Çarşamba, Ağustos 31, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 2

“Bunların sonu da Allende gibi olacak”

Destekçilerinin ya da nemalandırdıklarının ifadesi ile Canım Yurdumun en önemli siyasi lideri, ısrarlı ve ateşli takipçilerinin bile bir vade sonra terk ettikleri, aslında ipe sapa gelmez, son derece sığ bir dolu lafın belli bir mantık(sızlık) silsilesi içinde sıralanması ile lider yerine “Şark kurnazı” nasıl olunurun muhteşem örneğidir, Süleyman Demirel. Canım Yurdumun yaratmaya çalıştığı onurlu insan portresinin tamamlanamaması için elinden geleni ardına koymaksızın çaba göstermiş, siyasi ve ekonomik ikbali kendilerine tevhit edilmiş harici bedhahların hakiki temsilcilerinin fevkalade örneği olmayı halen de sürdürmekte olan, bu sadece ve sadece güce tapan Muhteşem zat; Türkiye’deki tüm sivilleşme çalışmalarının inkitaya uğraması için tüm faşist darbelerin yapıcılarının yolunu açmış ve sonuçta da gerdan kırarak “Bu darbe bana karşı yapılmıştır” deyip prim toplayabilmiştir, Canım Yurdumun insanından, işte üzücü tarafı da budur konunun.

Soğuk savaş koşullarının en ağır yaşandığı ülkelerin başında gelen Canım Yurdumun, 70 li yıllarına damgasını vuran bu mezkûr zat; 12 Mart faşist darbesinin önünü açmış olmasının verdiği inanç ve güvenle 12 Mart sonrasının hasadını tek başına yapacağının hesabı içinde harici bedhahlarının sufleleri ile de yarattığı iç savaş koşullarını tırmandırmaya devam etmektedir o dönemde de tıpkı 12 Mart öncesi yaptığı gibi. Ülkeyi yönettiğini zaman zaman unutarak ya da görevi gereği öyle davranarak, harici ve dâhili bedhahlarının yönlendirmeleriyle Canım Yurdumu hızlı bir şekilde 12 Eylül Faşist darbesi günlerine taşımakta ve siyasi gerginliğin tırmanması içinde elinden geleni yapmaktadır. Bu dönemde yarattığı ucube MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerinin uygulamalarından bıkıp usanan vatan evlatlarının kendisinin partisi AP yi değil de CHP yi tercih etmesi de neticesinde bile 1977 seçimlerinden sonra her türlü siyasi manevraları ve numaraları çevirerek ne yapıp edip MC nin devamını sağlamış ancak nedenleri bugünlerde yavaş yavaş taraftarları tarafından bile anlaşıldığı ve görüldüğü üzere tayin ediciler CHP ye hükümet etme yetkisi vererek kaosu daha da kesifleştirmişlerdir.

İşte o günlerin kesif dumanı içinde; Devrimci muhalefetin yükselişinin etkisi ile toplumsal uyanışın artmasından ötürü korkuları yükselen harici ve dâhili bedhahlar gidişin planlarını revize ederek muhalefet görevi verdikleri AP nin başındaki gerdan kırıcı muhterem zat; nasıl kurulduğu ve ne katkılı olduğu çok bilinen hükümeti yönetmeye çalışan CHP lideri Bülent Ecevit’i, bir ABD Senaryosu ve yapımı neticesinde seçimle gelmiş ve ülkesi Şili’yi dönüştürmeye çalışan Salvador Allende’nin kanlı şekilde iktidardan uzaklaştırılmasını hatırlatarak “Bunların sonu Allende gibi olacaktır” diyerek tehdit etmiştir.
Peki, ne idi Şili ve Allende gerçeği; seçim ile iktidara gelmiş ve ülkesini kendi görüş ve inançları doğrultusunda değiştirme ve dönüştürme kararı almış, kendi iddiasına göre Marksist olan bir devlet başkanının, ABD nin talebi doğrultusunda siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı bulmasından ötürü, Şili’nin “Bizim çocukları” (Türkiye’deki hali Ours boys!!!) tarafından kanlı bir darbe ile devrilişinin hikâyesidir. Emperyalist saldırganlık için genelde kendilerine biat etmemiş her yer hedeftir, ama bu hedefler içinde de önceliği sürekli olarak; ABD Emperyalizminin temsilcisi ya da temsilcinin yerel temsilcisi durumundaki firmaların ya da kurumların millileştirilmesini savunmak ya da gerçekleştirmeye çalışmak yer tutmaktadır. “Halkın özgür iradesiyle seçilmiş ilk Marksist Devlet Başkanı” ve “Sosyalizme barışçıl yollardan geçmeyi amaçlayan” biri olarak Salvador Allende, İran lideri Musaddık’tan sonra da ABD nin Emperyal saldırgan politikasının hedefi haline gelmiştir ki, Şili Devlet Başkanı mevcut hiçbir sosyalist ülkenin modelini kendine uygun görmemiş ve 3. yolu tercih edeceğini beyan ederek kendi ülkesine özgün bir vizyon oluşturmayı hedeflemiş idi. Açıktan; tüm yasal süreçlere riayet edeceğini, anayasal öngörülere saygılı davranacağını, basın özgürlüğüne ve konuşma-toplantı özgürlüğüne kısıtlama getirmeyeceğini ısrarla belirtmesinin yanı sıra Şili’nin bakır madenleri başta olmak üzere yaklaşık 200 şirketi millileştirmiş ve yoksulların yararına olmak üzere kapsamlı bir toprak reformu geliştirmiştir.

Ama bizim muhterem zatın kastı çok önemli; 12 Mart sonrası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamının oylamasında, yerinden havalara fırlayarak ve 2 elini de havaya kaldırarak, 3 e 3 diyerek zil takıp oynamış olmanın yanında bilgisizliğinin sığlığını da Adnan Menderes ve diğer idam edilenleri Deniz Gezmiş ve diğer idam edilenler ile kıyaslayarak göstermiştir.

Peki, CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde ne yapmıştır da bu muhteşem zat, Bülent Ecevit başta olmak üzere tüm yandaşlarının da akıbetinin Salvador Allende’nin akıbetine benzeyeceğini çok büyük hışımla ve düşmanlıkla söylemiştir. CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde, çok kapsamlı ve nitelikli bir toprak reformumu yapmaya mı niyetlenmiştir, uluslararası ve yerel uzantısı şirketlerin millileştirilmesi için bir girişimde mi bulunmuştur, Marksist olduğunu mu ilan etmiştir, sosyalist bir düzene seçim yoluyla gelmiş bir iktidarla geçilebileceğini mi iddia etmiştir, Sosyalist ve Komünist ülkelerle ilişki kurmak adına ABD ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinden kopmayı mı öngörmüştür, ne yapmıştır Allahaşkına…

Oysa daha kısa bir süre önce yapılan Kıbrıs Savaşı gerekçesiyle Türkiye’ye alınan tavra karşı, NATO dan ayrılacağını mı açıklamış, ABD nin ülkemizdeki üslerinin çalışmasına izin mi vermemiş, üslere el mi koymuş, yoksa ayıp oluyor biz de NATO ülkesiyiz diyerek fazlaca kahırlanmamışmıdır da, siz Şili liderinin ölümü ile birlikte büyük bir katliama dönüşen sonu Başbakan Bülent Ecevit ve ekibine uygun görmüştünüz? Ne yapmıştır gerçekten çok anlaşılır değildi ama Muhterem ve Muhteşem zat 12 Eylül faşist darbesinin hızlandırılması için elinden geleni arkasına koymuyor ya; tüm mesele bu idi, yoksa onun derdi Bülent Ecevit değildi, siyasal ve ekonomik rejim tercihlerinin ne kadar uyuştuğunu başta kendileri olmak üzere hepimiz çok net biliyorduk. Bu muhterem zatın temsilciliğini yaptığı ekonomik ve siyasi çıkar grupları, aldıkları talimatlar gereği toplumun kutuplaşmasının hızlı artması için, gazyağından, beze, bezden yağa, oradan benzine, tüpgaza ve margarine kadar her şeyi karaborsaya düşürerek yangına benzin ile gitmektedirler o dönem. Dert; Türkiye’de faşist darbe şartlarının oluşturulması olunca her zaman yaptığı üzere yandaşları dışarıda bunları yaparken Beyefendi parlamentoda boş durur mu, durmaz tabii ki, “bunların da sonu Allende gibi olacaktır” diyerek ortamı germeye devam edecektir.

Peki, bu muhterem zat; 12 Mart ve 12 Eylül’de faşist darbecilerin yolunu dikensiz hale getirmeye çalıştı da bitti mi zannedersiniz görevi hala bitmedi, yaptıklarından ötürü nedamet duyduğunu açıkladı mı, yok, 28 Şubat “demokrasiye balans ayarı” operasyonunda da önemli rol üstlenerek kendi bağlılığını, hem uzun yıllar sonra 1991 seçimlerinde ne kadar çok değiştiğini uzun uzun ve gerdan kırarak açıklamasına karşın yaptı, bunu…

Anlayacağınız ve anlayacağımız şu ki, Morison, Morison’luğa devam ediyordu ve de ömrü yettiğince de bundan vazgeçmeyecekti, solun her rengine hatta tonuna bile ne kadar karşı olduğunu hatta kendisi açısından şiddetle cezalandırılması gereken bir düşman olduğunu ahir ömrü boyunca göstermiştir. 2011 seçimlerinde CHP yi destekliyor olması artık; CHP den mi, yoksa onun GÖLTAŞ meselesi yüzünden iflah olmaz AKP düşmanı olmasından mı bilemeyeceğim!!! (aslında biliyorum)
Muhteşem Süleyman’ın hiçte söylendiği ya da sunulduğu gibi muhteşem olmadığını gelecek yazılarımda da kayıt altına alınmasına devam edeceğim.

Salı, Ağustos 16, 2011

FUTBOLSEVERLER ŞİMDİ DİGİKUTULARINI İADE ETMELİLER

Basının çok değerli ama en taraflı yazarları, nihayet istediğiniz ve hedeflediğiniz uğruna günlerce bıkmadan usanmadan sanki maaşlıcasına yazdığınız, adaletin, namusun, etiğin, ahlakın ve fair play in ayaklar altına alındığı, yazıların etkisinde kalan, kendisi küme düşen TFF uyduruk, yalancıktan, mahsusçuktan oluşturduğu kararı açıklayıverdi, Futbolun ruhuna El Fatiha kabilinden… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, durum tam da o.

Emniyetin Adalet Bakanlığının protesto etmesi gerek böyle profesörleri; susmak ikrar etmekten gelir lafını unutmadan bunu acilen yapmalı, sizin çalışmalarınızın hiçbir manası yok onlar için, zımmen sizin çalışmalarınıza uyduruk, montaj ya da yalan diyorlar, buna sessiz kalmamalısınız.

Şimdi inanalım mı bunun bir Aziz Yıldırım operasyonu olduğuna? Emniyetin teamüller gereği diyerek açıklama yapacağını zannetmiyorum ama Emniyeti düştüğü bu durumdan İçişleri Bakanlığından acilen bir açıklama yapılmalıdır? Savcılığın önemsediği ve gereğini yaparak önemsediğini gösterdiği, polis tarafından toplanan deliler, teknik takibe takılan şike görüşmeleri ve tüm bu olanların lige yansıması, maçı izlerken maçın sonucunu bilip fakat oğluna söyleyememe durumunda olan görevliler hepsi yönlendirme yapmak için yalan mı söylediler? Yalan söyledilerse ya da yönlendirme yaptılarsa hedef Aziz Yıldırım mı idi? Aziz Yıldırım’ın bir ihalede söz verip te gerçekleştirmediği şeylerin varlığı konusunda söylenenler doğrumu ki acaba? Acaba gerçekten cemaat Fenerbahçe kulübünü ele geçirmek mi istemişti? Ele geçirmek istedi ise buna Aziz Yıldırım mı direnmişti?

Sorumluluklarımız var derken, bu sorumluluk ne menem bir sorumluluktur Mehmet Ali bey? Fenerbahçe’ye yönelik bir sorumlulukmudur acaba? Biz normal vatandaş gibi karar alamayız derken neyi kastettiniz? Yoksa siz anormal vatandaşmısınız? Yoksa anormal bir şey yaptığınız ama başka çarenin olmadığını mı kastediyorsunuz? Siz kimsiniz Mehmet Ali bey, hani bir açıklayın da bilmeyenler de öğrensin, gerçi biz biliyoruz sizin oraya hangi misyon ile getirildiğinizi; biliyoruz da normal vatandaşlar da öğrensin sizin ağzınızdan, bakalım…

TFF Yönetimi siz “Karakuşi kadısının” yeni versiyonusunuz galiba?

TFF Yönetimi siz artık tarihe zımmen şike serbesttir diye karar vermiş bir yönetim olarak geçeceksiniz?

TFF yönetiminden ne beklenmeliydi yani? Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’nin başkan diye önerdiği ama yönetim kurulu üyesi diye desteklediği Göksel Gümüşdağ, Fenerbahçe tarafından akredite edilmiş suya sabuna dokunmayan Galatasaraylı Cüneyt Tanman vs. vs. Fenerbahçe’nin kahredici çekim gücünden vareste karar vermeleri mümkün mü şüphesiz hayır?

Ne diyelim, bol acıbadem’li sağlık satışı yaptığınız günler dileyelim…

TFF Yönetimi çok şükür sayenizde öğrendik ki, TOP YUVARLAK DEĞİLMİŞ!!!!!!! Şimdi verdiğiniz bu ucube kararın devamı olması adına, size yakışan; önümüzdeki 5 yıl Fenerbahçe’yi lige her yıl ayrı ayrı olmak üzere 15 puan + (artı) farkla başlatmak, sonraki yani takip eden 5 yılda da her ayrı ayrı olmak üzere direk şampiyon ilan etmek, sonraki 5 yıllık dönemde de her yıl ayrı ayrı olmak üzere 34 maçta 36 galibiyet aldı kabulünü yaparak Fenerbahçe’nin mağduriyetini gidermek ve ilaveten bu dönemi yani 15 yılı kapsamak üzere Fenerbahçe’nin tüm transferlerinin bedelini TFF olarak üstlenmek, Tüm hazırlık kamplarının, tüm seyahatlerinin masraflarını üslenmek ve ve ilaveten de Galatasaray’ın direk 3. lige düşürülmesi, kararını almaktır. Size bir de küçük önerim var “Lig TV” nin kesilen kablolarını da hayrına tazmin ediverin bir zahmet, olur mu Fenerbahçe yönetim kurulu üyesi ve geleceğin büyük Fenerbahçe Başkanı, Mehmet Ali bey, olur mu?

Asıl TFF nin yaptığı şikedir, işte bu çok açıktan anlaşılıyor.

Artık size kim inanır bilmiyorum ama sizin kime inandığınızı çok iyi biliyorum, siz Uğur Dündar, Ömer Çavuşoğlu, Mehmet Demirkol, Ziya Şengül, Rıdvan Dilmen, Sinan Engin, Ercan Saatçi, Alaattin Metin vb. gibi tek maharetleri Fenerbahçe’yi her şart altında desteklemek olan zevattır sizin inandıklarınız, merak etmeyin nasıl karar alırsanız alın yeter ki Fenerbahçe aleyhine olmasın sizi hep destekleyeceklerdir, hep aklayacaklardır, hep arkalayacaklardır. Ne diyeyim, kılavuzlarınız hayırlı uğurlu olsunnnnnnnnnnnnn. Gerçi bunlar da Yaz Ar mıdır yoksa Yaz Arsız mıdır nedir çok net değil ya?

Neymiş etik kurulmuş hadi ordan güldürmeyin beni? Ben kargamıyım ki güleceğim bu numaraya? Ne etik ama? Süperrrrrrrr. Koca profesörler bu aklama, paklama ve durumu kurtarma oyununun bir aleti oldular ya, ne diyelim… Yok 14.000 belge incelemişlerde somut delil bulamamışlar, sevsinler sizi… Desenize delikanlı gibi, Fenerbahçe’yi kurtarma adına ne gerekirse onu yaptık, görevde kaldığımız sürece hiç çekinmeden yapacağız…

Heyyyyyyyyyy Etik kurul nerde çalınan sorular konusu, yok mu delil bunla ilgilide? Varda sizmi yok hükmünde görüyorsunuz? Varsa baskı neticesindemi açıklamaktan vazgeçtiniz? Ne oldu, ne oldu…

Yok, ligin ekonomik değeri düşermiş, yok ligde kaliteli yabancı kalmazmış, yok Fenerbahçe olmazsa ligin tadı olmazmış, hadi şimdi ligin tadı var olsun, ligin ekonomik değeri bol olsun, Fenerbahçeli liginiz olsun, kaliteli yabancılı liginiz olsun ama sizin olsun bizi ortak etmeyin bu pisliklere bu yalakalıklara, alın biz de iade ediyoruz digikutularımızı siz de görün liginizin ekonomik değerini o zaman sizi yıkayıcı, yalayıcı ve yalaka adamlar… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…

İlla adalet diyorsanız, illa etik diyorsanız, illa ki adil yarışma diyorsanız, illaki fair play diyorsanız, evet Galatasaraylılar, Evet Trabzonsporlular, evet Gaziantepsporlular, evet Çarşı grubu, evet bu katakullilerin dışında kalan takım taraftarları behemehal digikutularımızı iade edelim… Yok, ben halimden memnunum diyorsanız da size de denilecek bir şey yoktur.

Ben bugünden tezi yok “ben sporcunun ahlaklısını severim” sözünün takipçisi olarak hemen digikutuyu iade ediyorum… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…





Pazartesi, Ağustos 15, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm - 1 “ÇORUM’U BIRAKIN FATSA’YA BAKIN”

Ötekileştirerek yok etme sanatının babası sayılan, muarızları tarafından tahkir edilme adına “Morrison Süleyman” ve hayranları tarafından “Muhteşem Süleyman”, “Çoban Sülü”, “Barajlar Kralı” vs gibi yüzlerce daha lakabı olan, 7 kez geldiği ile övünen ve 20. yüzyılın 2. yarısında Güzel Yurdumun bağrına adeta; asla ve kata sökülüp atılamayacak bir taş gibi çöken, ama Canım Yurdumun, maalesef ve sanki dizleri üzerinde dik ve onurlu durmasının önüne engel oluşturması için tayin edilmiş görüntüsü ile tarihteki yerini almıştır; Süleyman Demirel.

Benim için bir ömür sürdüğü izlenimi veren Başbakanlığı döneminde, Canım Yurdumun gelişmesinin önüne çektiği baraj setlerinden ötürü aldığı meşhur lakabı yüzünden, söylediği her lafın felsefi sığlığından ama operasyonel sonuçlarının yıkıcılığından hareketle uzun süredir yazmak istemişimdir, bu muhteşem şahsiyetimizi, kısmet bu döneme imiş. Evet, Muhteşem Süleyman, barajlar kralıdır, ama ne barajı, olsa olsa Demokrasinin önüne set edilen barajdır, İnsanlığının sosyalleşmenin önüne set edilen barajdır, canım yurdumun çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasına set edilen barajdır, vs. vs…

57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanan ve tarihe “Çorum Katliamı” adıyla geçen bu büyük olayın ardından, sanki Başvekil değilmiş muhalefet lideriymiş edasıyla gerdanı da kırarak, gazetecilerin olaylarla ilgili sorusuna cevaben, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyerek hep yaptığı üzere topu taça atarak, gündemi değiştirerek ama aslında kafanın ardındaki planı derc ederek ait olduğu tarafa mesaj ve moral aktarmayı sürdürmüştür, tahammüden…

Peki; bir ülkenin Başbakanı sorulan soru üzerine üstelikte 1. derecede sorumluluk ve yetki sahibi olunan mevkide olmasına rağmen neden böyle bir cevap verme ihtiyacı duyar diye baktığınızda niyetin ne denli iyi olmaktan azade olduğunu görürsünüz. Görürsünüz, çünkü olaylardan hemen önce, Vali, Milli Eğitim Müdürü, Emniyetin önemli kadrolarını değiştireceksiniz, bu değişikliği müteakip mezkûr olaylar gelişecek ve siz sütten çıkmış ak kaşık edasıyla “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” veciz sözü ile bir taraftan Çorumda yaşananları yandaşlarınıza, merak etmeyin bizim çocuklar sağlam ve zaten onlar galiptir bu yolda, diğer taraftan da asıl Fatsa’da yapacaklarımızı bir görün küçük dilinizi yutarak burayı unutacaksınız mesajı vereceksiniz. Vallahi pişkinliğin böylesi siz yenisini yapana kadar rekor olarak tarihe geçmiş olacaktır. ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli ve CIA istasyon şefi olduğunu sağır sultanın bile duyduğu Robert Alexander Peck’in oraya gitmiş olması gelişmelerin nelere gebe olduğunu gösterir iken sizin bir şey yapmamanız ise manidardır, ya da dahası da var ama yazmanın sıkıntıları da var, ne yazık ki…

Peki, dönemim başbakanı kendisine verilmiş görevi gereği solu yok etme hatta muhalefetin olmadığı bir ortamın hazırlanması ya da bir başka ifade ile askeri darbelerin yolunu açma çalışmaları kapsamında beyan ettiği Fatsa’da neler olmaktaydı o dönem, şüphesiz tamı tamına bilmenin mümkünatı yoktur ayrıca gereği de yoktur ama bizler o dönemi yaşamış ve ülkesini seven insanlar olarak durumu da biliyoruz.

Mesela; dönemin Başbakanının kardeşi Hacı Ali Demirel’in de ortak olduğu ve yazar Uğur Mumcu’nun da ısrarla farklı bir gözle vurguladığı Fatsa Belediyesinin büyük ortak olduğu ve Başbakanın kardeşinin yüklü miktarda borçlu olduğu bilinen DEMAS adındaki şirketin Fatsa Belediyesinin kontrolü vasıtası ile ele geçirilmesi operasyonumudur aynı zamanda, bilinmiyor…

Ama bilinen bir şey var, halkın söz ve karar sahibi olduğu yönetimlerin istenmediği, istenmediği bir kenara yok edilmesi gerektiği kararı bulunan mezkûr dönemde, Çorum benzeri yönetim değişiklikleri yapıldı Fatsa’nın bağlı bulunduğu Ordu ilinde, Vali değişti, Emniyette önemli kadro değişiklikleri yapıldı, bugün artık ne olduğu iyice ortaya çıkmış Reşat Akaya valiliğe atandı ve ne olduysa ondan sonra oldu. Ama esas olan DEMAS’ta oldu, dönemin başbakanının kardeşi muradına erdi. Efendim orada binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, onlarcası öldürüldü, ne gam ne tasa. Devleti yöneten zihniyet kararını vermiş bir defa…

Kıymeti sonradan anlaşılacak, emperyal politikalara bir ömür vakfetmiş, bu uğurda can bile vermeye hazırlanmış, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” çizgisinden hidayete ererek “Tek Yol İslam” çizgisine duhul olmuş, hem şimdilerde meşhur olduğu üzere dönemin ılımlılığının önemine dikkat çekmiş, aidiyetini belirtmiş hatta o kadar ileriye giderek belirtmiş ki bu aidiyeti ABD de deki krizleri bile “ABD nin yeterince kapitalist olamamasına bağlamış” bilim dünyasınca da ne kerameti olduğu da pek anlaşılamamış, Zaman gazetesi yazarı Atilla Yayla pek muhtemel ki kendisine ait olduğu zannedilmeyen ama hangi mahfillerden sufle edilmiş olduğu çok açık olan postulatı o dönem ortaya atarak bugünlerini garanti altına almıştır. Ne diyor muhterem bu kofti postulatında özetle; “Ordu ili Türkiye’ye yapılacak deniz harekâtında en önemli bölgedir, çünkü Türkiye’nin en önemli platosu olan Sivas platosuna erişim buradan mümkündür, buranında en statejik bölümü Ünye-Fatsa bölümüdür”. Bu öngörüye kargalar güler ama Hedef söz, karar ve yetki halkındır uygulaması ya, hedef DEMAS tır ya, kargalar gülerken diğer hayvanlar saldırır işte.

Sonradan Picasso’yu bile sollayan ünlü ressamımız ise; “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa'yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır. Devletin kanunları Fatsa'da işlemiyor.” Beyan ve kabul ediyor halkın karar verdiğini, ama müesses nizam adına behemehâl yıkılmalıdır ona göre, halk kim karar vermek kim…

Kısa bir değinme de; yakalandıkları İLKSAN yolsuzluğu ile Akşam gazetesi soygunu başta olmak üzere yüzlerce demokrasi karşıtı vaziyet almaları nedeniyle aslında sokağa çıkabilecek yüzleri olmamasına rağmen, mevcudiyetlerini ve istikballerini müstevlilerinin ekonomik ve siyasi emellerine dünde bugün de tevhit etmiş olan şimdilerin Demokrasi havarisi postundaki dönemin Tercüman gazetesinin sahiplerinden ve önemli yazarlarından olan şahsiyeti, o dönemde mesleğinden ötürü Terzi Fikri’yi hakir görerek yazdığı propaganda yazılarından ve yarattığı hedeften ötürü asla ve kata unutmayacağımız olacaktır.

Terzi Fikri pratiğine bakarmısınız Allahaşkına, adam bir Belediye başkanı oldu, meğerse ne herzeler yemeye hazırlanıyormuş, hey Koca Terzi Fikri hey…

Bir başka hatırlamamız gereken konu ise mezkûr dönemin CHP milletvekili olan, şimdi ki Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın dönemin yakıcı ve yıkıcı operasyonlarını müteakip geldiği Ordu’dan “Faşist Vali defolup gitmelidir” demecidir ama hey gidi günler heyyy… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, işte…

Bu vesile ile bir kez daha felsefesi sığ, yıkıcılığı yüksek lafları eden bu kabil Devlet Adamlarına hakkımızı helal etmediğimizi açıklar iken, ayaktakımının söz, karar ve yetki sahibi olmasının yolunu ve önünü açan Terzi Fikri’nin pratiği önünde saygıyla eğiliriz…

Ünlü şair Can Yücel şu şiiri yazmıştı yakıcı ve yıkıcı operasyondan sonra;
 
“Terzi Fikri öyle bir elbise dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”



Perşembe, Ağustos 11, 2011

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA – 2

Kapitalist dünyanın efendileri için daha önce yazdığım ve http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com adlı bloğumda yayınlanan “Efendilere direnen Küba” adlı yazımda yaptığım tarifi bir kez daha tekrarlamak istiyorum; “kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mubahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.”
Kapitalist dünyanın ağası ve jandarması ABD; Küba’ya karşı sürekli her türlü melanet, hıyanet, hile, hurda, dalavere, desise, entrika ve dolap çevirme konusunda esas oğlan rolünü kimseye kaptırmadan devam ettirmektedir. Artık böyle bir ülke var, bu ülkenin tercihi bu şekilde olmuştur şıkkı, asla ve kata geçerli değildir, bu karanlık oyunların başaktörü ülkeye göre, asla da olmayacaktır, kaç seçim, kaç başkan, kaç hükümet gördü ABD kutsal Küba devriminden sonra, ama hiç değişmeyen bir Küba politikası hep geçerli olmuştur ve olacaktır gibi de görünmektedir, işte kuyruk acısı bu olsa gerek… Her türlü saldırı planı, ambargo planı, sabotaj planı, uluslar arası yalnızlaştırma planı başta olmak üzere her türlü yıldırma planı ABD tarafından itina ile yapılmaktadır, ezeli düşman Küba’ya karşı, hatta bu düşmanlığını Küba toprakları içerisinde de devam ettirmektedir. Havana’daki “ABD Çıkarları bürosu” diye adlandırılan büronun dışına yerleştirilen çok büyük bir ekran vasıtası ile Dünyanın her tarafında rutin hizmetler vasfında ve tamamen farklı kanallar ve vasıtalarla yaptığı hizmetini burada devam ettirmekte ve Kübalıların bu yalan ve dolana uyarak Küba devrimine karşı olmasını beklemektedir. Peki; bu kabil çalışmaların başarı şansı var mıdır da, bıkmadan usanmadan devam edilmektedir, maalesef kısa vadede etkili olamasa bile uzun vadede ne olacağını Küba’nın kendi başarısı ya da başarısızlığı tayin edecektir, sokakta edindiğim izlenimler bana “maalesef” dedirtmiştir. Mezkûr büronun önüne yerleştirilen bu ekranın kustuğu kin ve nefrete karşı Küba’nın aldığı tek fiziki önlem ise, ekranın görülebilmesini engellemek için yerleştirilen yüzlerce bayrak olmuştur. Ancak, propagandanın ve bu anlamda yarattığı politik yozlaşmanın gücünü bilen bir kuşak olarak bizler, günümüzde; propagandanın babası ya da dehası sayılan Goebbels’in özgün metotlarına bağlı kalan ancak teknolojinin ve bilimsel gelişmenin kendilerine sağladığı tüm imkânları kullanarak bu konuda ordinaryüs rütbesi alan Goebbels ardıllarının yarattığı ehven iklimlerde “olmaz olmaz deme olmaz olmaz” a hep ihtimal vermişizdir ve vermeye de devam edeceğiz. Yoğun yalan bombardımanı altında geniş halk kitlelerinin; genelde ülke ve özelde de şahsi beklentilerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması halinde kendilerine sunulanların yeterliliğine hep kanaat etmişlerdir ve edeceklerdir de şıkkı haricinde, propagandanın "Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ilkesi gereği de sahip olunan imkânlar dâhilinde bıkmadan usanmadan tekrara devam edilmeye göre… Ne yazık ki; bir ülkenin uluslararası propagandanın etkisi altına alınmasının en etkili yolunun da turizm olduğunu bilen bizler çok uzun yıllara dayanacak umutlar taşımak istesek bile bu umut hayatın kendisi ile çok uyuşmamaktadır, konuyla ilgili tek örnek bile durumun ciddiyetini kavramak açısından çok önemlidir, bilindiği üzere Küba’da ikili bir kur sistemi kullanılmakta olup, biri yerli halkın diğeri ise turistlerin kullandığı peso olup değer farkı yaklaşık 20 kattır. Uzun vadede yerli para kazanan ile sadece bahşişlerden bile oluşsa turistik para kazanan 2 Kübalı komşunun yaşamının nasıl etkileneceği merak konusudur, umarım her konuda kaygılarım boşunadır, aksi takdirde “efendilere direnen” ülke sayısı azalacak olacaktır, peki çaresi varmıdır diye sorulursa da cevabım yoktur maalesef aslında var olan en radikali hariç…
“1 Mayıs uluslararası dayanışma ve işçi bayramı” için Küba dostluk derneğinin organize ettiği ve “uluslararası çalışma tugayları” adı altında gittiğimiz Küba’da bir süreliğine kaldığımız kampta, o güne kadar edindiğimiz alışkanlıklarımızın aksine olan her şey bizi önceleri çok rahatsız etmekle birlikte kısa sürede mezkûr yaşama ayak uydurduk ve hatta keyif almaya başladık. Kampın yakın çevresindeki köylere yaptığımız plansız ve habersiz yürüyüşlerde yerli halkın mevcut koşullara uyumu ve en azından yüzlerine yansımış mutluluğu gördük, köylerdeki kiliselerin faal olduklarını görerek, Küba’nın din ile ilgili ciddi yaklaşımlar göstermemiş, açıkçası din ile derdi olmamış ve dine karışmamış olması halini gözlemlemenin rahatlığını ama ulaşımda kamyonlardan bozma otobüs görüntülü araçlarla yapılmasının rahatsızlığını da yaşadık ayrıca…
Kampta her sabah; hoparlörlerden duyulan horoz sesi ile uyanışın ardından, bazen Castro’nun bazen Che’nin konuşmaları ve enternasyonal marşı ile uyanışın zevkini tadarak, Avustralya’dan Nijerya’ya, Kırgızistan’dan Uruguay’a kadar dünyanın bir sürü ülkesinden gelmiş insanların birbirlerine genellikle de kendi dillerinden hitap ederek buluştukları kahvaltıların menü fakirliği ile paylaşılmış anlar, akşamları da kampın barında uzun “mojito” muhabbetlerine dönüşmüş olup bu muhabbetlerin yarattığı sıcak dostluklar belki bazılarında hala devam ederek kalıcı olmuştur.
Kampta her ülkenin ulusal yiyecek ve içeceklerinin tanıtıldığı, halk oyunlarının gösterilerine sahne olduğu gecenin en keyifli tarafı ise katılımcıların ulusal kıyafet giyme tercihlerinin olmasıdır ve bu konuda da en başarılı olanların Nijeryalıların olduğunu belirtmeliyim, bıkmadan her gün aynı stil, desen ve renkten oluşan ulusal giysilerini tercih etmişlerdir. Bizimkilerin yeme ve içme konusunda tercih edilmiş olmasını da önünde oluşan uzun kuyruklardan anlayarak kendimiz gerek başka başka tatlar için diğer ülkeleri tercih etmemiz gerekse de bizimkilerin başkaları tarafından tanınma oranının artması için, bizimkilerin masasına çok istememize özellikle de rakı alabilmek için bile olsa gitmedik, ama komşu uzo tadını da eksik etmedik.
Efendilere direnen bu güzel ülke ve kendileri ile barışık görüntüsü veren bu ülke insanları için daha yazabileceğim çok şey olduğunu düşünüyorum ve diğerlerini gelecek yazılara bırakıyorum…

Perşembe, Ağustos 04, 2011

BARCELONA

Barcelona denilince ilk akla gelen futbol takımıdır ve ilk akla geliyor olması da o kadar normaldir ki anlatılmaya değer bir tarihe sahiptir. En zor ve acılı dönemini İspanya iç savaşı sırasında Faşist Franko’ya ve uluslararası destekçileri Nazi Almanyası ve Faşist İtalya karşısında verilen direnişte geçirmiş olup, bu savaşta Cumhuriyetçiler ve Uluslar arası tugaylar safında yer almanın gururunu yaşamışlardır, Cumhuriyet ve Demokrasi adına. Futbol takımı olarak, kendi halkını teslim almaya yönelik bu kanlı iç savaşı yürüten faşist Franko yönetimine karşı; bir başka İspanya takımı ile birlikte Amerika kıtasında ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde direnişçilere ekonomik ve siyasal yardım için propaganda ve maçlar yapmış olduğu da şanlı tarihinde yer almıştır. Salt bu yüzden FİFA ve UEFA gibi sahibinin sesi, efendilerinin emir eri kuruluşlar bu kulübün futbolcularına karşı ömür boyu futboldan mene kadar varan yaptırımlar uygulamış ve Faşist Franko rejiminin yanında yer almışlardır. İşte bu yüzden dünyanın dört bir yanında futbol seyircisi olan yüzü aydınlık insanlar Faşist Franko’nun takımı olarak tarihe geçen Real Madrit karşısında tutum almışlardır ve almaya devam etmektedirler.

Barcelona futbol kulübü üzerine okuduğumuz kaynaklardan, yerinde de kulüp müzesinden öğrendiğimiz bilgilerle daha sayfalar dolusu yazı yazmak mümkündür, biz bunu burada kesip Barcelona şehri üzerine yazmaya başlayalım

Katalanların kendilerini İspanyadan ayrı göstermeye özel önem verdikleri ve “Cataluna nona Espana” “Katalunya İspanya değildir” sloganı ile de İspanyanın siyahları bilincini sürekli hafızalarda taze tutmaya çalıştıkları yaklaşım çok etkili olmaktadır.

Barcelona şehrinin tarihsel gelişimine bakıldığında kaynaklar kuruluşu Kartacalılara dayandırmakta olup, çok daha öncelerine dayanan efsaneyi de kimse yok saymamaktadır. Efsaneye göre Herkül kendi kolonisini oluşturmak için 9 tekne ile yola çıkar, bugünkü Barcelona’nın bulunduğu yere yerleşir, keşif ve kuruluş ekibinin sahip olduğu Nona (dokuz) Barça (Kalyon türünden altı düz bir savaş taşıt gemisi) nedeniyle de kurulan bu şehrin adı Barçanona kalır. Ancak bunun bir efsane olma ötesine gidemediği herhangi bir tarihi vesika ile teksif edilemediği de ayrı bir gerçektir. Tarih kayıtlarına ise; Kartacanın efsane komutanı Hannibalın babası Hamil Barça adından esinlenerek “Barçino” olarak geçmiştir.

Barcelona’da özellikle de eski bölümünde ilk dikkatimi çeken ise, şehrin bol miktarda heykel ile donatılmış olmasıdır, tabii adamlarda bizde olduğu üzere süzme sanat ve de özellikle heykel uzmanları olmadığı içinde kantarın topuzu kaçmış ve anlayacağınız her yer heykel dolmuş durumda. Yeri gelmişken bizdeki kerametleri kendilerinden menkul bu sofistike heykel yorumcularını da yad etmek adına, Barcelona’da heykellerin içinde tükürük görülmediğini de özellikle belirtelim.

Avrupa’nın diğer önemli şehirlerinde olduğu üzere “Adalet Sarayları” da eski binalardan oluşmakta olup, eski binalarda yeni adalet uygulamaları yapmayı tercih etmişler, bizdeki gibi yeni adalet saraylarında eski adaleti uygulamayı değil yani. Anlayacağımız hiçbir siyasi çıkıp ta eskiden köhne yerlerde hizmet yapıyorlardı şimdi kendilerine saray yaptık demiyor, hani mahkeme kadıya mülk kalmaz diyorlar ya işlerine gelince de, işte ne o ne de bu kabil laflar yok, varsa da biz duymadık…

İspanyol ya da Katalan mimarisinde modernleşme hareketinin öncüsü sayılan Gaudi, Barcelona’ya kazandırılmaya çalışılan yeni kimlik için, göz kamaştırıcı ve geniş kapsamlı projeler gerçekleştirerek önemli katkılar sunmuş olup, bugünde eserleri şehri ziyaret eden milyonlarca ziyaretçi tarafından hayranlıkla izlenmekte ve gezilmektedir. Bunlardan en görkemli ve önemlilerinden biri bence; hala bitirilmeye büyük bir hızla devam edilen “Temple Explaton de La Sagrada Familia” (kutsal ailenin kefaret tapınağı) dır.

Eski Barcelona’da daracık sokaklar bulunmakta ama kimse bunları yıkalım da yolları genişletelim derdine düşmemiş, düşmediği gibi bizdeki gibi imar rantı yaratmak adına kentin imar planları ile oynama saygısızlığını ve görgüsüzlüğünü de göstermemişler. Bundan siyasilerde vatandaşlarda rahatsızlık duymamış, tam tersine bu özelliklerini öne çıkararak tüm buraları turizm faaliyetlerine uygun hale getirmişler, büyük ölçüde “Tapas barlar” buralarda bulunmaktadır. Gerçi canım yurdumun tapasları bunlarınkilerin yanında birer şaheserdir ya neyse…

La Ramblas; Barcelonanın kalbinin attığı cadde, Endülüs Emevilerinden miras aldığı “dere” ya da “ağaçlıklı yol” anlamına gelen adıyla, turistik eşya satıcıları, kuşçular, çiçekciler arasında günün her saatinde sokak tiyatrocuları, pandomimciler, ressamlar, müzisyenler sıralanmakta olup tam anlamıyla bir görsel şölen oluşturmaktadırlar. La Ramblas’ın bu muhteşem atmosferinden aşağıya doğru yürüyünce, Barcelona’nın müthiş yoğun limanına ulaşmaktasınız.

Sahil ve plajlar kesinlikle parsellenmemiş kamuya açık, açık olmakla birlikte bedava denilmeksizin plaj ve sonrası servis konforu düşünülmüş şekilde istifadeye sunulmuş durumdadır, vatandaşların deniz kenarında yürüyüşleri için gerekli düzenlemeler yapılmış ayrıca.

Bu güzel kente dair yazılacak çok şey var ama, sonraki yazılara nasip olur umarım…

Dönüş saatlerimize yakın havaalanı giden otobüslerin bekleme yaptığı Plaça De Catulunya da; ki burası şehrin kalbi durumundadır, ulaşımın kolay olduğunu düşünmemiz ve ayrıca düzenli olduğuna inandığımız için ve diğer taraftan da zaman sınırı varlığından son dakikalara yakın meydana ulaştığımızda bir de ne görelim meydan taşıt trafiğine kapatılmış, muhtemelen de telefon zamları ya da özelleştirmelere karşı protesto eylemi gerçekleştiriliyor ve bu hayli kalabalık gösteriyi izleyen polisler de 3-5 kişi görünürde, belki de çok sayıda sivil polis vardır ama gösteri normal seyrinde giderse hiç ortaya çıkmayacaklarmış gibi vaziyet almışlar belki de… İşte en önemli farklardan biri daha…

İspanyanın bu kralcı olmayan insanlarını bir kez daha selamlıyor, Picasso müzesinden, özellikle Mercat de la Boqueria adındaki yaklaşık 600 yıllık Pazar yerinden ve diğer önemli yerlerinden bahsetmeyi de bir başka yazıma bırakıyorum.