
Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı
ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet
Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili
olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde,
çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert
plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği
kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u
ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10
yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay,
Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı
Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu
anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş
bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla
dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile
konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde
kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak
gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu
muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…
Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan
yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu
ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum…
Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın,
yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle
olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir
andır…
Şimdi artık “Çamlı
Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen
değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece
keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih
deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme
kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık
ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş
çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde,
yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…
İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki
değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha
ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı
pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan
ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki
örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel
yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu
adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu
malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı
getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri
üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler,
ihtiyaç sahiplerine…
Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım
yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin
genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne,
insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de,
tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu
oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku
bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse
daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen
ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir
kez daha anıyoruz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder