Pazar, Mayıs 25, 2014

KOMÜNİSTİR RÜŞVET YEMEZ


Uzun yıllar önce; Canım yurdumda, kardeş ve soydaş toprakları söylemi ve malum ülkenin ileri karakolu olmak hasebi ile de müteahhit taifesinin Orta Asya çıkartmalarının moda olarak yaşandığı bir dönemde; çalıştığım şirketin Kırgızistan tarafından duyurulan uluslararası bir ihalesine katılmak talebi ve talimatı üzerine, benim de aralarında bulunduğum bir ekip tarafından ihale hazırlıklarına başlanılmıştır. Malum ihale fırıldakları çerçevesinde yaptığım çalışmalar ve araştırmalar sonucunda; hedef ülkedeki dönem itibari ile çok üst düzeyde görev yapan bir muhteremin kız kardeşinin bir üniversitemize yüksek lisans öğrenimi için geldiğini ve ataları çok uzun yıllar önce “komünist Kırgızistan’dan” kaçmış bir ailenin çocuklarından biri ile evlenmiş olduğunu öğrendim ve mezkûr muhtereme hemen birlikte gitme teklifi yaptım. Kamu görevlisi Kardeşimiz, bir taraftan ata topraklarını, bir taraftan da eşinin akrabalarını göreceğinin yarattığı heyecan ve sevinçle teklifimi tereddütsüz kabul etti ve gidiş hazırlıkları yapıldı, götürülecek özel hediyeler temin edildi ve yola düşüldü…

Aktarmalardan dolayı hatırı sayılır bir uçak yolculuğu yapılıyor ve dönem itibariyle de uçaklarda ön taraflarda sigara yasağı olmasına rağmen arka taraflarda serbest olarak içilebiliyordu, sigara içme faslı için arkada bulunduğumuz bir sırada, bize katılan Kırgızistan yetkilisinin, kendisi de azılı bir antikomünist olan damadına, “sen kayınbiraderine sor bu işi ayarlaması karşılığında bizden ne bekler” benzeri bir soru sordum, aldığım cevap hiç beklemediğim, ummadığım ve beni oldukça şaşırtan ama otomatikman verilen bir cevap oldu; “bunlar komünisttir kardeşim rüşvet yemezler”… Sonraları herkesin malumudur, artık rüşvet bir efsanedir bu coğrafyada, kâh rüşvet almayan komünistler görevden alındılar ya da onlarda modaya uyarak, geliştiler dönüştüler ve serpildiler…

Vardığımız zaman, kapıda yaratılan kolaylıklar nedeniyle kolayca gümrük ve pasaport işleri halledildi, otele yerleşildi…

Ertesi gün; ihale duyurusu yapan idarenin kapısı çalındı, en üst düzey 2 yöneticisinden 2. si bir Rus idi, büyük bir iltifatla bizi karşıladı… Mezkûr tanıdık muhteremin devreye girdiği ve bu görüşmeyi ayarladığını bilmemize rağmen ne biz özel bir şey sorduk ne de mezkûr yetkili bize özel davrandı, ilk anlar peşrev çalışmaları ile geçti… Kendisi için hazırlanan ve ilk elde verilmesi planlanan hediyeler verildi, genel konuşmalar yapıldı, teknoloji ve hayat üstüne… Bilahare benzer tesisler gezildi, bilgi alındı vs. vs. Konuşmalarda mezkûr Rus kendisini Kırgızistan’ın kadim vatandaşı ilan ediyor ve asla bu topraklardan ayrılamayacağından bahsediyor, idarede geçen uzun yıllarının kilometre taşlarını tek tek ama sitayişle anlatıyor, gözleri, kâh dolu dolu, kâh yaptıklarının gururunu yansıtan bir şekilde çakmak çakmak oluyordu. Merkezi olarak Sovyetler Birliği başkenti Moskova’dan, dağıtılan yatırım ödenek ve tahsisatların Kırgızistan ve kendi idaresi için hızlı ve planlanandan az da olsa fazla olabilmesi için gösterdiği çalışma ve çabalardan, gururla bahsediyordu. Hatta konuşmanın bir yerinde, bir defasında Moskova’ya ciddi bir rüşvet verdiğini de söyleyince, konuşmanın rutin temposundan dürtülmüşçesine birden ayılıp, rüşvetin ne olduğu, kime ve nasıl verildiği gibi sorular içinde, rüşvetin tıpkı bizim ülkelerimizdeki gibi olacağı beklenirken, muhteremin Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un kitaplarından oluşan yüzlerce kitabın dağıtılmasına rüşvet dediğini öğrenince de şaşırmış idik hep beraber… Ama rejim değişikliği öncesi mezkûr idarenin 1. adamı olmasına karşın rejim değişir değişmez, güvenilmez ilan edilen Rusların hemen üst makamlarına, en 1. adam babından bir Kırgız tayin edilmesinden gönül ve gurur kırgınlığını gizleyemeyecek şekilde bahsetmekten de geri durmuyordu, ancak görevini de, tıpkı eskiden olduğu üzere, tüm değişikliklere rağmen yalın ve etkin bir biçimde yapmaya devam edeceğini de beyan ediyordu…

Ellerindeki, görüntü ve ifadenin bedenen de çalışıyor görüntüsü vermesi üzerine bizim ekip tarafından “gördünüz mü adam bedenen de çalışıyor galiba” biçiminde bir ortak karar çıkarken, sosyalist rejimin kendilerine tahsis ettiği bahçelerde kendi ihtiyaçları için sebze yetiştirmelerine izin vermesi nedeniyle olsa olsa görüntünün bu kabil bir çalışmadan kaynaklandığını belirtiyordu, bizim ekibe dâhil olan damat… Şüphesiz ki bu soru kendisine sorulamadı ve gerçek cevap ne idi öğrenilemedi… Ancak bu düzey de bir bürokratın, şoförünün olmaması, sekreterinin olmaması, hatta odasına misafir ettiği insanlara çay ve kahve ikramını bizzat kendisinin yapmış olması sistemin ve insanların yalın çalışma ortamlarının ne olduğunu bizlere göstermiş ve sorulamayan sorunun muhtemel cevabının ne olacağı konusunda ipuçları vermiş idi… Şimdilerde ise aynı makamları dolduran-süsleyen bu muhteremlerin, ihtişamlı odalarından, arabalarından, şoförlerinden ve sekreter ve çaycılarından kendilerine ulaşımın bile fiziken ciddi bir zaman kaybı oluşturduğunu söylemekle iktifa edeyim şimdilik… Artık onlarda kapitalizmin kendilerine sunduğu bu gösterişli ve ihtişamı yüksek olanaklardan gani gani faydalanıyorlar, bilenler bilir, ne demek istediğimi…

Bişkek’te bulunduğumuz bu sürede yukarılarda ve çok yetkili olan zatın anne ve babasının evine bir ziyaret gerçekleştirildi bu arada, Damadın isteğine binaen… O yüksek makamın yetkilerine karşılık gelmeyecek sıradanlıkta ve yalınlıkta idi ev, son derece sade ve alçakgönüllü ama ısıtma sisteminden tutun da diğer bir dolu ayrıntısına kadar son derece fonksiyonel ve kendi şartlarına uygun ama en önemlisi doğa ile uyumlu bir bahçeli ev idi…

Bu arada ihale mi ne oldu; mezkûr idarenin 1. yöneticisi olan Kırgız muhteremin, bir görüşmemizde, dünyayı yöneten bir avuç azınlık olan Yahudilerden şikâyetleri ve onlara karşı nasıl durulması hatta savaşılması görüşlerinden anladığımız kadarı ile en büyük rakibimiz olan İsrail firması şanslı olamazdı, çünkü suyun başındaki muhterem kadim bir Yahudi düşmanı idi… Sonuç, ihale bir İsrail firmasına verildi… Kara propaganda… Yanıltma… Yönlendirme… Görev başında idi burada da…

Bakın bakalım etrafınıza bizde de bu kabil işler ve fırıldaklar çevriliyor mu diye, ama dikkatli bakın bakalım neler göreceksiniz…

Cumartesi, Mayıs 17, 2014

ÇAMLI PANSİYON


Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin, ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta, şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km, Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…

Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde, çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10 yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay, Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…

Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum… Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın, yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir andır…

Şimdi artık “Çamlı Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde, yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…

İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler, ihtiyaç sahiplerine…

Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de, tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir kez daha anıyoruz…

Pazar, Mayıs 11, 2014

ÇEŞME KERVANSARAYI


Çeşme’de artan ticari faaliyete dayalı kervan trafiğine bağlı olarak, daha önceki yazılarımda bahsettiğim üzere, cazibenin yarattığı çekim ve sonunda ortaya çıkan şekavet hareketinin, kervan trafiğinden uzak tutulabilmesi adına 2. Beyazıt tarafından yapılan “Çeşme Kalesinin” yarattığı güvenli ortamda gelişen ve oldukça artan ticari trafiğin konaklamalı ve karşılıklı hale gelmesi üzerine 1528-29 yıllarında Kanuni Sultan Süleyman devrinde, tipik Osmanlı kervansaraylarından biri olan Çeşme Kervansarayının inşa edildiği belirtilmektedir kayıtlarda. “U” biçiminde bir planı ve ortasında oldukça geniş bir avlusu, çevresinde de dükkân, depo ve odaları yer alan yapıda her iki tarafından merdivenlerle, biçim olarak, alt katın aynısı olan üst kata çıkılan bu kervansarayda, bir taraftan yabancıların konaklaması ve hayvanlarının barınması hedeflenmiş diğer taraftan da ticarete konu olan malların depolanacağı, satılacağı ya da değiştirileceği bir alan oluşturulmuştur.

“Yeni Çeşme Gazetesi” sahibi Aydın Korkmaz’ın yeniden ve kısmen yayına hazırladığı ve Demokrat Parti İzmir milletvekili Çeşme’li Mehmet Aldemir ve arkadaşları tarafından kurulan “Çeşmeyi Sevenler Derneği” tarafından yayınlanan “Çeşme ve Ilıcaları” adlı kitapta; “EMERE BİİNŞA-İ HAZ-EL-BİNA İL-MASUN SULTAN-Ü BERRİV-EL BAHRİ SULTAN SÜLEYMAN İBN-İ SULTAN SELİM Fİ TARİHİ SENETE HAMSE VE SELASİN VE TİSAMİYE. AMİLE ALİ İBN-İ BABUÇÇU” yazdığı ve bugünkü Türkçe ile “(Tanrı Tarafından) korunulan bu binanın yapılmasını kara ve denizin sultanı Sultan Selim oğlu Sultan Süleyman 935 yılı tarihinde emretti. Bunu, Babuççuoğlu Ali yaptı” yazan bir kitabeye sahip olduğu belirtilmiş olan Çeşme Kervansarayı, şimdilerde; yap işlet modeli özelleştirmeler kapsamında 2. restorasyonunu tamamlanarak otel olarak hizmet vermektedir. Asıl ve önemli restorasyon çalışmaları ise 80’li yılların 2. yarısında tamamlanmıştır. Mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait olan bu yapı Avrupa Konseyi “Doğal ve Kültürel varlıkları koruma envanteri” kapsamında olup İzmir 1 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 23.07.2001 tarihinde tescillenmiştir. 

İlk Restorasyon çalışmaları, Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden temin edilen kaynakla, VGM’lüğü iştiraki olan “Vakıf İnşaat” tarafından gerçekleştirilmiş ve o dönem çalışmalarını meslektaşımız ve büyüğümüz İnşaat Mühendisi Ahmet ağabeyimiz de Şantiye Şefi olarak yürütmekte idi. Kendisi bir ziyaretim sırasında, çalışmaların en ilginç yanının yıkım sonrası toprak altında kalan temellerin ortaya çıkarılması sırasında bulunan ve boyları yaklaşık 1 ile 2 mt arasında, çapları ise yaklaşık 10 cm ile 15 cm arasında değişen ardıç ağacından yapılmış ve zemin stabilizasyonu amacıyla kullanılmış yüzlerce temel kazığının bulunmasından söz etmiş hatta bir kısmını göstermişti. Zemin su seviyesinin yüksekliği ve zeminin stabil olmamasından, gövdesi bol çıralı olan ve su içerisinde çok uzun yıllar bozulmadan durabilen bu temel kazıkları nasıl bir etüd ve çalışma ile karşı karşıya olduğumuzu göstermekte idi.

Kervansarayda konaklayanların ibadet gereksinimini çözmek için; tam karşısında küçük cami ve su ihtiyacını karşılamak içinde muhteşem bir cephesi olan bir çeşme ve hemen dibinde 2 adet selvi ağacı bulunurdu. Deniz dolduracağım sevdasına kapılmış büyüklerimizin gözlerine dolgudan başka bir şey görünmez olunca cami dışındaki, çeşme, selvi ağaçları ve etrafı yüksek taş duvarla çevrili bahçenin yerinde yeller esmeye başlamıştır.

Bu kadar tanıtım ve gözlem aktardıktan sonra, mesleğimin de daha fazla kelama uygun olmadığı düşüncesi ile mezkur Han’ın; çocukluk, gençlik ve yetişkinlik yıllarımıza denk düşen dönemdeki kullanma biçimlerinden bahsederek nostalji yapmak istiyorum.

60 lı ve 70 li yıllar boyunca Kervansaray dış cephesinde; dönem itibariyle de ticaretin merkezi olma hasebiyle dükkânlar yer alırdı ve bunlar gazoz imalathanesi, bakkal, kahvehane, demirci, testereci, fırın ve tenekeci vb faaliyetleri sürdürürlerdi… Kim hatırlıyor şimdi, sanki sürekli muhtarımız gibiymiş olan Kadim Muhtar Ali Tunar’ı… Kahveci Yahya’nın kahve kokusunun tüm alanı kaplamasını. Hele yaz aylarında başta Ovacıklı üreticiler olmak üzere, üreticilerin getirdiği yüzlerce köfün kavun ve karpuzun ve diğer tüm sebze ve meyvelerin doldurduğu alanın güzelliğini… Taa başından beri üretici halin yöneticisi, İbrahim Gören’in (manav İbrahim) sesinin tüm alanı kapladığı günleri kim hatırlamaz… Yaz, Balin Otel…Yaz Mantolu… Gözlerimizin dolarak, hafızalarımızın huzur bularak hatırladığı bu günleri yaşamamızı engelleyen, bu yıkım ve deniz dolduran zihniyeti de nasıl anacağımıza karar veremiyoruz, cahillik mi, öngörüsüzlükmü, tarihbilmezlikmi, yoksa necip milletimizin hasleti rantçılık mı, artık herkes kendi kararını verecek… Peki, mezkûr büyüklerimizden hayatta olanları, en azından sıralanan bu yapılanların yanlış olduğu idrakine erenlerin, başka konularda aynı zihniyeti halen sürdürüyor olmasının izahı nasıl yapılacaktır… Aklın ve vicdanın dama dediği noktadayız, artık yeni hamle yapılamaz durumdadır ne yazık ki… 

Han’ın; Otobüs garajı, Yazlık sinema, Üretici Toptancı Hali’ne gelen üreticilerin hayvanlarının bağlama yeri olarak kullanıldığı uzun yıllar… Bizim kuşak ve öncekilerinin, otobüs yazıhanesi olarak kullanılan yerden bilet alarak yine Han’ın oldukça büyük avlusunda bekleyen otobüslere bindikleri bir alan olduğunu kimler nemli gözlerle anıyordur, kimler ana giriş kapısına kocaman bezden bir örtü çekilerek kapatılan ve yazlık sinema olduğu dönemi hatırlıyor ve seslerini duyduğu, dönemin önemli aktrist ve aktörlerinin duydukları seslerine vücut vermek adına perdeye sessizce yaklaşıp perdenin kenarından karşıdaki beyaz duvara baktıklarını hatırlıyorlardır… Kimler ünlü “Kahraman” testereleri ve bıçaklarının neden artık üretilemediğine hayıflanıyordur… Kimler şimdilerde, taaa Niğde’den gelen ünlü “Niğde Gazozu”nu içerken “Somalı Gazozlarını” hatırlıyordur… Kimler Bekir Usta’nın mis gibi kokan “nohut hamuru” ekmeklerini ve gevreklerini hatırlıyordur…

Hatıra… Hatıra… Erbaplarının, hatıralar ve hatırlananlar üzerinden yarattığı turizm figürleri, umarım ki günümüze ışık tutar dilekleri sunmaya devam…

 

Cuma, Mayıs 02, 2014

HARALOMBOS KİLİSESİ


Çeşme Belediyesi tarafından 1990’lı yılların başında yeniden düzenlenerek kongre ve sergi merkezi olarak hizmete sunulan “Haralombos Kilisesi”, mezkûr yıllarda yine bir sergi için tahsis edildiğinde, emekli öğretmenler sergide görev almaktadırlar. Yeni işlevler için tahsis edilen bu dini mabetteki sergiye gelenlerin binanın yapımına ve tarihçesine yönelik sorular karşısında gerekli bilginin olmaması nedeniyle Belediye ilgili birimine gidilir bilgi edinmek adına, ancak görülür ki düzenlemeyi yapan makamın da yeterli bir bilgisi yoktur. Aynı soru ile Turizm Müdürlüğü, Müze ve Kale Müdürlüğü kapıları da ancak ne yazık ki kilise üzerine herhangi bir bilgiye ulaşılamaz. Bu süreçte başvurulan herkes konu ile ilgili bilgi sahibi olma ihtimali en yüksek kişinin, Hüsnü Karaman olabileceğini telaffuz etmiş ve bilahare de kendisine başvurulmuş, ne yazık ki onun da detaylı bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ama tarih ve kültür konularıyla ilgili bilgi edinme merakı yüksek olan Hüsnü arkadaşımız, o anda kendisine ziyarete gelen bir Yunanlı arkadaşının önerisi üzerine hemen İstanbul Fener Rum Patrikliğine bir yazı ile başvurur ve ellerindeki bilginin kendileri ile paylaşılması konusunda olabildiğince edebiyat parçalayarak ricada bulunur. Kendisine ulaşan cevabi yazının; bölgede çok miktarda kilise kaydı bulunuyor olması nedeniyle, mezkûr kilisenin bulunduğu yer için detaylı bilgi talebi ve teşekkür kelamları ile bezelidir. Bu müracaattan da murat edilen bilginin elde edilmesi adına bu sefer önce Çeşme Belediyesinden lokasyon bilgileri ve Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünden de alınan tapu kayıtları ile yeniden mezkûr makama başvurulur bu sefer de cevap verme nezaketi dahi gösterilmez. Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünde dönemin Müdürünün nazik ve görev anlayışı içindeki davranışı ile ilgili bilgileri Hüsnü arkadaşımıza verirken, eski Belediye Başkanlarından bir büyüğümüzde tesadüfen orada bulunmaktadır ve tarihe, kültüre ve geçmişe nasıl baktığını adeta tarihe not düşecek ve müstehzi bir şekilde, “Kilise ile bu kadar ilgileneceğine biraz da Camilerle ilgilen” diyerek meseleye duhul olmuş ve bilahare de Sakız Adasından bir restoratörün kilisenin ikonalarını bilabedel yapma önerisine de, kamunun öncelikleri arasında olmaması hasebiyle de olumsuz yanıt vermiştir. Bilahare Hüsnü Karaman arkadaşımız, halen Yunanistan da yaşayan ve konunun başlangıcına da tanık olan dostlarına müracaat eder ve nihayetinde yeterince ve anlaşılır bilgiye oradan gelen “ERITRAI” adını taşıyan bir kitaptan ulaşılır ve en azından mezkûr kilisenin 1832 tarihinde yapılmış olduğu gibi kesin bir bilgi başta olmak üzere daha başka bilgilere de ulaşılır. Oysaki aynı dönem itibari ile yukarıda referans edilen bu zihniyetin öncül ve ardıllarının tıpatıp benzer olması hasebiyle kayıt altına almamız gerekir ki; İzmir Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından 2001 tarihinde bastırmış olduğu “Çeşme Karaburun” adlı kitapta bile sadece laf olsun kabilinden yazılmış şu not bulunmaktadır; “yapılış tarihi kesin olmamakla birlikte 19. yüzyıl olduğu düşünülmektedir. Bazilikal planlı, üç nefli ve iki katlıdır. İkinci katında galeri bulunur. Yığma taştan bir yapıdır. Orta nefin üzeri tonozla geçilmiş çapraz tonozlar ile kapatılmış dıştan orta nefin çatısından aşağıda kalan ve ona dayanan düz damlı sundurma çatılar ile örtülmüştür. Tavanlarda ve apsislerde yer alan freskler alçı ile örtüldüğü için kısmen korunmuştur”. Görüldüğü üzere kocaman bir tarihten geriye sadece bu kadar yazılabiliyor oysaki Çeşme’nin geriye kalmış en önemli tarih, kültür ve turizm figürü için olan bu kilise için arşivleri ve yönetimleri elinde bulunduranların daha fazla bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Osmanlı Arşivlerine girilebilse ya da sıra bu konuya gelebilse, bu kilisenin yapımı, yapımcıları ve cemaati üzerine ciddi bilgilere ulaşılabilir görülmektedir. Örneğin; tevatür olarak güne gelen “kilisenin yapım ölçüleri ve planları için Bab-ı Ali’ye başvuran cemaat alınan izne ilaveten dönemin uygulaması gereği bina ölçüsünün iki ucu balmumu ile mühürlenerek kapatılmış bir şişedeki ölçü iplerinin daha uzunları ile değiştirilerek binanın verilen izin dışında bir ölçüye çıkarılmış olması” bilgisi konusunda bir tezahüre ulaşılabilir.

Bilindiği üzere; “Haralombos Kilisesi” çeşitli tarihlerde, Elektrik santralı, Belediye Otogarı, Belediye araç tamir atölyesi, Üretici toptancı hali, çeşitli dükkânlar gibi farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmış, şimdilerde ise sergi, müzik sunu ve konserleri için kullanılmaktadır. Bu kullanımlara tahsis edildiği 1960 öncesi bir dönemde, belki “gavur izi kalmasın” saikiyle belki de imar beklentisi gereği ile yıkım kararı alınır, DP’li belediye yönetimi tarafından… Yıkım başlar ve bugün artık binanın restore edilmiş halinde de bulunmayan “çan kulesinin” yıkılması tamamlandığında, geçen süre ve gerekli atık taşıma araçları ile gereken işçinin yarattığı maliyetin büyüklüğü ve zorluğu ya da dinamit gibi patlayıcıları kullanmanın riskli olması konusundaki zorluklar nedeniyle yıkım ileri bir tarihe ertelenir. Yıkım ile ilgili bu yaşananlar dönemin belediye meclis üyesi bir büyüğümüz tarafından aynen bu biçimiyle anlatılmış olup nihayetinde bir anı aktarımıdır, abartılı ve aksi bilgiler olup olmadığı bilinmemektedir.

Diğer taraftan; kilisenin son restorasyonları kapsamında güney bölümünde, şimdilerde yıkılmış olan eski Belediye pasajının bulunduğu alanda yapılan kazılarda, yukarıda referans edilen kitapta da bulunan mevcut kilisenin aslında kendisinden önceki ve tamamen yıkılmış bir kilisenin temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu konusunda iddia sahip olmamın, konunun uzmanı olmamam nedeniyle söz konusu olamayacağının altını özellikle çizerek, tüm bunları etrafında neler oluyor konusunda ve tarihine ve kültürüne gerçek anlamda ilgi duyan bir vatandaş duyarlılığı ile yazılmış yazı ve sorulmuş sorular olarak görerek, bilgi eksikliğini gidermeye çalışan biri kabulüyle, bu kabil bilgilerin ilgili makamlar tarafından toplanması ve derlenmesi ve halkımızın hizmetine güvenilir bilgiler haliyle sunulması gerektiğinin aşikâr olduğunu söyleyerek iktifa etmek istiyorum.

Çeşme’nin kamu tarafından kurulan “ilk elektrik santrali” bu kilisede kurulmuş olup dönem itibariyle sadece aydınlatma için ve karanlık çökmesiyle başlayan ve gece saat 23:00 ile sınırlı olan bir enerji üretimi söz konusudur. Şu anda ismini ne yazık ki anımsayamadığım ama “Sn. Bay” diye bir lakabı olan bir büyüğümüzün teknik sorumluluğunda çalıştırılan yine anımsayabildiğimiz kadarı ile “mak” marka dizel motor ile müteharrik bir jeneratör vardı. Üretilen elektrik, yaşanan dönemin ekonomisinin, teknolojisinin ve aklı baliğin konfordan azade ihtiyacın karşılanması ile iktifa edildiğinden, elektrik sadece aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Gece saat 23’e yaklaşınca, birkaç kez arka arkaya elektrik voltajının düşürülmesi marifetiyle insanlar uyarılır, kısa süre içinde elektrik enerjisinin kesileceği tebarüz ettirilir ve herkesin işini ve durumunu ayarlaması sağlanırdı. Soğutma suyu olarak, kilisenin kuzey ucunda ve kapalı alan dışındaki havuzda bulunan su kullanılır (ya da ben böyle hatırlıyorum) dizel motora buradan uzatılan borularla devridaim imkânı sağlanırdı.

Kilise ile ilgili, gerek anı gerekse de bilgi düzeyinde paylaşımlara önümüzdeki haftalarda da devam edeceğim, umarım tüm bu çabalar daha geniş bilgiye ulaşma ve varsa yanlış anımsamalarımızın düzeltilmesi çerçevesinde bir girişim olur.