Perşembe, Ocak 24, 2013

AÇLIK

Hükümet tüm karşı çıkışlara rağmen, siyasi tutuklular için hapishane koşullarını görece iyileştiren ve o güne kadar alınmış mahkûm lehine tüm kararları iptal ettiğini açıklıyordu, hapishaneler dışında yapılan bu açıklamalar kamuoyunda tutuklu ve mahkûmların yakınları dışında olağan şeyler söyleniyormuşçasına tepkisizce karşılanmıştı ama hapishanelerdekiler açısından insan onurunun ayaklar altına alındığının, artık kendilerinin insan yerine konulmadığının ve savaş tutuklusu ilanı görülen bu hak gaspları karşısında pasif direnme haklarını kullanma kararı almışlardı çaresiz olarak. Öncelikle kapıları yumrukluyorlar, gürültü çıkararak, kendilerinin maruz bırakıldıkları muameleleri protesto ediyorlar, gürültü özellikle de demir kapılara vurularak çıkarılıyordu ve inanılmaz şekilde insanın sinirlerini yerinden oynatıyor ve tansiyon artıyordu.
Adam işe gitmek için hazırlanıyor, su ile doldurduğu lavabo içerisine ellerini sokuyor, bekliyor suyun tılsımlı masajı neticesinde, akşam öldüresiye dövdükleri adamın, ellerinde dayak atmaktan ötürü oluşan ve akşamdan kalma sızıları gidermeye çalışıyor. Yatak odasına geçip, eşinin kendisi için hazırladığı temiz gömlek, pantolon ve kravatı giyerken, yaptığı işin ciddiyetinin belki de ağırlığından oluşan gizli yorgunluğunun belki de yaptığının gururunun yüzüne vurması baktığı aynada dikkatini çekiyor, bilahare de eşinin büyük bir özenle hazırladığı kahvaltısını atıştırırken de kahvesini yudumluyor bir yandan da TV de sabah haberlerini izliyor.
Artık işe gitme zamanı gelmişti, kendisini dışarıya atıyor, önce yüzüne vurmuş yoğun bir tedirginlik ve korku ile çıktığı kapı önündeki bahçeyi yavaş ve emin olmak istercesine gözlüyor, sonra da açık otoparkın kapısını açmak için kapıya yaklaşıyor, gözleriyle yine hızlı ama korku dolu bakışlar fırlatıyor, yolda olağan dışı bir durum var mı yok mu gibisinden, park eden araçların içinde yabancı bir aracın ve kişinin olmadığından emin olunca hızlı adımlarla hemen arabasına doğru yöneliyor, öncelikle arabaya girmeden aldığı eğitim ve talimat neticesinde alışkanlığı haline dönmüş bir şeklide arabanın yanında yüzükoyun elleri üstüne şınav çekme pozisyonu biçiminde yere yatıp, arabanın altına bakıyor, temiz olduğundan emin olunca da doğrulup, arabanın kapısını da açıyor, bu ana kadar hala bir tehlike olmamasının yüzüne yansıttığı bir rahatlık var şüphesiz ama daha bir etap var, bugününde bu faslını atlatmaya, yavaş ama bir o kadar da tedirgin bir şekilde anahtarı kontağa yerleştiriyor ve nihayet araba çalıştı, “çok şükür” diye dudaklarına yansımayı engelleyemeden ama içinden geçirerek, bugünde kendisine direk ya da arabası vasıtasıyla bir saldırı olmamıştı. O sırada eşi evin penceresine gelmiş, tüm bu gerekli kontrollerin yapılmasını ve arabanın çalışarak yola koyulmasını, tedirginliğinin midesine vurmasının yarattığı acının yüzüne yansımasını engelleyemeden izlemişti.
Şu an için emin bir şekilde işi için yola düşmüş ve arabanın radyosunda, çalıştığı hapishanenin mahkûmlarının politik hakları üzerine konuşulan bir programı dinlemekteydi, radyodaki kendinden çok emin ve her şeyi bilen adam edasıyla konuşan ses; “Açıklamak gerekirse, istekleri kendilerinin politik eylemler diye nitelendirdikleri bu korkunç suçları işlemiş olanlara farklı muamele edilmesi, işte Hükümet bunun garantisini vermiyor” demekteydi.
“Politik cinayet, politik bombalama ve politik şiddet diye bir şey yoktur, sadece cinayet, bombalama ve şiddet vardır. Bununla ilgili bir uzlaşmaya varmayacağız, politik haklar diye bir şey yoktur.” İşte Hükümet yetkilisinin açıklamaları bu yönde ve bu söylemlerin büyük bir dikkat ile dinlendiği ve nerdeyse birer emir diye uygulandığı bir sahne yaşanmaktaydı, kapıaltında; hapishaneye getirilen mahkûma, “bir suçlunun psikolojisini yansıtacak tek tip elbiseyi giymeyi reddediyorum” dediği anda kendisini dikkatle dinleyen ama kendisine böcekmiş gibi bakan kişi hemen “uyumsuz kişi” notunu düşüyor kişisel dosyasına, bunun da anlamı artık burada kaldığı sürece başına geleceklerin yol haritasını oluşturmaktadır. Anadan doğma soyunmuş bir vaziyette kendisine uygun görülen hücreye doğru, diğer hücrelerden yükselen protesto sesleri arasında koluna girmiş gardiyan tarafından adeta sürüklenerek götürülmektedir artık. Üzerine kapanan demir kapı ile birlikte, geriye dönülmez yolculuk başlamış ve kirden pislikten duvarlar yerler görünmez, ışıksız, tuvaletsiz ve susuz küçük bir hücrede başına gelecekleri beklemektedir, hücre arkadaşı ile birlikte.
Koridorda sesleri ve yükselen protestoları duyan, gelişmelerin nasıl olacağı konusunda bir hayli tecrübeli olan hücre arkadaşının hazırlan diye kendisini uyarmasıyla birlikte kapının açılması, çırılçıplak mahkûmların gardiyanlar tarafından koridora adeta taş gibi fırlatılıyor olması bir çırpıda gelişti, birikmiş gardiyanların öldüresiye dayakları arasında, büyük acılar çektirilerek, mahkûmların eli yüzü tefriki yapılmaksızın kanatılarak saçları kesiliyordu.
Bir açık görüş için gelmiş anne baba, dışarıda anlatılanların ne kadar büyük bir yalan olduğunun kanıtı olarak karşılarında bulunan oğullarının yüzünün yara bere içinde olduğunu görürler ama işte annelik babalık yaralara bir tedavi uygulanıp uygulanmadığını soruyorlar, nereden bilecekler tabii özellikle bu muameleye tabi tutulanların neden tedavi edilemeyeceklerini, anne ısrarla yemeğini yiyor musun, sana nasıl davranıyorlar gibisinden burası için inanılmaz lüks kaçan sorular soruyor ama çocuk büyük bir kararlılık içinde her şeyin yolunda olduğunu söylüyor ama anne ve babanın yüzündeki korku ve tedirginlik hiç dağılmıyor şüphesiz…
Kutsal bir gün, hapishanenin görevlendirdiği din görevlisi, kendilerine hitap ederken “tüm kötülükler inançsızlıklardan gelir” demektedir ama kendilerine yapılan bütün kötülükleri de inançlarının çok koyu olduğu tartışılmaz olanlardan geldiğini bilen mahkûmlar için ne yaman bir çelişki oluşturmaktadır bu durum. Ancak böyle günlerde bir şeklide bir araya gelmelerine izin verilen mahkûmlar artık kendilerine uygulanan politik ve insanlık dışı baskılar karşısında ölüm orucunu tartışmaktadırlar ve denenen tüm yollar ile mahkûmluktaki politik hakların elde edilemeyişi ya da bu konuda karşıdan iyi niyet taşıyan bir yaklaşım görülmeyince de kaçınılmaz olmuştur. Mahkûmlar geçen sefer düştükleri hataya bu sefer düşmeyecekleri tecrübesini de masaya yatırırlar, geçen seferki gibi hep birden başlamayacaklardı ölüm orucuna çünkü geçen sefer en zayıf yanlarının bu olduğunu fark etmişlerdi ve fazla duygusal bir durum olduğunu kararlaştırmışlardı, şimdi 2 şer hafta arayla başlanacaktı ölüm orucuna ölen birisinin yerini hemen başka birisi alacaktı, hemen gönüllü olan 75 kişi ile yola çıkılıyordu ve karar bugün açıklanacaktı artık. Arabulucu soruyordu, “peki bu protestoyu farklı kılan nedir, ölümü kabullenmiş olman mı acaba” cevap “böyle sonuçlanmasına da hazırım” olunca arabulucu “sen zaten ölmeye karar vermişsin” tespitini yapıyor ve “bu onların elinde mesajımız çok açık ne kadar kararlı olduğumuzu görecekler” diyerek devam eden ama sonuç almaktan uzak bir görüşme yürütülmüş oluyordu…
Kamusal bir sesleniş olarak topluma çağrıda bulunmak, karşı karşıya bulunduğu uygunsuz koşulları değiştirememenin karşılığında kendi bedenini ölüme yatırarak protesto oluşturmak diye bilinen ölüm orucu, ta Manga Carta’dan beri ama özellikle de 1789 Fransız Devrimi ile birlikte hukuksal olarak bir hak haline gelmiş, en doğal ve zamanaşımına uğramaz kabul edilen, baskıya karşı direniş gösterme halidir.
Evet, bir filmden bahsediyorum, AÇLIK, IRA hareketi içinden Bobby Sands ve yoldaşlarının insanlık dışı muamelelere maruz kalışını ele alan bir film,  mahkûmların battaniye ve yıkanmama eylemleriyle başlayan direnişleri, altı hafta süren açlık grevi ile çok ciddi bir boyuta geliyor ama mesafe kat edilememesi nedeniyle de kalınan çaresizliğin sonucu Bobby Sands’ın son savaş aracı olarak kendi vücudunu ortaya koymasının hikâyesidir. Tam da bu aşamada film; “gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığıyla yüzleştiklerinde şiddet yanlıları ellerinde kalan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler, hapishanelerdeki açlık grevini ölüme dönüştürerek uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler, gerilim yaratmak, acı ve nefret ateşini körüklemek için, en temel insani duyguyu, merhameti kullanmaya çalışıyorlar” biçimiyle hükümetin başının provakatif açıklamaları ile devam etmektedir.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üyesi siyasi tutukluların 1981 yılında başlattıkları ölüm orucunda 10 IRA üyesi yaşamını yitirmiş, bu 10 kişi içinde 66. günün sonunda ilk ölen Bobby Sands olmuş ama tam da bu sırada da İngiltere Parlamentosuna milletvekili seçilmişti. 10 Mahkûmun ölmesi sonucu başta 2 İrlanda’dan ve İngiltere içinden olmak üzere Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen büyük destek sonucu ve sosyal düzenin bozulmaya başlaması üzerine, İrlanda’yı işgal etmiş olan İngiltere yönetimi büyük ölçüde talep edilen politik hakları tanıdı ve ölüm oruçlarına son verilmişti. Silahsızlanmaya giden yolun da başına gelinmiş oldu böylece…
Ama bunun bir film olması ve sadece İrlanda gerçeği gibi görünüyor durması bizi yanıltmasın, dünyada her tarafta her an yaşanabilir ve yaşanmaktadır da, kökeni yüzyıllar öncesine dayanan ve muktedirlere karşı pasif ama etkili bir şekilde laf anlatmanın en etkili yoludur bu tür eylemler.
Sonuç olarak sorulacak soru madem bu talepleri karşılayabilecektiniz de neden ölün orucunun başlamasını ve ölümlerle sonuçlanmasını beklediniz, ey muktedirler şeklinde olmalıdır…

Cuma, Ocak 18, 2013

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR

Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”
Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.
Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.
Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye para gözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.
Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…
Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.
Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değimlidir, bu karar vericiler açısından acaba?
Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.
Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…
Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…
Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.
Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…
 
Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:
Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Cuma, Ocak 11, 2013

ÇEŞME KUMRUSU

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 2009 yılında Çeşme’nin tanıtımı amacıyla ücretsiz dağıtılmak üzere bastırılan ve bugünlerde Çeşme Belediyesi tarafından da dağıtımı yapılan “Çeşme İzmir” adlı broşürde, bazı maddi hatalar ve İngilizce çevirisinde anlam kaybına uğradığı açık olan tanım ve kelimeler seçilmiş bulunmaktadır, hadi bunlar çok önemli değil mütalaası ile göz ardı edilebilir şeyler diyelim ancak Çeşme Kumrusu ile ilgili seçilen söz “İzmir Kumrusu” olunca bu yazıyı yazmak kaçınılmaz olmuştur. Çeşme karışık kumrusu sıcak servis edilen “yengen” ile İzmir kumrusu ki soğuk sandviç niteliğinde soğuk servis edilir kolayca bilindiği üzere, Çeşme karışık Kumrusu “yengen” ise sıcak servis edildiği gibi ekmeği içinde de nohut hamuru ve pekmez ilavesi ile değişik bir tat oluşturur bu kadar bariz farka rağmen neden karıştırılır anlaşılmaz. Neden Çeşmeli bir kumrucuya sorulmaz bu yazılırken, yalnız kumrunun gelişimine hizmet etmişlerden birilerine, sonradan yüzlerce taklidini üretenlere değil elbette… Ayrıca şimdilerde İzmir’de de benzeri yapılıyorsa da bunu adı kesinlikle ÇEŞME KUMRUSUDUR… Biraz özen ve dikkat lütfen, adına yazılıyor bu yazı…
 
İzmir’de yaşayanlar bilir hatta İzmir’den ayrılıp uzaklara gidilince kıymeti daha da iyi anlaşılan İzmir Kumrusu; simit (İzmir’de kendileri gevrek olurlar) hamuru ile hazırlanan ve üzerine susam serpilerek fırınlanan şekli kumruya benzediği için kumru adı verilen, içine İzmir tulum peyniri, ince bir dilim domates, boydan ikiye bölünmüş acı sivri biberin yarısı konulan ve soğuk servis edilen bir çeşit soğuk sandviçtir. İzmir kumrusunun ticari olarak fazlaca tutulmasından ötürü diğer şehirlerde de taklitleri geliştirilmektedir, ancak öyle karikatür boyutlara vardırılmıştır ki bu yapımlar, normal sandviç ekmeği içine peynir domates konularak adeta bir kumru ucubesi yaratılmaktadır. Bunlar İzmir kumrusu ile alakaları olmayan imalatlar olup ancak bilmeyenlerin kandırılmasına yarar ancak bilmeyenlerinde gerçekleri ile karşılaştıklarında nasıl kandırıldıklarını kolayca anlayabilecekleri farklara haizdir İzmir kumrusu, tüm “beni ye” edasıyla size alımlı alımlı baktıkları yer genellikle gevrekçi tezgâhları olup, ilaveten sandviç büfelerinin de ilgili köşelerini o güzel ve alımlı halleri ile süslemektedir. İzmir’e özgü bu kumru ekmeğini bazı fırınlardan temin etmek mümkün olup, evlerde de kendinize afiyetle yiyebileceğiniz “İzmir Kumrusu” ziyafeti çekebilirsiniz.
 
Diğeri ise, İzmir Kumrusundan hareketle ve Çeşmenin kendine özgü yaklaşımı ile geliştirilerek daha lezzetli ve daha aranır hale getirileni “Çeşme Kumrusu” olup bu kumrunun Çeşme kumrusuna evrimlenmesinde “Kumrucu Hüseyin” en önemli katkıyı sunan kişi olarak bilinmektedir. İçine konulan malzemelerinin ve sıcak servis edilmesinin yanında Çeşme kumrusunun ekmeğinin geliştirilerek daha leziz bir hale getirilmiş olması bile 2 kumru arasındaki bariz farkın olduğunu göstermektedir. Çeşme kumrusunun ekmeği, bazı yerlerde tamamen nohut hamuru ekmeği deniliyorsa da bu haliyle ekmek daha kısa sürede tüketilmesi gerektiğinden ve kırılarak ufalanıyor olmasından ötürü fazlaca tercih edilmez, doğrusu sandviç ekmek hamuru içine az miktarda nohut hamuru katılması, biraz şeker ve tuz ilavesi ile hazırlanan ki bu ekmeği daha dayanıklı hale de getirmektedir, hazırlanan bu hamurun ana maddeleri pekmez ve yağ olan bir sos malzemenin üzerine sürülmesi ve susam ile süslenerek fırınlarda uygun ve mezkûr lezzete ulaşılıncaya kadar pişirilmesi ile elde edilmektedir.
 
İzmir kumrusunun soğuk servis edilmesinin yanında, sıcak servisi yapılan Çeşme Kumrusu ise, yukarıda bahsedilen güzel ekmeğinin uzunlamasına ortadan ikiye bölünerek kömür ateşi üstündeki ızgarada nar gibi kızartılması ve ızgarada ısıtılmış muhteşem peynirin, Türkiye çapında çok bilinmiyor gibi olmasına rağmen bana göre canım yurdumun en kaliteli ve lezzetli sucuklarından olan Tire Ege sucuğunun ve kızartılmış salamın domates ile doldurulması şeklinde servis edilmesi, yanında bazılarının Cola önermesine karşın kesinlikle ayran ile ve yanında kütür kütür salatalık turşusu ve biber turşusu sunulması, bu lezzet küpü Çeşme kumrusunun doyumsuz bir şölene dönüşmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu serviste kesinlikle ketçap ve mayonez gibi soslar alışılmış olan klasik tadın bozulmaması için kullanılmamalıdır, aksi takdirde sabah, öğle, akşam ve gece yarısı demeden her öğün yenilebilecek bu küçük ekmeğin içine bu kadar büyük lezzetin sığdırılmasının tılsımını bozulacaktır.
 
Yeni delikanlı olmaya başladığımız yıllarda sadece sinema için izin alınabildiği yıllarda yani, uzun yaz gecelerinin en önemli eğlencesi olan yazlık sinemalardan ki Ilıca semti bu açıdan hem sinema sayısı hem de gösterilen film kaliteleri açısından en önemli yer idi ve bu sinemalardan gece geç saatlerde çıkıldığında, delikanlılık dönemlerinde ise disko çıkışlarında, pişmiş güzel ekmek kokularına karışan sucuk salam kokuları arasında kumrucular önünde oluşan uzun kuyruklar bugün artık birer nostaljidir bizim kuşak için ama yeni kuşaklar bu geleneği devam ettirmektedir anladığım ve gördüğüm kadarıyla.
 
Çeşme kumrusunun oluşmasında her ne kadar Kumrucu Hüseyin’in ciddi çalışması olmuşsa da, bu ürünün ününün Çeşme dışına taşması hatta Çeşme’nin sembollerinden olması ve hatta gezi yazılarında “yapmadan dönülmemesi gereken şeyler” bölümünde mutlaka yazılan ve gerçekten ciddi bir ticari ürün haline dönüşmesi de “Kumrucu Şevki” olarak bilinen nerdeyse kumru gurusu haline dönüşen Şevki Çilek sayesinde olmuş ve Şevki de bu markalaşmış fast-food ürün konusunda haklı bir gurur yaşamaktadır. Ancak ticari başarının kalite ve lezzet kaybına uğramasının kaçınılmaz ve dayanılmaz sonuçları maalesef yaşanmaktadır bu işletmede de özellikle “Franchising” yöntemiyle oluşan kollarında. Aman dikkat tılsım bozulmasın…
 
Çeşme’de kumrunun oluşmuş bu ününe uygun çalışan yerler olmakla birlikte tamamen kumru adı altında kumrudan başka her türlü sandviçe benzeyen üretimlere de rastlanılmaktadır, zaman zaman bizde mecburen arkadaşlığımıza binaen bu lezzetsizliklere katlandığımız olmaktadır, ne yapalım diye geçiştirmekteyiz bu durumu, ününe uygun çalışan yerlerden birisi de Çeşme’nin hemen girişinde 24 saat açık bulunan “Kumrucu Hikmet” ve Alaçatı ve Ilıca’da da şubesi bulunan kumrucu Erol da sayılabilir. Ancak Kumrucu Hüseyin mutlaka gidilmesi gereken yerlerden biri olup, daha iyiye ulaşmanın en iyi yolunun deneyerek kıyaslamanın en önemli ve doğru yöntem olduğunu da söylemeliyim bu arada.
 
Kumru, Şevki sayesinde ticari başarı kazanmış ve bu markanın “Franchising” yöntemiyle başka şehirlerde de faaliyette olduğunu biliyorum ama Çeşme Kumrusunun en önemli ve tamamlayıcı parçasının Çeşme’nin doyumsuz deniz manzarası, bitimsiz harika rüzgârı ve atmosferi olmasından ötürü, diğer şehirlerdekilerin aynı başarıyı tekrarlama şanslarının yüksek olduğunu da düşünmemekteyim. Bu nedenle Çeşme Kumrusunun yenileceği yerin Çeşme olduğunu bir kez daha şiddetle öneririz.
 
Fiyatlar; İstanbul’dan gelen ve rakamların abartılı olmasına efsunlu Çeşme severler haricindekiler için biraz yüksek tabii ki fast-food için ama her şeye rağmen batı icadı hamburger karşısındaki kazanılan prestij ve başarı düşünülecek olursa gerekli tescil işlemlerinin behemehal yapılması gerekir, müseccel marka haline dönüşmelidir yani.

Pazartesi, Ocak 07, 2013

İÇİMİZDEKİ DÜŞMAN

Gecenin karanlığı; müfreze yüksek dağın başında biraz sonra çok büyük olacağı anlaşılan bir operasyon için hazırlanıyor, askeri birliğin yanında yöreyi iyi bildiği her halinden anlaşılan bir köylü korucu da bulunuyor, kimsenin kaale almamasına rağmen operasyon yerinin yanlış olduğunda ısrarcı davranıyor korucu ama müfreze komutanı bu öneriyi bir üst komutanın emrinin bu yönde olması nedeniyle göz ardı ediyor, artık yapacak başkaca bir şey yoktur önemli ölçüde mühimmat stoku olan müfreze pusuya yatıyor, alınan istihbarat gereği oradan geçit yapacak gerillaları beklemeye başlıyor. Ve beklenen oluyor, pusu kurulan tepenin hâkim olduğu yamaçta konuşlanan müfreze, aşağıdaki bodur ağaçların arasından karartıların belirmesi ve komutanın gecenin sessizliğini delen “ateş” emrini müteakip, kulakları sağır edercesine yaylım ateşine başlıyor. Tüm telsiz ve harita bilgi desteği imkânlarına rağmen nasıl oluyorsa oluyor, kendilerine desteğe gelmesini bekledikleri ekibe yaylım ateşi açtıklarını fark ettiklerinde artık iş işten geçmiş oluyor, başta müfreze komutanı olmak üzere o müfrezedeki köylü korucu da ölüyor. Cenaze törenleri de; sahip oldukları statüye göre yapılıyor, müfreze komutanı devlet töreni, köylü korucu ise önemsiz bir törenle cenaze namazını müteakip defnediliyor.
İki ekipten mürekkep yeni oluşturulan müfreze, gerillanın saklandığı ya da sıkça geçit yaptığı istihbaratı üzerine mezkûr bölgeyi hedef tutarak bir yeni operasyona çıkarlar, sonuç olarak bu müfrezenin köylü korucusunun köyü olan bölgeye gelinir, muhkem bir tepeden köy gelişmiş dürbünlerle izlenmektedir. Meydanda oynaşan çocuklar, yayılmayı bekleyen miskin koyun sürüsü, diğer tarafta harman savuran köylüler, diğer tarafta da kilimlerini dokuyan kadınlar, sanki rutin bir köy hayatı görüntüsü vermekte kendilerini muhkem tepeden izleyenlere. O sırada köyün girişinde kaya üstünde oturan bir köylüye takılır dürbün köylü korucunun da işaretlemesiyle, adamın dudakları ve burnu kesilmiştir, gerillanın kestiğini anlıyoruz adamın organlarını köylü korucunun izahatından, gerillanın vergi tahsilâtından da bahseder ilaveten köylü korucu müfrezenin yeni komutanına burada kural budur işte, herkes öderde öder diye bilgi aktarmaktadır. Aynı anda köyün meydanına doğru muhteşem teçhiz edilmiş diğer müfreze ilerlemektedir, bir diğer köylü karşılar kendilerini, gerillanın dün akşam köylerinde olduğunu ve bütün yiyeceklerini aldığını anlatmaktadır müfrezenin komutanına, genel arama yapılmaktadır ve kimler geldi nereye gittiler gibi klasik sorular ile operasyon sona erer. Operasyonun 2. gününde kendilerine gelen önemi büyük bir istihbaratın hedefine girmiştir yine gerilla ve bu sefer ilaveten hedef önemli bir gerilla lideridir de ve yine aynı köye gelinmiş ve muhkem tepeden bakıldığında köyde kimsenin kalmadığı ya da köyün terk edildiği bir görünüş vardır, sıkı askeri kural ve önlemlerle köye girilir, müthiş bir katliamla karşı karşıyadır müfreze, nerdeyse tüm köylüler kadın çocuk ihtiyar demeden öldürülmüştür.
Yasak bölgede bulunan ve tutuklanan bir köylü de karargâha getirilmiştir, hemen gazinonun yanındaki odada sorgulanmakta, kime bağlı olduğu sorulmakta, köylünün herhangi bir şey söylememesi üzerine de, gazinoda bulunan ve gelen sesleri merak eden müfrezenin komutanı kapıyı açınca, bir varil içerisinde belli ki elektriğin şiddeti daha fazla olsun diye suya oturtulmuş, elleri ayakları bağlı, her halinden artık çektiği bu büyük ızdırabın acısıyla yaşamak istemediği belli olan köylüye elektrik verildiğini görmektedir. Sıkı aile terbiyesi aldığı her halinden belli olan ve ahlaki değerlerini henüz yitirmediği anlaşılan komutan duyduğu vicdan azabı neticesinde işkenceyi durdurmuştur, ancak ertesi gün, görevden dönüşte aynı köylünün zincirlenmiş kan revan içinde ve ölmek üzere bir vaziyette asılı olduğunu görünce, yıkıntıya uğrar ve karargâhın istihbarat sorumlusu subayından da ince ince fırça yiyerek, vicdan sorunu üzerine uzun bir nutuk dinlemektedir, istihbarat subayının adamı kan revan içinde bırakacak şekilde işkence yapmasının bir emir gereği olduğunu söylemesi üzerine “bir emir ahlakı açıdan uygun değilse reddedilmelidir” çıkışına, burada psikolojik bir savaş yürütülüyor cevabı karşısında, konunun artık çığırından çıktığının farkına varıyor.
Bir operasyon sırasında yaralanan bir askerin karargâha götürülüşü esnasında, gerillanın uzaktan kumanda bombasının patlaması sonucu istihbarat sorumlusu komutan ile askerin ölümü üzerine başlatılan operasyon esnasında, gerilla siperlerinden gelen yaylım ateşe karşılık karargâhın gönderdiği uçakla atılan napalm bombasının vahşeti karşısında vicdanın yenilmesi yaşanmaktadır yeniden ama gerilla kuvveti tümden yakılarak yok edilmiştir. Operasyonların devamı içinde güvenlik gerekçeleri ile boşaltılmış köyler ve yakılmış köyler gerçeği ile de karşılaşılmakta, yakılan köylerde yaşanan kinin ve hıncın karşısında taşın taş, başın baş üstünde duramadığı gözlerden kaçırılamamaktadır, şimdi de kendisinin de içinde bulunduğu müfrezenin yapılan köy baskını sırasında köyün alev silahları ile baştanbaşa yakılması, köylülerin bir kısmının rastgele ateş altında öldürülmesine tanıklık etmekte, yaşananlar karşısında artık yürek nasırlaşmaktadır. Artık emrin ahlakiliğinin düşünülmesinin bile mümkün olamadığı noktadadır, insanlık ve vicdan kaybetmektedir, başarı madalyalı köylü korucuların bile infaz edilmesi noktasına getirmiştir müfrezeyi kuşkuları, adını bir türlü savaş koymadıkları halde her tutukluya savaş esiri muamelesi yapıldığı, kuşkuların paranoya noktasında ise, kendilerince “firar girişimi” adını verdikleri ve böyle raporladıkları ince ayar ile infaz yapılması “vukuatı adiye”dendir gayri… İnfazı için irade oluşturmadıklarına reva görülen muamele ise açıktan işkencedir, elektrik, askı, şaloma (pürmüz) ile insanın derisini yakma, yumurtalık sıkılarak hadım etme girişimleri, vs vs…
Televizyonlar ve basın ise; askerin vatandaşa götürdüğü sağlık yardımları, sağlık taramaları, köylüler için kurdukları kilim ve halı tezgâhları, hayvan yetiştiriciliği konusunda fenni gelişmeleri kendilerine tanıtma ve faydalanmalarını temin etme, tarım ıslah çalışmaları konusunda köylüye yardım çalışmaları haberleri ile doludur, boşaltılan ve yakılan köylerin gerilla tarafından nasıl hunharca gerçekleştirildiği, askerlerin ise köylüleri nasıl huzurlu ortamda yaşatırız arayışı içinde cansiperane koruma yaptıklarını anlatılmaktadır boyuna…
Bu kirli ve ahlak dışı savaş nerede mi yürütülmektedir? Dünyanın herhangi bir ülkesinde olabilir bu manzaralar…
Ama yazımıza konu bir filmdir ve filmden alınma kısacık özettir, Fransa’nın Cezayir işgali sırasında uyguladığı insanlık dışı, akıl ile izah edilemeyecek uygulamaları da içeren bir film “içimizdeki düşman”. 1962 yapımı filmin Fransa’da gösterimi 1971 yılına kadar yasaktır, çünkü Fransız yönetimi filmin doğruları aktarmadığını ve taraflı ve kasıtlı bir film olduğunu iddia ediyordu, gösterimin serbest bırakıldığı yıllarda bile Fransız sömürge yönetiminin Cezayir halkına reva görüp yaptığı işkenceler ve katliamlar sansürlenmiştir, bu işkence sahnelerinden ötürü film İngiltere ve ABD’de de makaslanmıştır. Tunus ve Fas’a bağımsızlık verilmesinin normal ama bu talebin Cezayir’den gelmesi karşısında, insanlığın Cezayir’i terk etmiş olmasını anlamayan ya da sorgulayan subaya, sömürge uygulamaları karşısında Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden FLN nin iyi ya da haklı sebepleri vardır yaklaşımına, istihbaratçının yanıtı basittir, “gerçekleri gördükçe değişeceksiniz, evet hepimiz gibi değişeceksiniz” demekle yetinir. Cezayir kurtuluş örgütü FLN sömürgecilere karşı eylemlerini arttırıp geliştirdikçe, sömürgecilerde bağımsızlık mücadelesini bastırmak için akla hayale gelmedik terör yöntemlerine başvurmuştur.
Fransa bu vahşet politikaları neticesinde Cezayir nüfusunun nerdeyse %15 ini öldürmüş idi ama sonuç değişmiyordu, değişmedi de, dünyanın herhangi bir bölgesinde bu kabil sömürge politikalarının sökmeyeceği de anlaşılmıştır ve Fransa’nın her türlü vahşetine rağmen Cezayir bağımsızlığını elde etti ama arkasında yüz binlerce ölü milyonlarca yaralı ve psikolojisi bozulmuş bir toplum bıraktı…

Salı, Ocak 01, 2013

ODESA (POTEMKİN) MERDİVENLERİ

Tarihte önemli liman kentlerinden biri olarak yerini almış bir kent olan Odesa; ki Osmanlı döneminde Hacı Bey olarakta adlandırılmaktaydı, önceleri patikalardan ve tahta basamaklardan oluşan bir merdivenle limanın şehre bağlantısı olan, sonradan ünlü Potemkin merdivenleri diye adlandırılan merdivenler, 1837 ile 1841 yılları arasında bugünkü şekli ve planıyla inşa edilmiş olup, ilk yapımı sırasında 200 basamak olarak planlanmış ve inşa edilmiş ancak zaman içinde ihtiyaca binaen limanın genişletme çalışmaları sırasında ise 8 basamak dolgu çalışmaları esnasında toprağa gömülmüş ve bugün hala yaşayan ve turistlerin akınına uğrayan 192 basamak olarak hizmet vermektedir.
Mimari çevreler ve konunun uzmanları tarafından her ilgili çalışmada Avrupa'nın en çok etkileyici 10 merdiveni arasında gösterilen Odessa Merdivenleri turistik açıdan Odesa şehrinin en popüler mekânlarından biri olup, hemen merdivenlerin şehir (üst) tarafından girişinde şehrin ilk yöneticisi olan Fransız asilzade “Duc de Richelieu” nün heykeli yer almaktadır. Değişik bir sürü perspektifler göz önüne alınarak yapılan mimari değerlendirmeler neticesinde, ilginç bir yaklaşımla merdivenlerin en alt basamağı 21,6 mt en üst basamağı ise 12,5 mt genişliğinde inşa edilmesine rağmen, aşağıdan bakıldığında optik illizyon oluşmasından ötürü merdiven enleri eşit görünmekte, yukarıdan bakıldığında ise basamakların görünmeyip sadece merdiven sahanlıklarının görünüyor olması da çalışmanın plan aşamasında nasıl ince elenip sık dokunduğunun göstergesidir.
Odessa (Potemkim) Merdivenlerinin hemen yanında, çeşitli tamiratlar ve değişiklikler ile son haline gelen yaklaşık 200 yıllık Füniküler hala merdivenlere alternatif oluşturmaya devam etmektedir.
Asıl ve resmi adı aynı adlı caddenin sonlandığı nokta olması nedeniyle “Primorsky merdivenleri” olarak bilinen Odesa merdivenlerini tüm dünyaya “Potemkin merdivenleri” diye tanıtan ise, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” olmuştur. Özgün adı “Bronyenosyets Potyomkin” olan filmin konusunu; kısaca 1905 yılında Çarlık Rusyasının Karadeniz filosuna ait Savaş Gemisi Potemkin'de yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesinden bezerek mürettebatın öncelikle yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebi ile yaşam koşullarının ağırlığının asıl kaynağını oluşturan rejime karşı bir ayaklanma başlatmaları, gemiyi ele geçirmeleri ile başlayan ve tüm şehri kaplayan çatışmalar oluşturmaktadır. Potemkin zırhlısının yönetimi, ayaklanan tayfaları kurşuna dizmeyi reddedenlerin oluşturduğu bir komitenin eline geçer, işçi sınıfının yoğun bulunduğu bir şehir olan Odesa’ya gelir ve orada işçi grevlerini destekler bir tavır ortaya koyar, bu bakımdan Çarlık Rusya’ya karşı Çarlığın en güvenilen kesimi olan ordu içinden ilk direniş olarak tarihe geçen bu olay 1905 devriminin ateşleyici faktörlerinden kabul edilmekte olup Rus Japon savaşının Rusya adına bir yıkıma dönüşmeye başladığı mezkûr dönemde, yoksul halkın savaşa ve savaşın yarattığı yıkıma ve kayıplarına ve özellikle de yoksulluğa karşı tepkileri artık devrimci içeriğe evrilmeye başlamıştır.
Ancak Çar'ın; 50 bin kişilik askeri birliği vasıtasıyla işçilerin üzerine saldırması için uzun süre geçmez, şehre giren askeri birlik işçilerin üzerine ateş açarak büyük bir katliama başlar, resmi rakamlara göre 7 ya da 8 bin civarında insan asker kurşunlarıyla katledilir, yaşanan bu katliamdan sonra Potemkin Zırhlısı Odesa'dan derhal ayrılır ve Romanya'ya sığınır ve Potemkin zırhlısı Romen yetkililere teslim edilir.

Odesa-Primorsky-Potemkin merdivenlerinin ünü ise yukarıda da belirttiğim üzere, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın 1925 yılında sessiz olarak çektiği unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” nın çevrilmesinden sonra kat be kat artmış olup, filmin etkisinin büyüsü altında kalan kapitalist batıda oradaki işçilerin de ayaklanmasına neden olabileceği kaygısıyla uzun süre gizli ya da açık engellemelerle karşılaşmıştır. Merdivenlerin meşhur olması ise filmin, eleştirmenlerin ve sinemaseverlerin bir ortak kararı gibi görünen, en önemli ve etkileyici sahnesi olarak kabul edilen, çarlık askerlerinin işçi direnişlerini destekleyen halkın üzerine, hedef gözetmeksizin ve çoluk çocuk yaşlı genç demeden ateş açıp büyük bir katliama girişmiş olduğu yer olarak görünmesidir. Merdivenlerde gerçekleştirilen bu katliam, filmde o kadar etkili sahneye dönüştürülüyor ki, merdivenlerde sıkışan bir insan seli üzerine açılan yaylım ateş neticesinde, çaresizlik içinde kurşunlara hedef olmamak için kaçmaya çalışan insanlar, basamaklarda yığılıp kalan cesetler, onların üstünden kah zıplayarak kah üstlerine basarak kaçmaya çalışan insanlar, adeta sel olup akan kan arasında feryat, figan, korkudan bağırtılar… Filmin diğer asla unutulamayacak sahnelerinden olan, kolları olmayan birinin elleri üstünde zıplayarak kaçmaya çalışması, çocuğunun gözleri önünde öldürülmesinin öfkesi ile çocuğunun ölüsünü bile kurşunlara hedef olmaktan kurtarmaya çalışması, başka bir yerde öldürülen çocuğunu kucağına alıp askerlere doğru ölümüne yürümesi, sayılabilir. Hele bir annenin, çocuk arabasındaki çocuğuyla kaçmaya çalışırken merdivenin daha ilk basamaklarında kurşunlanması ve ağır yaralanması, ağır ağır yere yığılması, yığılırken de çocuğunun içinde bulunan arabanın üstüne yığılması ve çocuk arabasını itelemesi, yaşananlardan haberi olmayan sevimli bebeğin içinde olan arabanın merdivenlerden yuvarlanması ve ölmek üzere olan annesinin çocuğunun ardından bakışı filmin en vurucu ve etkileyici sahnesidir.
Potemkin Merdivenlerinde yaşanan ve filme tüm çıplaklığıyla yansıtılan bu kıyım bu vahşet, Rusya Çarlık düzenini zulmün sembolü haline getirmiştir, sonuç itibariyle.
Eisenstein'ın "Potemkin Zırhlısı" filmi 1958 yılında Brüksel'de gerçekleştirilen dünya sinema fuarında bütün zamanların en önemli ve en büyük filmi olarak ilan edilmiştir.