Cuma, Eylül 28, 2018

YÜZBAŞI ÖMER FEVZİ BEY


Savaşlar ne yazık ki, konuşmayı, dinlemeyi, hak hukuk tanımamayı, anlaşmalara uymamayı, komşusunun malına göz dikmeyi, güçsüzü sömürmeyi, karşısına dikileni yok etmeyi, toprakları arttırarak daha da büyümeyi, kendine şiar ve itiyat edinmiş ademoğlunun organize ettiği ve yönettiği devletler vasıtasıyla da kendi yönetimindeki halkları da düşünmeden yaratılan çılgın bir insan faaliyetidir. Savaşları tam manasıyla anlayabilmek mümkün olmayıp, başta ekonomi, siyasi, dini farklılıkları temel alındığı gibi görünse de politik, psikolojik, sosyolojik, patolojik, kriminolojik, antropolojik vs gibi alt detaylara da bakmak yeterli olmayacaktır bu çılgınlığı anlayabilme adına. Sonuç itibari ile bu çılgınlık, her zaman güçlünün zayıfa ya da dengine kapsamlı bir strateji mucibince bir operasyonu olarak karşımıza çıkmamaktadır, aynı zamanda zayıfın ya da daha az güçlünün güçlüye kullandığı, bazen de güçlünün hukukun ve ahlakın sınırları dışında kalma ihtiyacına binaen örtülü yürütülen bir faaliyettir ancak bu 2. tarz faaliyetin güçler dengesi nedeni ile klasik manada yürütülmesi de söz konusu olamamaktadır. İşte bu tarz kendine has özellikleri ve yöntemleri, taktikleri ve hedefleri olan faaliyete de “gayri nizami harp” denilmektedir, terminolojide.

Bir tarafı ile Sosyalizmi boğmak, diğer tarafı ile emperyalist sistem dışında kalmak isteyenleri de derdest etme hedefi mucibine özellikle de 2. paylaşım savaşı sonrası batı alemi ABD liderliğinde, bir tarafı ile devletler arasında şeffaf ve legal organizasyonlar oluştururken diğer tarafı ile de dünya kamuoyunca “kapitalist enternasyonal” olarak bilinen ABD dümen suyundaki ülkeleri istisnasız kapsayan gladio teşkilatları ile sözde ulvi amaçlar güdülüyormuşçasına destabilize etmek ya da itirazları ve direnişleri dağıtmak üzere organize olunmuştur. Bu konu ile konunun uzmanlarının söylediklerine ilave edilecek fazlaca şeyimin olmadığı aşikardır. Gladio teşkilatları, çevirdikleri dolaplar, cinayetler, katliamlar, saldırılar ve bunların doktrine kaynakları konusunda da yeterince araştırma, kaynak kitap ve yazı bulunmakta olup bu konuda da ilave kelam etmek istemiyorum ancak bu gayri nizami harbin sanki ABD’nin dünya jandarmalığına soyunduğu tarihten itibaren, diğer ülkelere dağıttığı tercüme doktrine talimatlarla yürütüldüğü gibi bir kanının oluştuğu malumdur ülkemizde. TSK’nin ABD’nin yönergeleri ile Özel harp Dairesi oluşturduğu, bu organizasyon içinde NATO konsepti mucibince; FM-31-21 kodlu talimname, ST 31-21 kodu ve “Gerilla Harbi ve Özel Kuvvetler Harekât”, FM 31-15 kodlu talimname ST-31-15 kodu ve “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” ve FM 21-50 kodlu talimname ST 21-50 kodu ve “Komando Eğitimi ve Komando Harekatı” başlıkları ile tercüme edilerek envantere dahil edilmişlerdir. Tüm tercüme yayınlar, NATO ile uyumlu çalışmalar, ortak lokal ve enternasyonal operasyonlar, darbeler vs bir arada düşünülünce hep zannederdik ki TSK sanki ABD ile birlikte bu işleri öğrendi ama okuyunca araştırınca görüyorsun ki aslında TSK daha 1850 yıllardan itibaren gayrinizami harp konusunda tecrübe kazanmış ve bu uğurda ciddi ciddi yayınlar yazılmış. Aslında Osmanlı’nın, Balkanlarda her ulusun direnişine karşı çıkışı, ta Arabistan Çöllerindeki İngiliz entrikaları ile kaymaklı başkaldırıları yok etmek adına organize olmasını, operasyonlar yönetmesini göz ardı etmişiz bir hayli, hepsini tek tek bilmemize rağmen…

“Okumaya devam” faslından son okuduğum kitap “Osmanlı Gayrinizami Harp Doktrini” olup, bir tez konusu olarak çalışma yapan Sn. Ali Güneş tarafından, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok önemli bir neferi ve aynı zamanda önemli bir asker olan Ömer Fevzi (Mardin) daha 1909 yılında gayet kapsamlı, bugünkü tercüme talimnamelere taş çıkartacak ancak yazıldığı günün teknolojisi ve gelişmeleri ile dünya gerçeklerine mütenasip, “Muhafaza-i Asayişe Me’mur Zabitanın Vezaifi Usul-i Takib-i Eşkıya ve Çete Muharebeleri” adlı eseri baz alınarak hazırlanmıştır. Kitap çok değerli bir çalışma olarak önümüzde bulunmakta olup, çok detaylı olarak bugün bile hala çok bölümünün tatbik edildiğini anladığımız 1909 tarihli talimname; Arz-ı Meram Jandarma Zâbitânının Mahiyeti, Jandarma Zâbitânının Evsafı, Jandarma Zâbitânının Sûret-i Hareketi, Mevkiler ve Araziyi Sûret-i Mütala‘ası, Jandarma Posta Kumandanına Talimat, İstihbarat Vasıtaları ve Ahvalden Haberdar Olma Sûreti, Muhbirler, Muhbirlere Karşı Zâbitânın Muamelesi, Fesad ve Şekavet Erbabının Türleri ve Yol Kesiciler, Siyasi ve Milli Maksatlar Takip Eden Çeteler, Muhafaza-i Asâyişe Memur Zâbitânın Tefekkürâtı ve İştigalâtı, Muhafaza-i Asâyişe Memûr Zâbitânın Tedbirleri, Eşkıyaya Karşı Suret-i Hareket ve Çete Muharebeleri, Takip Müfrezelerinin Kafilesi, İaşe Sûreti, Eşkıyanın Aranma Sûreti ve Tarassud Postaları, Boru Kullanılması, Açıkta Konmak, Gündüz Yürüyüşleri ve Yürüyüş Nizamı, Gece Yürüyüşleri, Gece İstirahatı, Eşkıyanın Mevki‘i Keşfolunduktan Sonra Alınacak Tertibât, Tesadüfî Harp, Pusu Tertibâtı, Pusulara Karşı Tedbirler, Konaklar, Köylerde Konaklamak, Meskûn Mahalde Saklanmış Eşkıyaya Karşı Sûret-i Hareket, Köylerin Aranma Usûlü, Eşkıya Teslim Olduktan Sonra Sevk Sûreti, Eşkıya Hâkim ve Sağlam Bir Kalede Kapanmış ise, Meskûn Mahallerde Muhafaza-i Âsâyiş,  İkinci Hale Yani Haricen Hücûm Vukû Bulacağına Göre, Üçüncü Hale Yani Hücum ve Dış Yardım ile İçerden ve Birlikte Kıyam Vukû‘a Geleceğine Göre, Karışıklık Beklendiği Zamanlarda Zuhûra Gelen Yangınlara Karşı Tedbirler, Top Kullanılması, Süvari ile Karma Müfrezelerin Eşkıya Takibinde Usûl-İ Hareketine Dair Esas Maddeler, gibi başlıklardan oluşmakta ve maşallah hiçbir detay da atlanılmamış görünmektedir. Tabii ki bizim bilmediğimiz işler olduğundan anlatıma bakarak mükemmeliyet seviyesini anlıyoruz yoksa biri de çıkar teknik olarak haylice eksik bulabilir.

Evet, görüldüğü üzere, bu kabil yayınların menşei sanki sadece ABD imiş gibi anlaşılan ve sıkıştırılan bir süreçten geçilmekte ve Osmanlı’nın özellikle Balkanlarda yaşadığı özellikle de 1826-1912 arası özellik gerektiren savaşları göz ardı ederek yapılan tüm değerlendirmelerin eksik olduğunu bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Cumartesi, Eylül 22, 2018

RESNELİ NİYAZİ BEY

Makedonya gezimizde özellikle yolumuzu RESNE’ye düşürüyoruz, aslında Manastır’a uğramak iken amaç, çünkü orada adı İttihat ve Terakki Cemiyet’i ile anılıyor olmasına rağmen, Abdülhamit istibdadına karşı Hükümet Konağı önünde, Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.” diye adı “hürriyet bildirgesine” çıkmış bir bildiri okuyarak silahlı direniş için dağlara çekiliyor ya, böylesine önemli birinin yaşadığı yeri mutlaka görmeliyiz saikiyle… Evet böylece adı da “Hürriyet Fedaisine” çıkan Resneli Niyazi Beyin memleketindeyiz… Bilindiği üzere; Abdülhamit’in hezeyanlarının akla karşı devlet idaresine galebe çaldığı dönem ve en katmerli istibdat uygulamaları karşısında, gün gün artarak borçlanan, toprak kaybeden Osman-ı Ali’ye, yeni bir yön vermek, batılı ülkelerdekine benzer bir yönetim olduğu savı ile meşrutiyet talepleri dillendirilir ve bu uğurda özellikle askeri erkan içinde ciddi bir teşkilatlanma başlar, farklı farklı hedef, plan ve gayelerle gerek yurt içinde, gerekse de yurt dışında kurulmuş cemiyet ve teşkilatlar bir araya gelir ve ortaya İttihat ve Terakki Cemiyeti çıkar. Ancak görülür ki, tam da her devir ve her yerde olduğu ve olacağı üzere, kimse yetkilerini ve yönetimi gönül rızası ile paylaşmak istemez ve bu yüzden itiraz hakkı ve direnişi dağlara yönelir, kimilerine göre çetecilik kimilerine göre hürriyet isyanı başlamıştır. Niyazi Bey, siyasi ikbal peşinde biri olmadığından, Cemiyet’in ilk 3 kişisinden biri olmasına rağmen kendisi gönüllü olarak dağlara direnişe çekilmeyi uygun görür, dürüsttür, gözü karadır, yiğittir, gözünü budaktan esirgemez, kendisini vatana feda etmiştir, oysa istese idi oda kenarda ya da ova da tıpkı Enver Paşa gibi bekler, kadayıfın altı pişince, duruma el koyardı. Diğer taraftan, yine bilindiği üzere dağlarda kendisine yoldaşlık ettiği söylenen “geyik” ile ilgili çeşitli rivayetler de vardır, nam-ı diğer “rehber-i hürriyete”; baskı ve sansürden kırılan Bab-ı Ali gazetelerinin 1 numaralı mevzuu olmuş, ne yazık ki, yitirilen toprakları, ekonomik rezalet ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”… Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar…

Balkan savaşları ne yazık ki, kifayetsiz muktedirlerin beceriksizlikleri, konjonktürel sorunlar, dünya’yı okuyamama, strateji geliştirememe, bilgisizlik, ilgisizlik, Devlet-i Ali’yi önemsememe bunun yerine batılıların suflelerine kulak verme, adamsendecilik, ben bilirimcilik, bana güven gerisine karışmacılık vs gibi yüzlerce olumsuz sıfatın ve olumsuz şartın  birleştiği idare-i maslahat neticesinde, büyük can kayıpları ya da büyük göçlerle Balkanlar nerdeyse toptan yitirilir. Daha önceleri gerek “Yunan’a” karşı başarılı çalışmalarından ötürü saray tarafından, bilahare de devr-i meşrutiyette de birlikte yola çıktıkları, İstanbul’a çöreklenenlerden büyük payeler teklif edilmesine rağmen ikbalini topraklarında tarım ile arama tercihi tek tercihtir onun için. Ancak Balkanların tamamen kaybından sonra vakit mezkûr topraklardan ayrılma vaktidir, ve de ne yazık ki karadan ulaşım tehlikeli ve risklidir, Arnavutluk’un Avlonya Limanından, İstanbul’a gitmek üzere kendisine İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından koruma olarak tahsis edilen ekip içinden biri tarafından, tek kurşun ile öldürülür. Gerçi Arnavut Milliyetçileri tarafından da öldürüldüğü muktedirler tarafından iddia edilse bile akla uygun olanı, birincisi olup, kendinden kat kat güçlü kendi arkadaşlarına bile idealistliği ve dürüstlüğü nedeni ile kafa tutma cesareti sonunu hazırlamıştır, aşikardır ki, artık İstanbul’a sağ salim ulaşması istenmemektedir. Görüşüm ve yaşananları yorumlayışım biraz fazla uzun oldu ama yapılacak bir şey yok, kelam-ı murad böyle tecelli ediyor.

Bugün Resneli Ahmet Niyazi Bey’in Hükümet Konağı olarak yaptırdığı bina “Modern Sanatlar Müzesi” adı altında oldukça mütevazi bir teşhir salonuna sahip olup göremediğimiz bölüm ise anlaşıldığı kadarı ile ilgili kurumun idari bölümlerini oluşturmaktadır. Ancak oradaki görevlinin görev anlayışı da ne yazık ki tıpkı buradaki turizm faaliyeti gösterenleri andırmaktadır, turizm ticarettir, ticaret ise hayatın onda dokuzudur. Aracımızı park ettikten sonra elimizdeki dijital haritaya göre kolayca bulunabilecek bir yerde olmasına karşın, özellikle birkaç esnafa sorduk ki, mezkûr zevata ilişkin nasıl bir duygu ve düşünce içinde yerli halk görelim, anlayalım. Memnuniyetle gördük ve anladık ki, malikanesi ile kendi adı ile anılan Hükümet Konağını tarif ederken, hemşerilerinin gözlerinin içi gülüyor, sevinçle tarif ediyorlar yolu… Burada Abdülhamit Han’cılar tarafından lanetlense de, komitacı, çeteci denilerek hakir görülse de, vatanı sattı, Abdülhamit Han’a kurulan uluslararası kumpasın oyuncağı oldu, bu manada da, yok İtalya’dan madalya aldı, yok İngiltere’den madalya aldı gibi yalan yanlış ile karalasalar da, durum hiç te o gibi değildir, çünkü böyle diyenler, keçinin, koyuna çitten atlarken kuyruğunun kalkıp poposunun görülmesine gülmeleri gibidir, oysa kendi kuyrukları sürekli havadadır , tava sapı gibi, popoları sürekli açıktadır, dün de bugünde…

Kitaplaşan “Hatırat-ı Niyazi” hatıralarından bir parça ile son… “İstanbul'dan döndüğüm zaman, inkılap fikrinin esası hakkındaki duygu ve kanaatlerim tamamlanmıştı. Özel bir vaziyetle İstanbul'a gönderilirken ve esir ettiğim Yunan bölüğünü de İstanbul'a götürürken, daha Manastır istasyonunda, ordu kumandanı vekili ve diğer ordu büyüklerinin, bana verilen vazife ve mevkiden faydalanmayı düşünerek oğullarını, yakınlarını kayırmak, millet hazinesinden para çarpmak peşinde olduklarını gördüm.”

Hatıratı önünde saygı ile duruyoruz…

 

Pazartesi, Eylül 17, 2018

ÇİFTLİK FESTİVALİ


Çeşme Belediyesinin “9 durak 9 deneyim” hedefi mucibince, Çiftlik için nihayet bir festival düzenlendi, adı da “Çiftlik Festivali”. Evet verilen hedef gerçekleşti, ancak anlaşılan o ki, son ana kadar program, kapsam, akış ve katılımcılar sürpriz faslında sayılıp açıklanmadı, hakikaten sürpriz oldu. Haydi kendilerine ilk 8’deki başarının yarattığı fazla güvenden yeterince duyuru ve tanıtım yapmamışlar ya da gereksinim duymamışlar diyelim. Ama her şeye rağmen güzel bir sürpriz idi, bugün “Alaçatı Ot Festivali’nin ilkini gören birkaç hemşerimiz ile konuştum, ittifak ile beyan; “1. Çiftlik Festivali, 1. Alaçatı Ot Festivalinden daha cazip ve kalabalık yönünde idi. Coşkulu ama derinden, ciddi ama reklamsız, patırtısız ve gürültüsüz idi, emeği geçenleri Köyüm adına kutluyorum.

Edebiyat söyleşileri ve Sakız ağacı ve ürünü üstüne sloganı kullanılmış, bayağı da güzel olmuş… Edebiyat söyleşileri var ancak Belediye’nin ciddi destek olduğu Çeşme’nin %100 yerli ve milli yazarları ve edebiyatçıları yok… Vazgeçtim kendilerinin aktif söyleşide bulunmalarını bari izleyici olarak gelin değil mi? Belli ki mazeretleri var ve de kabul görmüş, ne diyelim, Allah muratlarını versin taksiratlarını affetsin… Oysa yazdıkları yazılar, kitaplar ve sahip oldukları belagat, liyakat, hamaset, hidayet başrol gerektiren durumdadır ama yine de ben gözlerimin az görmesine bağlayayım da, izleyici localarında kendilerini görememiş olmuş olayım. Hem kültürel aktive olsun diye yırtınacaksın ya da yırtınıyor gibi yapacaksın sonra gelmeyeceksin en azından izleyici olarak… Ama yerlilik ve millilik böyle bir şeymiş demek ki, anlayamayanların sorunudur tüm bu anlaşılamamışlıklar… Ah ben ahhh….

Köylüm küskün, Köyümün yazlıkçısı küskün, muhalif ve muarızlar burun kıvırmış, etki alanındakiler sırtını dönmüş, köyümün esnafı sadece pazarda satışa koyulmuş, şoför esnafı yok, dolmuşçu yok, kahveci yok, bakkal yok, otelciler yok, lokantacılar yok, bunların kurumsal duruşlarının başları ve yönetimleri yok, yok ta yok, sanki bu festival de Alaçatı Ot Festivali gibi serpilir, gelişir ve büyürse, bunlar asli faaliyetleri yapmayacaklarmış, başkalarına devredeceklermiş gibi, bu festival bizim değil Belediyenin festivali edası ile uzaktan rasata devam… Yahu kimse demiyor ki, desteğimiz yok, alkışımız yok, dayanışmamız yok, katkımız yok, bari gidelim de ne yapılıyor bir görelim de yok… Köylümün zaten ilgisi de yok, bilgisi de, hatta umurunda da değil, yan tarafta kahvehanede “okey” oynamaya devam ediyor… Hatta yerel iktidar partisinin yöneticileri yok, yahu benim bildiğim kadarı ile, en yoğun faaliyet yürüten ekip idi bunlar, ne oldu, bilemiyoruz tabii ki, kendi sorunlarını konuşurlar kendi aralarında diyelim ve geçelim… Evet bu konu ile ilgili, bilgisi, lafı, düşüncesi olan bile burun kıvırıyor, kimisi 4,5 yıldır yapılmadı da şimdi mi akıllarına geldi, yok şu yazarlar da gelebilirdi, şu konuşmacılar da çağrılabilirdi, sakız ağacı yanına zeytin ağacı da konulabilirdi mealinde, eleştiri çok, burun kıvırma çok… Sonuç, biraz önce dediğim gibi ilk Alaçatı Festivali ile kıyaslayanlar son derece umutlu bakıyorlar sonrakilere umarım düzenleyiciler de eleştirilerden doğru çıkarsamalarda bulunurlar… Tüm bu şeraitte bile umut ışıkları saçan bu organizasyona başta düzenleyiciler sahip çıkıp, eleştirileri doğru toparlar ve okurlar ise, bir sonrakinde gerek program, gerek içerik, gerek konu seçimi, gerek konuk seçimi, gerek zamanlama daha korparatif bir tavır ile ama en önemlisi yeterince düşünerek, yeterince çalışarak, yeterince özen göstererek ve de yeterince düşünce katılımcısı temin ederek, mükemmel sonuç çıkacağı aşikardır. Her ne kadar da, şahsi düşüncem ve fikriyatım mucibince bu kabil faaliyetlerin ticari olmaması şart ise de ne yazık ki benim tayinini yaptığım bir düzende yaşamıyoruz, o zaman mevcut şartlar muvacehesinde konuya bakmaya devam edeceğiz. Diğer taraftan biz biliriz ki; “azimle def-i hacet betonu deler” … Her şeye rağmen yapmaya devam, denemeye devam…

Ama ne yazık ve de biliyorum ki, saydığım taraflar bildiklerini icraya devam edecekler. Çünkü necip Türk Milleti korparatif çalışmayı sevmez ve her şeyi tek başına en iyi o bilir, en detaylı o bilir, sadece o bilir, sakın yanlış anlaşılmasın başta ben olmak üzere durum bu, benim dediğimi yapmazlarsa ben de gitmem protesto ederim ruh hali maalesef yaygın bir durumdur. Oysa ne kolay idi; Muhtarlar marifeti ile ilgi duyanların, fikri olanların, niyeti olanların, ilgisi, fikri ve niyetleri ölçülebilse idi. Hem de ne iyi olurdu, muhtarları İZSU’nun bitmez tükenmek bilmez “su kesintilerini” duyurmaktan kurtarmış olurduk bir nebze… Çeşme Kent Konseyi Muhtarlar Meclis Başkanı, faaliyet alanlarını geliştirmiş olurdu, peki fena mı olurdu? Mesela, bilgisini benim beğendiğim ilaveten herkesin tanıdığı, ama beğenip beğenmediğini bilmediğim, yine de her şeye rağmen kendi çabaları ile üniversiteye başvurup sakız ağacı kültürüne başlayan, olmadı yahu bu işi karşı komşumuz Yunanistan’ın Sakız Adasındakiler nasıl yapıyor merakı ile gidip, yetiştiricilik, üreticilik ve üretimin sanayisi konusunda hem de cebinden para harcayarak emek vermiş Coşkun Vural’ın unutulmuş olması unutulmaz olmuştur. Bence konunun uzmanı bilim insanı Sn. Murat İsfendiyaroğlu’nun yanına, ya da önüne, olmadı arkasına konuşmacı olarak yerleştirmek hem mantıklı hem münasip hem de akıllıca olurdu. Mesela her ikisi birden olsa idi, Hocanın Sakız Adası sakızı daha kalitelidir tezinin, Coşkun Abi tarafından neden savunulmadığını hatta tam tersi iddiaya sahip olma gerekçesini sorabilirdik… Cevap olur olmaz, bu durumlarda ikna edici cevap olması da her daim beklenmez. Mesela katılımcı hocamızın da konuşmasında “hocam” diye bahsettiği İlker Hocanın olması konuyu daha da renklendirebilirdi. Her şeye rağmen ben sakız konusunda, çok bilgilendim, aaaa birde çıkar bilgilendin de ne oldu diye sorarsa cevabım var ama yazmayacağım. Sakızın üretim rekoltelerinin, endemik değil de kültür bitkisi olduğunun, Sakız Adası ekonomisine katkılarının, Tarım Bakanlığımızın ilgisizliğinin nedeninin, tıbbı kullanımının, bitki akrabalıklarının, dünyadaki akraba yaygınlığının vs gibi bilgilerin de verildiği sunum harika idi… Ayrıca biliyorum sakız ağacı/bitkisi her Çiftlik Festivalinde bir başlık olabilecek kadar geniş, önemli ve yeterlidir. Diğer taraftan Yazar Konuşmacılar da renklendirdiler ortamı, sağ olsunlar, ancak tuval büyük olunca renklendirme eksik kaldı, bir dahakine daha iyisini bekliyoruz. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum…

Pazar, Eylül 02, 2018

SU BASMAN KOTU ve SU BASKINI


Duyduğumuzda aklımıza gelenin ya da bize çağrıştırdığının aksine bu kelimenin su basması-basmaması meseleleriyle hiçbir alakası yoktur. Fransızca “soubassement” kelimesi “temel, altyapı” manasında kullanılmak üzere “bassement=kaide, taban” sözcüğünün “sou=alt” önekini almasıyla oluşturulmuş bir bileşik sözcüktür. Konu ile ilgili güzel Türkçemizde, bu Fransızca kökenli kelimeye muadil üretilen hiçbir kelime tam manası ile kabul görmemiştir, ne yazık ki. Türkçemizin muhteşem etimoloji sözlüğü “Nişanyan”a göre, dilimizde en eski kullanımı ise “binanın zemine yakın bölümü” manasında 1936 yılında Cumhuriyet Gazetesinde yer alarak olmuştur. Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre de Fransızcaya da İtalyanca “basemento” kelimesinden alınmış olup, İtalyanca “basare = temellendirmek, tabana oturtmak” fiilinden “ment” son eki ile nihayetlenmiştir.  Olay tamamen ses benzerliğinden ibarettir, yine de tuhaf bir şekilde, elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman kotunu daima su basar.

Ne hazin ve ne tuhaftır ki; “subasman” diye söylenip, suyun basmaması hedeflenerek inşa edilmesi gereğine inanan necip müteahhitlerimizin tüm eserlerini su basmaktadır orada, burada, şurada, ya maazallah bu manada kullanılmasa idi bu imalatın adı, akıllara ziyan, neler olurdu neler… Su basman konusunun uygulamada taçlandırılması hususu çok önemli olup, “su basman kotu” adı ile maruf olan bu tespit, yapının giriş katı seviyesinin üst noktasının tespitidir esasen. Su basman kotu verilmesinin maksadının da Çevre ve Şehircilik Bakanlığının; “planlı alanlar imar yönetmeliği” içerisindeki madde 4 ve madde 44 bulunan tanımlardan, sel, taşkın ve su basmasına karşı önlem alınması gibi anlaşılmaktadır. Şimdi bu genelleme muvacehesinde öncelikle arazi 0.00 kotunun yani piyasadaki adı ile kara kotunun tespit edilip buna göre su basman kotu verilmesi hususunu değerlendirelim. Canım Yurdum her türlü teknik olanaklara haiz olmasına rağmen hala arazinin mevcut durumunun elektronik haritaları birçok yerde yapıl(a)mamış olup inşaatçıların müracaatına binaen çalışma yürütülmektedir. Peki bu nasıl bir sakınca ile yüz yüze kalınmasına neden olmaktadır derseniz, imar yolu olarak öngörülen yolların kotları belirlenemez, buna göre kanalizasyon ve yüzey suyu kanallarının durumu belirlenemez vs vs. Bunların olmaması halinde canım yurdumun teknik elemanları çaresiz midir? zinhar ne yaparlar hemen arazi ortalama kotu diye bir deyim yaratırlar ve konu artık bu çerçeve de yürür gider, ya da yürüyemez gidemez… Sonra zaten plansız, ölçüsüz ve hesapsız imara açılan alanlarda inşaatlar başlar, tam da canım yurdumun insanının meşrebine mütenasip durum; “istim arkadan gelir” ya da “kervan yolda dizilir” şiarı uyarınca en önce binalar yapılır, sonra yollar teşekkül eder, sonra kanalizasyon ve diğer şebekeler… Binalar yolların alt seviyelerinde mi kalmış, kimin umruna, sonra binalarının zemin katlarını bazen de 1. katlarını su basar, kimin umruna, vs vs…Zaten tüm bu teknik çalışmaların siyasi sorumluluğunun üstlenilmesi ise “bizdenler ve bizden olmayanların” koruması ve kollanması amir hükümlerince yapılıyor olmasından ibarettir. Yandı gitti gülüm keten helva… Yahu Allah aşkına eldeki teknik imkanlar buna cevaz verir deyip birisi de imara açılan yerlerde imar yollarının ve alt yapılarının elektronik ortamda çalışmasını bitirsin, binalar da bu planlanan yol kotlarına göre su basman kotu alsalar ve öyle işe girişseler, olmaz mı? zinhar olmaz… Çalışma tarzımıza uymaz, geleneklerimize uymaz, duruşumuza uymaz, boyumuza uymaz, posumuza uymaz, uymaz da uymaz…

Zaten imar planlarının çalışmalarında da tek kriterimiz; ben, yandaş, yoldaş, arkadaş, partimizden sıralaması ya da o, şu, öteki partiden yapılmakta, ohhh ballı börek… Yahu bu kadar ihtiyaç mıdır? değil midir? salt inşaat sektörü direk 400 e yakın iş kolu, endirek ise 1000 den fazla iş kolu ile rabıtalı diye mi, emek-yoğun sektör diye mi bu kadar öne çıkartılır, artık siz karar verin buna… Yahu emin olun tam bir kaynak israfı ve tüketimi, önce kötü yapılmasına ses çıkarma ya da görme ya da görmezden gel, sonra kentsel dönüşüm de, benzer malzeme israfını bir daha yap, kentsel dönüştüremiyorsan imar barışı de, kalite yeterli mi sorgusu yapma, maksat stoklar artsın, depo dolu görünsün… Zengin duruyor/görünüyor ama… Hay Allah…

Yaşanan olaylardan ders çıkararak önümüze bakalım demek kadar kolay bir şey yok, herkes böyle söylüyor, nasıl olsa bir bedeli de yok, söyle dur, nasıl olsa hepimiz duyduğumuz sözlerle yetiniriz asla ve kata söylenenler yapılıyor mu diye bakmayız… Şimdi nasıl unutacağız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı malum zatı, nasıl unutacağız minibüsçüleri nasıl unutacağız otobüsçüleri, nasıl unutacağız ortak çalışmalarını, bu çalışmalar sırasında otobüs ve minibüslerin arkalarına asılan kocaman “mühendisler siz işinize bakın, yol yapmak bizim işimiz” sloganlarını… Ahada derler adama her yağmurda baraj gölüne dönen altgeçitler, göçen yollar vs vs… Evet ve ne yazık ki bireysel olarak mühendisler kendilerine başka yollar çiziyor olabilir ama kurumsal olarak mühendis ve mimar odaları öyle mi? Tamam seçilerek gelen yönetimlerin de hayatı yorumlarken kendi konumlandıkları noktalardan olaylara bakmaları söz konusudur, ama bu seçilerek gelen Belediye Başkanları ya da yasa koyucuları ya da siyasi otoriteyi düşündüğümüzde, göz ardı edilebilecek bir etkidedir, kaldı ki Mühendis Odaları yaklaşımlarının neredeyse tamamına katılmaktayım. Her şeyi, hayatın doğal akışına aykırı yapacağız, doğayı sorumsuz ve hesapsız kitapsız tahrip edeceğiz, imar uğruna dereleri kapatacağız, her gördüğümüz yere beton dolduracağız, derelerin üzerine kentler oluşturacağız, sel, sellap ve heyelanı düşünmeyeceğiz, ormanları yok edeceğiz, sonra da “neden böyle oluyor Allahım” diyeceğiz. Biraz ciddiyet ve biraz sorumluluk hissetmeliyiz. Neyse subasman ve kotundan çıkarak vardığımız genel bir değerlendirme oldu ama… Hülasa, kafamıza esen yere yol yapmayacağız, kafamıza esen yere kent kurmayacağız, doğa ile barış içinde yaşayacağız ki dengeler korunula… Ama insanı ile bu kadar didişen, kavga eden, aday iken her şeyi vaat eden otorite iken tam tersini yapar bir tutumu değiştirmez isek daha neler neler gelir bu başa, gelmişten ziyade bilemem ama öngörebiliyorum.