Cumartesi, Ağustos 25, 2018

ÇEŞME’NİN TARIMSAL ÜRÜNLERİ


1995 ve 1997 yıllarında gerçekleştirilen “Uluslararası Çeşme tarih ve kültürü sempozyum”larında sunulan bildirilerin “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak kitaplaştırılmış ancak bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen bence en ciddi Çeşme araştırmasıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, göz kamaştırıcı bir üretim, ticaret yapıldığı sarihtir. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal üretim olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginar, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef bir takım aklı evvellerin empozesi ile yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir.

Neyse, bu konuda takınılması gereken politik tutum konusundaki kelam uzmanlarınca yeterince söylendiğinden, asıl ürünler ve bu tarımsal faaliyetlerle birlikte turizmin nasıl uyum içinde yapılması gerektiği konusunda aklımızdakileri, yaşadıklarımızı örnekleyerek iktifa edelim, insanların ihtiyaçlarının kendileri tarafından karşılanması halinde nasıl mutlu bir toplum yaratılabileceği ilaveten de bu mutluluğun gelecek ziyaretçilere nasıl yansıyabileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım. Ancak yine de Marka yaratıyoruz adına, sanayileşiyoruz adına, kapitalizmin ali menfaatlerine kurban edilen küçük üreticiliğin önemi konusuna değinmeden de olmuyor. İnsanların tüketim arzularının gazına basıldığı bu dönemde, mevsimler teorik olarak karışmış, daha fazla tarımsal ilaç ve kimyasal gübre kullanılarak ürünlerin aklı karıştırılmış, o da yeterli olmamış bitkilerin ve hayvanların genleri ile oynanarak, üretim süreçlerini merkezileştirilerek insanlar üretimden uzaklaştırılmıştır. Sonra da ortaya çıkarak müsebbipliklerinden ötürü utanmaları gerekenlerin ahkam kesiyor olmalarına canım Yurdum 70 yıldan beri tanıklık etmektedir.

Büyük altüst oluşlar yaşayarak canım Yurdumuza yerleşen atalarımızın, hayatın bizatihi kendisi olan tarım ve hayvancılıktan kopmayarak, tam tersine geldikleri yerlerde uyguladıkları modern teknik ve araçları kullanarak, ihtiyaç duyulan her türlü ürünü yetiştiriyor olmalarının bahsi bugün için birilerine nostaljik takılma gibi gelebilir. Yukarıda da bahsedilen, Aydın sancağı salnamelerinden de anlaşılacağı üzere zaten bir hayli uzun zamandır, buraya adalardan getirilmiş Rum nüfusun da gayretleri ile, üzüm, incir başta olmak üzere her türlü tarımsal ürün yetiştirilmekte, ihtiyaç fazlaları da ihraç edilmekte imiş. Bu konuda yine aynı salnamelerde gümrük vergi ve rüsumlarından ihracatı, tahsil edilen öşürlerden de tarımsal üretimin boyutları gayet net anlaşılmaktadır.

Ama Çeşme’nin şifa kaynağı soğanına acı ya da göz yaşartıyor gibi bir abuk muamele yapmadan, Çeşme mandalinasına da çekirdekli diyerek burun kıvırmadan, muhteşem aroması ile Çeşme limonuna kalın kabuklu diyerek yüz ekşitmeden, tıpkı Çeşme enginarına yapılan haklı muamele, yapılmalıdır. Bugün ne yazık ki, üretici numaraları ile tezgâh kurup İzmir’den halden alınan domates, biber ve patlıcan, yok Ovacık, yok Ildırı ürünü diye satılıyor ve buna başta ben olmak üzere hepimiz göz yumuyoruz. Bamya, soğan, domates, enginar, marul, roka bile ne yazık ki birkaç üretici haricinde üretilmiyor artık. Üretici hali bu manada bir tevsik durumu oluşturmaktadır.

Nostalji gibi geliyorsa da, yukarıda olması gerektiği söylediğim metodun takip edildiği dönemlerde “kendi kendine yeten 7 ülkeden biri” idik. Çünkü insanlar ihtiyaç duyulan her şeyi imkanları ölçüsünde kendileri üretirlerdi, evet, Çeşme’de insanlar kendi ihtiyaçları için pamuk (evet pamuk) bile üretirlerdi. Kendi ihtiyacı için yeter mi diye sorulduğunu duyar gibiyim zaten her yıl yorganlar, yataklar ve yastıklar yenilenmediğine göre kendi ihtiyacını karşılıyordu, biraz kullanıldıktan sonra da her yaz sonu sokaklarda şimdilerde görülmeyen pamuk atıcıları dolaşırdı, eski yatak, yorgan ve yastıklar pamuk atıcıları tarafından yenilenirdi. Yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünleri saymıyorum bile. Şimdi silikon ya da poliüretan yastık, yorgan ve yataklara talim, ne dediler, neden üretiyorsunuz sanayimiz size ucuz yastık, yorgan ve yatak yapacak, sonra bunları bile bile kalkacaksın “Amerika bize üretmeyin, biz size ucuzunu vereceğiz” dedi diye hayıflanacaksın. Sevsinler sizi. Çocukluğumda, bizim evimize, kendi ürünümüz, mercimek, nohut, bulgur, barbunya, mısır, fasulye, mevsimine göre biber tazesi ve kurusu, domates ev konserve ve kurusu, Çeşme kavunu (kışlık) ve karpuzu, turp, lahana, karnabahar, pırasa, kereviz, patlıcan ve kurusu, bamya ve kurusu, soğan, sarımsak, patates, zeytin, zeytin yağı, buğday, yulaf ve mısır unu, erişte, tarhana, turşu, salça, lor, peynir (kelle-sepet), yumurta (hem de gerçek gezen tavuk), long (sütlü biber turşusu), pekmez, kurutulmuş incir, üzüm ve kurusu, sirke, iç yağı, kavurma, kuru kayısı, harıp, çitlembik, kuru badem… Hem de tamamı genetiği ile oynanmamış %100 yerli ve milli tohum ile yapılırdı. Peki bu sadece bizim eve giren ürünler mi, bunların tamamı ya da benzerleri yerli herkesin hazırladığı ve tükettiği ürünler idi. Peki bunlar Çeşme’de yetişir mi idi, evet hala da yetişir ama, iklim değişikliğinin, imara kurban edilen derelerin, imar neticesinde çoğalan nüfusa su temini için açılan derin kuyuların, tarımın tukaka edilmesinin, insanların kolay yaşam tercihlerinin, turizmin yanlış anlaşılmasının vs vs gibi detayların durumu engelleyip hatta bitirdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Yazacak kelam çok, yer sınırlı… Görüleceği üzere tarımsal sanayi ürünlerine fazlaca giremedik…

Neden şimdi yapmıyorsun diye soranlara da yukarıda yazdıklarımın tamamı kendime eleştiridir, kimseyi hedef almaz, kimse üstüne alınmasın diye cevap veriyorum… Her şeyin müsebbibi benim vallahi…

Pazar, Ağustos 12, 2018

MÜHENDİS YAKLAŞIMI


Karadeniz’de önce Rize sonra Ordu ve yine Rize sel felaketi ile sarsıldı, büyük acılar ve kayıplar yaşandı… İnsanın yüreği kaldırmıyor tüm bu yaşananları… Gördükçe insanın çaresizliğini doğa karşısında, göz yaşları sel oluyor bu tarafta da… Yaşanan bu olaylar karşısında çaresiz kalan insanoğlunun siyasi temsilcisi ne diyor; “Allah'ım yardım et batıyoruz”… Yahu, Allah’ı felaket anında mı hatırlıyorsunuz derler adama… Evet Allah’tan yardım istemeyi anlıyoruz ama mefhumu muhalifinden de bakınca çıkan mana aynen şu olmuyor mu? “Artık bizim yapacağımız bir şey yok, elimizden bir şey gelmez, buraya kadar, bundan sonrası takdir-i ilahi”… Maalesef gelinen nokta bu, hani “siz mühendisler  karışmayın yol yapmak bizim işimiz” diye afişler bastırtıp otobüslerin, minibüslerin ve taksilerin arkasına astırmıştınız ya, ihale yaparken, nema-mama ilişkileri kurulurken özgüven patlaması yaşıyordunuz ya, işte bu yaşanan felaketlerin sorumlusu olarak ilk akla bunlar geliyor… Kimse yanlış anlamasın, bu yalnız Karadeniz’i tehdit eder bir durum değildir, aynı şeyler İzmir, İstanbul gibi büyük kentler başta olmak üzere canım Yurdumun her karışında yaşanabilir… Allah muhafaza Çeşme’de 1960’lı, 1970’li yıllardaki yağmurlar olsun da… Seyreyle vaveylayı… İmar uğruna, Türkçesi rant uğruna kapattığımız dereler, en büyük felaketimiz olabilir.

Mühendis Odalarının yanlışı olmadı mı sefil yaklaşımını bırakın; konu o değil, ne yazık ki Karadeniz Sahil Yolunun ihale duyurusunun ve ihalesinin yapıldığı günden itibaren, Mühendis Odalarınca yazılan makaleleri ya da hazırlanan raporları dikkate almayanlardır bu işin sorumluları… Türkiye çok hızlı gelişecekmiş ama bu Mühendis Odaları var ya, her şeye engelmiş, sevsinler sizin mantığınızı…

Peki durum böyle iken; yaşanan ikinci Rize sel felaketinden sonra, bir İnşaat Mühendisi olan Sn. Bakanımız ne diyor, “Altyapılar hiçbir zaman bu yağışlara göre hesap edilemez” … Hay Allah, şimdi ne diyeyim bu meslektaşım olan Sn. Bakana… Hani Rize Belediye Başkanını tam yeni ve zor kabullenebilmiş yani unutabilmiş iken, bir kocaman gaf daha… Bir inşaat mühendisi nasıl böyle diyebilir, anlaşılır bir şey değil, akıllara zarar… Düşündüm, düşündüm ve dedim ki “olsa olsa bilimi, aklı duygularının arkasına saklayan bir durumdur bu”, çünkü mühendisliğin temeli “en gayri müsait durumlara göre” öngörüler oluşturmak ve hesap yapmaktır. Hani bireysel olarak bir mühendis diyelim ki bu altın kuralı unuttu, atladı ya da göz ardı etti, Devlet kurumsal olarak böyle bir şeyi yapabilir mi, zinhar… Neyse biz yine de Sn. Bakanın yaşanan felaketinin üzerinde yaşattığı üzüntü içerisinde ve sehven bu kelamı ettiğini düşünelim… Düşünelim ki hem ruh sağlığımıza hem de canım Yurdumun geleceğine ilişkin sıkıntılar yaşamayalım. Azıcık lütfedilip te bakılsa, DSİ (Devlet Su İşleri) rasat raporlarına, su izleme raporlarına, sel sellap kayıtlarına, ama nerde… İstatistiğin bilime katkılarının, milletin siyasi nabzının tutulmasından öte bir anlamı olduğunu bir anlayabilse idik, neler değişirdi hayatımızda, neler… Efendim, denilebilir ki, yahu bu işi bilimsel ve teknolojik gelişmelere uygun takip eden ülkeler de benzer şeyleri yaşıyorlar, evet yaşıyor olmuş olabilirler ama hiçbirisi “benim oğlum bina okur döner döner tekrar okur” modunda değildir, tekerrür sıklığı da gözden kaçırılmaması gereken önemli bir detaydır. Düşünün ki; Netherlands’ta (anlamı da deniz seviyesinden alçak topraklardır) böyle bir şey yaşanacak, afet 3-5 kelime ile geçiştirilecek, zinhar olamaz… Anladık, istatistik, rasat, etüt ve rapor gibi şeyler önemli değil bari en ilkel öğrenme yolu “dene-yanıl” ı da layıkıyla yapalım da, bu tekrar tekrar yaşananlara önlem alalım. Sürekli “doğa korunmalı” diye avaz avaz bağıran mühendisleri tahkir, tehdit ve hedef etmekten behemehâl vazgeçilmeli ve doğa elma gibidir, eğer kabuğunu soymazsan uzun süre saklayabilirsin yok kabuğu soyarsan hemen bozulmaya başlayacaktır ilkesine sıkı sıkıya tutunulmalıdır. Melih Gökçek yaklaşımı göstermeyin diye yalvaran bu ülkenin Mühendis Odalarının anayasal önemli bir kurum olduğunu ve yönetimlerinin de hukuk denetimi ile demokratik seçimlerle geldiğini asla ve kat’a unutulmadan ve yapılan ikaz ve itirazları teknik ikazlar olmasına rağmen sürekli siyasi ve ideolojik yaklaşımdır mütalaası ile kenara ile itelemeden hareket edilmelidir, aksi taktirde daha çok sıkıntı yaşanır Canım Yurdumda… Halk arasında bir söz vardır; “bu kafa ile gidersen askere vallahi alamazsın tezkere”…

Canım Yurdumun Mühendis Odaları bu ülkenin milli ve yerli değerleri ile donatılmış kurumlar olup tereddütsüz herşeyi ile sahip çıkılmalıdır, yaptıkları çalışmalar ve neticesinde hazırlanan analiz ve raporlar önyargıdan azade ve tereddütsüz göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü Mühendislik, pozitif bilimlerden ve doğadan ilham alarak, bilimsel yorumlama, analitik yaklaşımların neticesinde ortaya çıkan bir yaratıcılık biçimidir adeta. Tüm hesaplamalar, en gayri müsait durumlara göre yapılır ve icra edilir, yoksa Allah muhafaza düşünsenize hayatınız boyunca bir defa evinize 20 adet çok şişman akrabanız geldi, bilesiniz ki bu son defa gelişleri olur…

“Mühendis Yemini” ederek meslek yaşamına başlayan Mühendislerin de yemininin, tıpkı siyasi ve yasa yapıcıların yemini kadar kutsal olduğu bilinci ile yemini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. “Bana verilen Mühendislik ünvanlına daima layık olmaya; onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun, onları ancak iyiye kullanmaya; yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendim ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.” Haaa bu yemine sadık olmayanlar var mıdır bireysel olarak, şüphesiz var, hem de yeminine sadık kalmayan siyasiler kadar, bundan eminim yoksa, nasıl izah ederiz bir depremde resmi rakamlara göre 19.500, gayri resmi rakamlara göre 40.000 insanın yitirilişini… Hadi diyelim Karadeniz’de sel felaketi oluştu, yeni havaalanındaki pist çökmeleri neden idi? Neden neden…

Bu vesile ile herkesi bir kez daha meslek ilke ve yeminlerine sadık kalmaya davet ediyorum…

Pazartesi, Ağustos 06, 2018

“DUYMADIK, BİLMİYORDUK, GÖRMEDİK” hafifliği


Amersfort Toplama Kampını geziyoruz, yaşananları duydukça, okudukça ve izlerine baktıkça karmakarışık duygulara kapılıyoruz, aklımız bulanıyor, dehşete kapılıyoruz, daha önce bildiklerimizin üstüne. İnsanlar nasıl bu kadar vahşi oluyor ve daha önemlisi bu vahşete gözlerini, kulaklarını ve dillerini kapatıyorlar, inanılır gibi değil. Neymiş; haksızlığa sessiz kalan kör şeytandır, sevsinler sizi. Hani insan yaradandan ötürü sevilirdi, bu torpaklar bunu görmemiş ya da yanlış anlamış sevgi yerini nefret almış, nefreti de büyük yok edişler takip etmiş. Eeeee, çocuklarınızı nefret ve kinlerini unutmamak üzerine yetiştirirseniz, sonuç bu olur kaçınılmaz olarak.

Amersfort toplama kampı, Hollanda'nın Utrecht yakınlarındaki Amersfort kasabasında, hemen şehir dışında orman içerisinde nispeten gözlerden uzak, insanları yoketme merkezlerine sevk için kullanılan bir nazi toplama kampıdır. Kamp toplama-sevk istasyonu olduğundan ötürü, toplu katliamların olduğu kaydı bulunmamakla birlikte kamp sakinlerine direnmeleri halinde neler olacağı kabilinden öldürmeler yapılmıştır, ders olsun kabilinden. Hatta kampta savaş halinde bulundukları Sovyetler Birliği askerlerinden esir alınanların bir kısmı buraya getirilip, önce kentin sakinlerine bilahare de kampın sakinlerine gösterilerek, katledilmişler.

Almanya'nın Nürnerg kentinde savaş sonrası, hepsi olmasa bile, saf değiştirmeyen savaş suçlularının yargılanması sürecinde, yaşanan vahşetin, katliamların, soykırımın, alçaklığın farkında değilmiş gibi davranmaları, bilmiyorduk, görmedik, duymadık, haberimiz olmadı gibi yaklaşım göstermeleri, başta bizim 12 Eylülcü faşistlerimize olmak üzere tüm diktatöryal yapılara örnek teşkil etmektedir. Tanıklıklarına başvurulan Almanya vatandaşlarının ifadelerinde, “tercih edilmiş, suskunluğu” görmek mümkün olmaktadır. Genellikle; “görmediniz mi, duymadınız mı” gibisinden sorulara verilen cevaplar bunun teyidini oluşturmaktadır açıkçası.

Suskunluk yaşanan her rezaletin itirafıdır adeta. Milyonlarca ikomünist, sosyalist, yahudi, çingene, sinti ve de hülasa muhalif yakıldı, işkence edilerek öldürüldü, aç bilaç bırakılarak ölüme mahkum edildi, tüm muhalifler ortadan kaybedildi, sen yahdaş medyanın abartılı adeta açıktan yalan bilgilerinin takipçisi olup görmedim duymadım bilmiyordum diyeceksin, biz de buna inanacağız, bu tam tamına “herkesi kör alemi sersem” varsayma yaklaşımıdır. Alman Diktatörlüğünün; “devletin bekası, varlığı, birliği ve dirliği” safsatası ile milyonlarca Alman vatandaşının rızalarına binaen, autobahnlar yapıldı, kömürler verildi eda ve mamasıyla hipnotize edilmesi neticesinde hemen herkesin açıktan bildiği ama gerek “ekmek parası” gerekse de “korku” yaklaşımı ile bilmezden gelmesinin tercih edilmesi noktasına gelinmiştir. Sağın solun savaş, hem de içerde ve dışarıda dehşetli bir vaziyette ise, insanlar ölüyorsa, bombalar patlıyorsa, kurşunlar gencecik delikanlıların canını sonlandırıyorsa, her Alman bilmeli idi ki, tüm bunlar kendilerinin; her silah, her uçak, her tank, her denizaltı fabrikasının açılışında alkışladıkları ile doğru orantılıdır. Ama nerde o Alman da o yürek, o akıl ve izan... Görmezden gelmek ya da görmezden gelmeyi tercih etmek kendisininde suçlu sayılabileceği bir ruh halinin terk edilmesidir. Netekim öyle de yapmış ve diğer dünya halklarına örnek teşkil etmişlerdir.

Bugün Avrupa'nın birçok kentinde olduğu üzere, Amersfort kentinde de dolaşırken, bazı evlerin önünde siyah küçük siyah granitler üstüne o mezkur evden kimlerin götürüldüğüne dair bilgilerin yazıldığına tanıklık edilmektedir. Meslek, yaş, cinsiyet ya da ırk bilgileri bulunan bu granitler yaşanan vahşetin birer şahididirler ama dünya bu yaşanmışlıklardan yeterince ders almışmıdır. Zannetmiyorum, etrafıma bakınca bu yaşananlar hiç ders alınmış bir hava vermiyor. Ama hala benzer şeyleri yaşatanlara da, yaşayıp ta susanlara da Allah selamet versin.

Sıkı Nazi destekçisi olan ancak sonradan yolları görünürde başka, gerçekte başka gerekçelerle ayrılan ünlü papaz Martin Niemöller bilindiği üzere önce asker sonradan olma din adamı olup, bilahare otorite ile terse düşer ve açıktan muhalefete başlar. Faşizm altında inim inim inleyen Almanya'da Nazilerin önce kendilerinden olmayanları sonra da kendilerini desteklemeyenleri ve bilahare de kendilerine biat etmeyenleri derdest etme çalışmaları uyarınca toplama kamplarına yolu düşer. Çok geç olmasına rağmen, “susma sustukça sıra sana gelecek” sloganının prototipi sayılacak; “naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. sonra yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü yahudi değildim. sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. sonra katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü katolik değildim. ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı” sözünü sarf etmiştir. Peki bugün bu yaklaşım dünyaya örnek teşkil etmektemidir, zinhar hayır... Ders alınmadıkça tarih tekerrürden ibaretmiş ya, işte öyle... Benim oğlum bina okur döner döner yine okur misali...

Yine de tuhaf olan, yaklaşık 1.000.000 Roman, Sinti, Laleri yok edilerek soykırıma uğrar ama onların sinemacısı, romancısı, gazetecisi vs vs olmadığı için dünyanın her köşesinde kendilerini anmaya yönelik anıtlar dikilememiştir, filmler çevrilememiştir, romanlar yazılamamıştır, diğerleri kadar... Kişisel görüşüm o ki; bu sayılsal bir mesele olmaktan ziyade enternasyonel sermayenin ehemmiyeti meselesidir. Sosyalistlerin, komünistlerin katledilmelerini ise kendi yandaşlarından başkaları anımsamak bile istememektedir anlaşılan. Ne de olsa onlar komünist, onlar sosyalist. Onlar zaten aritmetik bir figür bile oluşturmaktan ziyade bir durumdadır, batılı sinemacıların ve romancıların gözünde

Eyyyy Almanlar; hadi yakılan, canlı canlı kesilen insanları duymadınız görmediniz, Avusturya'nın, Çek Cumhuriyetinin, Polonya'nın işgal edilmesini de mi duymadınız... Savaş esirlerinin ibret kabilinden sizlere stadyumlarda, sokaklarda perişan, aç bilaç ölüme hazırlanışını da mı görmediz?

Hadi ulan oradan, “hepiniz; duymuştunuz, biliyordunuz, görmüştünüz”... Bırakın bu vicdanınızı rahatlatma, içinizi bastırma, alemi kandırma numaralarını, biz yemiyoruz, yiyenlere de afiyet-i gülbahar...


Pazartesi, Temmuz 30, 2018

MASALSI ÇOCUKLUKLAR


Çocukluğumuzun en harika, en tılsımlı, en nostaljik ve en akılda kalan bölümleri, bugünden bakıldığında adeta bir arkası yarın tadında idi, hani radyo dönemlerinin “radyo tiyatrosu” devamlılığı içinde desem, dönemin kaliteli ve seviyeli dizi oyunları vardı ya, tam da öyle bir şey… Bir gün önceden kalan, maçın rövanşı ya da yarım kalan maçın devamı, ya da yarım kalan uzuneşek oyunun tamamlanması, ya da çelik çomak rövanşı gibi, tıpkı dizi filmler gibi vallahi… Gerçi her gün kurulan takımlar farklı futbolculardan oluşurdu, olsun, ne gam, ne keder, iddialı olmak, yenmek, yenilmek, şimdilerdeki kadar acıtmazdı bizleri, insanları ve tezahüratlarda asla “vur kır parçala, bu maçı kazan”ın olmadığı dönem idi… Top sahibi olmanın mutlaka bir takımda “has oyuncu” olma garantisi bir kenara, istediği mevkide de, istediği sürede, istediği kadar oynama lüksüne de sahip olması kaçınılmazdı, diğerleri için maharet ve beceri olmazsa olmaz idi. Gerçi maçlar, 6’da devre, 12’de maç ya da çok az da olsa, 12’de devre, 24’te maç gibi atılan gole dayalı sürelere tekabül ederdi ama genellikle 2. si seçilirse maç genellikle tamamlanamazdı, ya evden çağırılır ya artık karanlık basar gözler kifayetsiz kalırdı. Eyy gidi güzel günler, 3 korner 1 penaltı dönemi… Hele hele, en mahir, en becerikli ve en atak 2’sinin hemen karşılıklı takımların kaptanları olarak kendilerini ilan etmesini müteakip, çevrelerinde dizilmiş oyunculardan sıra ile ve birer birer seçmek üzere, aralarında belli mesafe bırakarak ilk seçici olmak üzere adım atışlarının heyecanı nasıl anlatılabilir ki. İlk seçici ilk oyuncuyu seçer ki bu da genellikle en golcü, en iyi kaleci ya da en iyi savunmacı olurdu kaptanın taktik öngörüsüne istinaden, sonra sıra ile kaç kişi var ise bekleyen takımlara dağılır idi zaman zaman yedek oyuncular da olur ve gerektiğinde takım kaptanı gerekli değişikliği yapar idi. Mezkur müsabakalar genellikle sokakta ve nerdeyse herkesin evine yakın olurdu ve bu müsabakalarda sivrilen oyuncular adeta bir üst lig durumundaki “mahalle takımına” davet edilmeye kadar uzanırdı. Bu mahalle takımının sivrilenleri de, Çeşmespor’da top koşturma şerefine nail olmuşlardır. Ben mi? Ara sıra da olsa belki de adam yokluğundan mahalle takımına girmişliğim vardır, bu da bana yetiyor öğünmek için. Yalandan da olsa, gerek antrenör (şimdiki teknik direktör karşılığı) torpili ile, gerekse de oyuncu arkadaşlarımın himmetine istinaden Çeşmespor idmanlarının birkaçına katılabilme şansı elde edebildim.

Birlikte ya da karşılıklı az da olsa oynama şerefine nail olduğum ya da daha doğru ifade ile bana kendileri ile oynama şerefi bahşeden, dönemin efsane Çeşmespor kadrosunda bulunan, Latif Çelebi, Hüseyin Aykın, Ergun Mütevellioğlu, Kadri Karataş, Mustafa Özşahin, Hasan Erküçük başta olmak üzere hemen hemen hepsi ile şimdilerde o güzel hatıraları yad etmekteyim. Yakınlarda kaybettiğimiz, Latif Çelebi ise bizleri büyük bir üzüntüye atarak aramızdan ayrıldı. Bu mahalle takımlarından gelerek, Çeşmespor’un efsane kadrosunda yer alan, Mehmet Erküçük, Hasan Soma, Nail Barutçu, Latif Çelebi, Güngör Yamaner, Hasan Soma, Halim Oranlı, Arif Çilek, Mehmet Vardarlı, Tufan Çınar gibi isimleri de tanımış olmak, arkadaşlık etmek tarafıma kalan önemli bir mirastır. Hele hele, efsane teknik direktör, İsmail Denizli, önemli anılarımdan biridir, bana göre Türkiye’nin dönem itibari ile yurt dışı yayınlar takip eden, yabancı dil bilen ender isimlerinden biridir ve en önemlisi Ege Bölgesinde tanınan ve aranan bir dama ustası idi kendisi. Ve hayatımda ilk kez dama oyununda 15 taşı vererek, oyunu alan kişidir, İsmail Denizli. Halen geriye dönüp baktığımda, dönem itibari ile yetkili ya da etkili olsa idim, tereddütsüz Türkiye Milli Takımının başına atayacağım ya da atanmasına aracılık edeceğim bir futbol adamıdır ve ne yazık ki kendisini de kaybettik, nurlar içinde olsun.

Sokaklardan oluşan statlarımızın yanında mahalle maçlarının yapıldığı, seyircilerin de hiçte azımsanmayacak miktarda yer bulabildiği daha üst düzey alanlar da bulunmakta idi. Mesela, Ali Sami Yen, Eski Hükümet Binasının arkasındaki alan, bilindiği üzere şimdiki Ertürk Feryboat acentesinin, Tokmak Hasan Lokantasının bulunduğu yerde Çeşme’nin nadir güzel binalarından, ahşap kargir sarı iki katlı bir bina idi eski hükümet binası, küçük bir alan olmakla birlikte 6 şar kişilik takımların harika maçlar oynadığı toprak zemin idi. Aklımda kaldığı kadarı ile, kaleci olmasına rağmen lakabı “Sanlı” olan İbrahim Gürsoy’un efsaneleştiği yerdi Ali Sami Yen. Alanın yan tarafındaki yüksek alan ve yıkıntılar ise seyirciler için adeta bir tribün havasında idi, inanın ki şimdiki statları hiç aratmayacak kalite ve tempoda tezahüratlarda yapılırdı bu maçlarda. Hele hele gençleri izlemeye gelen, Çeşmespor’da artık son dönem görevlerini yapan ya da futbol zevki için seyircilik eden, aklımda kaldığı kadarı ile başta Çoşkun Kalkan, Nuri Ertan, Ekrem Çimen, Nuri Tarhan, Mehmet Korkmaz, Atalay Derici, Nejat Albayrak, Yıldıray Derici, İsmet Gökseloğlu olmak üzere büyüklerimizi de bu nedenle bir kez daha anmak istiyorum.

Diğer taraftan, Kale burçlarının arasındaki alan, seyircinin fazlaca rağbet etmediği bir yer olup, bahar aylarında zemini çayır ve haylice korunaklı idi. Ayrıca şimdiki balıkçılar sokağı diye bilinen ve Hulki’nin sinemasının arkasına düşen alan da doğal yapısı gereği stat görevi yapmıştır. Şimdi hatırlayabildiğim 3 mahalle takımı vardı sık sık karşı karşıya gelen, Musalla, Sakarya ve 16 Eylül. Birde “Yağhaneler” arkası sokak vardı ama burada oynama ya da maç izleme şerefine nail olamadım.

Şimdi denilecek ki; bu ne büyük bir eskiye özlem, bu ne konsantre nostalji, memleketin bin bir türlü derdi dururken, sen nelerle uğraşıyorsun, ne yapayım bunlarda benim “penguen belgeselim”. Konu bu kadar basit ve anlaşılır, haaa özlem yok mu var şüphesiz ama bu kadar mı, o tartışılır…

Pazar, Temmuz 22, 2018

ÇİFTLİK KÖYÜ – RENKLERİN RESMİ GEÇİTİ


Çeşme’nin İhraç İskelesi olarak; Osmanlı döneminde “Katopania” adı ile ya da kayıtlarda yer yer “Aşağı Çiftlik” yer yer de “Yukarı Çiftlik” olarak bilinen “Çiftlik Köyü” ya da şimdiki ucube düzenleme akabinde “Çiftlik Mahallesi” ile maruf köyümüz, İzmir’in en batısında Yunanistan’ın Sakız Adası ile karşılıklı olup ve arada oluşan Boğaz’ın karşılıklı taraflarında yer alarak biri sabahları diğeri akşamları denizinin kenarında oturan insana, güneşin doğuşu ve batışı sırasında inanılmaz güzellikler yaşatır, “Şarap Denizi” Ege’nin bin bir renginin harmonisini sunar.  Adeta denizin üstünden Sakız Adasına bakar iken, günün çeşitli bölümlerinde ışığın, kırılarak oluşturduğu ışık tayfının resmi geçidine tanıklık edilir. Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir. Denizin iyice azalan verimine rağmen yakalanan balıklar, barbun, adabeyi, sinarit, mercan ya da çipurası ile tezgahlarda oluşturduğu renk cümbüşü, adeta gökyüzünün denizin içine inerek oluşturduğu ışık tayfının bir devamıdır. Denizdeki ya da Sakız Adasının üzerinde oluşan renk dönüşümleri muhteşem olup, tam da bu yüzden Heredot’a bile şarap renkli deniz Ege dedirtecek kadar şiirsel bir görünüm vermektedir. Renk geçişlerin yukarıdan aşağıya ya da sağdan sola ya da soldan sağa geçişlerindeki ahenk ressam çatlatan cinsten olup keraat saatinin müjdecisidirler adeta. Renklerin adeta boya satışı yapanların skalalarını andırır vaziyette akışı, Sakız Adası üzerinde resmigeçit yaparcasına sıralanırken, günün solan ferinin hızına mütenasip ve müteakip Ada’nın sizden uzaklaşıyor hissi yaratıyor olması da işin sihrini yaratıyor sanki. Renklerin birbirleri arasındaki geçiş ve akışlarına mütenasip bir rüzgar akışı da vardır gün boyunca, sabahın dinginliği saat 10’larda “melteme” dönüşürken, genellikle akşamın ilerleyen saatlerine kadar devam eder, bazen hızlı esen “Gerence” rüzgarları ile gökyüzünde hızla hareket eden bulutlarla birlikte daha da katmerli ve kararlı hale dönüşürler. Deniz üstündeki renk dönüşümleri ile birlikte karadaki izdüşümleri ve Sakız Adası tepelerinin üstünde renk akış ve geçişleri ayrı ayrı ve birer birer ressam davetiyesidir bana göre. Güneş öyle bir dokunmaktadır ki ufuktaki Sakız Adasının tepelerine adeta sevgiliye usulca kondurulmuş bir sevgi öpücüğünü çağrıştırır bu dokunuşlar, yavaş yavaş inmekte olan akşamın yarattığı küçük küçük bulutlar ise çiçekler arasındaki öpücükleri canlandırmaktadır sanki. Gemiler geçiyor aradaki Çiftlik Köyü ile Sakız Adası arasındaki boğazdan, sanki Ege Denizinin mavisine boyanmış koyu yeşil karpuz kesen bir bıçak sapı görüntüsü vererek ilerlemekteler. Tüm bu ahenk ve renk çümbüşü içinden, Güneş adeta Sakız Adası Dağları ardından tam nereden kaybolacağını bizlere hissettirmektedir ki bu mevsimlere hatta günlere bağlı olarak ufacık ta olsa değişiklik göstermektedir. Akşam saatlerinin bu muhteşem renk geçiş ve akışları da son dönemde “Gelin-Damat” evlilik fotoğraflarına arka plan oluşturma konusunda da trend olmuştur.

Bilindiği üzere tüm kitaplar Deniz rengini ittifaken “mavi” olarak verir, hep böyle öğreniriz değil mi? Oysa izlenimlerim kesinlikle bunun böyle olmadığını göstermektedir, yukarıda detayları ile anlatmaya çalıştığım üzere. Bunda fizik mi, biyoloji mi, coğrafya mı etkilidir bilemem ama durum bu.

Akşamın renklerinin geçidini anlatırken sabahı unutmayalım, aksamın anlatımı balık restoranlara sabahın renk cümbüşünün anlatımı da kahvaltıcılara yarar ve tam da bu yüzden ilgili mekanlar sırasıyla dolup taşar. Ressamın paleti ya da boyacının boya skalası, akşam oluşanın tersine sabahları gecenin parlament mavisinin, başlangıçta biraz açık ve silik, gittikçe yoğunlaşan hatta bir ara kızıllaşan turuncudan kırmızıya nihayet gün mavisine devreder nöbeti.

Çiftlik Köyünün bu muhteşem renk geçiş ve akışlarının ruhuna uygun düşen bir düzen oluşturur güzel balıkçı restoranları, benzerleri kadar olmasa da biraz fiyatlıdırlar ama akşamları buradan Sakız Adasına doğru bakarak rakı-balık keyfi yapmanın tadına doyulmaz, gerçi Sakız Adasından da Çiftlik Köyüne bakarak uzo-balık keyfi yapmak ta “uzo-rakı” kardeşliği oluşumuna ciddi katkı yapmaktadır.

Güzel bir gün doğuşu ya da gün batışı anındaki renk geçiş ve akışlarına fotoğraf çekme yolu ile tanıklık etmek isteyenler ve fotoğraf çekerek bu anları ölümsüzleştirmek isteyenler burada fotoğraf çekmeye önem vermektedirler ama bunun daha profesyonel hala gelmesi de beklentiler arasındadır. Hele fotoğrafçılığa, var olan güzelliklerin fotoğraf vasıtası ile geniş kitlelere ulaştırılması sürecinde, teknolojinin katkılarının ne kadar büyük olduğu “dron”ların devreye girmesi ile daha iyi ve net anlaşılmıştır. Plajların renk cümbüşünün yukarıdan aktarılması ile yukarıda bahsettiğim renk geçiş ve akışlarının farklı açılardan yansıtılmasının, fotoğraflara bakanların adeta yerinde çıplak gözle olaylara tanıklık ediyor olması ile eş düzeydedir.

Pazar, Temmuz 15, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR - RADYO


Bir dönemin etkili siyaset yapma araçlarından “Radyo”nun, siyasal rejimlerin uygulama yoğunlukları üstünde inanılmaz etkili olduğu dönemler vardır bilindiği üzere. Peki sadece siyasi hayatı tanzim için mi aracılık etti radyo, şüphesiz ki hayır, hayatın her alanında muktedirlerin düşündükleri nizamın tesis edilmesine erketelik görevi de üstlenmiştir. Radyonun icadı ile başlayan, haber verme, eğitim, mal ve hizmet tanıtımı, eğlendirme, inanç yayma, kitleleri hareketlendirme gibi görev ve misyon tarifi günün şartlarına uygun olarak sürekli güncellenerek devam etmekte olup bir yerde demokrasi mücadelesi aracı, diğer yerde faşizmin ihdası ve ihyası aracı olurken, diğer yanda sosyal, ekonomik ya da eğitim aracı olmaya da devam etmiştir. Almanya’nın karanlık dönemi Hitler faşizminin ölüm saçtığı dönemde, mobil radyo yayınları ile verilen mücadelenin muhteşemliğini Mario Simmel’in romanlarında bulurken, Bulgaristan’ın iyice kaosa sokulma döneminde de Türkiye’den kalkan uçaklarla havadan yayın yapma çalışmaları, Vietnam’da ABD Emperyalizmine karşı yürütülen mücadele karşılıklı yayınlar, unutulmazlarıdır bu sürecin. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, radyonun çok sesliliğe ve demokratik, sosyal gelenek oluşturmaya uygun ortam yaratılmasına bu kadar yakın iken bu kadar uzak tutulması anlaşılabilir de değil açıkçası. Radyoların kullanılmaya başladığı yıllar ve bugünkü fonksiyonları karşılaştırıldığında birbirlerinden oldukça farklı tariflerin yapılması mümkündür haliyle… Zaman içinde değişen koşullar, radyonun işlevlerinde de önemli değişikliklerin oluşmasına neden olur. Dünyanın sıcak ve soğuk savaşı yaşadığı yıllarda radyo en güçlü propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Radyo, günümüzdeki yaygın kullanılma şekillerinin haricinde daha zengin ve demokratik hedefleri olan amaçlarla kullanılmaya uygun bir araç olup, demokratik ve gerçek çoksesliliği sağlayabilecek avantaja, kolaylığa, yeteneğe ve potansiyele sahiptir.

Radyonun icadını müteakip ABD’nin Jersey kentinde 2 Temmuz 1921’de ilk canlı yayın gerçekleştirilir ve bir ABD klasiği ağır sıklet boks maçı, Atlantik kıyısındaki 200 noktadan dinlenir haldedir. 1922’de Lenin, radyonun gücünü fark eder etmez, telsiz telgraf tekniklerinin devrimin başarısı için arttırılması adına girişimleri arttırır ve 1922 de Moskova’da radyo yayınını başlatır ve 1924 yılında da Lenin henüz hayatta iken gösterdiği çabaların sonuçlarını da görür ve dünyada ilk kısa dalga radyo yayını Rusya’nın başkenti Moskova’dan yapılır. Bilindiği üzere 2.3-30 Mhz arası frekanstan yayın yapan kısa dalga radyo sinyallerinin çok uzak mesafelere gönderilmesi kabiliyetine haiz olup, sınırlar ötesi yayın yapılmasına uygun olmakla birlikte konumundan ötürü de yayını yapanın amaçlarının ve propagandasının olabildiğince uzaklardan dinlenilmesine de fırsat yaratmaktadır. Takip eden dönemde; Moskova Radyosu diplomasi alanında da yoğun bir biçimde devrimin hizmetindedir, 1929 yılında 4 dilde yayın yapar iken yakalanan başarının hızlı ve etkili arttırılmasına yönelik 11 dille yayın yapar hale gelir.

Radyonun çok etkin kullanıldığını gerek okuduklarımızdan gerekse de izlediğimiz filmlerden bildiğimiz yıllar, II. Dünya Savaşı yıllarıdır ve bu anlamda sadece saldırgan ve işgalci ülkelerin propagandaları için değil, işgal edilen ülkelerin halklarının direniş ruhunu canlı tutmak, moralini yükseltmek için de kullanılmıştır. 1941’de, ABD’nin fiilen II. Dünya savaşına daveti sayılan, Japonya’nın Pearl Harbour’a düzenlediği hava saldırısı, ABD’nin de bir resmi radyosu olması sonucunu doğurur ve 1942 de ABD Savaş ve Enformasyon Ofisi kurulur ve ofisin ilk işi de VOA (Amerikanın sesi radyosu) adı ile halen yayın yapan bir radyo kurulur. Halen yaklaşık 45 dilde yayın yapan bu Radyo, ABD Emperyalizminin çıkarlarının korunması adına, zehirin tatlandırıcılar ile kaplanarak sunulması çalışmalarına devam etmektedir. Özellikle sosyalizmin kalesi olarak tespit edilen Sovyetler Birliğinin yıkılması için, batılı emperyalistlerin ve avenelerinin büyük ekonomik destekleri ile kurulan ve Balkanlar, Sovyetler Birliği, Kafkasya, İran ve Orta Asya’yı hedef tutan, 1951 yılında Münih’te yayın hayatına başlayan Radio Free Europe (RFE) ve Radio Liberty (RL) “gerçeklere dayanan bilgi ve görüşleri yayarak demokratik değerleri ve kurumları geliştirmek” gibi yalana, riyaya ve dolana dayalı çalışmaları ile kara propaganda radyolarının izlerini her türlü ansiklopedi ve anı kitaplarında ziyadesi ile görmekteyiz.

Osmanlı topraklarında ise, ilk radyo yayını bir müzik programı olup İstanbul önlerinde işgalcilere ait bir Fransız savaş gemisinden 1921 yılında yapılır ve ziyadesi ile de başarılıdır. 1923’te canım Yurdumda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ilk radyo yayını Öğretmen Okulu’nun bodrumunda, küçük bir davetli grubu ve basın huzurunda gerçekleştirilir.  1925’te, “Telsiz Tesisi Hakkında Kanun” başlıklı bir kanun yayınlanarak, okuma yazması olmayan Anadolu Halkına Cumhuriyetin ve devrimlerin anlam ve önemini, yeni rejimin hedeflerini ve başarılarını anlatmada etkili olduğu iyi bilinen radyodan yararlanmak için yurt sathına yayılan telsiz şebekesi kurulması için gerekli hazırlıkların başlatılmasını arzu edilir. Yurdumuzda ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 tarihinde İstanbul Sirkeci’de Büyük Postanenin stüdyoya dönüştürülen üst katından gerçekleştirilmiş olup ondan bir yıl sonra kurulan Ankara radyosunun, nüfusu 13 milyon civarında olan Türkiye’de, 2000 dolayında radyo ile sesini duyurmaya çalıştığı kayıtlarda bulunmaktadır. Yazılı basına göre ulaşımdaki kolaylığı Radyoyu bu anlamda çok önemli kılmış ve cumhuriyet ve demokrasi kavramları konusunda halkın bilinçlendirmesi ve bu düşüncenin yaygınlaştırması adına bir hayli etkili yapmıştır.

1950li yıllar radyoculuğun kara yüzüdür canım yurdumda, “partizan radyo” uygulamasına geçilir adeta, muhalefet yok sayılır, sadece DP iktidarı vardır, radyo DP’nin sesi gibi yayın yapar, DP’nin Kore savaşına ABD’nin menfaatleri doğrultusunda asker göndermesinin meşruiyeti adına kullanılır, DP’yi seçenlerin adları tek tek yayınlanır, vs vs… Yani elinde bulunduranın, “kimin arabasına binersen onun düdüğünü öttürürsün” diye mızıkçılık yaptığı platformdur radyo… Daha ne olsun işte…

 

Pazartesi, Temmuz 09, 2018

RÜYA GİBİ HATIRALAR


Benzer yaşlarda olduğumuz Çeşmelilerin kolayca hatırlayacağı üzere, şimdilerde tam kalenin karşısında, deniz kenarında Kale Kafe adı ile faaliyet yürütülen alanda 4 adet tek katlı bina vardı. Mezkûr binalar ile kale arasında şimdi yerinde yeller esen kara Selviler uzanırdı gökyüzüne adeta delercesine. Bu binalardan önce aklımda kaldığı kadarı ile, Sağlık Ocağı görevi (adı böyle değildi) gören bir sağlık birimi vardı, işte o bina yıkıldı, sonra da diğer 3ü birden, kime nasıl ve neden bir rahatsızlık verdi bilinmez, biri PTT, diğeri Gümrük Muhafaza, bir diğeri de Sahil Sıhhiye idi… Hele kara Selvilerin Kale tarafındaki güzelim mermer kaplı Çeşme… Evet önce şehrin fizik bölümü yok edilecek ki, bağlaşık ve ardışık içindekiler, sonra bu günler… Ben Çeşme’nin bu halinin korunmasının taraftarı idim ama güç kimde o düdük çalıyor malum olduğu üzere… Artık ne o ağaçlar, ne o binalar ve de ne o insanlar var… Bu binalar özelinde ve genelde de kentlerin bu kadar değişikliğinin sosyolojiyi nasıl oluşturduğunu, önce kentin sonra da insanların nasıl dumura uğratıldığını yazmak istiyorum… Çamların bulunduğu bölüm yaz aylarında bir takım tiyatro, illüzyon gösterilerin yapıldığı bir yer olarak anılarımızı süslemeye devam edecektir şüphesiz ama bizden sonraki nesillere aktarılamamış olarak… 12 Eylül’ün Çeşme özelinde tarihe, topluma ve arkeolojiye attığı kazıklardan birisidir ne yazık ki, ama cambaza bak misali dikkatlerin başka yerlere çekilmesi neticesinde konu 66’ya bağlanmıştır gayri, ne gam ne keder…

Dönem itibari ile Canım Yurdumun en önemli ve yaygın haber alma ve eğlence aleti “Radyo”dur ancak aynı zamanda bir almaç değil bir göndermeçtir de ve daha da önemlisi frekans ayarları ile oynanırsa kolluk kuvvetlerinin haberleşmelerine bile muttali olunabilir daha da önemlisi “kerim devlet” tarafından zararlı ve siyasi ahlaka mugayir yayınlardan da korunmalı idi ahali… Tam da bu nedenlerle yıllık “radyo vizeleri” ihdas olunmalıdır, netekim olunmuştur, telsiz telgraf kanunun bilmem kaçıncı maddelerine göre, yani her radyonun bir kimlik kartı bulunmakta ve kartın muhteviyatında da bugünkü otomobil ruhsatlarında bulunan vize bölümlerine benzer bölümleri olan ve A6 büyüklüğünde bir defterdir. Radyo sahipleri her yıl radyolarını PTT’ye götürür, radyolar itina ile tutanak karşılığı teslim alınır, sahibinin yanında Amerikan bezinden yapılmış küçük bir çuval içine konulur, çuvalın ağzı güzelce kurşun ile mühürlenir, kontrol edilmesi için ilgili birimlere sevk edilir, birkaç gün içinde eğer bir sorun yoksa bulgular ve tespitler radyonun künyesi sayılan kimliğe işlenerek iade edilir idi. Aaaaa bir sorun ya da kerim devletimizin hoşuna gitmeyecek bir şeyler olursa ne yapılırdı, vallahi bilmiyorum ama biz böyle bir durum ile karşılaşmadık. Hay Allah, ne günler değil mi, bunları görmeyenler hatta daha önce hiç duymayanlar nasıl gülüyorlardır… İşte toplumsal zapt-ı rapt adına ihtiyaçlar ne ise, kanun o, yani kanun bu ne yapalım yok, güç elinde ise kanunu yaparsın sonra da bu kanuna göre denetliyorum dersin olur biter… Soran olursa da kanun nizam der geçersin…

Radyoların, şimdiki gibi FM kanalından yayını yok, “Uzun dalga” (LW) ya da “Orta dalga” (MW) gibi frekans aralıkları var, oralardan ilgili düğmeleri çevirerek istenilen kanallar bulunur, dinlenirdi… Sabahları “Gününüz aydın Ürününüz bol olsun çiftçi kardeşlerim” spotu ile tarımsal yenilikler, ürün ve yetiştirme metotları üstüne, bilim adamları destekli, türkü katkısı ile de eğlenceli, saat başlarında ajanslar, sabah ve akşamları radyo tiyatroları, arkası yarın adı ile maruf bugünkü TV dizilerinin audio versiyonları, ama bugünkü kadar toplumdan uzak ve kalitesiz olmayan programlar öne çıkmakta idi… Hele bir de, daha sonraları da olsa,  “Orhan Boran ve Yuki” vardı ki, içeriği tartışılsa bile kalite ve seviyesi tartışılmayan eğlence programları idi… Hafta sonları Futbol maç yayınlarını, tutulan takım futbolcularının gazetelerden görülen fotoğrafları, renkli formaları hayal edilerek sanki sahada maç izliyormuşçasına dinlemek ayrı bir güzellikti, rüya gibi hatıralardır. Hani şimdi kalitesi çok yükseltilmiş dijital ekranlarda, örümcek kameralarla zenginleştirilmiş yayınlar ile yeni bir yol tutturmuşlar var ya, o güzellikleri hayal bile edemezler…

Radyonun her ne kadar, devlet ricalinin bugünkü ardıllarının TVler için sarf ettikleri misali “temel işlevi eğitim ve bilgilendirmedir” gibi tılsımlı kelamlar etse de temelde tarih boyunca propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Propagandanın zirve yaptığı döneminde “soğuk savaş” dönemi olduğunu söylemeye de gerek yoktur zannederim, adeta “radyo savaşları” denilebilecek biçimi ile hatta artan bir fonksiyon ile bugün de devam etmektedir. Ben şahsen dinlemesem de kim unutabilir, Türkiye Radyolarında DP tarafından organize edilen “Vatan Cephesine” katılanların listelerinin isim isim saatlerce yayınlanmış olduğunu. İsteyen özellikle, İzmir’i doğuya doğru çıkıp diyelim ki Kayseri, diyelim ki Adana yolcuğu yapsın, yolda aracında radyosunu açsın, denesin, küçücük ilçelerden bile geçerken dini yayınlar yapan en az 3 radyo istasyonu bulacaklardır. Evet soğuk savaş döneminin, burası “Amerika’nın sesi”, ya da burası “Sofya radyosu”, ya da burası “bizim radyo” ya da burası “BBC” anonsları ile başlayan, kendince kendinin cilalı durumlarını anlatan, yoğun propaganda dönemleri unutulmayacaktır. Kurumu ve yayını çok zor olmayan radyo, her ne kadar ülkelerini yönetenlerin ellerindeki beyin yıkama araçları gibi bulunsa da, ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele edenlerin, yönetimlere karşı muhalif olanların ve dikta rejimlerine karşı direnen ve savaşanların da sıklıkla kullandığı bir araç olmuştur.

Kim unutabilir Üniversite sınavlarından sonra ön kayıtlar için üniversitelerin her gün açıkladıkları, ihtiyaç duyulan öğrenci sayısına ulaşılana kadar puan düşürerek yaptıkları anonsları… Ben üniversite genel sınavından sonra bir yıl radyo başında ön kayıt puanlarını düşüren üniversiteleri takip etmiştir. Gerçi o yıl bir işime yaramamıştı ama…

Eğer bir daha radyo yazısı yazarsam, Dünyada ve Türkiye’de ilk yayınlar ile propaganda amaçlı ve liderler tarafından kullanılış biçimi üstüne yazmak istiyorum.

Pazar, Temmuz 01, 2018

TEKKE KOYU ve PLAJI


“Vakıf tahrir defterlerinde Çeşme Kazasında biri Çeşme’de, diğeri Karaburun’da olmak üzere Samut Baba adlı iki zaviyeden bahis vardır. Bunlardan biri Çeşme’deki körfezin kuzeyinde bugün Tekke koyu olarak bilinen koyun yakınında 16 Eylül mahallesindedir. Günümüzde Tekkeden eser kalmamakla beraber sonradan hazırlanmış bir mezar taşı ve tekkenin haziresi olduğu düşünülen yerde birkaç mezar taşı daha bulunmaktadır. Zaviyenin yerinin Çeşme Körfezine hâkim oluşu kuruluş yıllarında burayı kontrol vazifesini yüklenmiş olduğunu göstermektedir.” diye aktarmaktadır Mübahat Kütükoğlu “XVI. Asırda Çeşme Kazasının sosyal ve iktisadi yapısı” adlı eserinde, Doç. Dr. Nahide Şimşir tarafından, bir sempozyum için hazırlanan “Çeşme’de ziyaret yeri olarak seçilen kabirler” adlı tebliğinden. Aynı tebliğ de zaviyenin gelirinden, padişah tahsislerinden ve talimatlarından ve sosyal yükümlülüklerinden detayları ile bahsedilmektedir. Aynı eserde “Samut Baba Tekkesi ya da Türbesi” adı ile Karaburun’da da bir tekkenin bulunduğu bahse konudur ancak bildiğim kadarı ile başta Urla’da da hiç ziyaret etmemekle birlikte bir adet bulunduğu bilmekteyim. Diğer taraftan Anadolu’nun birkaç yerinde daha aynı adla tekke, zaviye ve türbelerin bulunduğu da kısa bir araştırma neticesinde anlaşılmaktadır. Gerçi konu etmek istediğim ne türbe, ne zaviye, ne de tekkedir ama mezkur “koyun ve plajın” adının nereden geldiği konusunda daha önceleri okuduğum kitap ve kaynaklardan aldığım notlara istinaden bu girişin faydalı ve anlamlı olacağını düşündüm. Çok muhtemel ki Alevi ve Bektaşi kültürü ile yoğrulmuş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleşmiş Babalar ve Dedeler ve de müritleri, yönetim durumuna göre kâh otorite ile bağlaşık, kâh dikleniş ve baş kaldırış sergilemişlerdir. Çeşme’deki Samut Baba ile ilgili, muhtemelen de konumuna binaen, canım Yurdumun insanı ona bir “gözlemcilik” görevi yaratmıştır, muhayyel olarak hatta bu hayaldeki sınırsızlık çok çeşitli menkıbeler yaratılmasına sebep olmuştur. Bu menkıbelerden biri yine Doç. Dr. Nahide Şimşir aktarımına göre; "Samut Baba denilen zat halk arasında ermiş olarak bilinir. İstiklal Savaşı yıllarında Çeşme'yi düşman işgal edeceği sırada, tüm sahili yeşil sarıklı savaşçılar kaplar. Düşman bu sahneyi görünce dağılır. Sonunda Türk ordusu yetişir." şeklindedir. Diğer taraftan tarihlere bakınca, her ne kadar Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ile irtibata uygun bir kaynak bulunmamakla birlikte en azından ben bilmemekteyim, mezkûr konunun bakiyelerinden olma ihtimalleri de göz ardı edilemeyecek kadar akla uygundur. Çünkü Osmanlıdaki mezkûr başkaldırışın gerek coğrafi gerekse de tarihsel tutum alışlar açısından değerlendirilmesi neticesinde de mutlaka bakiyeleri olmalıdır ve tam da bu yüzden tasnif dışı tutulmamalıdır bu vaka… Dikleniş, başkaldırı, yenilgi ve biat süreci yaşanmış olabilir. Samut; Arapça kökenli bir kelime olup, susan ya da surat asarak konuşmayan anlamındadır.

Bir dönem, Çeşme’nin ve ahalisinin, Hıdrellez kutlamaları için ateşler yakarak eğleştikleri “Tekke Koyu” şimdilerde artık yüksek zevatın inayet ve iradeleri kapsamında ranta kurban edilmiş olup gayri dönüşü yoktur. İmara kapalı iken bir anda canım Yurdumun mütegallibesi ve yerli avenelerinin, kuşa bak misali, “körfez silueti projesi” gibi tılsım ve ihtişamı yüksek, hedefi belli, tezvik ve tezyini ile gözlerimize çektikleri sürme neticesinde gelinen nokta ortadadır. Savunma ise, orada 1 m2 bile yeri olmayan zevata, sorduğu soruya istinaden, sen de inşaat yapımı talep et aynı haklara sahip ol, gibi kargaların başta olmak üzere tüm mahlukatın güleceği ama politikacıların anlayabileceği kuş dili ile yapılmıştır. Sonuçta kentlerin karakterlerini oluşturan bu tür yerlerin korunamaması nedeni ile iğdiş işlemi devam etmektedir. Ancak gitti güzelim Hıdrellez kutlama alanı, gerçi artık eski Hıdrellez kutlamaları da gitti ya neyse. Ama neresinden başlayıp anlatsam çocukluğumun o güzel Hıdrellez kutlamalarını, neyse eskiden atı alan Üsküdar’ı geçiyordu ama şimdi Üsküdar’ı alan karşıya geçiriveriyor oldu, lafz-i tadilat muvacehesinde… Ayrıca, genellikle herhangi bir Tekke’nin mütemmim cüzü kabilinden bulunan “deliklitaş” hala yerinde midir bilemiyorum ama çocukluğumuzda biz zayıfların sorunsuz geçtiği hafif kilolu arkadaşlarımızın geçemediği anlarda, geçenlerin geçemeyenlere takılmaları dün gibi aklımdadır. Genel manada canım yurdumun insanının inanışına göre, deliklitaşı sorunsuz geçenler günahsız, geçemeyenler ise tam anlamı ile günahkardırlar… Artık onlara, adaklar mı adamak düşer, günlerce 7 adet üst üste dizilmiş tuğla üstünde tuğlalar eriyene kadar yıkanmak mı düşer, tekke’ye bağışlar mı düşer, yoksa Dedelerin yanında çilehanelere katılmak mı düşer, Allah bilir…

Tekke plajının bir dönem yerel yönetim tarafından adı beğenilmeyerek “Kadınlar Plajına” da dönüştürülmesi, hem de Tekke ve Zaviyelerin ihdas edilmesine canı gönülden inanan ve savunanlarca yapılmış olması da ayrı bir tenakuz konusu iken, kadınlar plajına dönüşen yerde üstsüz güneşlenmek isteyen kadınları da, yerli ve yabancı tefriki yapılmaksızın zabıta gücü ile engelleyenler de aynı kafanın takipçileri olmaları bir başka tenakuzu oluşturmakta idi.

Bir dönem mezkûr plajın ki, genellikle kısa süreli yüzmek isteyen komşuların yoğunlukla tercih ettiği bir plaj olması nedeni ile, yoğun müşteri tercihinden ötürü özelleştirme kapsamında özel işletmelere devredilmesi tam bir rezalet iken şimdilerde yeniden sınırsız şekilde halkın kullanımına açık olması bu hali ile bile güzelleştirmiştir orayı.  Artık koyun hemen arkasındaki tepede çam ağaçları ile dolu mesire alanı yoktur ayrıca oraya dönüş umudu da yoktur.

Pazar, Haziran 24, 2018

ÂDEM-İ LİYAKAT


Hemen tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma, fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam, aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi, görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek, arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup, herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi, Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah… Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben ölem…

Size yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak adına, inşallah…

Yaklaşık 10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat, durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor” gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40 yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık, Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında, muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem gerçekleştirir.

Liyakat değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada; adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda olmasa ne fayda… Çavdar bahane…

Pazar, Haziran 17, 2018

“GEL BAKALIM BURAYA”


Malumunuz, tarihçiyim diye gerdan kıran bir muhterem var. İnanılmaz bir şey ama adam gerçekten kendini tarihçi zannediyor, onun bu zannı vasıtasıyla da insanların yanlış bilgilendirilmesinden ikbal medet edenler de kendisine bu minvalde muamele ediyorlar. Çok tesadüfi biçimde kendisine miras, bağış ve hibe yolu ile intikal etmiş, aslında orijinal ve el yazması olmalarından gayri de, okunmadığı ve diğer yazıtlarla kıyaslanmadığı sürece, bir faidesiz hazine olmaktan öteye gitmeyen ciddi bir arşivin sahibi olduğu bilinmektedir, bu muhteremin… Ancak, bu hazine, okunduğu, anlaşıldığı ve diğer benzerleri ile kıyaslandığı ve bu anlamda mealen değerlendirildiği sürece gerçek bir hazinedir. Yoksa Allah muhafaza, ansiklopedilerine göre “kitaplık” siparişi veren benzerlerinden ayırt edilmesi zor olur insanın, aman dikkat. Kendisinin bu sahte bilgiçliğinden istifade etmeyi matah bir şey zanneden medyanın köşe tutmuşları da, bunu bir adam belleyip, program tahsisi yolu ile toplumun zehirlenmesine yol açarlar, hani plan ve hedef te budur ama… Bir sakal ve bir gözlükten oluşan, bu çok bildiğini zanneden aslında bildiği yanıldığına yetmeyen ya da bildiği yanıltmaya yetmeyen, bu kerameti kendinden menkul zat, eleştiriye ya da övgüye tabi tutmak istediği her güncel olayın, devr-i Osmanide bir karşılığını ya da benzerini bulan ya da buldum numarası ile sunan ve de buradan hareketle davranış bekleyen ya da öneren muhterem, zaman zaman da merhabalaşmalarına binaen kendisini kıramayan ünlü bir tarihçimizi de konuk eder programına, programın ve sunduğu sığ bilgilerin bu sayede derinleşmesini hesap eder. Canım benim, bu haliyle de bir cicidir ki sormayın gitsin… Ancak bu hep böyle değildir, sahibinin sıkı takipçisidir, kendisi gibi düşünmeyip te, kendisini eleştiren insanlara da bir o kadar acımasız olabilmektedir, cevap verebilme hakkına sahip olmayan bu eleştiri sahiplerine kendisine tahsis edilen programdan hakaretler yağdırmaktan da geri durmamaktadır. Osmanlı diye diye, devri Osmaniye’nin de en fazla taktığı ya da öne çıkardığı tarafı da, padişahların harem hayatları, yeniçeriler arasındaki tensel münasebetler, hamamlarda tellak ve müşteri muhabbet ve münasebetleri gibi, “cemiyet haberleri” faslından kabul edilebilecek, tarihsel röntgencilikten öte olmayan, tam da bu nedenle bilakis Osmanlı hayranlarının kendisine eleştirel bakması gerekirken, hayranlıkla bakıyor olmalarını da canım Yurdumun bu kabil adam yetiştirmekteki mahareti ve mümbit oluşuna bağlamak gerekmektedir herhalde… Bakıyorum da kendisine yönelen bazı eleştirilerde; “yandaşlığı ilmini hiç etmiştir” gibi eleştiriler bulunmaktadır, ne yazık ki ben böyle düşünenlerden değilim, bana göre, yandaşlığı olmasa bildiğini zannettiği şeyler on pare etmez bir yana kendisini dinleyecek bir kişi bile bulamaz… Kimse kusura kalmasın, kendisine kütüphane miras kaldı diye insan âlim sayılacaksa, kütüphaneye kitap taşıma işinde kullanılan eşekler tasnif dışı tutulmamalıdır bu bapta.

Bu mezkûr zat; geçenler de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin cumhurbaşkanı adayını açıklaması sırasında kullandığı; “Muharrem İnce, gel bakalım buraya” diye seslenip kürsüye çağırışını bir yazı konusu yaparak, bir hayli de küçümseyerek, hatta dudak bükerek olmadı hiçte alakası olmayan örnekler vererek, rezil rüsva bir şey yapılmış edası ile takdim etmiştir. Genel Başkanın üslubu ile ilgili herkes bir şeyler diyebilir şüphesiz, bu konuyu ben şahsen sorun etmem, ama canım yurdumun göz önünde bulunanları arasında üslup problemi yaşayanların başında gelebilecek birinin bunu bu anlamda eleştiri konusu yaparak, köpürtmesi en azından hafiflik sayılmalıdır, esasen de bu muhtereme de çok yakışıyor bu bozuk ve dengesiz üslup…

Şimdi, Genel Başkan’ın üslubu konusunda şahsen benim de çok garipsediğim ama geneldeki davranış ve tutumları incelendiğinde, hayat uyumluluğu gayet net anlaşılan bir yaşanmışlığım var. Genel Başkan’ın Çeşme ziyaretinde Çarşı içinde bir arkadaşımla ile bir yerde oturmuş, ben çay içiyorum, arkadaşım da döner dürüm yemekte idi. Tam o sırada Genel Başkan bizim masaya geldi, “merhaba, ohhh malı götürüyorsunuz” gibi bir kelam etti. Aslında kendisine verilecek cevap, “politikacılardan bize mal kalmıyor ama” gibi olmalı idi ama bir akli fren ile “bunlar değerli mal ise buyurun beraber götürelim o zaman” dedim. Sonra merakla baktım, Genel Başkan’ın bu tür ilişkilerdeki üslubuna, yaklaşımı sorun olmaktan ziyade, tamamen halkımıza uygun ve abartılı samimiyet yansıtan bir biçimde olduğunu müşahede ettim. Tabii ki buradan her türlü imkân değerlendirilerek, “bir babanın oğluna kızışı”, “bir babanın oğlunu azarlayışı” gibi abuk subuk sonuçlar çıkarabilir bu muhterem gibiler, çünkü bunların lügatı ancak fırça, kızma, bağırma ve azarlama ile sınırlı, sevgi, samimiyet, sevinç ve heyecan yok… Mesela, babaların ayaklarının altının öpülüşü konusunda, zat-ı alilerinizin hijyeni öne alan bir yazı yazmasını boşuna bekledi insanlar… Mesela, al ananı da kaybol yaklaşımına yönelik bir kelam etmeni boşuna bekledi insanlar… Daha çok sıralayabilirim bu ve buna benzer harika üsluba yönelik örnekleri ama bunların hiçbiri önemli değil senin için ama konu diğeri ise üslup kaka… Sevsinler senin yazarlığını, sevsinler senin tarihçiliğini, sevsinler senin âlimliğini… Bak ben sana o tavrın ne olduğunu bir kez daha yazayım… Birisinin çok beklediği bir şeyi, ahada bak şimdi oldu, haydi şimdi de sen kendini göster faslından yüksek heyecan perdesinden bir haykırıştır. Bil istedim… Bilir misin bilmem…

 

Pazar, Haziran 10, 2018

CHATHAM HOUSE


İngiltere’de 1855 yılında kurulmuş, bünyesinde ezelden beri “Kürt Araştırma Enstitüsü” ve “Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü” gibi bölümleri barındıran ve Ortadoğulu uluslar ve aşiretleri hedef tutan EXETER Üniversitesi, 20. Yüzyılın başından itibaren de bünyesine CHATHAM HOUSE gibi, şimdilerde bazı önemi kendinden menkul muhteremlerin çok şikâyet ettiği Ortadoğu’yu adeta paramparça dünyam benim mantığı ile bölen “Sykes–Picot haritalarını” çizen ve Sevr antlaşmasını hazırlayan, kuruluşu katarak etki ve yetki alanının arttırmıştır. Çok iyi bilindiği üzere Exeter Üniversitesi ilgili bölümlerinden mezun edilmiş ve yurt dışı görevlerde istihdam edilmek üzere hazırlanmış sayısız ajan vardır ve önemli bir kısmı açığa çıkmış ya da anılarını yayınlamıştır. Ayrıca daha detaylı izah edilmesi gerektiğini, iyi bilenlerin yapabileceği “Green Peace” adlı çevreci kuruluş ta bu üniversitenin yan kuruluşudur. Örneğin “İslam Kalkınma Bankası”nın önemli ve üst düzey yöneticilerinin nerede ise tamamı Exeter’den lisans ya da lisansüstü eğitim almışlardır, kolayca anlaşılacağı üzere de burada mezkûr eğitimlerin alınması için tercih edilecek öğrencileri de dini kuruluşlar belirler. Ajan ve provokatörler konusunda o kadar içli dışlıdırlar ki, dünya işkence tarihine bile “Exeter dükünün kızı” adlı bir işkence aleti kazandırılmıştır. Chatham House rabıtasını kolay ve anlaşılır tarifleyebilmek adına Exeter den bahsettiğimiz yeterlidir, bence ve asıl konuya dönelim.

“Yuvarlak Masa Toplantıcıları” adı ile 1920’lerde başlayıp ve genellikle İsrail Devletinin kuruluşu başta olmak üzere, Birleşik Krallığın çıkarlarına binaen ilgi alanına giren benzer her konuda uluslararası boyutta maydanoz olma çabaları bilahare “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” adına dönüştürülerek daha resmi ve daha cazip hale getirilmiştir. Aslında biz aldananlara uluslararası sivil bir düşünce kuruluşu gibi sunulan ve kabul ettirilen ve de hatta bu kabulden sonra asla ve kat’a aldatılmışım denilemez duruma getirilen halimiz ile, dünyada oluşacak ve oluşan her türlü krize sözde siviller vasıtası ile çözüm aranıyormuş görüntüsü verilen bu sözde hür platform, emperyalistlerce kurulan sayısız benzer kuruluşlardan biri olup, tek derdi kurucularının ve mümessillerinin çıkarlarıdır.

Bu kuruluş umdelerine sıkı sıkıya bağlı insanlar için, uluslararası arenaya sunulmak ve tanıtılmak üzere zaman zaman ödüllerde vermektedir. “Büyük Şövalye Nişanı” adı ile maruf bu ödül, çok önemli görülen zat-ı şahanelerine takdim edilmekte olup ve ne yazık ki bu tür kuruluşlardan alınan ödüller “yürü ya kulum” anlamında olmaktan öteye de gidememektedir ilgili şahıslar için ve sadece nişanı verenlerin yelkenine biraz daha rüzgâr olarak geri dönmektedir, plan bu. Bu unvan canım yurdumun topraklarında ilk defa Osmanlı Sultanı Abdülaziz’e bizzat dönemin İngiltere Kraliçesi tarafından takdim edilmiştir. Merak edenler olursa ise kısa bir araştırma ile daha kimlerin bu imkândan faydalandığını kolayca öğrenebilirler. Mesela bilindiği üzere 2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanına da verilmiştir, diyelim ve bitirelim bu faslı.

“Council on Foreign relations” CFR adı ile maruf ABD merkezli kuruluş, küresel güçlerin dünyaya çeki-düzen verme, detayda buna muvafık nizam tesisi, tekelci sermayenin dünya egemenliğini, her yolu, buna askeri çözümlerde dâhil olmak üzere, deneyerek sürdürülmesi,  sermaye dolaşımına engel sınırların kaldırılmasının temin ve tesisi, dünyayı yöneten güçlerin değişmemesi adına misyon yürütürken yolu sürekli olarak, Chatham House kuruluşu “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” ile kesişmektedir, basını yakından takip edenler tarafından bilinmektedir. Ulus Devletlerin misyonu tamamlanmıştır, özgürlükçü demokrasi zamanıdır gibi şatafatlı kelamlar ile kim ki yola çıkmış ise aydınlar tarafından şüpheli karşılanması da bu yüzdendir zaten.

 

Bir anlamda “dünya derin devlet”i sayılan CFR’nin yoldaşı “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” kendisine yakın kuruluşlar tarafından sürekli çok önemli bir kuruluş sunumu ile ulusların gözünde masum ve cici gösterilmeye sürekli gayret gösterilen bir kuruluştur. Örneğin; ABD merkezli University of Pennsylania’nın bir değerlendirmesine göre, “Brookings institute”den sonra Dünyanın en etkili 2. think-tank'i kuruluşudur, vay ki vay. Ayrıca yakın takipçilerinin de iyi bildiği üzere mezkûr kuruluşun canım Yurdumdaki kurumsal ortağı Koç Holding’tir. Önceki kurumsal ortağı da Sabancı Holding olup, grubun bankası Akbank ise sponsoru idi. Koç Holding, Chatham House “Türkiye projesi” ana sponsorlarından olup, mezkûr proje de konusu da “One Belt, One Road” (Bir Kemer, Bir Yol) adı ile maruf olup, “Yeni İpek Yolu” tesisinde Türkiye’nin konumu ve Türkiye-Avrupa ilişkilerini içermekte olup Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç da Chatham House’un Mütevelli Heyeti’ne dâhil edilmiştir. Yukarıda konu edilen tüm detaylar basında çeşitli zamanlarda çıkan yazılardan akılda kalanlar çerçevesinde düzenlenmiştir.

Cumartesi, Haziran 02, 2018

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU – 1


Çeşme Liman’ının hoyratça doldurulduğu malumudur tüm herkesin, hem de muhalif ve muarızlarına nispet yaparcasına hatta tam da onların canını yakıyormuşçasına yapılan bir muameledir kanaatime göre… Peki, bu sadece benim kanaatim midir? Tabii ki hayır. Gazetemiz arşivinde, 23. Haziran 1988 tarihli Başbakanlık makamına yazılmış ve dağıtımı Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Yükseltme Kurulu Başkanlığı’na yapılmış ve Y. Mimar Mesut Kaynak, Y. Mimar Erol Güçiz, Armatör Vehbi Ertürk, Y. Mimar Cemil Çınar, Tüccar Çoşkun Vural, Kaptan Yaşar Çoşkun tarafından kaleme alınmış ve Çeşme Liman’ının tarihi, arkeolojik ve kültürel önemine vurgu yapılmış bir dilekçe ve ekleri haritalar ve fotoğraflar bulunmaktadır. Mezkûr dilekçede konunun bu anlamdaki önemine vurgu yapılan şu cümle çok çarpıcıdır; “Bilindiği gibi 1770 tarihli Osmanlı – Rus savaşı Çeşme’de cereyan etmiş ve Osmanlı savaş gemi batıklarının bir kısmı bu körfezde yatmaktadır. Bizlerin tespit edebildiği, iskele dolgu sahasının altında kalan, ilişikteki harita ve fotoğraflarda batıkların yeri ile resmi görülen, T.C. Deniz Kuvvetlerinin malı olan Osmanlı Savaş Gemileri enkazı yok olacaktır. Haritada (A) ile işaretleneni 10 metre genişlik ile 24 metre uzunluğunda, (B) ile işaretlenen 7 metre genişlik ve 18 metre uzunluğunda ahşap kadırgalar gülleri ile birlikte o tarihi canlandırmaktadır. Turizm ve arkeoloji açısından da ne derece önemli oldukları açık bir gerçektir.” Mezkûr dilekçede, limanın nasıl sirkülasyonu azalarak köreleceği, yaklaşık 58.000 m2 dolgu alanı için yeniden taş ocaklarının açılacağı, turizm iskelesi diye sunulup RO-RO taşımacılığı iskelesi olmanın öne çıkacağı gibi sayısız sakıncalar sıralanarak bitirildiği müşahede edilmiştir. Bugün öngörüleri gerçekleşmiş, ortaya çıkan olumsuz görüntünün kapatılabilmesi adına Marina hamlesi yapılmış Çeşme limanı için kaygı duyan ve bu kaygılarını çekinmeden ilgili makamlara sonuç alınamayacağını bile bile ama çıkmamış candan umut kesilmez sözü uyarınca ileten adı geçen büyüklerimize sonsuz teşekkür ediyoruz. Diğer taraftan tüm Çeşme’de dağıtımı yapılmış, 01.06. 1988 tarihli bir de “Çeşme’de Yapılması planlanana RO-RO İskelesi ve getireceği sorunlar” başlıklı bildiri bulunmaktadır. Mezkûr bildiride “Feribot, Şilep ve benzeri Uluslararası gemilerin yağ, mazot gibi bıraktıkları atıklar, TIR trafiğinin artması sonucu oluşacak trafik ve hava kirliliği” başta olmak üzere diğer sorun ve sonuçlar ele alınmış, ancak tüm bu tespitlere rağmen sonuç değişmemiştir. Kerim devlet, menkuliyeti kendinden kerametini yeniden göstermiştir, vatandaş ne diyor, ne talep ediyor, ne bekliyor yok hükmündedir, keen nem yekûndür hülasa. Ne hazindir ki; tarihimize sahip çıkıyoruz diye diye, tarihi, doğayı yok etmek bir marifet sayılıp, bir de iltifata tabi olunmak isteniyor, vay ki vay, canım yurdumun halleri… İşte ilgili ve yetkililerin bilgisiz, bilgililerin de ilgisiz, etkisiz ve yetkisiz olduğu yerin harmanı da böyle oluyor. Ne yazık ki siyasi hayatımız bu kabil mart ayı politikasını bir türlü aşamıyor ve korkarım ki, aşamayacak ta…

Peki; Çeşme limanı sadece Osmanlı – Rus Deniz Savaşı kalıntıları açısından mı önemlidir, şüphesiz hayır, bakın ünlü seyyah ve yazar Evliya Çelebi meşhur eseri “Seyahatname”sinde ne diyor; “Bir defa kaleye saldırmak isteyen küffarın kapudane gemisi kaleden atılan bir topla suyun dibine batmıştır. Bundan sonra küffar gemileri bir daha çeşmeden sulanmaya tövbe etti. Mağlup ve perişan dönüp gitti. Sonra sömbeki dalgıçları batan düşman gemisinden birçok para, cephane, iki yatırtma tunç top ve daha başka toplar çıkardırlar. Bütün toplarla çeşme kalesini zenginleştirdiler. Allah evvelce düşmanın kaleden aldıklarının on mislini ihsan etmiş oldu. Çeşme Kalesinin çok güzel limanı vardır. Bütün büyük Barca ve Karavala kalyonlar burada yatarlar. Zira bu liman gayet iyi demir tutar. Çok güzel yatak limandır. Fakat batı ve karayel ve yıldız rüzgârlarından sakınmak gerektir. Böyle havalarda demir atarken dikkat etmek lazımdır. Zira limanın ağzı bu üç rüzgâra karşı açıktır. Bu rüzgârlar burasını çok şiddetli tutar ama hamis rüzgârından çok emindir. Bir Mürsel paresi (gemi) ip ile bir kalyon yatsa korkulmaz.”  Bu anlatımdan kolayca anlaşılacağı üzere, arkeoloji açısından son derece mümbit bir alan olan Çeşme Limanı yeterince değerlendirilememiştir ya da değerlendirilmek istenmemiştir. En azından anlıyoruz ki; Seyahatname 17. Yüzyılı konu aldığına göre, Çeşme Limanı Osmanlı – Rus deniz savaşı öncesi de çeşitli savaşlara sahne olmuştur.

Sonuçta, gelip dayandığımız nokta hep aynı, “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak”, ne yazık ki böyle bir gelenek oluştu ve gidiyor. Herhangi bir şeyi “diye diye” tam tersini yapmak, vukuat-ı adiyedendir gayri, benzer siyasi kavrayış ve donanımlara sahip muktedirler açısından. Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile “biz de bunlardan çok var” saikı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Pazar, Mayıs 27, 2018

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”


Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.

Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.

Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniyle de çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.

Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.

Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…

Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.

Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.

Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.