Cuma, Kasım 30, 2018

SOSYAL KONUT


Çeşme Belediyesi dar gelirli ve konutu olmayan vatandaşlar için gerçekleştireceği sosyal konut projesi hakkında bilgi verdi. Spot başlık bu… Harika bir haber değil mi? Zamanlaması dışında alkış… Zamanlamada sıkıntı ne derseniz, aynısının tıpkısı Çeşme TOKİ’nin uygulaması diye cevap vereceğim… Siz anladınız kast-ı mahsusu… Şimdi gelelim, neden bu konu üstüne kelam etme gereğine, geçenlerde, 775 sayılı yasa ile arsa tahsisi yapılarak kurulan bir konut yapı kooperatifi başkanı arkadaşımız ile bir muhabbetimizde sıkça geçen bu “sosyal konut” terminoloji üstüne derin bir mütalaa… Anladığım kadarı ile toplumda, geniş ve yaygın bir şekilde kafa karışıklığı ve sonuçta da anlam ve anlama karışıklığı bulunmaktadır. Yaygın bir biçimde, konut yapı kooperatifi, toplu konut ve sosyal konut birbirine karışmaktadır… Bu anlamda konunun etimolojisi ve dilbilim felsefesi üstüne ve semantik açıdan ayrıntılarına pratik değerler üstünden girerek, kafa karışıklığına son verilmesine ve billurize olmasına yardım edecek fikri köşe taşları koyarak özetleyelim…

“Sosyal konut” denilince evvel emirde akla gelecek şey mülkiyet tahsisi değildir, olmamalıdır, olamaz da, kullanım tahsisi olmalıdır, olur da... Yoksa siz kafanıza göre sözcüklere anlam yüklerseniz, uluslararası kabul görmüş anlamlarla oynarsanız, her şeyi yaparsınız, yapıyorsunuz da… TOKİ toplu konut inşaatları yapıyor, satıyor, ama ucuz satıyor, ucuz ya, adına da sosyal konut diyor, elini tutan, dilini bağlayan mı var, istediğini yapar istediğin adı verir, istediğin anlamı yüklersin, al sana ben yaptım oldu… İşinize gelince uluslararası norm ve sözleri kullanacaksınız, işinize gelmediği zaman kullanmayacağız, yok öyle şey… Yani neymiş kısaca; sosyal konutlar aynı zamanda toplu konuttur ama her toplu konut sosyal konut değildir ve ne yazık ki canım yurdumdaki hiçbir toplu konut sosyal konut değildir. Sosyal konuta uzaktan benzeyen ama bize özgü sosyal konut modeli de “lojman”lar olmuştur. Sosyal konut sahibi olmanın yegâne ve olmazsa olmaz koşulu önce sosyal devlet olmaktan geçer…

Yaşadığımız dönemin en olumsuz gelişmesi ne yazık ki, kontrolsüz nüfus artışıdır ve hızlı gelişen kentler ama yine ne yazık ki çarpık gelişen. Kapitalizmin yüce çıkarları uğruna kentlerin kapısına yığılan kitleler, kentleşme üzerinde olumsuz etkiler yaratır iken, ciddi manada konut sorununu da dayatmaktadır. Bir tarafı ile ucuz emek teminine yönelik teşvikler, hem de “köylülüğü azaltıyoruz” teraneleri ile köyler boşaltılır bir manada tarım ve hayvancılık çöker iken diğer tarafı ile de kentler çökmektedir, az sayıdaki yaşanabilir konut, yeni gelenler için ikamet adına hayaldir, hemen araya emlak ve konut tacirleri ya da bunların tekelci tezahürleri devreye girer, toplu konut, yapı kooperatifleri, ucuz konut gibi hemen hemen hepsinin içeriği aynı ama maksat inşaat sektörü yaşasın ve yücelsin kabilinden yaklaşımlar kutsanır. Bir de siyasi ikbal ve hırs devreye girince bütün bu tanımlamaların önüne koyarsın bir “sosyal” kelimesi, al sana sosyal konut… Kırsalın kente akışı ile oluşan kır-kentler, sadece zamanın ruhuna uygun üretim ilişkilerinin doğmasına değil aynı zamanda aynı ruha uygun sosyal doku da oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafı ile ekonomik değişime mütenasip sosyal değişim tezahürü oluşurken diğer tarafı ile de ve devamla göç ve barınma sarmalının büyümesine neden olunarak yoksulluğun tehdit haline gelmesinin önüne geçilmek adına “yoksulluğun yönetilmesi” prensibi harekete geçirilip, “dünyada mekân, ahirette iman” kültürü ihdası mucibince sosyal konut uygulamaları farklı farklı biçimleri ile uygulanmaya başlamıştır.

Sosyal konut fikri ve uygulaması, başta Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm Avrupa’da yaygın olarak görülmüş ve ihtiyaç sahibine rant yaratmadan, asgari düzeyde sağlıklı yaşanabilir konut tahsisine dayalı bir sistemdir. Sosyal konut tahsisi yapamayan kimi sosyal devletler ise ayrım gözetmeksizin kira desteği yapmaktadırlar. Mezkûr konutlar ya direk devlet tarafından inşa edilir ya da inşa edilmiş konutlar devlet tarafından satın alınır ve tahsise geçilir. Asıl olan kurumsal manada sosyal devlet olmanın gereğidir, yoksa yandaşa yaranma değildir, Allah muhafaza, aksi taktirde arsa tahsisinde, bina yapımında ya da kura çekiminde yaranma güdüsü sistemi esir alır. Şimdi 70’li yıllarda gecekondu yapımlarına, direnişlerine katılanlar iyi bilir bu işlerin sonuçlarını, yani gecekonduculardan rantiye sınıfı nasıl yaratılır kültünü… Hülasa “sosyal konut” konut edinme, tahsis ve işletme hak ve yetkisinin kamuda olmasıdır aksi taktirde sosyal kıyak çukuruna düşülmesi kaçınılmazdır. Tabiidir şüphesiz, kuralları iyi tespit edilmiş, tahsis, ücretlendirme ilkeleri iyi ve net belirlenmiş olmalıdır ilaveten de bağımsız ve bağlantısız hukuk güvencesi denetimine de açık olmalıdır, aksi taktirde her iktidar değişikliğinde şimdi biz geldik, bizim ihtiyaç sahipleri kullanacaktır gibi subuk sonuçlar doğurur, maazallah…

Ben iddia ediyorum; bugün hüsnüniyetle yola çıkılan bu kabil uygulamalar, hele de bahçeli ve tek katlı yapılar ise, bir vade sonra farklı siyasi mülahazalarla farklı siyasi güçler tarafından behemehal, hak kaybı telakkileri ile plan notları değişimine, olmadı emsal uygulamalar gerekçeleri ile tek bağımsız bölümlü, bahçeli güzel yapılar yerine, 3 katlı 6 ile 9 bağımsız bölümlü sonuçlar elde edilir… Yaşananlar yaşanacakların garantisidir. Plan notunu değiştiremezsek, imar savaşı olmadı imar barışı o da olmadı, muhakkak oldurulacak bir yol bulur efsane abilerimiz elham… Haydi diyelim çok katı kurallar ile izlendi ve plan tadilatına engel olundu, peki, satış yolu ile yaratılan büyük değer artışının adı da rant olmayacak mı? Aaaa ben mi ne düşünüyorum, bir ülkede geçim derdi çeken ya da geçinme zorluğu yaşayan insanlar var ise, ne düşüneyim… Yanlışı temizlemenin yolu bellidir…

Konut kooperatifi, Toplu konut ile sosyal konut karıştırılırsa ne mi olur? Aha da böyle olur… Bilinsin istedim… Anlamak ama yanlış anlamakta mahir necip milletimiz…

Son söz; yalanın ve algı yaratmanın deha büyükbabası Joseph Göebbels’in; “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.”

Cumartesi, Kasım 24, 2018

ÇEŞME’YE OTOPARK


Bir kez daha seçim sath-ı mailine girdik, evet, her partiden aday bolluğu bir kez önümüzde, demokrasi şenliği diyelim… Bir politikacının, talip olduğu makamın icap ve icraatlarına uygun projeler düşünmesi ve bunları vaat etmesi son derecede takdire şayandır, üstünde çok çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs… Bu yerel seçim ya, haydi yerelimizin vaatlerine peşrevsiz hatta pervasız dalalım, Sosyal Demokrat cenahta müthiş bir iddia ile “Çeşme’nin acil sorunu otopark” yaklaşımı yine başköşe… Kimisi Çeşme’ye 2 adet yeraltı otoparkı, kimisi kentin karakteri sayılan stadı yıkıyor, alta otopark üste Pazar, kimisi Karokori Dağının altını otopark yapıyor, vay ki vay… Şimdi sorunun adı da kondu, otopark, peki böyle bir sorunu var mı gerçekten yerelimizin yoksa konu araçların park edilmesi sorunu mu var, konu biraz karışık… Kimi ticareti bu kabil bir yaklaşımla canlandıracağını iddia ediyor kimi araç sahiplerini rahatlatacağız iddiasında… Hayırlara vesile olsun…

Anlaşılan o ki; çağdaş şehircilik anlayışı gereği şehir içinin insana tahsis edilmesi gereği ile pek ilgili değiller ya da bilmiyorlar ya da, ya da… Esasen sorun şurada, kentin özellikle de “Çarşının ve sahilin” insana mı yoksa taşıtlara mı tahsis edileceği, tercih yapılması gereken tam da budur. Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık ve mevsimine göre atlı ya da akülü araçlarla insanlar merkeze taşınmalı… Şehrin içinde zaten yeterince gürültü ve egzoz kirliliği bulunmaktadır. Gelişmiş ve insana önem veren hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi anlamsız, lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taşıt trafiğine rağmen… Nedir bu katlı otopark yapacağım ısrar ve inadı anlaşılmaz, ya be arkadaş bu katlı otopark yapmanın, ekonomik, sosyal maliyetini bilir misiniz?

Gelelim çarşıya ve sahile asansörlerle ve yürüyen merdivenlerle çıkılacak yeraltı katlı otoparkları yapımının anlamsızlığına, neresinden başlayayım, yatırım tarafı mı, yatırımın finansman tarafı mı, işletme tarafı mı, çağdaş şehirciliğe aykırılığı mı, “hak ve b.k kurtarma” meselesi mi, vs vs… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Bey gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır. Çeşme’nin ticari faaliyetinin oluştuğu alanın yaklaşık 1,86 km2 olduğunu bilelim ve bu alandaki bir noktadan diğer noktaya yaklaşık en uzun mesafenin 1 km olduğunu düşünürsek durumun ve yaklaşımın vahameti anlaşılacaktır. Unutmayın ki, necip Milletimizin 5. Kattaki evine bile araba ile ulaşması sevdası son 35 yılda bel kalınlığımızı 30 cm arttırmıştır. Manevra alanları, yaklaşım yolları, servis alanları, hizmet alanları vs hariç binek otomobiller için en az 25 m2 alana ihtiyacınız var… Kolay otopark yeri bulacak diye vatandaş, bu kolay park alanına ulaşana kadar canı çıkacak, yoksa yeni yollar mı planlanıyor, yeni yollar istimlakler ile mi hazırlanacak; yoksa tüneller ile mi ulaşılacak, gibi basit sorulara cevap hazırlayın öncelikle… Üstüne üstlük egzoz gazı ve gürültü kirliliği karımız olacaktır. Diğer taraftan Çeşme gibi zor bir jeolojide yapılacak yeraltı çok katlı otoparklar, inşaatı, istimlaki, işletmesi ile birlikte hiç te kolay olmayacaktır, o zaman YİD modeli mi devreye girecek, park edecek araç sayısı garantisi mi verilecek, ne olacak, vs vs… Herkes konuşuyor, aaaa yapılamaz mı, çok şükür içinde bulunmaktan mutlu olduğum İnşaat Mühendisliği için hayal edilebilen her şey teknik olarak yapılabilir noktasındadır ancak hak ile b.k kıyası çok önemlidir… Peki bu yaklaşımla; şu andaki Belediye Başkanının seçilir seçilmez “Çeşme içerisindeki otoparklar ücretsizdir” sözü yeraltı çok katlı otoparkları için de geçerli olacak mı?… Halkımızın kullandığı çok önemli bir atalar sözü var; “ayranı yok içmeye, atla gider tuvalete” … Yahu Allah aşkına biraz hesap, biraz kitap… Metazori toplanan vergilerle ya da gelecekte tahakkuk edecek vergilerle ya da yeni ihdas edilecek vergilerle bunu bize yapmayın, ya da YİD modeli ile yapmayın sonra başkalarına yaptığınız eleştirileri size yaparlar… Bu şehir içinde yeraltı otoparkı sevdasından vazgeçin, bakın demedi demeyin, sonra çalıştıramayacaksınız, harcanan paralara mı yanacağız, kandırılmış olmaya mı yanacağız, neye yanacağız. Yahu bırakın bu sevdayı… Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yummasının yolu açılır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Dün şimdiki “Marinanın” bulunduğu yeri doldurma işlemi eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmek demektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır. Yahu şu “su” ve “kanalizasyon” işini bir çözün, Büyükşehir’e gönderme yapmadan, “ama” demeden, “sorumluluk bizde değil” demeden, sakın “su eksiği mi var” demeyin, kalitesi, iletim hatları ve sağlıklı su temini çok sıkıntılı biliyorum, biliyorsunuz, biliyor, biliyoruz, biliyorsunuz, biliyorlar…

Vallahi anlayamıyorum, memleketimizin dört bir yanını Melih Bey modeli teslim almaya başladı, o da dalga geçer gibi alt geçitler yaptı hatta dalga geçmeyi o kadar subuklaştırdı ki, İsviçre’ye gidip çevre yollarındaki alt geçitlerin filmini çekip şehir içi imiş gibi servis etti…  Bırakın Allah aşkına bu rol modeli, kendiniz olun, yerel işler ile ilgilenin, sosyal gelişimi ile ilgilenin, kütüphaneler yapın, kitap dağıtın, festivaller yapın, insanlar görüşsün konuşsun eğlensin… Bence Çeşme artık sınıra gelmiştir, artık bir şey yapmayın, şu ana kadar yapılan abuklukları temizleyerek ve düzelterek zamanınızı geçirin, sosyal projelere ağırlık verin, yahu Allahaşkına bir kütüphane yapın, başka bir şey yapmayın Çeşme’yi sadece koruyun… Koruyun, koruyun, koruyun…

Salı, Kasım 13, 2018

PARA


Üretimin ve tüketimin temsili ve itibari karşılığı olarak, hukuki ve ekonomik mesnetleri “Devletler” aracılığı ile tesis edilen bir değişim aracı olarak “para” bir ödeme ve değişim vasıtası olup malı ya da emeği ya da herhangi bir değeri fiyatlandırma ve ölçme aracıdır. Tarifimizden de anlaşılacağı üzere itibari bir değer taşır ve ülkedeki tüm mal, hizmet ve değerler bütününün fiyatlandırılmasında siyasi otoritenin aritmetik gerçeklerine istinaden rakamsallaştırılır ve tedavüle sürülür. Konu bu kadar basittir, siz bakmayın öyle, sözde ekonomistler, bankacılar ve milletin cebinden parayı nasıl alırım diye kafa yoranların, kafa karıştırılacak sayıda kelime üretmiş olmasına, durum “ne kadar ekmek o kadar köfte” kadar sarih ve sadedir. Nedir, değişim aracı, fiyatlandırma aracı, değerleme aracı, peki değişecek üretiminiz yoksa, değerlendirilecek mal ve hizmetiniz yoksa, fiyatlanacak bir değeriniz yoksa, ne olacak… Hava cıva… Peki hukuki ve iktisadi istinadı ve geçerliliği siyasi otoritelerce tayin olunduğu basım ve tedavül işi ve gücü bulunan bu faaliyetin mezkûr basımın değerlemesi nasıl yapılır, tabii ki de sahip olunan mallar ve hizmetler üzerinden. Ne diyor; Kızılderili Şefi Seattle taaa 1853 yılında,

“Beyaz adam Annesi toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı tatlı sesler ve bir kelebeğin kanat çırpınışları duyulamaz. Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.”

Diğer taraftan; “köpeğe atsan yemez” diye nitelenen para kesinlikle ve daima, gerek basım gerek tedavüle sürme ve de gerekse de kullanımda kanun mecburiyetine dayalı bir mekanizma ile ayakta kalır, aksi taktirde bölge ya da şehir ya da kişiye göre farklı para kullanımlarına şahitlik etmek mümkün olabilecektir. Rasyonel açıdan da bakıldığında değerleme aracı olarak, fiyatlama ve değerleme sisteminin aritmetik figürü, değişim aracı olarak; ticari faaliyetlerin hızını arttırır, üretimde verimlilik ve planlama imkânı sağlar iken, değer birikim aracı olarak ta yaratılan değerin biriktirilmesinin ve de değerin korunmasının aritmetik figürü olmaktadır. Bu kadar teorik yaklaşım ile iktifa edip, susuyorum bu manada, artık söz konunun ilgilisi ağır abilerde olsun…

Para ile ilgili yüzlerce söz vardır, bilindiği üzere; “para ile imanın kimde olduğu bilinmez”, “paran çoksa kefil, vaktin çoksa şahit ol”, “paranın yüzü sıcaktır”, “para parayı çeker”, “parayı veren düdüğü çalar”, “para her kapıyı açar” vb gibi… Para üstüne yerli ya da yabancı bir dolu şarkı yapılmıştır, Rüçhan Çamay’ın “para, para, para” ve ünlü İsveçli grup Abba’nın “Money, Money, Money” adlı parçaları hemen aklıma gelenlerdir. Ne demiş ünlü Fransız İmparator; Napolyon “para, para, para” işte o para ile ilgili bir dolu da şehir efsanesi vardır; para ile sigara yakanlar, para ile poposunu temizleyenler, para ile soba yakıp ısınanlar, vs vs…

Ama paranın bir kağıt parçası olduğunu; Suudi Arabistan’ın Katar’a uyguladığı kısa süreli gıda ambargosu döneminde bir kez daha anladık, daha doğrusu anlamak isteyenler anladı, anlamayanlara sivrisinek saz olmaya devam etti, yok efendim kişi başına düşen gelir 130.000 ABD Doları imiş, petrolleri varmış, doğalgaz rezervleri tahminleri patlatacak kadar çokmuş, eee ne oldu, aç kaldınız be adam denilemedi ne yazık ki… Dua etsinler bu fakir ülkeye de, Cumhurreisinin himmet ve inayeti ile birkaç uçak dolusu canlı hayvan gönderdiler ve kriz telefatsız atlatıldı, yoksa mazallah… Evet neymiş, paran olsa da biri sana domates vermiyorum, et vermiyorum, un vermiyorum deyince, para çorbası ya da petrol ekmeği yapamıyormuşsun, nokta, hatta 3 nokta…

Birde son dönemde milli para diye bir söz üretildi, vallahi süper, peki şimdi soru şu, milli paranız diyelim “dinar” ve elinizde sınırsız çünkü devletsiniz ve para basma hakkınızda sınırsız, para basma makinesi elinizde, sabah akşam basın biriktirin… Ve eğer para herşey ise, yurt dışına alıma çıkın alın istediğiniz kadar her şeyi, mümkün mü böyle bir şey, ilk ayak mümkün istediğiniz kadar basma hakkınız var da, dışarıda kimse onu iplemez… Peki böyle bir Pazar var mı, elinizde sizin değerli kıldığınız kâğıda değer veren bir Pazar var mı? Paranın değeri, kadri ve kudreti tarafınızın üretim kabiliyeti ile direk ve doğrudan ilgili, ne kaaaaa ekmek o kaaa köfte misali… Boşuna mı, dünyada en fazla mal üretenin parası değerli… Abi var mı domatesin, var mı buğdayın, var mı patatesin, var mı zeytinin, yani var mı üretimin kısacası, para tarafı kolay… Siz, siz olun bu para konusunda son yüzyılda kapitalizmin parlak ve cilalı temsilcilerinin ürettiği ve gerçek manada insanoğlunun %99 unun bilmediği terimlerle para oyunları yapılıyor olmasına, para ve mal tamamen birbirlerinin karşılığıdır, aksi takdirde örnekte olduğu gibi bas parayı al petrolü neden olmuyor peki, haydi ev ödevi düşünelim, neden… Bir de yok ABD Doları imiş, Yok Çin Doları imiş, yok Zimbabwe Doları imiş, benzeri pespaye akıl verici ve iç piyasadaki alkışçılara yönelik aslında dalga geçmeler var, inanılır gibi değil…

İlkokuldayız, yanılmıyorsam 2. Sınıf ve sınıfımızın haylaz ve haşarı çocuklarından Çekirge İbo ve Pejo Recep ile aynı sırada oturuyorum, o dönemdeki 25 kuruşluklar sarı renkli idi ve yeni gümüş renkli 25 kuruşluklar tedavüle henüz çıkmış ve biz hiç görmemişiz, derken dersin ortasında, İbo ile Recep tekme tokat birbirlerine girmesin mi? Öğretmen koştu geldi, mesele anlaşıldı, meğer Pejo Recep gümüş renkli 25 kuruş edinmiş, Çekirge İbo da göster demiş, gösterir göstermez de İbo gümüş renkli 25 kuruşu alıp, sarı renkli 25 kuruşu veriyor, paramı geriye ver, vermem derken, verirsin vermezsin, al sana kavga… Öğretmen, çocuklar fark etmez, ikisinin de değeri aynı, satın alma gücü aynı, çocuklar anlar mı? İlla da versin gümüş renkli 25 imi… Aman aman, siz, siz olun, çocukça yapılan bu naif hareketin, esiri olmayın, özetle bırakın çocukluğu da adam olun… Sahi paranın aritmetik figür olarak ifadesinin ya da renginin ne önemi var, paranın değeri ürettiğin mal, hizmet ve değerler bütünü kadardır, vesselam. Sahi, paradan 6 sıfır atınca ne oldu, para daha mı değerli oldu, ne olacak senin sahip olduğun değerlerinin de 6 sıfırı atılmış oldu, yani basit ilkokul hesabı...

 

Perşembe, Kasım 08, 2018

İMPARATOR


Böyle davrandıkça her şeyi arapsaçına çeviriyordu. Amcasının yetkilerini ele geçirir geçirmez, artık yönetiminde bulunan hazine parasını uluorta, keyifle saçıp savurmaya başladı... Ülkenin zenginliğinin tadına varan bu yabancılar, başkentin yolundan bir türlü uzaklaştırılamadılar. Ayrıca deniz kıyısında dalgaları kırabilecek yapılar için hiç çekinmeden büyük paralar harcadı. Deniz kıyısına kayalar ve taşlar yığdırdı, denizin saldırısını ve gücünü, zenginliğin gücüyle alt ermek istedi.

Ya işlemedikleri bir suçla itham ederek ya da dil döküp armağan ettiklerine inandırarak ülkenin bütün özel mülkünü kendi elinde topladı. Cinayetten mahkûm olanlar ya da başka bir ağır cürüm işleyenlerin çoğu, bütün mallarını devrederek cezadan kurtuldular. Komşularının toprağından gerekçesiz hak iddia edenler, hukuk yoluyla kendi lehlerine bir hüküm elde etmeyi imkânsız bulunca, anlaşmazlık konusu olan araziyi İmparator’a armağan edip işin içinden çıktılar. Hiçbir şey yitirmedikleri bu eli açıklık karşılığında, Majestelerine takdim edilebilmek lütfuna eriştiler ve düşmanlarından alabileceklerinden daha fazlasını yasadışı yollardan sağladılar. Burada, İmparator’un kişisel görünümünü anlatmak yerinde olur sanırım... Çekici, yuvarlak bir yüzü vardı ve iki günlük oruçtan sonra bile sağlıklı rengini korurdu. Kısaca genel görünümünü anlatmak gerekirse, daha önceki bir imparatorun oğluna yakın bir benzerliği vardı. Bu imparatorun canavarca işleri vatandaşlar üzerinde öyle bir iz yaratmıştı ki, bütün vücudunu kesip parçaladıkları halde kızgınlıklarını giderememişlerdi. Parlamento ayrıca bu imparatorun adının yazıtlardan silinmesine, heykel ve portrelerin ortadan kaldırılmasına karar vermişti.

İmparatorun dış görünüşü böyleydi. Niteliklerine gelince, uygun bir tanımlama yapmak benim yeteneğimin dışındadır. Çünkü hem şeytana uymaya hazır hem kolayca baştan çıkarılabilir bir huydaydı. Hem dolandırıcı hem aptaldı. Yanındakilere hiçbir zaman doğru bir şey söylemezdi. Söylediği şeylerse daima dürüstlükten uzak amaçlara yönelikti. Ama aynı zamanda onu aldatmak isteyenler için kolay lokmaydı. Doğuştan, birbirinden ayrılmaz biçimde ahmaklıkla hilekarlığın olağanüstü bir karışımıydı. Belki de Aristocu filozoflardan birinin yıllarca önce söylediklerinin bir örneğini görüyorduk: “Kimi zaman insan doğasındaki renklerin karışımı gibi karşıt nitelikler de bulunabilir” diyordu filozof. Bununla birlikte, tanımlamamı, doğru olduğuna inandığım gerçek örneklerle sınırlandırmam gerekir.

Her neyse, bu imparator, huyları bakımından gerçek düşüncelerini saklayan, düzenci, yüze gülücü, ağzı sıkı bir insandı. Gerçek görüşlerini örtmeyi çok iyi beceren ikiyüzlü bir kimseydi. Sevinç ya da üzüntü nedeniyle değil de, durumlar gerektirdiği zaman hemen gözyaşı dökebilirdi. Her zaman yalan söylerdi. Bu konuda dikkatsiz davranmaz, uyruklarıyla uğraşırken bile yalanlarını hem imzasıyla hem de en büyük yeminlerle onaylardı. Az önce yeminle inkâr eniği kusurlarını işkence altında açığa vuran tutsaklar gibi, yaptığı anlaşmaları da, verdiği sözleri de kısa zamanda unutuverirdi. Hain bir dost ve yorulmaz bir düşman gibi kendini tutkuyla cinayete ve soyguna adadı. Aşırı derecede kavgacı ve saman altından su yürüten bir insandı. Kolayca şeytan işi yollara sürüklenir, ama doğru yolu izlemesi gerektiği konusundaki her öğüde karşı çıkardı. Alçakça düzenler kurmakta ve bunları uygulamakta eli çabuktu. İyilik yapmaktansa içgüdüyle uzak dururdu.

İmparator'un niteliklerini anlatmak için insan yeteri kadar kelime bulamıyor. Bir insanın olamayacağı kadar günah işlemeye düşkün biriydi. Sanki doğa, insanlığın geri kalanından bütün şeytanlık eğilimlerini kaldırmış ve bu adamın ruhunda toplamıştı. Bütün bunların dışında, yalan suçlamaları dinlemeye ve hemencecik ceza uygulamaya hazırdı. Yargıya varmadan önce iddiaları inceleyeceği yerde, suçlamaları dinler dinlemez kararını açıklardı. Duraksamadan, kasabaların yakılması, kentlerin yerle bir edilmesi, ulusların tutsak edilmesi için ortada hiçbir neden yokken emirler verirdi. Biri çıkıp da ülkenin eskiden başına gelen felaketleri, İmparator’un sorumlu olduklarıyla karşılaştırırsa, eminim ki bütün geçmiş yüzyıllardakinden çok daha fazla insanın, bu tek adamın yönetiminde boğazlandığını görürdü. Başkalarının servetine hiç tereddütsüz, açıkça el koyar, kendine ait olmayan şeyleri ele geçirirken bir özür, bir gerekçe öne sürmeyi gerekli görmezdi. Ama ele geçirdiği servetleri, sanki bunlara karşı hiç ilgi duymadığını göstermek istermiş gibi, hovardaca harcar, hiç gerek yokken olası düşmanların ceplerini doldururdu. Kısacası ne kendi para tutar ne de dünyada başkasının parası olmasına göz yumardı. Sanki para hırsıyla değil de para sahibi olanlara karşı duyduğu hayranlık nedeniyle böyle davranıyordu. Böylece ülke toprağında zenginliği ya sakladı ve millet çapında bir yoksulluğun yaratıcısı oldu.

Evet; yukarıdaki satırlar Bizans tarihçisi Prokopios’un “Bizans’ın gizli Tarihi” adlı kitabından alınmış olup yahu dünyada ne imparatorlar varmış dedirtip dudak uçuklatırcasına bir serüvendir. Söz konusu imparator Justinianus olup aynı zamanda 1. Justinianus ya da Justinyen olarak ta bilinmektedir ve Bizans’ı 527 ile 565 tarihleri arasında yönetmiştir. Çok şükür bu kabil olaylar günümüzden 1.500 yıl öncesinde yaşanmış ve kalmıştır ve de çok şükür ki artık bu tür insanlar ülkeleri yönetmiyor lakin yine de bu yaşananların bugün yaşadığımız bir coğrafyada geçmiş olması itibariyle de enteresandır.