Çocukluğumuzdaki Çeşme, ne kadar da sessiz, ne kadar da dingin,
ne kadar da huzur verici imiş, ne yazık ki ademoğlu kaybetmeden değer veremiyor
ki, şimdilerde kimsenin hayal bile edemeyeceği düzeyde, mezkûr sıfatları hak
ettiği dönemidir şüphesiz… Ovacık yolu ile Çiftlik yolunun kesiştiği nokta,
şimdilerde olduğu gibi denizi doldurma gibi bir cinliğin icat edilmediği, rantın
gözleri bu kadar karartmadığı zaman, Ovacık köyü 5 km , Çiftlik köyü 5 km levhalarının tam
karşısında, deniz kenarına denk gelen bölümde, yaşlı, heybetli ve gölgesi bol
çam ağacının bahçesini süslediği, bahçeden büyük ve geniş taş merdivenle konut
ve sonraları pansiyon olarak kullanılan üst katına çıkılan, yarı batar
vaziyetteki zemin katın ise depo olarak kullanıldığı, muhteşem bir bina
bulunurdu… Mezkûr bina, Çeşme’nin Osmanlı döneminde Müslüman bölümünde, dönem
itibariyle bizim gözümüzde, şimdilerde ise aklımızda “Çamlı Pansiyon” olarak yer etmiştir ve de öyle de kalacaktır. Bir
tarafı ile Çiftlik yoluna diğer tarafı ile Ovacık yoluna cepheli, yön
levhalarını sürekli değiştirdiğimiz ve az sayıda da olsa misafirlerini, Çiftlik
diye Ovacık’a, Ovacık diye Çiftlik’e gönderdiğimiz sapakta, Ovacık yolu
girişinin hemen solunda yer alan, mezar taşlarının bugün bile birer mermer işçiliği
sanatı olarak hatırladığımız Osmanlı dönemi mezarlığının ki; bir sabah Belediye
tarafından, dönemin Belediye Başkanı büyüğümüz Hulusi Öztin’in de başında bulunduğu
ekibin yönlendirdiği iş makineleri ile artık arsa olarak hizmet vermeye
hazırlanan, bir alanın karşısında bulunmakta idi… Mezkûr mezarlığın tahribi ile
birlikte, alanda bulunan ve adını “akar” diye hatırladığım bir su mahzeni ile
buradan da taşan suların denize akması için bir küçük dere de ebediyete havale
edilmiştir ne yazık ki, derenin hemen denize ulaştığı yerin sağında geniş bir
çayır ile kaplı alan ve ortasında bir adet beyaz dut ağacı bulunurdu, bu
çayırda rüzgârın az olduğu zamanlarda futbol veya voleybol oynadığımızı
hatırlıyorum. Şimdilerde, ancak köşesinde arda kalan birkaç mezarın bulunduğu
bir hale dönüşmüş olan bu mezarlıkta, ne kabil mermer işçiliğinden bahis
edildiğinin örneği olabilecek mezar taşlarını hala görmek mümkündür. Hemen
yanında Ülker Hanımın ahşap panjurlu, hayalimi küçük ama muhteşem bir ev olarak
süsleyen, hele kendisinin üst katın penceresinden etrafa baktığı, bizlere
uzaktan gelenin kim olduğunu ya da bizim kimin çocuğu olduğumuzu, merak
ettiğini, öğrenemese meraktan çatlayabileceği izlenimi vererek sorduğu
sorularla, pencerede bulunuşunu dün gibi anımsıyorum… Yolun diğer tarafında
ise, “Beyaz Saçlı” lakabı ile maruf ve Ender, Ateş, Aslan, Gönül Gönüllü’nün
annelerine ait, üst katında deniz manzaralı kocaman bir terası olan bir ev
vardı… Ovacık yoluna girince, Çelebi ailesine ait Osmanlı mimarisinin hâkim
olduğu, yine ahşap panjurlu harika bir evi asla unutamadık… Daha ilerideki
bahçeler içinde ve bahçe sahiplerine ait bağdadi yapılardan bir sonraki yazımda
bahsetmek üzere şimdilik Ovacık yolu tarafı ile ilgili anlatımı
sonlandırıyorum… Çiftlik tarafında ise, bugün hala ayakta ama son demlerini
yaşadığı her halinden belli, şimdi ismini anımsayamadığım ama herkesin tarifler
iken kullandığı, Burunsuz Doktor lakabı ile maruf bir büyüğümüzün (umarım bu
tarifte kırıcı ya da üzücü bir hata yapmıyorumdur) hala restore edilip hayata
döndürülecek durumda bir evi bulunmaktadır. Bunun dışında Kasap Mehmet
büyüğümüzün, büyük, azametli ama aynı evsafta bir evi bulunmakta iken şimdilerde
sadece hayallerimizi süslemektedir. Biraz ileride ise, yine şimdilerde yerinde
yel esen köprübaşında, bugün ancak çok kötü bir kopyasının tıpkı yapımı ile
ayakta duran bir tarihi su çeşmesi, yine hemen yanı başında yüksek ve yaşlı bir
çam ağacı bulunmakta idi ki Çiftlik dolmuşu için “Çam” durağı olarak anılırdı…
Yazı konumuzu oluşturan “Çamlı Pansiyon” hatırladığım kadarı
ile şimdilerde Çeşme’yi merkeze alan roman ve hikâyeler yazan ünlü yazar Mehmet
Culum ve kardeşi Hüsnü ve annelerine ait idi ve etrafı taş duvar ile çevrili
olup, binanın tam arkasına denk gelen denizde, yosunlarla kaplı olan bölümünde,
çocukluğumuzun ilk tekesakal’ı (küçük karides), bugünlerde kullanılan ve sert
plastikten imal edilmiş olan ama o dönem bizim kendimizin imal ettiği
kargılı-kamışlı dediğimiz alet ile yakaladığımız ilk ısparoz’u, ilk ahtapot’u
ile tanıştığımızı söylemeden geçmek tarifte eksik kalmamıza neden olur. 10
yıllık bir yaş dilimi içinde bulunan; Ateş ve Aslan Gönüllü, Ali Rıza Sağırbay,
Zafer ve Danış Sağırbay, Halim Oranlı, Osman Kabasakal, Mustafa Özşahin, Tapıştı
Mustafa, Latif, Ali ve Kelami Çelebi, Ömer Tütüncüoğlu başta olmak üzere, şu
anda ismini anımsayamadığım için diğerleri beni bağışlasınlar, büyüklü küçüklü geniş
bir arkadaş grubunun, deniz, balık, futbol ve hayat üstüne muhabbetlerinin hayranlıkla
dinleyicisi olmak zevkini yaşadık… Dönemin sonlarına doğru, nasıl bir amaç ile
konulduğunu şu an anımsayamadığım büyük bir siyah duba vardı, hele onun üstünde
kendi akranlarım Danış Sağırbay, Mustafa Özşahin, Mustafa Sağdıç, Nuri Özocak
gibi arkadaşlarımla denize girdikten sonra, üstünde oturur iken yapılan koyu
muhabbetlerin, şimdilerde hayali bile cihana değer…
Anımsıyor olmanın bile büyük bir keyif yaşattığı “Çamlı Pansiyonda”; maalesef yaşanan
yangın hayatımda gördüğüm ilk yangın idi ve Çeşme Belediyesinin sahip olduğu
ilk itfaiye aracını ve çalışmasını yine o günlerde ilk defa görmüş oldum…
Hatırladığım kadarı ile itfaiye aracını kullanan büyüğümüz Fehmi Karababa’nın,
yangında deniz suyumu, kuyu suyumu kullanılması gerektiği üstüne, şimdi kiminle
olduğunu anımsayamadığım, hararetli tartışma, aklımda kalan enteresan bir
andır…
Şimdi artık “Çamlı
Pansiyon” yok, keşke olsaydı, keşke olabilseydi ama yok… Dönemin yükselen
değeri eskileri yıkmak olduğuna göre, kimseye kızacak halimiz olamıyor, sadece
keşke olmasa idi deyip duruyoruz… Şehir korumak deyince, burun kıvrılan, tarih
deyince sadece işin edebiyatı yapılan, şehir yıkıp yeniden yapmayı ilerleme
kabul eden ilk ve tek batılı ülke olma yolunda koşar adım ilerliyoruz. Ne yazık
ki hala, deve dişi gibi yöneticilerimiz, işlerine geldiği zaman “ne var 3 taş
çıkmış tarih diyorlar, projemizi yedirmeyiz” hafifliğinde yaklaşımlar içinde,
yönetmeye devam ediyorlar, canım Yurdumu…
İçinde yaşanılan sistemi asla uygun bulmamama rağmen, mademki
değiştirilemiyor ve mademki buna ve sonuçlarına katlanılacak, neden acaba daha
ılımlı bir hale getirilemiyor, örneğin “çamlı
pansiyon” gibi değerlere özel mülkiyet ve ekonomik hak gaspı oluşmaması, yıkmadan
ama mülkiyet sahibini de mağdur etmeden bir çözüm bulunamaz mı, tıpkı batıdaki
örneklerinde olduğu üzere… Örneğin, yeni imara açılan bölgelerden yerel
yönetimlerce, ortak kullanımlar için, vatandaşın hakkının minimum %40’ına kamu
adına el konuluyor, bu vatandaştan el konulmak suretiyle yeni ihdas edilen kamu
malından, bu kabil ev sahiplerine verin bir kısmını ve eskilere koruma şartı
getirin, olamaz mı? Ben konunun uzmanı olmadığım için fazlaca öneri
üretemiyorum ama konunun uzmanlarına sorulursa, yüzlerce yöntem aktarıverirler,
ihtiyaç sahiplerine…
Bir kenti yönetmek, görev süresi boyunca yol ve kaldırım
yapmak, çöp toplamak, vergi almak değildir. Bunlar elbette yerel yönetimlerin
genel sorumluluklarıdır ancak bir kenti yönetmek, o kentin tarihine, kültürüne,
insanına ve geleceğine sahip çıkmak demektir. Bu anlayışın bir tezahürü de,
tarihi değerleri çağdaş kent yaşamıyla bütünleştirmek, kent kimliği ve ruhu
oluşturan değerleri, yok etmemek, kanuni boşluklarına sığınarak mülkiyet hukuku
bahanesi arkasına geçerek yok olmasına seyirci olmamak, tam tersine mümkünse
daha alımlı ve anlamlı hale getirmek olmalıdır. Bu vesile ile yazıda ismi geçen
ve kaybettiğimiz büyüklerimizi rahmetle, tüm diğerlerini de selamlarımızla bir
kez daha anıyoruz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder