam etmekteyiz. Biz hala güçlünün güçsüzü ezmesine dayanamayız, tam da bu yüzden. Biz hala kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı umudu ile yatıp kalkmaktayız… Biz hala büyük balık küçük balığı yutar umdesine şiddetle bu yüzden karşıyız.

Evet, çizgi romandan, çizgi filme, oradan bir disiplin dâhilinde ilkeli ve düzenli okuma ile bilgilenme ve aydınlanma ve taraf olma, taraftar olma süreci en azından bizde böyle gelişti, diğerlerinin sefaletine bakınca, iyi ki de böyle olmuş, diyoruz…


WHY SOCIALISM WORKS

Geçenlerde bana bir kitap hediye edildi, Harrison Lievesley tarafından kaleme alınmış demeyi çok isterdim lakin yazılmış bir şey yok… Muhtemelen dalga geçmek adına, kapitalizmin bu manadaki desteği ve de sosyalizmin de hoşgörüsü ile  “hap yap para kap” uyanıklığı çerçevesinde dizayn edilmiş bir kitap. Güzel dizayn edilmiş bir kapak, kırmızının hâkim olduğu bir zemine sarı renkli bir orak-çekiç, sayfanın üst kısmında “Why Socialism Works” ve alt tarafında bu abuk subuk dizaynın müellifi Harrison Lievesley… Sonra sayfayı açıyorsunuz, sayfa ortasında kocaman bir “it doesn’t” ibaresi ve maalesef takip eden 169 sayfanın her birisinde sayfa ortasında aynı terane… Dalga geçmek için uygun ortam ve uygun zaman… Sanki yaşanılanların cesareti ile vurun abalıya… Sanki kapitalizm harika işlemekte imiş… Öyle mi, nerde, olsa olsa bu tür uyanıklıklar ve uyanıklar için harika bir ortamdır, kapitalizm… Kitabın hediye edilişinin de hediye edilen kişi ve düşünceleri ile dalga geçmek olduğu çok aşikâr lakin benim bunlardan alınacağımı zannedenler yanıldılar, yanılıyorlar ve yanılacaklar… Uygulama ve sonuç alma yanlışlıklarını göz ardı eden muhteremlere sadece, doğru tıbbi yöntemlerin yanlış uygulanması halinde nasıl ölümcül sonuçlar zuhurdan bahisle iktifa etmek gerekir diye düşünmekteyim. Çok merak edenler için dünyayı kasıp kavuran “Covid-19” pandemisinde ve sonrasında yaşananlar yeterince öğretici olabilir… Bu kabil düşünce üreten muhteremler bilemez şüphesiz, şimdilerde sosyalizm adına örnek verilecek ise akla gelen Sovyetler Birliği’nin nasıl bir süreçte sosyalizmi öğüttüğünü, taaa 1970’li yıllarda hararetle iddia ettiğimizi… “Böyle gidişin varışının nere olacağını” söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiş ama bu toz duman içinde kimin bunu görmesini bekliyoruz ki…

Şimdi birileri çıkar der ki; öyleyse hangi sebeple ancak 70 yıl dayanabildi? Neden çok farklı ülkelerde sahne alamadı? Bu soruların cevapları çok basit ve net lakin cevaplar insanları ikna eder mi? Zinhar… Çünkü insanlar yoğun propagandanın etkisi ve hayatın bizatihi kendisinin bir piyango olduğu sistem olan kapitalizmi “aradan sıyrılıp kendimi kurtarabilirim” beklentisi ile tercih etmektedirler. Kapitalist sistem adına Umut’un iyi pazarlanması bu sonuçta çok etkilidir. Kapitalizmin başkenti kabulü ile Amerika’ya bakan insanlar, parlak hayatların sürdürüldüğü dizilerde gösterilen debdebeli hayatları herkesin yaşadığını zannederek tercih oluşturuyorlar… Tıpkı bugün tarihi ve hayatı benzer dizilerden öğrendikleri gibi… Oysa bir bilseler, Amerika’nın “kurdun kuzuya boğdurulduğu yer” olduğunu, nüfusun %15’ini oluşturan “siyahların” birkaç örnek dışında yok sayıldıklarını, yine nüfusun %12’sini oluşturan Asyalılar ve Güney ve Orta Amerikalıların oluşturduğunu ve yok hükmünde olduklarını… Bu yazdıklarıma inanmayanlara, uzun yıllardır, siyahların sokak ortasında öldürülmelerine rağmen mahkeme fasıllarının nasıl sonuçlandığına bakmalarını tavsiye ederim, dünyada en çok sokakta insanın yaşadığı bir ülke olduğuna insanları inandırmak zordur… Dünyada kişi başına en fazla antidepresan satılan ülke olduğunu kimse görmek istemez… Dünyada en fazla silah ile tasarlayarak ya da sapıtarak en fazla insanın katledildiği ülkedir aynı zamanda ABD… Sokaklarda yaşayan insan sayısının neden çok fazla olduğu ülkenin ABD olduğunu kimse görmek istemez… Olumsuzlukları say say bitiremezsin… Lakin insanlar sadece Steve Jobs’a, Bill Gates’e, Elon Musk’a bakarak hayal kurmayı çok sevmektedirler ve sürekli yegâne örnek onlardır… Borsa’da para batıran çoğunluk yerine para kazanan 3-5 kişiyi örnek almak kolaydır… Bazı ülkelerde de “Allah isteseydi herkesi zengin yapardı, demek ki istemiyor” güçlü propagandası da bunda çok etkilidir… Gerçeklerden ziyade propaganda etkilidir maalesef, üstüne de cehaleti ilave edin, üstüne de dinlerin müesses nizamdan yana olma tavırlarını da koyun, daha bir sürü etken var şüphesiz lakin en önde gelenleri bunlardır. Mesela; ABD dünyanın dört bucağında “Nükleer bomba” konusunu öne çıkararak kendisine biat etmeyen ülkeleri “nükleer bomba kullanacak” iddiasıyla, yerle yeksan eder, aylarca yıllarca havadan hedef gözetmeksizin bombalar, herkes bunu ABD’li “Conilerin” dünyaya demokrasi getirdiğini zanneder, tıpkı daha önceleri dediğim üzere nükleer bomba kullanımında olduğu gibi… Yalan dolan… Sonuç olarak dünyada ilk ve tek nükleer bomba kullanan ülke neresi, ABD… Başka bir şey ilaveten demeye gerek var mı?

Yaşanan gerçekler ile kurgulanan gerçekler arasında ne yazık ki tercih hep kurgulanan gerçekten yana olmuştur, Âdemoğlu… Kurgusal gerçeğin kurbanı dünya nüfusunun büyük bölümü olup bunlar için arayış yoktur, kabulleniş vardır… Güçlü ne buyurmuş ise o doğrudur, fabrikada müdür, askerde komutan, evde ebeveyn, vs. vs… Son dönemin flaş sözü ile kolay ve zahmetsiz olan nedir; “biat et rahat et”… Nokta…  

Mesela; “vergi kutsaldır” spotu ile toplanan vergilerin ve çaktırmadan yaratılan dolaylı (gömülü) vergilerin âdemoğluna “yol, su, elektrik olarak dönecek” spotu ile köpürtülüp süslendiğini de hep biliriz ve dünyanın her tarafında da aynı tempoda söylenir durur… Peki, dönen hangi su bedava, hangi elektrik bedava, hangi yol bedava… İşte Harrison gibi nereden pohpohlandığı meçhul zevatın önemsemediği konulardır bunlar, o şahsi gelirine bakıyor… Dünya da neden %1’lik bir kesim zevk-ü sefada, %5’lik kesim iyi yaşar iken, yaklaşık %30’luk kesim iyi-kötü geçinir iken, yaklaşık %65’lik kesim neden açlık sınırın altında hayatlarını sürdürürler… Bu kabil zevatın umurunda değildir bu veriler… Onun için “uyanıklık ederek, fırsatı büyük kâra çevirmek” günün kârıdır.

Harrison gibiler işgal ettiği yer açısından şişirilmesine rağmen yine de fazla önemli değildir kanaatimce, mesela bu zat, lütfedip dünyaca ünlü bilim adamı Albert Einstein’ın “neden sosyalizm” adlı makalesini okusa idi, fikri değişir mi idi acaba? Zannetmiyorum… Ne diyor Einstein, Benim görüşüme göre kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumun bugünkü ekonomik anarşisidir. Önümüzde, üyeleri kaba kuvvetle olmasa da yasal olarak tesis edilmiş kanunlara tam uyum üzerinden birbirlerini kendi kolektif emeklerinin meyvelerinden mahrum bırakmak için durmaksızın çabalayan koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz. Bu açıdan üretim araçlarının, yani tüketim mallarının ve sermaye mallarının üretilmesi için gerekli olan bütün üretim kapasitesinin yasal olarak bireylerin özel mülkiyetinde olabildiği ve çoğunlukla da olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Basitleştirmek açısından, takip eden açıklamalarımda, sözcüğün alışılmış anlamına pek uymasa da üretim araçlarına sahip olmayan kişilere “emekçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin işgücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarını kullanan emekçi, kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ile karşılığında aldığı para arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “özgür” olduğu sürece, emekçinin aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki ihtiyaçları ve kapitalistin iş için yarışan emekçilerin sayısıyla bağlantılı olan işgücü ihtiyacı belirler. Emekçinin ücretinin teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmiyor olması çok önemli bir noktadır.” Artık isteyen Harrison’a, isteyen Einstein’a hak verir… Ben mi kime hak veriyorum, bariz değil mi?

Ünlü Devrimci Önder, Che Guevara’nın bir sözü ile bitireyim. “Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar.” Bu kadar basit bir feylosofiya tercihi işte…


Perşembe, Ağustos 17, 2023

BİR ÖZGÜRLÜK TUTSAĞI MANUŞYAN

21 Haziran 2023 günü Gazeteci ve Yazar Yaşar Aksoy Sosyal Medya hesabından, çok enteresan bir haber ve yorum paylaştı, haberin ve haliyle yorumun konusu Misak Manuşyan adlı, Adıyaman doğumlu, Naziler tarafından katledilen Devrimci Ermeni direnişçinin Paris’teki ünlülerin anıt mezarlarının bulunduğu Pantheon’a, katledilişinin sene-i devriyesi olan 21. Şubat 2024’te defnedilecek olması idi. Haberin detaylarına bakınca da diğer ülkelerde benzerleri olduğu üzere, Fransa’da da, ülke tarihinde önemli rol oynamış kişiler Cumhurbaşkanlğı kararnamesiyle Pantheon’a defnedilebiliyor. Manuşyan, anıt mezara defnedilecek ilk yabancı ve Komünist direnişçi olarak tarihe geçecek, defin töreni ise 21 Şubat 2024 tarihinde yapılacak olup aynı direniş örgütü içinde birlikte görev yaptıkları eşi Melinee de aynı yere defnedilecek. Haber benim için neden enteresan çünkü mezkûr kararın alınmasından bir süre önce eşi Melinee Manuşyan tarafından yazılmış ve “Bir Özgürlük Tutsağı Manuşyan” adı ile yayınlanmış kitabı ve Manuşyan’ın Adıyaman Besni’den başlayan, Suriye’de bir yetimhanede devam edip Fransa’ya bağlanan meşakkatli hayat yolculuğunun Nazi işgaline karşı destansı direnişin bir parçası olarak kurşuna dizildiği güne kadar ki özverili, bıkmadan ve yılmadan verilen hayat mücadelesinin konu edildiğini, okumuş idim. Kitabın eşi tarafından kaleme alınması hasebiyle duygusal boyutlarının da bir hayli öne çıktığı görülen kitap esasen de geçen yüzyılın ilk yarısının Ortadoğu ve Avrupa açısından yaşanan haksızlık, adaletsizlik ve sömürü çarklarının kısa bir özetidir adeta… Melinee kitabın sunuşunda “zira her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir. Hayatı hayat yapan da budur işte.” diyerek, yüksek ve haysiyetli ideallerle bağlı olunan hayatın mücadele ve fedakârlık boyutunun altını ziyadesiyle çizmiş bana göre…

Melinee Manuşyan’ın hayat arkadaşı, siyasi ve can yoldaşı Misak Manuşyan, 1906 Adıyaman Besni doğumlu olup bir köylü çocuğudur. Henüz çocuk yaşlarda iken babasını 1. Dünya savaş sırasındaki çatışmalarda, anasını da bitmek tükenmek bilmeyen savaşlara bağlı kıtlık yıllarında açlıktan kaybeder, artık hem öksüz hem yetimdir, imdada kadim Anadolu Halklarının ahfadı bir Kürt aile yetişir. Sağ ve esen olan Ermeni çocuklarını tespit edip Suriye’deki yetimhanelere götürmek için çalışan Ermeni Kilisesi ve Ermeni kuruluş görevlileri çıkıp gelene kadar mezkûr ailenin öz çocuğu gibidir. Sonra Büyük kardeşi ile birlikte Suriye’deki yetimhaneden de Fransa’ya götürülür 1925 yılında. Faşist Alman kurşunları ile idam edildiği 1944 Şubatına kadar da Fransa’da yaşamıştır.

Misak Manuşyan’ın, işçilik hayatı Citroen fabrikasında başlar, lakin kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen krizlerinin en büyüğü ya da en etkilisi 1929’da yaşanır, her devirde olduğu üzere evvelemirde sorumlu yine göçmenlerdir, dolayısıyla ilk işten atılması gerekenler listesindedir adı.  Emekçilik hayatı kendisine diğer emekçi kitleleri yakından tanıma imkânı vermiş, çalışanların psikolojisini, kültürünü, sorunlarını, dertlerini, tasalarını, kederlerini, umutlarını bu süreçte öğrenir. Manuşyan, Şair ruhludur tespit ettiklerinin ve öğrendiklerinin şiirlerini yazar duygulu ve coşkulu, politikacıdır yazar ve konuşur bilgili, aydınlatıcı ve kararlı... Manuşyan, edebiyat ve politik tercih ve kararlılıkları neticesinde Fransa’daki göçmen Ermenilerin kurduğu örgütün üst düzey yöneticilerinden biri olur. Bilahare de Fransız Komünist Partisi saflarında yerini alır, bir yandan politik mücadelesini diğer yandan zor şartlarda hayatını sürdürür, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir devrimci olarak da Almanya İşgaline ve Faşizme karşı mücadelede 22 yoldaşı ile esir düşer, kısa sürede kurşuna dizilir. Bir şiirinde dediği gibidir hayatı adeta, “Rüzgârlar dizginsiz varsın kamçılasın beni / Zincire vurulmuş bir kaplan öfkesi / Döllüyor ruhumu zapt edilmez gücüyle / Patlayacak büyük fırtına için...”

Melinee, eşinin donanımı ve çok yönlülüğü sebebiyle kitleler karşısındaki vaziyetini mezkûr kitapta; “Gençlerin ilgi odağıydı. Bir sürü şeyden bahsediyordu, bu da beni çok etkiledi. Siyaset, toplum, örgüt, spor, sanat, edebiyat; insanı insan yapan hiçbir şey ona yabancı değil gibiydi.” şeklinde gurur duyarak açıklamaktadır. “Yoksulluğun ve hakaretin kırbacı altında, çıplak büyüdüm” diye kendini tarifleyerek hayatın kendisini nasıl ve ne kadar imbiklediğine işaret eden Manuşyan, kitaba yansıyan bir mektubunda ise; “Her şeyden önce, benim için hayati olan bir şey varsa, o da zihinsel faaliyettir”  diyerek, toplumun karşılaşmış olduğu katı ve acımasız gerçeklik karşısında, hayatın değişmesinin kaçınılmaz olduğu tespitidir. Hayatı mutlaka değiştirmek gerekmektedir, bu sebeple de isyankâr olmanın yetmediği, dünyayı kavramak, anlamak, incelemek, analiz etmek gerektiği ve nihayetinde de olması gereken radikal değişikliğin metodunu ve sistemini deyim yerinde ise yolunu ya da usulünü bulmak gerekmektedir. Nihayetinde de şiar, “Hayatta, en iyisini bulmak için bütün pınarlardan içmeli insan.”  şeklinde formülüze edilmektedir.

Melinee, bir yerde de; “bir keresinde hatırlıyorum. Bach ve Beethoven dinlemeye gitmiştik. Dinleyiciler, Almanlara duydukları düşmanlığı göstermek istercesine, ıslıklamaya başladılar, Bu durum, Manoş’u çok sarstı. İnsancıl ve evrensel olan sanat ile insanlık dışı ve milliyetçi Nazizm arasında ayrım yapılmayışına anlam veremiyordu” diyerek bir anı aktarıyor. Hay Allah, bugün de Klasik Rus Edebiyatı temsilcisi yazarların, Tolstoy, Dostoyevski başta olmak üzere “Medeni Avrupa’da” başına gelenleri görünce, bu benzerliği ıskalamayalım diyorum. Demek o günde aynı, bugün de aynı, Hay Allah… Yahu be adam, Bach yaşamış 17. Yüzyılda, Beethoven yaşamış 18. Yüzyılda, emperyalizmin kuklası Hitler Faşizmi 19. Yüzyılda… Yine yahu be adam, Tolstoy ve Dostoyevski yaşamış, 19. Yüzyılda, Rusya Ukrayna savaşı yürümekte 21. Yüzyılda… Ya medet, ya izan, ya medet ya ahlak, ya medet ya insanlık, ya medet ya bilim…

 Evet, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron adına Cumhurbaşkanlığın’dan yapılan açıklamada, “Misak Manuşyan, büyüklüğümüzün bir parçasını taşıyor”, adıyla “Cumhuriyeti savunduğu” özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi evrensel değerleri “somutlaştırıyor” denilerek mezkûr iktidar zihniyetinin öz olarak olmasa bile şeklen ifade edilmesi yolu ile itibar kazanılması hiç de azımsanacak bir şey değildir, bana göre… Yaşar Abi’nin de, Manuşyan’ı bir Anadolu çocuğu olması hasebiyle öne çıkarması da ziyadesiyle takdire şayandır… Bu sebeple de teşekkürler diyorum Yaşar Abiye…  

Yazımın sonunu, yazarın önsözünde takdim ettiği satırlar ile bitirmek istiyorum.Son olarak, kocamın hatırasına sadık kalmak bakımından (onun sadakati çok büyüktü), bir Ermeni devrim şarkısının şu birkaç satırını burada aktarmama izin verin:

Ölüm her yerde aynı

İnsan bir kere ölür

Fakat ne mutlu can verene

Halkların kurtuluşu için

Manuşyan’ın hayatı: Bitmemiş bir senfoni, bazen birkaç yanlış notayla, bazen tüm orkestrayla birlikte; kâh Mozart’ın yumuşaklığı, saflığı, kâh Beethoven’in gücü, uğultusu… Trajik olan dışında, bu senfoninin nasıl bitebileceğini kimse söyleyemez.”


Cuma, Ağustos 11, 2023

YAŞAR AKSOY ve HALİKARNAS KADIRGASI

Yaşar Aksoy Abimizin “Halikarnas Kadırgası” adlı Kültür, sanat ve arkeoloji ve dahi tarih denemeleri yaptığı kitabını okuyorum… Okumak öyle bazılarının zannettiği gibi “boş zamanlarında” yürütülecek bir faaliyet değildir fikrinin has savunucularımdan olduğumu herkes bilir... Kitap, geçenlerde “Urla Kitap Günleri” organizasyonunda Yaşar Abi’nin imza gününde edinilmiş olup 1997 basımı bir kitap, şimdilerde temini de yeni basımları yapılmadığı için bir hayli zor… Mezkûr kitabın takdiminde; “Halikarnas Kadırgası" isimli hayalet gemisiyle antik kentleri, Küçük Asya efsanelerini, güncel kültür gelişimlerini sorguluyor. Kaleme aldığı bu metinler, Anadolu uygarlıkları gerçeğine kendini yakın hisseden yazarın ideolojik ağırlıklı öncü denemeleridir. Mavi Hümanizma’ya ulusal ve sınırsal bir içerik, dahası anti-emperyalist bilinç katmak isteyen yazarın, çok sevdiği Halikarnas Balıkçısı-Azra Erhat çizgisinde “turistik” bir durakta donmayıp, kültürel duyarlıkları güncel tartışma ve savaşım alanlarına taşıma çabası içinde olduğu izleniyor. Yazıların içinde geçen düşünsel sentezlerin ve çarpıcı önerilerin günümüzde tartışılmaya başlanması, yapıtı dikkat çekici yapmıştır.” denilerek içerik tayini yapılınca, hemen Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu” adlı kitabını Yaşar Aksoy’un bu kitabına yönelik alt yapı olması hasebiyle hızlı okuyup bilahare de Homeros’un “Odysseia” ve “İlyada” adlı eserlerini de adeta sözlük gibi kullanmak maksadı ile okuduğum yere başucu kitapları olarak aldım. Homeros’un mezkûr kitaplarını “Halikarnas Kadırgası” okurken aktarılan konunun önünü ve arkasını biraz geniş ve biraz da kendimce görebilmek adına… Bu nedenle biraz uzun sürdü kitabın okunması lakin ziyadesiyle bilgilendim ve gönendim, tekrar göz atma babından da olsa Homeros’un kitaplarını yeniden karıştırma, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (Halikarnas Balıkçısı) “Merhaba Anadolu” kitabını yeniden ve hızlı okuma bahanesi yarattığı için teşekkür ediyorum bu kitabı sebebi ile yaşar Abi’ye…

Kitapta özetle bugün Ege Bölgesi diye adlandırılan bölgenin M.Ö. 5000’lere dayanan geçmişine gidiyor tıpkı Halikarnas Balıkçısı gibi lakin güncel yansımaları, güncel sorunsalı ve güncel çözümlemeleri de sürekli göz önünde tutulmakta, şüphesiz yazarın kendince analiz ve yorumları muvacehesinde… Lakin görünen de yazar Halikarnas Balıkçısının anlama ve yorumlama izinde ilerlemektedir. Genel manada Halikarnas Balıkçısının vefatının ardından yazılmış bir kitap olmakla birlikte izinde olunanın görüşlerinin kendince ve günceli yakalayan boyutu ile yorumlanmasıdır adeta… 

“Uygarlığın beşiği niçin Anadolu’dur? Tarihin babası Heredotos Bodrum’lu, coğrafyanın kurucusu Hekataios Milet’lidir. İlk geometrici Pisagoras Sisam’lıdır. İlk doktor Hipokrat, İstanköy’lü, ilk ressam Apelles, Kolophon’ludur. Ege’nin en büyük ozanı Homeros, İzmir’lidir. Felsefenin kuramcısı ünlü Heraklites, Efes’lidir. Tek tanrı fikrinin ilk savunucusu Ksenophanes, İyonya’lıdır (Değirmendere). İlk eşsiz Filozoflardan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, Milet’lidir. Filozof Anaksagoras, klozomanai’lidir”. diyerek uygarlığının kavmi bir durum olmasından ziyade coğrafya ile direk ilgisine dikkat çekilmiştir, Yaşar Aksoy Abimiz tarafından… Kişisel görüşüm ise buradan göçen kavimler de, burada kalanlar kadar yaratılmış bu müthiş medeniyetten miras talep edebilirler dahası hak sahibi de olabilirler. Bugün “batı denen” medeniyet tespit ve tayin yetkisini elinde bulunduran esasen de sermayeden beyin göçüne kadar her türlü devşirmeciliği ziyadesiyle yerine getiren yapı ise “medeniyetin beşiği Helenistan’dır” buyurmaktadır. Burada Helenistan diye kast edilen bugünkü Yunanistan ise eğer, olsa olsa bu büyük medeniyetin mütemmim cüzü sayılabilir ancak. Benim de farklı disiplinlerden bol miktarda verebileceğim örnekler ile batının devşirmeciliğini öne sürmem mümkün… Yaşar Aksoy Abimiz, kitabın çok farklı konulardaki bölümlerinde de layığı ile bahsettiği üzere batıda ziyadesiyle buralardan kaçırılmış eserler muhteremlerin müzelerinde arz-ı endam etmektedirler... Hele, Bergama’dan kaçırılan Zeus Sunağı var ki, akıllara zarar… Haaa bu arada, bu eserleri buradan batıya götüren muhteremler mi tek başına kusurlu, değil tabii ki, yerli ve milli ortakları, erketeleri onlardan daha da kusurludur… Bütün bu kaçırılan eserlerin nerdeyse tamamı dönemin “padişahlarından” izinli yapılan kazılar ve çalışmalar sonrası ya izinli aktarma ya da iltimasen aktarmalardır…

Kitabı okurken enteresan bilgiler de öğreniyoruz, örneğin “Hisar Camiinin” adı bugünkü “Kızlarağası Hanı” önüne gelen ve karşılıklı olarak surlarla çevrili bulunan ve girişi bir “iç kale” ile kontrol edilen “iç limanın” hisarlarından ilham alınarak ortaya çıkmıştır.

Kavimler göçünün beşiği Anadolu denilmektedir ya; kitabın bir yerinde de, Herodot’tan aktarılan “M.Ö. Yüzyılda Anadolu’daki olağanüstü sıcak kavim eylemlerinden ürkerek (kıtlık ve depremleri de ilave edebiliriz), denizlere açılma gereksinimi duydular. Efsanelere ve halen incelenmekte olan tarihsel belgelere göre Turşa kavmi İtalya’ya, Sart kavmi ise Sardunya’ya göç ettiler. Tarih bilimi, İtalya’ya giden Anadolulu Turşa kavmine “Etrüks” ismini takmıştır. Sardunya’nın ilk hecesini Sart kelimesinden türemiş olması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.” bölüm ise diğer bir dolu eserde de izi görülen bilgilerden olup bir hayli enteresandır.

Bir başka enteresan olay ise; “İzmir Arkeoloji Müzesi tarihindeki en ilginç olay, 1968 yılında meydana gelen büyük soygundu. Bu tarihte, yaşlı bekçiyi öldürerek Müze’ye giren enternasyonal bir örgüt, 1935 yılında Foça’nın Kozbeyli Köyünde bir demir sandık içinde bulunan 90 parçalık İyon, Roma ve Bizans eserlerinden oluşan bir hazineyi kaçırmıştı. Kaçırılan eserlerin arasında 3 bin yıllık som altından elmaslı, incili alınlıklar, küpeler, bilezikler, kadın süsleri, kolyeler, eski çağların ünlü seramik örnekleri ve 13 bin yıllık bir Hitit Kitabesi vardı.” şeklinde aktarılmakta olup, mezkûr faaliyet mümbit alan olduğundan hiç tükenmeden bugünlere kadar devam etmektedir ve korkarım ki insanlık var oldukça da devam edecektir.

Halikarnas Balıkçısını anarken yazdığı yazının bir bölümünde şöyle demektedir, büyük bir sitayişle, Yaşar Abimiz. “Halikarnas Balıkçısını anarken, Homeros’un ‘İlyada’ ve “Odysseia’sı içinde gezindim durdum. Çift Atlı Savaş Arabası içinde Balıkçı, sanki Hektor gibi bulutlar arasından süzülüp gidiyordu. Sonra onu Ege’nin güzelim bağlarında şarkı söyleyerek üzüm toplayan İyonya’lı kızların arasında gördüm. Birden, bir Türkmen ozanı olarak karşıma çıktı. Sazı ile destanlar dokuyordu. Osmanlı köylüsü oldu, özgürce toprağını çapalayan. Yazar oldu Cumhuriyet döneminde, halkına bilinç akıtan. En son üzerinde mum yanan şamdanla, kavga eden gençlerimizin arasında gördüm onu. Tıpkı Diogenes gibi”. Evet, Halikarnas Balıkçısı önemlidir, hem de çok, arkeolojik araştırmalara, etnografya ve folklor üzerine eserleri ve mevcut eserler üzerine katkıları yadsınamayacak bir otoritedir. Lakin böylesine bilgili, görgülü, eğitimli ve öğretimli insanların başına gelenlerin bir benzeri de gelir Halikarnas Balıkçısının başına, maalesef o da istisna sayılamaz, vareste tutulamaz… Yaşar Abi; o dönemin Yeni Asır gazetesinden Özdemir Hazar’ın duygu yüklü satırlarını şöyle aktarır. “O, burada yaşamadı mı? Burada yazıp çizmedi mi? Birçok gerçeği yansıtmadı mı? O büyük adama son yıllarına kadar turist gezdiriciliği yaptırmadık mı, nafakasını kazansın diye. Bir yerde avuç açtırdık ona. Kim bunun suçlusu? Hepimiz suçluyuz…”  Bugünlere uzanan süreçte farklı bir şey oldu mu? Sürpriz yaşandı mı? Zinhar… Düşün ama açıklama, hani açıklamana karışılmaz lakin açıkladıktan sonra da başa geleceklerden sorumlu olmayan siyaset erbabının takipçisi olmaktan geri duruyor muyuz? Zinhar… Evet, “Benim oğlum binâ okur döner döner yine okur” şuuru devam eder biz de seyreder dururuz…

Halikarnas Kadırgasında da, Halikarnas Balıkçısının “Mavi Anadolu”, “Anadolu Tanrıları” gibi kitaplarında aktardığı; Lelej, Luwi, Hitit, Hatti, Frig, İyon, Pers, Helen, Roma, Makedonya, Selçuklu, Osmanlı izlerinin üstünden ilerliyor ve öğreniyoruz. Okunası bu kitap için emeğine sağlık Yaşar Abi…

Cuma, Ağustos 04, 2023

CLAPTON CFC

Kızımın İngiltere’den benim için getirdiği hediye bir forma ile başladı yazacaklarımı öğrenme serüvenim. Forma “Clapton CFC 2018” arması ile mor, kırmızı ve sarı renklerden oluşmakta. Buraya kadar hepsi sıradan bir futbol takım forması tanıtımı gibi duruyor, haliyle… Lakin formayı ve Clapton CFC’yi benim gözümde anlamlı hale getiren formanın arkasında yazan “no pasaran” ifadesi oldu.

Gerçekte biraz araştırınca görülüyor ki, Clapton FC diye başka bir kulüp var ve İngiltere’nin en eski kulübü olup Uluslararası bir maçta ülkesini ilk kez temsil etmiş ve Belçika’nın Antverp takımını 1890 yılında yenmiş ve FA Cup şampiyonu olmuş hem de 7-0 gibi ziyadesiyle farklı bir skorla… Birbirinin içinden türemekle birlikte isim dışında bir benzerliği yok bugün için…

Biz dönelim benim için anlamlı olma hali olan “no pasaran”a… Deyim olarak İspanyolcada “geçit yok” manasına gelirse de önemini ve manasını esasen ve asıl olarak İspanya’daki iç savaşta faşist Franko güçlerine karşı savaşan devrimci ve cumhuriyetçi güçlerin faşizme geçit yok manasında slogan olarak kullanmaya başlamaları üzerine kazanmıştır. Bilindiği üzere 1936-39 arası İspanya iç savaşı faşizmin açıktan icrasına yönelik başlar ve buna mukabil de devrimci ve cumhuriyetçi güçler büyük çaplı direnişe geçer, son derece başarılı da olurlar lakin faşist Adolf Hitler Almanya’nın sınırsız desteği ile faşist Franko ayakta durabilir, Joseph Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliğinin yeterince destek olmaması ve hatta zaman zaman Cumhuriyetçi Cephenin faklı bölümlerini manasız şekilde öne çıkarması üzerine de köstek sayılabilecek işler gerçekleşir ve direniş uzun süreli olamaz ve çöker… İşte bu tarihi sürecin yarattığı ve direnişin öne çıkardığı bir deyim olmuştur “no pasaran”.  

Faşist Almanya, savaşın tam ortasında ve tüm gücü ile Faşist Franko’yu destekleyip, faşizmin prestij yitirmemesi için büyük hava filoları ile İspanya’nın bir sürü kentini havadan günlerce bombalamıştır. Hani bizdeki bazı avanakların bile ABD’yi dünyada demokrasinin yegâne destekçisi varsayarak alkışladığı dönemde ABD yaşanan bu insanlık dramına alkış tutmuştur. Gerçi ABD için hala aynı taktik geçerli, kime “demokrasi getirmek” istiyorsa sınırsız ve kontrolsüz bombalamalar yapılıyor havadan, tıpkı Irak’ta, tıpkı Suriye’de, tıpkı Libya’da yaptığı gibi… Tabii ki bu olanları ve yaşanan gerçekleri görmek istemeyenler de var ne yazık ki… İspanya’daki bu havadan bombalamaların en korkuncu da ünlü Ressam Pablo Picasso’nun meşhur “Guernica” adlı tablosuna da konu olan “Guernica” şehrinin yerle bir edilişidir. Bilindiği üzere “Guernica” Tablosu, savaş vahşetinin ve savaşın insanlar üstünde ne kadar acı ve keder verici etkilerinin bulunduğunun adeta bir özetidir. Guernica Tablosu, bugün hala savaşın yarattığı trajedilerin akılda tutulması gereğinin, savaşa karşı oluşun ve duruşun, barış destekcisi olmanın sembolü haline gelmiştir. Hani meşhur hikâyesi de vardır bu meşhur tablonun, 1937 yılında Paris’te gerçekleşen bir sergi için İspanya Hükümeti tarafından verilen sipariş üzerine yapılmıştır. Picasso’nun “kübik üslubu” ile yaptığı bu eseri, değişken perspektifler, çoklu nokta-i nazar içerikleri yanında inanılmaz güçlü sembolizmi nedeniyle dönemin güçlü siyasi ve askeri otoriteleri Faşist Alman subayları tarafından kolay anlaşılabilecek durumda da değildir açıkçası. Bu değişik ve önemli görülen eserin ressamını tanımamaya özen göstererek tipik nobran ve cehalet kokan bir özgüven ile sorar ya Faşist Alman Subayı; “bu resmi siz mi yaptınız?” diye… Cevap da tarihe geçer bir sözdür, Picasso’da cevap gayet nettir; “hayır, siz yaptınız”…

Evet, bir “no pasaran” deyimi bizi nerelere götürdü… Biz şimdi tekrardan mezkûr kulübün enteresan yapısına dönelim. Kulüp ile ilgili yeterince ve tatmin edici bilgi vardır, sanal dünyada, merak edenlere… Clapton FC’nin bir grup taraftarı ki, ağırlıklı kesim kendilerini “Clapton Ultras” diye tanımlıyorlar ve antifaşist, antirasist, antimilitarist ve sol görüşlü olarak bilinmektedirler, yine öğrendiğim kadarı ile bu taraftar grubu maçlarda takımlarını oldukça coşkulu, gürültülü ve gürültücü bir biçimde desteklerler lakin neredeyse diğer tüm takım taraftarları gibi asla cinsellik içeren, homofobik ve ırkçı tezahüratlar kullanmazlar. Oldukça aykırı duruş sergileyen bu taraftar grubu aynı zamanda düşük ücretlerle maç seyredilebilmenin, sahanın bir kenarında da olsa sigara içebilmenin, bir iki şişe bira içebilmenin, meşaleli kutlamaların cezasız kalabileceği lakin asla ve kat’a şiddetin bulunmayacağı statlar istediklerini ve bu maksatla da genellikle amatör kümelerdeki maçları takip etmeyi tercih ettiklerini beyan etmektedirler. Şimdilerde ise de yine öğrenebildiğimiz kadarı ile İngiliz Otoriteleri “iti ite kırdırma” taktiği gereği Clapton Ultras gibi sol görüşlü grupların karşısına sağ ve ırkçı grupları organize ederek, destabilizasyon yaratmaya çalışmaktadır.

İşte tüm bu ahval ve şeraitte gerek harici gerekse de dahili bu zaptı rapta itiraz manasında 2018 yılında Clapton FC’nin taraftarlarından bir grup ayrılır ve “Clapton Community FC” diye bir takım kurarlar. Takım amatör ruhla özel maçlar yaparak hayatiyetini devam ettirir lakin taraftarlar hep olduğu gibi dinamiktir, ilgilidir, bilgilidir tüm dünya ve ülke meseleleri karşısında duyarlıdır. Yerel ve beynelmilel her olaya ilgi duyarlar, destek ya da protesto açıklarlar, yaparlar… Tıpkı bizim de “Çarşı” grubunun bir zamanlar olduğu şekli ile… TIR içinde havasızlıktan ölen 39 sığınmacının gündemde tutulması ve sorumluların bulunması talebi, Filistin davasına özgür Filistin diyerek destek, kürtaj yasağı mı geliyor hemen tepki, Bask Bölgesinden Real Sociedad taraftarının Atletico Madrid taraftarı bir neonazi tarafından öldürülmesinin lanetlenmesi ve anılması, İspanya İç savaşında haklının yanında yer alan uluslararası tugayların anılması ve gündemde tutulması, modern futbol diye bize yutturulan esasen de para tuzağı olmaktan öteye gidemeyen futbola karşı duruş ve direniş ve dahi karşı teşkilatlanma, nihayetinde birine yapılan haksızlık herkese yapılmış haksızlıktır düsturunu şiar edinerek devam ediyorlarmış ilgi göstermeye. 

Kızımın hediye ettiği bir formanın üzerine neler hatırladım, neler dinledim, neler öğrendim, yazayım dedim… Futbolu sadece digitürk yorumcularından dinleyip,  AHaber kanalından izleyip ilaveten de eğleşilen kahvehaneden devşirilen bilgi ve yorumlarla sınırlı zanneden ve bu yönünü göremeyenler var mı, maalesef numunelik de olsa var… Ne yapalım bizim kabiliyetimiz sınırlı öğreticilikte, öğrenmek istemeyenlere de öğretilemiyor ki, onların durumu benzetmek gibi olacak ama maalesef “ayının 40 türküsü var 40’ı da ahlat üstüne” misalidir… Onlara da Allah selamet versin…