Pazartesi, Eylül 27, 2021

MUSİLAJ

 

Sen suyu kirlet sonra da dön; “Akan su kir tutmaz” de, sevsinler senin aklını. Kelamı bu haliyle söyleyince de durumun vebalinden yırtacağına inan, haydi oradan, derler adama, haydi oradan… Oysaki gördük; nasıl da kir tutuyormuş, tutuluyormuş, kir nasıl biriktiriliyormuş, biriktireceklerinden maada… Ama “plan değil pilava ihtiyaç vardır” diye uyduruk umdeler yaratıp milleti yanlış yönlendirenler, ki onlar aklı kendilerine yetmeyecek kadar kısa olanlardır ve ne yazık ki yüce rabbim onların  yönetim bahtını da çok açık tutuyor, demek ki… Demek ki Allah bunlara yürü ya kulum diyor… Kulakları bilime, gözleri bilim insanlarına kapatırsanız, geleceğiniz yer hiç şüphesiz ki burasıdır. Ve akan suyun bir yerde duracağını göremeyip, hesaplayamayıp, ettikleri kelamlara bakınca bize de bu tespitleri yapma hakkı doğuyor…

Güncel meselemiz, Marmara Denizindeki müsilaj ya, ahaaa da buraya yazıyorum, başta deniz deşarjı yapan kıyı belediyelerimiz ve akarsular marifeti ile denize atık su göndermekten asla ve kat’a geri durmayan şu partili ya da bu partili belediyelerin hepsi bu sonuçla bir gün karşılaşacaklardır. Ya kardeşim sen denize kocamannnnn bir “foseptik muamelesi yapacaksın” sonra bunların bir sonucu olmayacak diye umacaksın. Şüphesiz bu zevata da haksızlık etmeyelim, fizik dersinin ilkokul bilgisi olan basit havuz problemini dahi bilmeyen, kötüsü öğrenmek istemeyen, dahası biliyorsa da önemsemeyen ve de öteki dünyada fizik sorusu mu sorulacak diye “hakara kakara” şamatası yapan muhteremlere iğne ilaç kâr etmez… Aaaa sadece kendileri bu yarattıkları sonuçlardan etkileniyor olsa, bana ne deyip kenara çekileceğiz lakin en fazla biz olumsuz etkileniyoruz… Sürekli aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuçlar beklemenin ancak aptallara mahsus bir şey olduğunu umarım bir gün anlayacağız, işte bu noktada DY’u bulacağız, aksinin ise aynı filmin sürekli tekrarını izlemeye devam edeceğimizin teminatı olacağı aşikardır.

“Derin deniz deşarjı işlemi, yeterli arıtma kapasitesine sahip olduğu mühendislik çalışmaları ile tespit edilen alıcı ortamlarda denizin seyreltme ve doğal arıtma süreçlerinden faydalanmak amacıyla atıksuların sahillerden belirli uzaklıklarda deniz dibine boru ve difüzörlerle deşarj edilmesi” olarak tanımlanıyor ya, janjana bakar mısınız Allahaşkına, kim tespit etmiş “denizin” yeterli arıtma kapasitesi olduğunu, ama en güzel tanım da “alıcı ortam” dil deniz demeye varmıyor, Allah ıslah etmiyor bu zevatı, ne edek. Memlekete “derin deşarj” denilen bu abukluğu ne yazık ki Turgut Özal ve avenesi mühendisler kazandırmışlardır. Gerçi ondan önce de direk akarsulara ya da denizlere deşarj ediliyordu ya neyse… Her şeyin bir faturası olacağı akıllarına dahi gelmeyen bu zevatın ve benzerlerin ve de ardıllarının kaptanlığında gemi karaya vurmuş ama ne gam ne keder… 80’li yıllarla başlayan temelinde müteahhit kalkındırma programları sayılacak yöntemlerle deşarj tesisleri yapıldı ve hatta sonra sonuçlarının hafifletilmesi içinde tekrar para kazanırız vaat ve umudu ile eller ovuşturularak bu abuk oyuna devam edildi. Önceleri kapalı deniz olması bir yana, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinin pervasızca kirlettiği “Tuna Nehri” üzerinden kirlenen Karadeniz ve onun üzerinden Marmara bu işten ziyadesiyle zarar gördü. Marmara’nın önce balık çeşitliliği bilahare de bioçeşitliliği zarar gördükçe, bazı andevüller konuyu sadece önemsemez görünmek adına adeta dalga geçercesine gülüp geçtiler. Zannedildi ki Marmara sonsuz bir fosseptiktir ve orayı gözden çıkarınca sorun çözülecek… Bu rezalet sadece Marmara’da enterne edilebilse iyi de, Marmara’nın hem Karadeniz hem de Akdeniz üzerinden su akıntılarından ziyadesiyle etkilenmesi nedeniyle her bir denizimiz bundan zarar görecektir.

Denizler ve akarsular gözümüze bakarak can çekişirken gerek artışına verilen gaz ile gerekse de doğal artış ritmi mucibince artan nüfusa ve de diğer taraftan “konfor ve çağdaşlık” adına suyun gereğinden fazla kullanılmasından ve de çarpık hatta önlemsiz sanayileşme uğruna daha da batağa gidildiği aşikardır. Maalesef geri dönüşü, telafisi olmayan noktaya gidilmektedir. Aaaa, bu benim yazdıklarıma bakarak, siz bunun bir akarsu ve deniz kirletme yarışı olduğunu zannedersiniz, ama gerçekte öyle mi? Nerde, yarış kapitalizmin var olması ve gönenmesi adına yegâne beslenme kaynak ve depomuz toprağı da kirletiyoruz, havayı da kirletiyoruz dahası zehirliyoruz.

Tüm bu nedenlerden ötürü “derin deniz deşarjına” da “sığ deniz deşarjına” da karşı çıkmalıyız, ha çıkmamalıyız diyenler mi var, bunlar yönetici mi, bilime inanmayan ve bilimsel hiçbir veri ve iddiayı kabul etmeyen bunlara alkış mı tutacağız. Tabii ki bu bir serbest seçim, buyrun, lakin sonra neden böyle oluyor demeyin… Yok öyle “çevre çocuklarımızdan aldığımız emanettir” gibi janjanlı kelamlar etmek, haydi gereğini bir kez olsun yapın… Bilin sonuçları böyle olacak ve ağır faturayı hep beraber ödeyeceğiz.

Çare; az kirletmenin yöntemlerinin bulunması, kirletilenin de tekrar aynı şekilde kullanılabilir düzeye getirilerek arıtılmasındadır kanaatimce. Aaa, bunun yöntemi var mı, olmaması akla aykırıdır. İnancım ve bilgim o ki, akla gelen her şeyin çözümü vardır… Mühendislikteki teknik seviye budur yeter ki mühendislik ahlakını da mezkûr teknik seviye düzeyine çıkaralım… Peki umudum var mı, evet umutlu olmak istiyorum da, şartlar uygun değil galiba… Yani kapitalizmin geldiği nokta itibariyle, sınırsız üretelim, sınırsız satalım, sınırsız kazanalım basit ilkesi yani üretirken de tüketirken de sınırsız kazanalım uğruna doğadaki sınırsız gibi gördüğümüz her şeyin bir sınırı olduğunu ve bizim bunu sınırsız tükettiğimizi gözümüze daha nasıl sokabilir doğa, al gözüm seyreyle, musilaj…

Sakın unutmayalım; su yönetimi diye tutturan aklı selim mühendislere kulak verip, sahip olduğumuz her şeyi iyi, uygun ve idareli kullanmanın yöntemlerini bulup takip edelim. Mesela, hiç unutmayalım ki, giydiğimiz her bir “tshirt”ün, kullanılan pamuğun yetiştirilmesinden itibaren yaklaşık 2,5 ton suyu atık su haline getirdiğini… Gerçi doğa bize daha nasıl anlatacak kendisine verdiğimiz zararlarının karşılığını, seller, su baskınları, heyelanlar, nefes alınamayacak kadar hava kirliliği, depremler, toplu balık ve hayvan ölümleri, vs vs… Bir de denmiyor mu ki; mevzuatı geliştiriyoruz, uygun hale getiriyoruz, güler misin, ağlar mısın… Yahu, bu fahiş kirletmenize uygun mevzuat düzenleseniz ne olur düzenlemeseniz ne olur, yani mevzuata uygun kirlenme ve kirletme iyi midir diyeceğiz.

“Derin Deniz Deşarjını” ben kiri halı altına süpürmek gibi değerlendirip probleminin sonuçlarının ertelenmesi diye anlıyorum. Ama problem var ve var olmaya da devam edecek… Sadece bugünü kurtarmak adına palyatif çözüm… Derin Devlet uygulamalarının bile sonuçlarının gizlenemediği bir ortamda siz derin deniz deşarjının sonuçlarını nasıl gizleyeceksiniz… Azıcık akıllı olun…

 


Cumartesi, Eylül 18, 2021

KÖSTE’Lİ MİKİS

Köste yerine Dalyan ismi daha yönetilebilir ve reklama daha uygun olduğu için olsa gerek bizim “Köste Köyümüz” artık kullanılmaz oldu. Açıkçası bu ne zaman gerçekleşti tam hatırlamıyorum lakin çok muhtemel ki 1980’lerden sonra olmuştur. Dönem itibari ile her şeyin ters yüz, altüst edildiği bir dönemdir. Bilgisi, becerisi, tecrübesi ve kabiliyeti çok çok sınırlı olmasına rağmen belki de sınırla da ilgili yok, bilakis şahsi menfaatlerini müstevlilerin emelleri ile tevhit etmiş bir avuç silahlı kudret ve imkânı sınırsız olan, kulaklarını okyanus ötesine dayamış vaziyette memleketin kaderine el koymuştur. Artık; onlar, ellerindeki sınırsız silah gücünü kullanarak, anayasa, kanun, kanun hükmünde kararname, örf, adet, gelenek belirleme ve tanımlama hakkına haiz durumdadırlar. Ve Canım Yurdumu bir cehenneme, bir kaos ortamına çevirdiler. Mezkûr kaosun önemli detaylarından biri de şehir, köy, mahalle, sokak, dağ, ova vb isimlerinin değiştirilmesidir. Nesi bunları rahatsız etmişse artık, gerçi “ördek Mehmet” sendromuna duçar olanlara iğne ilaç kar etmez ya… Bu nasıl bir kompleks ise gayri…

Çeşme’nin Köste Köyü bu kapsamda; köyün marka değerini yükseltme adına hoppp Dalyan’a dönüşüverdi. Oysa “Dalyan” köyün o muhteşem koyunun balıkçılık yapmak üzere kullanma amacına matuf cüzüdür. O kocaman koyun daracık ağzının balık mevsimine münasip şekilde kapatılarak işletilmesi sayesinde ciddi bir balık üretimi vardır dönem itibari ile… Şimdilerde, oranın gelişen ve tercih edilen faaliyet alanına münasip şekilde yat limanı olarak kullanıldığı bilinir. Artık Çeşme’nin Dalyan’ı, Dalyan’ın da kıyılarda gerdanlık gibi balık restoranları vardır. O mu iyi idi bu mu iyidir, sorgulaması artık manasızdır. Bundan zevk almaya bakacağız. Aaa bu değişimde, sadece politikacıların, sadece yöneticilerin mi dahli vardır, zinhar, motivasyon ve güdüleme enstitülerinin üst perdeden devrede olduğu dönemimizde, bunu hep beraber becermekteyiz. İyi ya da kötü, durum bu…

Yüzyılımızın büyük bestecilerinden kabul edilen Mikis Theodorakis; Şili’li çok ünlü şair Pablo Neruda’nın “Canto General” adlı çok uzun ve adeta bir Amerika kıtası tarihi sayılacak şiirinden esinlenmiş oratoryosu ve kendisini dünya çapında üne kavuşturan “Zorba” film müziği ile tanınmıştır başlarda… Diğer taraftan; Amerika kıtasının büyük destanı “Canto General” de ise Pablo Neruda; yaslı ve acılı kıtanın Kolomb öncesindeki uygarlıklardan başlayarak, sömürgecilerin kıtaya ayak basışlarından, yaşanan despotluğa oradan büyük ve önemli toplumsal olaylara, oradan bir taraftan önemli rol oynamış insanlara ve kimsenin tanımayacağı sıradan insanlara kadar herşeyi herşeyiyle yazdığı büyük şiirler manzumesi de okunası eserlerin başındadır. İşte bu şiirlerden esinle bestelenen ve dünyada özgürlük ve adalete ulaşmak için daha gidilecek çok yol olduğunu gösteren bir çığlık sayılan oratoryonun dinlenmesi de benim için büyük bir keyiftir. Bu büyük şerefte Mikis’e aittir.

Evet; Mikis’in annesi Çeşme’nin Köste köyünde doğmuş ve büyümüştür ve bu yüzden de hemşehrimiz sayılır. Anne mübadele ile yine hemen burnumuzun dibindeki Sakız Adasına göçer ve Mikis Theodorakis orada doğar. Yine yazılıp söylendiğine göre anne Pulaki mandolin çalmada ve şarkı söylemede olağanüstüdür ve bu olağanüstülük büyük bir artış ile oğluna geçmiştir. Mikis’i dünya besteleri ile tanırken, Canım Yurdumda da başta Zülfü Livaneli ile birlikte olmak üzere çeşitli dostluk ve barış organizasyonları çerçevesinde, “sürekli bir gerginlik ve büyük stressin” yaşandığı hatta zaman zaman savaş tamtamlarının duyulduğu Türkiye Yunanistan ilişkilerinin yumuşatılması ve sürekli barış tesisi çalışmalarından tanır hale geldik. Esasen de; Mikis taaa başından beri bir “demokrasi ve özgürlük” havarisidir. Yaşamının son günlerinin arifesine kadar da öyle kaldı. Mikis, 1942 Almanya’nın işgali sırasında Nazilerin yerli işbirlikçilerle estirdiği faşist teröre dağa çıkanlarla birlikte direnmiş ve devamındaki iç savaşta da Ulusal Kurtuluş Cephesi saflarında yer almıştır. Yunanistan’da 1967 de gerçekleştirilen Askeri Faşist darbeye karşıda direnir, tutuklanır ve işkencelerden geçer bilahare de sürgüne yolu düşer.

Mikis; Çeşme’de, Köste Köy’ünde annesinin izlerini aramıştır, Çeşmeli fotoğrafçı Serhat Karaaslan fotoğrafları ile tarihi bir kayda dönüştürmüştür adeta bu ziyareti. Bu fotoğraflardan birini bende buraya alıyorum. Diğer taraftan evin müzeye dönüşmesi için elinden geleni yapacağını söyleyen Belediye Başkanı M. Ekrem Oran’a da “elinden ne gelip gelmediğinin” ispatı adına güzel bir fırsat düşmüştür. Göreceğiz.

Ben; hemşehrimiz sayılan Mikis’in bestelediği Pablo Neruda muhteşem şiirinden sevdiğim bir bölümü buraya aktarıyorum.

Halkım ben, parmakla sayılmayan

Sesimde pırıl pırıl bir güç var

Karanlıkta boy atmaya

Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa

Tohuma dururlar yeniden

Ve halk, toprağa gömülü

Tohuma durur bir yerde

Buğday nasıl filizini sürer de

Çıkarsa toprağın üstüne

Güzelim kırmızı elleriyle

Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlere.

Yunanistan faşist partisi “altın şafak’ın” düzenlediği bir mitinge katıldığı için büyük tepki çeken Mikis Theodorakis’in evinin duvarına yazılan yazı ile haftalık yazımı tamamlayayım. “Milliyetçi ayak takımına yanladın. Hikayen dağlarda başladı (Nazilere karşı) ama Syntagma Meydanı’nın pis çamurlarında bitti.” 

 

Cuma, Eylül 17, 2021

"BENİM GÖZÜMDEN ÇEŞME" ŞİRİN DUMAN değerlendirme

 

                                Benim Gözümden Çeşme

                                                          Şirin Duman

 

       “Benim Gözümden Çeşme,” adlı kitap elime ulaşmadan varlığını öğrendiğimde ilgimi çekmişti. Çeşmeyi seviyordum. İlk gittiğimde sevmiştim, her gittiğimde de bu sevgi arttı. Ama açık söyleyeyim bu kitabı okuyunca Çeşme sevgim daha çoğaldı. Okurken beynime resimlediğim Çeşmenin her enstantanesi gözümde canlandı, canlandıkça daha bir istekle okudum.

       Kitap 352 sayfadan oluşuyor. Her bir makale daha öncesinden haftalık Yeni Çeşme gazetesinde yayımlanmış, yani gazetede çıkan yazılarından derleme yapılmış. Kitabın arka kapağında yazar kendini tanıtırken diyor ki, “İstedim ki kitapsız demesinler.” Kitapsız çok insan var, kitaplı insan da var, ama nice güzel ve değerli kitapsız insanların yanında, değersiz, insanı yanlış yönlendiren, yalan bilgiler veren sahte kitaplı insanlar da var, ama bu kitabın yazarı bu kategori içinde değil, tamamen naif duygularla her makaleyi yazmış, ben de bu hoş kanı oluştu.

       Çeşmenin doğal güzelliklerini birçok makalesine almış. Kavununu, limonunu, sakızını anlatmış, denizini kumunu, insanını… Okurken en çok da insanını tanımak beni etkiledi. Sanki sadece İzmir içinde değil Türkiye içinde Çeşme kültürü oluşmuş izlenimi edindim, sevdim insanlarını.

       Yazar 239. sayfada Deli İzzeti anlatıyor. Delilere yazarın kaleminden bir daha hayran oldum, “Tükenmemeli delilerimiz,” “dedim. Ve yazının başına Aziz Nesin’in bir sözünü almış: “Gerçek bilgelik deliliktir, kendini bilge kabul etmek gerçek deliliktir.”

       Yine sayfa 236 da Hasan Reisi anlatıyor bize: “Koca bir ömür geçirdi ‘Çiftlik Köyü’nün güzelim mavi denizlerinde, herkes gibi bende en sık verdiği poz ile anımsarım onu, elinde hiç sönmeyen sigarası, dizlerinin üzerine çökmüş kartal dikkati ile denize bakışı…”

      Sıhhiyeci İbrahim Önol u, Kunduracı İbrahim Çiçek’i, Yaşar Karaoğlu’nu, Badili Hasan’ı, Bayram Abi’yi,  Tufan Kaptan’ı; sinemalarını, meyhanelerini, kalelerini, parke yollarını, tel kafeslerini, Çeşmenin Kumrusu’ nu, Somalı Gazozları… Ve bakın yine sayfa 43 de Leyla Kabasakal Cicim için ne diyor yazar: Leyla Kabasakal; hayatının her evresinde gözlemlediğim haliyle herkesin sevdiği, hürmet ve saygı gösterdiği bir bilge Cumhuriyet kadını olmayı, hayata her şeye rağmen pozitif bakmayı becerebilmiş, geleceğe umutla bakmış…”

       Yazar aynı zamanda Çeşmeye bir mühendis gözüyle de bakmış, önerilerde bulunmuş, yeni yapılaşma adına inşa edilen çirkinleşmeyi, ileride oluşacak tehlikeleri dile getirmiş, yetkilileri uyarmış, yani Levent Kırca’nın deyimiyle zülfü yâre dokunuşlar yapmış.

        Bu elimdeki kitap okunmalı, her Çeşmeli mutlaka okumalı, hatta miras gibi torunlarına bırakmalı. Şimdi benim yaptığım gibi yapabilirsiniz; Yazar Ruhi Mehmet Çilek’in “Benim Gözümden ÇEŞME” adlı kitabını bir çay doldurup, dünyayı sessize alarak okuyabilirsiniz.

Pazar, Eylül 12, 2021

BÖRKLÜCE İNSANLARI

 

Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” yı bir solukta okudum, müthiş gönendim. Temelde Karaburun Yarımadası ahalisini özelde de Balıklıova ahalisini “Börklüce İnsanları” diye tanımlıyor, bence de çok isabetli bir iş yapıyor. Hatta bu kapsamda değişik zamanlarda çekmiş olduğu fotoğraflar ile İstanbul, Çeşme ve İzmir’de “Börklüce İnsanları” isimli fotoğraf sergileri de düzenlemiştir. Yani bir manada Osmanlıdan bakiye insanların varlığını zımnen ilan etmektedir. Esasen bende öyle düşünmekteyim, bakın tarihteki hiçbir kıyımdan kıyıcılar bakiyesiz sıyrılamamışlardır, mutlaka ve de mutlaka gizlenen, kaçabilen, kurtulabilen ya da sözde ihtida edenler olmuştur.

Malum olunduğu üzere; Şeyh Bedreddin ve kethüdaları, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal; “yârin yanağından gayri her şey ortak” şiarıyla yola çıkarlar… Şüphesiz yola çıkış umdeleri üzerine yazılacak çok şey var, bu işin uzmanları yeterince de incelemiş ve yazmış zaten… Meraklısına okumak ve öğrenmek düşer, istemeyene ise iğne ilaç kâr etmez… İlaveten, her inceleyen ve okuyan da mürit olmaz haliyle… Öğrenmenin erdemi ve kutsiyeti içinde namusu dairesince; anlamalı, yorumlamalı insan bence… 

Yola çıkanlar; Radiy Fiş’in yazdığı, “Ben de halimce Beddeddinem” kitabında çok değerli olduğu aşikâr birçok söylev ve eylem önerisinde bulunmaktadırlar… Lakin; etnik ve dini yapısı farklı bir şehirde, ekseriyetin mevcudiyeti ile aşağıda alıntıladığım söylev beni ziyadesiyle etkilemiştir.

“İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar. Dirlik düzenlik değil zorbalık var bu yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar, dünya nimetlerinden daha az pay alanlar değil, tam tersine bütün zenginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını ve ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek, zindanlara kapatılanların dillerinde köylülerin feryatlarında, cellat kütüklerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. Öğrencilerimiz Börklüce Mustafa’yla Kemal Torlak’ı, insanlara doğru yolu, hak yolunu göstermeleri için Aydın ve Manisa vilayetlerine gönderdik. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın ortak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sultanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücü ile tepelediler… Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini bilişimizle dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidarda olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!”

“Ateşe zıkkım tozu serpilmiş gibi tutuşturuvermişti bu sözler köylü yüreklerini. Bu çok da Rus demirci Aleksey’i etkilemişti. Çünkü o, töreleri ve dilleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın üzerine inip kalkan sopalarla, kızgın demirle dağlanan teniyle bilen bir insandı. Dünyanın hiçbir ülkesinde hakbilir, dürüst bir sultan, çar, voyvoda, bey yoktu. Az zalim görmemişti şu dar ömründe Aleksey.”

Evet; Sultanın egemenliğinin temini, beylerin toprağının iadesi uğruna mezkûr alanda yürütülen asude ve ortak hayata hücum kaçınılmazdı. Civar Beylerin ve Valilerin küçük küçük orduları karşısında zaferler kazanılarak yeni ve önerilen nizam tahkim edilse de Beyazıd Paşa’nın son ve kanlı saldırısı yeni nizam önerenlerin yenilgisi ile nihayetlendirir. Ülkemizin yüz akı, Dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet “Şeyh Bedreddin destanı” adlı şiirinde ise son sahneyi böyle duygusallaştırır ve ölümsüzleştirir.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,

         Sakızlı Rum gemiciler,

                              Yahudi esnafları,

On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın

Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al, yeşil,

    Kalkanları kakma, tolgası tunç

                                            Saflar

Pâre pâre edildi ama,

Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama

On binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

Hep beraber sulardan çekmek ağı,

Demiri oya gibi işleyip hep beraber,

Hep beraber sürebilmek toprağı,

Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

Yârin yanağından gayrı her şeyde

                                         Her yerde

                                                       Hep beraber!

                                          Diyebilmek

                                            Için

On binler verdi sekiz binini.

Yenildiler.

Sonra Manisa üstüne akın eylendi, orada da Torlak Kemal ve müritleri aynı muameleye tabi tutuldu… Artık dirlik ve düzenlik yeniden temin edildi, topraklar köylülerden alındı ve beylere “tımar” edildi.

Ve; “Börklüce İnsanlarından” bakiye kimlerdir şimdilerde… Nerelere saklandılar, nerelere göç eylediler… Evet benim düşüncem hatta iddiam o ki; tarih ve şiirler tamamının katline ferman eylenmiş olduğuna dair görüşler belirtse de hayatın doğal akışı içinde bunun böyle olamayacağı akla daha yakındır. Zaten bazı kaynaklarda yenilgi ortaya çıkınca başta kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşan köylü takipçilerin Sakızlı Gemicilerce karşı adalara taşındığı yazılmaktadır.


Cumartesi, Eylül 04, 2021

BALIKLIOVA’DAN BİR RADİY FİŞ GEÇMİŞ


Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” daha önce de dediğim üzere benim için çok enteresan anılarla dolu. Radiy Fiş geliyor, Yaşar Aksoy tarafından “Börklüce insanlarının” yaşadığı bölgeye, Balıklıova’ya. Radiy Fiş önemli bir Rus yazar, Türkolog ve esasen de benim açımdan önemli tarafı; “Ben de halimce Beddeddinem” adını verdiği Şeyh Beddeddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile yoldaşlarının hayat hikayeleri ile “Nazım’ın Çilesi” adını verdiği her yönü ile değindiği Nazım Hikmet’in hayat hikayesini kitaplaştırmış olmasıdır. Dediğim gibi her iki kitabı daha önceleri okumuş idim, bu vesile ile aldığım notlar üstünden mezkûr eserleri bir daha gözden geçirme fırsatı doğdu. Yaşar Aksoy kendisi ile çok yakın dostluklar oluşturmuş ve anladığım kadarı ile de çok detaylı ve anlamlı muhabbetler yapmış, lakin bu muhabbetler ötesinde, Radiy Fiş’in Şeyh Bedreddin kitabı için yaptığı coğrafi ve örfi araştırmalar ziyadesiyle dikkatimi çekti. Elinde; Şeyh Bedreddin, kazaskerleri, müritleri ve taraftarları hakkında her türlü doküman var iken mezkûr fikriyatın, muhteşem direnişinin ve nihayetinde tenkilinin yaşandığı topraklara gelerek fiziki ve sosyal çalışma yapması, hem de Türkiye ile Sovyetler Birliği arası seyahatlerin çok zor yapılabildiği bir dönemde bu çalışmaların yapılmış olması gerçek manada takdire şayandır. İşte böyle büyük yazar olunabiliyor demek ki…

Neyse; Yaşar Aksoy, kitabın bir bölümünde, “Rady ağabey, Şeyh Bedreddin ve müridi Börklüce Mustafa üzerine belgesel bir roman yazmak istiyordu. Kurguyu kurmuş ama coğrafya üzerine oturtamamıştı. Onun için bizzat olayların geçtiği coğrafyayı en ince ayrıntısına kadar öğrenmek amacındaydı.

Cehennem Vadsi neredeydi? Çünkü Osmanlı ile isyancılar arasında büyük savaş orada olmuştu. Denize uzaklığı ne kadardı? Bedreddin Çeşmesi nerede idi? Hala suyu akıyor muydu? Cehennem Vadisi’nden sahile eşek veya at üzerinde kaç saatte varılırdı? Böyle sorular kafasını kurcalamaktaydı…

Bir gün bize “bana eşek bulun” diye tutturdu. Israr ediyordu.

Dede ile bakıştık. Adamın niyeti bozuk mu diye fısıldaştık…

Meğerse eşek üstünde coğrafyayı ölçüp biçecekmiş.

Bir eşek bulduk, sıska diye istemedi.

Bir başkasını bulduk gebeş diye istemedi.

Nihayet pehlivan gibi bir eşekbaşı bulduk. Tamam dedi.

Çıktık araziye, ovalara, vadiler, yamaçlara, dağlara… Rady baba eşek üstünde biz tabanvay… Günlerce, saatlerce…

Eşek üstünde habire not alıyor, saat tutup zamanı kaydediyordu…

Eşeğin anasından emdiği süt burnundan geldi.

Bizim bizzat anamız ağladı.” diye o günleri anlatıyor. Direnişin yürütüldüğü her nokta ve aralarındaki mesafe dikkatle ölçülüyor daha önceden hazırlanan kurgunun içine yerleştiriliyor her bir detay… Rus yazara “abi” diyerek yazar ve araştırmacı olmanın ötesinde daha üstün bir paye veriyor, eee kolay değil abi olmak ya da abilik yapmak… Herkes abi de olamaz kolayca, o makam önemlidir, bakmayın siz şimdilerde yaygın ve yaşça büyüklere yönelik kullanılmasına esasen “üstat” manasına kullanıldığında yaşın bir önemi de kalmaz, kalmıyor da zaten.

Yaşar abimizin kitabında, genellikle baş rolleri kapan tipoloji; devrimci, sosyalist, Kemalist hülasa muhaliflerden müteşekkil… Tesadüf de olabilir…

Neyse; biz Radiy Fiş ile devam edelim, bahse konu “Nazım’ın çilesi” adını verdiği kitabını çok önce okumuş idim. Radiy Fiş’in bu dikkatli, özenli, planlı ve gerçeği yansıtan kitabından da bir pasaj aktararak hem onu hem de dünya devi Nazım’ı analım…

Nazım Hikmet; muktedirlerin amansız ve mesnetsiz düşmanlığı karşısında elindeki tek silah olan “açlık grevine” başlar… Nasıl bir iflah olmaz düşmanlık ise gayri, çok önemli bir general dayısı olmasına rağmen, başta Fevzi Çakmak olmak üzere sonra sırası ile Adnan Menderes ve Celal Bayar bile hedefindedir. Mezkûr kitapta, ister devlette devamlılık babından kabul edin ister düşmanlığın terekesi ya da metrukatı ya da irsiyeti muazzama kabul edin, müthiş bir hikâye var…

Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 Nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız -İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere -bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor? Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değildir. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakan, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdir. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Filörü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölümünce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gii, Sansaryan hanı’ndadır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere yapılmasından ibaret.

Derler ki br insan hakkında fikir edinmek için yalnız dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildir. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.”

Evet, Yaşar Aksoy abimizin, okunası bu kitabını büyük bir keyifle okurken Radiy Fiş’in Balıklıova’dan bu anlamlı geçişine de bir kez daha selam duruyoruz. Bunları hatırlamak ve nice güzel yaşanmışlıklarla dolu ve taçlandırılmış bu kitabın edinilip okunması da tartışmasız önerilir.