Cumartesi, Mayıs 17, 2014

ÇAMLI PANSİYON


Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin, ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta, şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km, Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…

Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde, çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10 yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay, Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…

Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum… Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın, yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir andır…

Şimdi artık “Çamlı Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde, yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…

İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler, ihtiyaç sahiplerine…

Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne, insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de, tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir kez daha anıyoruz…

Hiç yorum yok: