Pazar, Eylül 30, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR - 1

SACCO ve VANZETTİ
1927 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD muhipleri böyle söylediğimizde çok seviniyorlar) bütün dünyanın protestolarına ve çağrılarına kulak asılmaksızın, suçlulukları hiçbir zaman kanıtlanamayan hatta İngilizce bilmemelerinin bile idama gerekçe olduğu zaman zaman savlanan neredeyse yargısız infaz edilen ve milyonlarca insanın masum olduklarına inandığı, İtalyan göçmeni işçilerin tarihe gecen olayı, 15 Nisan 1920 günü bir fabrikanın muhasebecileri öldürülür ve işçilere dağıtılmak üzerine hazırlanmış yaklaşık 16 bin dolar civarında para, görgü tanıklarına göre 5 İtalyan görünümlü (tarife dikkat) adam tarafından gasp edilir. 5 Mayıs 1920 günü polis durdurduğu bir yolcu arabasından İtalyan görünümlü olduklarını düşündüğü kişileri indirir ve üzerlerinden silah da çıkması üzerine soygunla ilgili oldukları gerekçesiyle tutuklar. Nicola Sacco adındaki ayakkabıcı ile Bartolomeo Vanzetti adlı seyyar satıcı olan bu iki İtalyan kökenli göçmen, işçi grevlerinde ve politik yürüyüşlerde her zaman ön saflarda bulunan iki arkadaştır ve ölüme de beraber giderler.
31 Mayıs 1921'de başlayan dava; 20. yüzyılın en sansasyonel yargılamalarından biri olacağı, insanlık tarihinin ilk küresel protesto eylemlerine yol açacağı ve bu anlamda 7 düveli sarsacağı, izlenimini daha dava başlangıcında vermekteydi. ABD’nin ulvi çıkarlarını koruduğu zannıyla Mahkeme Yargıcı; davanın ilk cümlesini “Anarşist piçler” biçimiyle ederek ne kadar yargıç olduğunu gösterir, yetersiz İngilizcelerinin karşısında sorulan sorulara sadece “evet-hayır” şeklinde cevap vermeleri istenir, hatta cinayetinin asıl faillerinin bilahare yakalanmasına rağmen, bugünküleri aratmayacak ya da bugünkülere güzel örnek olacak şekilde skandallar neticesinde dava sonuçlanır, zanlılar artık ölüm mahkûmudurlar, ABD nin âli menfaatleri korunmuştur artık. Aralarında Bertrand Russel, Bernard Shaw gibi dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu yazarlar, çizerler, şairler, politikacılar ve sendikalar, sivil Örgütlerin yıllar boyunca davanın yeniden görülmesi talepleri reddedilmiş, Latin Amerika ve Türkiye, Avrupa’nın önemli başkentlerinde yüzbinlerce kişinin katıldığı dev mitinglerde adalet skandalı protesto edilmiş olmasına rağmen tepkiler hiçe sayılmış, göz ardı edilmiş ve 23 Ağustos 1927 yılında idamlar gerçekleştirilmiştir.
Tam yedi yıl süren bu komplo davasının, adalet skandal ve rezaletinin bir özeti ancak yapılan savunmadan kısacık bir alıntı ile yapılabilir, "ömrümde gerçekten hiç suç işlemediğim gibi, bütün ömrümce suçu, yani bugünkü yasaların ve ahlakın suç saydığı şeyleri yeryüzünden yok etmenin mücadelesini verdim. Bunların yanı sıra bugünkü yasaların ve ahlakın haklı bulduğu ve kutsadığı suçu da yani insanın insanı ezmesi ve sömürmesi suçunu da işlemedim. Ve burada bir suçlu olarak bulunmamın bir nedeni varsa, birkaç dakika sonra beni mahkûm etmeniz için bir neden varsa, o da işte bundan başka bir şey değildir." Savunmadan küçücük bir kesit olan ve adalet kavramı, ikili ve çoklu ilişkiler, toplumsal yaşam, hayatı üretenler ile hayatı yönetenlerin ilişkisi ve bu uğurda hayatı yönetenlerin yoğun baskısı altında kalan adaletin statükocu davranışı ve sonuçlar üretmesini ve muktedirlerin talepleri altında adaletin ezilmesi ön plana çıkmaktadır. Ancak anlaşılan odur ki; Vanzetti’nin “Bir proleterin hayat hikâyesi” başlığıyla yazdığı anılarından; müesses nizamdan haksız çıkar sağlayanların, nemalananların, menfaat temin edenlerin, korku ve telaşlarıyla oluşturdukları bir adalet söz konusudur enikonu ve kabaca.
Vanzetti, Sacco’nun oğlu Dante'ye yazdığı mektubun bir bölümünde kendince özetler durumu; “eğer baban ve ben, kalleş, riyakâr, dönek insanlar olsaydık ölüme gönderilmezdik… Bizi idam ediyorlarsa, bunun sebebi sana demin söylediklerimdir, çünkü biz yoksullardan yanaydık, insanların insanlar tarafından ezilmesine ve sömürülmesine karşıydık”
Tüm bu yaşananların dönemi, birinci dünya savaşının sona erdiği ama savaşa gerekçe olan kriz nihayetlendirmenin gerçekleşemediği ve ekonomik ve siyasi krizin tüm şiddetiyle devam ettiği bir dönemdir ve zıtlıkların, çelişkilerin, krizlerin tavan yaptığı, muktedirlerin çözümsüzlüğünün had safhaya vardığı dönemdir, işte tam bu dönemlerde devreye girer, suçun yargılanmasından ziyade yanı,  birgün sıra size de gelir kabilinden muktedirlerin gözdağı ve tehdit etme yöntemleri, hatta keyfiliğin boyutu yer yer toplumsal komplo davalarına dönüştürülür ihtiyaca binaen, toplumsal ibret ve linç oluşturmak adına… Sacco ile Vanzetti'nin yargılanması bir soygun davasını çoktan aşmış, siyasi kimlikleri üstünden, politik görüşleri, hayata bakışları yargılanarak Amerika toprakları üzerinde asla filiz vermesine izin verilemeyecek olan, izin verilen sınırlar dışında düşünme, aykırı tutum almanın izne tabi olduğunun beyinlere kazınması işidir. Her ikisi de grevlerde, savaş karşıtı mücadelede ve devlet karşıtı propagandada aktif olarak en ön saflarda yer almışlar, o dönemde ABD'de İtalyanca yayınlanan ve etkili gazetelerinden birinde yazılar da yazmışlardır.

Hayatları üzerine kitaplar yazılmış, şiirler yazılmış, besteler yapılmış, şarkılar söylenmiş, tiyatro oyunları yazılmış ve oynanmış olan bu kahraman 2 işçiyi anlattığı romanında Howard Fast "onlar öldürülerek belki sonsuzluğa ulaştılar, ama onları öldürenler asla sonsuzluğa ulaşamayacaklar, çünkü sonsuz cesurlar için vardır, korkaklar için değil." diye konuyu özetlemiştir. Konu üstüne Nazım Hikmet de sonu çokça bilinen o meşhur ve muhteşem “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” diye bitirdiği bir şiir yazar, nerede ve ne olursa olsun haksızlığa daima karşı çıkma tutumunu sürdürür.
Bugün Irak, Tunus, Libya, Suriye başta olmak üzere tüm dünyaya demokrasi, özgürlük getireceğinin iddiasında bulunan ve bu uğurda da milyonlarca insanın katline sebep olan; insan hakları savunucusu, adalet timsali iddiasındaki ABD'nin yok saymak, silmek ve unutturmak istediği yargı skandallardan biri olan bu olayı, eğer unutulması istenmiyorsa ve eğer hukuksuzluğa, zulme ve adaletsizliğe meşruiyet ve aleniyet kazandırmak istenmiyorsa, bir kez daha tüm dünyanın protesto etmesi gerekmektedir. İşte tamda bu yüzden Einstein’ın dediği gibi; “Sacco-Vanzetti’yi insanlığın vicdanında canlı tutmak için her şey yapılmalıdır...” Tıpkı Rosenberg’lerin anılarını canlı tutma isteği ve gereği gibi… İşte tamda bu yüzden bugün, bu azgın, karşıtına hayat hakkı tanımayan barbarlık düzenine uygun hukuk ve içtihat oluşturan adalet sistemini behemehâl gözden geçirmeliyiz…
Nazım Hikmet kahramanları ölümsüz kılan ünlü şiirinde; idamlarını böyle ölümsüzleştiriyordu…
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı.
Yandı yürekleri
yedi dakka yandı!..

Pazartesi, Eylül 24, 2012

KÖMÜR UYUŞTURUCU OLARAK KULLANILABİLİRMİ?

Yine kış ayları geliyor, havaların soğumasıyla birlikte sobalar yakılacak, özellikle de akşam saatlerinde sokakta dolaşırken genzimizin yoğun kükürt nedeniyle yanacağı günler başlayacak, her ne kadar da yaşadığımız kent canım yurdumun en fazla rüzgârlı bölümü olsa da bu makus kaderini aşamıyor genizlerimiz. Canım yurdum iddia odur ki bir dolu konuda, çağ atladı ama kömür ile ısınma konusunda hala çağ atlayamadı, görünen o dur ki daha da bir vade atlayamayacak, çünkü yine görünen o ki seçimler devam ettiği sürece de oyçeker (oy çekim aleti) olarak dağıtılmaya devam edecek kömür, bazılarının sevinci olacak bazıların ise üzüntüsü, bu memlekette astım ve solunum yolları rahatsızlıkları olan yurttaşlarımıza kolaylıklar diliyorum bir kez daha bu vesileyle de…
Bu çerçevede kömür dağıtımı için yine yoğun faaliyetlerin yürütüleceği günler yaşayacağız, malum önümüzdeki yıl 2013 ve bazı planlar var, ak sokaklarımızı kara elmasın tozlarının kaplayacağı günler yakın yani, kara elmasın tozu ne yazık ki sosyal devlet anlayışı çerçevesinde siyasetin etrafını kuşatmıştır artık ve bundan kolay kaçış yok. Ayrıca bu dönem valilerin ve kaymakamların dağıtımda daha aktif rol alması görülebilir, “benim valim binecek kamyona vatandaşın ayağına giderek kömürü dağıtacaktır” şeklindeki başbakan emri mucibince.
“Getir oyu verelim Kömürü” canım yurdumun siyasi yaşamına girdiğinden beri yeni bir iş kolu daha oluşmuş oldu, kömür kullanmayanlara tahsis edilen/dağıtılan kömürün satın alınarak pazarlanması gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek yurdum insanının girişimcilikte sınır tanımaz zekâsının tezahürüdür bu sektör gayri, ilaveten ve bu gidişle kara elmas olacak canım yurdumun kara talihi korkarım vallahi.
Kömür önceleri canım yurdum insanının alındığı ikna odalarında, “sosyal devlet kömür dağıtır” ilkesi uyarınca uyarılması için kullanıldı, ama uzun süreli kullanılan uyarıcılar uyuşturucu etkisi yapmaya başladı ve artık yapılacak bir şey kalmadı, tek yol var Yaradana sığınıp önceleri uyarılanların şimdilerde uyuşturulduklarını anlayabilmeleri için etkisi güçlü dualar etmek. Peki, uyuşturucu madde olarak kullanılıyor da, bağımlılık yapıyor mu, vallahi görüldüğü kadarı ile bu sorunu cevabı ne yazık ki evet, esrar, extasy, eroin, alkol ve sigara gibi bağımlılık yapan maddelerin tıbbi yöntemler ile tedavileri günümüzde mümkün görünmekte beraber kömürün uyuşturucu olarak kullanıldığında tedavisinin ve yarattığı fikri sapmalarının telafisinin mümkünü görünmemektedir, gerçi canım yurdum insanının da tedavi olmak gibi bir niyeti de görünmüyor ya, ilaveten. Kim bilir belki de Kömür halüsinojen bir maddedir çünkü ne yaparsak yapalım mızrağın çuvala girmediğini fark edemiyoruz ve gerçekler karşınında bu kadar da kör olunmazı yaşayamıyoruz, kömür müptelalığı sayesinde… Yoksa Dünya Sağlık Örgütünün “uyuşturucu yaşayan organizmaya alındığında, organizmanın bir ya da birden çok işlevini değiştirebilen herhangi bir maddedir” öngörüsü mucibince bizde bir değişiklik oldu da, bizden umut ta kesildi mi bilemiyorum vallahi…
Tabii eskiden yakıt olarak tezek vardı; hani kod numarası, kalorisi olmayan adı b.k olan, dağıtılması halinde insanları bu kadar uyuşturamayacağı gerekçesiyle dağıtılmadığından olsa gerek, insanlar daha uyanık idiler, kolay kolay siyasi kündeye gelmiyorlardı.
Kimse şimdi gönül rahatlığıyla her şey yolunda ekonomi doludizgin vs vs gibi hamasi nutuklar atmasın, çünkü iyi bir ekonomide hem de her yıl artışının katlanmasından söz edilen bir şekilde 10 yılda 15 milyon ton kömür dağıtılıyorsa çok ciddi bir sorundan söz etmek gerekir. Vatandaşın canım yurdumun gayri safi milli hasılasından aldığı pay arttıkça kömür dağıtım ve kullanım oranı artıyor, dünyanın tüm ekonomistlerini bir araya getirin bu tılsımlı duruma bu ağabeyler kadar usulune uygun yorum yapamazlar vallahi. Demek ki; büyük iddialarla öne sürüldüğü üzere, ileri demokrasiye ve dünyanın 18. büyük ekonomisine sahip olmak, ücretsiz kömür dağıtım ihtiyacını ortadan kaldıramamış, olsa olsa aydınlık üzerine kara kömür komedisi derler buna, Patagonya da bile buradakinin aynısı olmaz asla ve kata… Son zamlarla birlikte 2012-2013 kış sezonu için kömürde kaynak sorunu çözülmüştür gibi görünmektedir, Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) olan borçta bu kaynaktan rahatlıkla ödenebilecektir gayri…
Bundan 60-70 yıl sonra büyük ihtimalle canım yurdum kömür dağıtım ve kullanımını yasaklayacaktır, işte artık o andan itibaren bu olanları çocuklarımıza anlatmak için üniversitelerde kürsüler kurulacaktır gibi geliyor bana ve öğretim üyeleri öğrencilerine dağıtılan kömürler sayesinde canım yurdum insanına mışıl mışıl uyuması için sağlanan sıcak ortamı ballandıra ballandıra anlatacaklardır muhtemelen…
Şimdi birileri çıkar ve kömürler seçimlerde oy almaya yönelik dağıtılmadı, bu dağıtım sosyal devlet olmanın gereğidir derse, buna ben inanırım da benden başka kimse inanmaz hatta kömür alarak kullananlar da başta olmak üzere, yahu 2007 seçimleri yaza denk geldi oy derdiniz yoktu da neden yaz günü kömür dağıttınız derler adama, evet evet tabii ki adama…
Kömür dağıtımında oy kaygısı vardır bu tartışılmaz ama devşirilen tüm oyların günahını da kara kömüre yüklemek kara vicdanlılıktır, insafsızlıktır. Her şeye rağmen ve tüm bunların sonucunda kömür dağıtıldı ve siyasi yaşam belirlendi gibi bir sonuç çıkarılırsa üzülürüm, benim kişisel görüşüm, kim ve ne kadar para, kömür, yiyecek, giyecek ve mobilya dağıtırsa dağıtsın siyasi hayatı bu kadar belirleyemez, kömür dağıtmakla itham altına alınmış olduğu düşünülen siyasilerimizin başarılarının muarızları tarafından böyle değerlendirilmeleri kendileri açısından bir zafiyet olmanın yanında inanılmaz bir gaflet olacaktır ve de en önemlisi canım yurdum insanına hakaret olacaktır, canım yurdum insanı maddiyat karşılığı oy vermez… Ne yapalım hukuki durum bu…

Pazartesi, Eylül 17, 2012

BİLİM ADAMLIĞI, ETİK ve EMPATİ

İnsanlığın irtifa kaybettiği, insanı insan yapan önemli değerlerin erozyona uğradığı, özellikle 1980 sonrasına denk gelen dönemde daha yoğun bir şekilde hayatımızı kuşatmış olan, kendi değerlerini diğerlerine bir şekilde kabul ettirme, bu uğurda gerekirse zor kullanmayı makul bulan, kendi bildiğinin dışında doğru olamayacağı, düşündüklerini ve hayallerini gerçek inanmışlıklarını ise bilim zanneden, intihalden mutlak nasiplenen bilim adamı görünümlü ama ortaçağ kafalı ancak bir o kadar da etkili ve yetkili biçimde donanmış müsveddelerden geçilmemektedir. Mezkûr dönem öncesi varlığının farkına varamadığımız, ama sonra kaybedince de irkildiğimiz, erozyon ve irtifa yitiminin esas gerekçesini oluşturan, ahlak, etik ve empati; günümüzde çok sık kullanılmasına rağmen güncelde ne yazık ki bir türlü esas rolü alamayan konumu itibariyle de durumumuzun izahı ve kurtuluşumuzun reçetesi olarak durmaktadır.

Bilim ve özelde de İnşaat Mühendisliği dünyasının, Betonarme konusunda ünü dünya çapında olan, dünya çapında tanınmışlığının aksine mütevaziliğini asla ve kata terk etmediğini kendisini yakından bilenlerin altını çizerek anlattığı bir bilim adamı akademisyen olan Uğur Ersoy hocanın bir söyleşisinde bahsettiği hocası Ferguson ile ilgili anılarının 2 tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum bu hafta, paylaşmak istiyorum ki nasıl bilimi adamı olunurun benim tarafımdan tarifini yapabileyim. Uğur Ersoy için; İnşaat Mühendisleri odası başkanlığı yapmış Cemal Gökçe ve hemen hemen her İnşaat mühendisinin paylaştığı görüşünde ne diyor; “Biz Uğur Ersoy’u sadece iyi mühendis olarak tanımıyoruz, iyi ders anlatan hoca olarak tanımıyoruz; Uğur Ersoy Hocamızın diğer hocalarımızdan farklı bir özelliği daha var, mühendis olmanın yanında filozof bir yanı da var; yani mühendis olmanın yanında düşünen, yazan, anlatan ve insanları, özellikle de mühendisleri düşündüren bir yanı var.” Peki, Uğur Ersoy hoca kendi hocası için ne diyor; “Değer yargılarının büyük çapta erozyona uğradığı, dürüstlüğün erdem sayılmadığı, ilkelerin yerini para ve köşe dönme hırsının aldığı bu dönemde umarım Ferguson bana olduğu gibi gençlere de örnek olur. Onları çarpık düzenin yapay düşlerinden uyandırır.” Bu tanımları ve değerlendirmeleri yaşayarak hak ettiklerini yaşam öykülerinden bildiğimiz bu insanların artması en büyük arzumuz olup, bilim adamlığı nasıl yapılırın, genel ve yerel yönetimle ve onların yönetme haksızlıkları ile nasıl baş edilebileceğinin, bu anlamdaki direnmenin kutsallığının, ahlak ve etik’in ne anlama geldiğinin, neden empati yapılmasının gerekliliğini bir kez daha anlayacağız.
ANI-1Ferguson Hoca çok dindar bir adamdı. Ayda bir kez, pazar günü, metodist kilisesinde vaaz bile verirdi. Bu kadar koyu dindar bir adam, kimsenin hayat tarzına karışmaz, başka dinden olanlara hatta dinsiz olanlara  bile bu konuda saygılı davranırdı. Ellili yıllarda Amerika’da Mc Carthy rüzgârı esiyordu. Önüne gelen komünistlikle suçlanıyor, soruşturmaların ardı arkası kesilmiyordu.   Milliyetçilik ve dincilik günlük hayata egemen olmuştu. Ülkede tam anlamıyla bir terör havası esiyordu. İnsanlar korku içindeydi. Herkes milliyetçilikte ve dincilikte birbiriyle yarış ediyordu. Işte bu dönemde Texas Üniversitesi Mütevelli Heyeti bir karar aldı. Her ö¤retim üyesi Tanrı’ya inandığına dair imza verecekti. Ö¤retim üyeleri arasındaki paniği bugün gibi hatırlarım. Geç kalmak korkusu ile hocalar bir imza kuyruğu oluşturmuştu Tanrı’ya inanmayanlar bile tereddütsüz basıyorlardı imzayı. Eee, ne de olsa işin sonunda damgalanmak vardı. Koca üniversitede tek bir öğretim üyesi bu deklarasyonu imzalamayı reddetti. Bu kişi, o üniversitede belki de Tanrı’ya en fazla inanan insandı. Bu öğretim üyesi Ferguson’du.  imzalamayı reddetmekle de kalmadı Ferguson.  Bir de istifa mektubu yazdı o mütevellilere. Mektubunda insanların inançlarının sorgulandığı bir üniversiteye otuz yıldır hizmet etmiş olmaktan utanç duyduğunu belirtiyor ve istifasının kabulünü istiyordu. Bu soylu çıkış karşısında Mütevelli Heyeti kararını geri almak zorunda kaldı. Deklarasyonu imzalayanlar pişman oldular ve utandılar. Ferguson herkese bir insanlık dersi vermişti. O elbette Tanrı’ya inanıyordu, ama inançların sorgulanmasına da karşıydı. işte Ferguson böyle bir insandı.
ANI-2Ellili yıllarda ülkenin güneyinde ırk ayrımı vardı. Üniversitenin olduğu Austin, Texas’ın başkentidir. Otobüsler zenci ve beyaz diye bölümlere ayrılmıştı. Zenciler lokanta, gece kulübü, plaj gibi yerlere giremezlerdi. O zamanlar yirmi bin öğrencisi olan üniversitede bir tek zenci ö¤renci yoktu. 1963’te Austin’e ikinci gidişimde ırk ayrımı konusunda büyük gelişmeler olduğunu gözledim. Artık üniversitede az da olsa zenci öğrenci vardı.  Üniversitedeki tek zenci doktora öğrencisi ise inşaat Mühendisliği Bölümü’ndeydi: E. Perry. Ferguson, Perry’nin doktorasını bitirdikten sonra üniversitede öğretim üyesi olarak kalmasın› istiyordu. Üniversite Mütevelli Heyeti buna şiddetle karşı çıkt›. Bunun üzerine Ferguson’un başlattığı kampanya ile yirmi ö¤retim üyesi Mütevelli Heyeti’ne bir muhtıra verdi. Ya Perry alınacak ya da hepsi istifa edecekti. Mütevelli Heyeti geri ad›m attı. Böylece Perry, Texas Üniversitesi’ne al›nan ilk zenci ö¤retim üyesi oldu. Dr. Perry, Texas inşaat Mühendisleri Odası’na kaydolmak istediğinde de reddedildi. Bunun üzerine Ferguson, yıllarca başkanlığını yaptığı bu kurumdan istifa edece¤ini ve tüm Amerika’yı baştanbaşa dolaşıp, odanın yaptığı ırk ayrımını anlatacağın bildirdi. Oda Perry’i üyeliğe kabul etti. Texas inşaat Mühendisleri Odası’nın ilk zenci üyesi de oldu Perry.
Umalım ki, artık muhalif ve muarızlarına “katli vaciptir” yaklaşımı gösterenlerin, yönetimle aynı görüşü paylaşmadıkları için başlarına olmadık şeyler gelenlerin yaşadıkları karşısında “oh oldu” diyenlerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle muhaliflerini tasfiye edenlerin, hiç umudum yok ama geleceğini şekillendirsin bu örnekler. Kendileri başkalarına her türlü hakareti yapan ve daha da ötesi bunu bir hak bilen ama kendilerine karşı benzer şeyler söyleyenleri hain ilan eden, söylenenleri hakaret kabul ederek muarızlarına, muhaliflerine saldırmayı hak görenler de nasiplenir bu örneklerden.

Pazar, Eylül 09, 2012

İZMİR ENTERNASYONAL FUARI NOSTALJİSİ

Kurulma kararı 1923 te düzenlenen İzmir İktisat Kongresine dayandığı anlaşılan, 1937 yılında Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından “İzmir Enternasyonal Fuarı” resmi adıyla açılışı gerçekleştirilen ve dönemin dünyasında ekonomik gelişmelerin belki de deyim yerindeyse ülkelerin birbirlerine hava attıkları endüstriyel, kültürel ve sosyal gelişmelerin topluma sunulduğu bir arena olarak düşünülmüştür.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” ya da kısaca İzmirlilerin deyişiyle “Fuar”, canım yurdumun sadece sanayileşme, makineleşme macerasını göstermez aynı zamanda ciddi bir veri olabilecek şekilde sosyolojik değişimini de ifade eder, kolayca anlaşılacağı üzere sıradan bir panayır ya da teşhir durumu değildir Fuar.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” yola çıkıldığı andaki sergi, teşhir ve panayır havasından sıyrılıp “Fuar” havasına girdiği yıllarda, artık dünyada sıkı bir şekilde savaş tamtamları çalmaktaydı ve bu durum fuarın açılmasında bir inkıta yaratsa da, asıl sıkıntılar 2. Dünya savaşı sonrası yaşanır. Savaş sonrası oluşan bloklar arası ideolojik polarizasyon fuar platformuna sıçramıştır artık, Fuarın yumuşamaya zemin hazırlayacağı görüşü bazılarınca ileri sürülse de, hiçbir zaman için böyle olamayacaktır. Amerikan emperyalizminin kıskacı içine girmiş canım yurdumun savcıları artık yeni bir hedefe daha dikkat etmek durumundadırlar, hatta zaman zaman “Komünizm propagandası” yapılıyor gerekçesiyle de soruşturmalar da oluyordu, artık blokların lokomotif ülkeleri açısından rekabet, kapışma, propaganda ve yıpratma çalışmaları için yeni bir platform oluşmuştur.
Genç Cumhuriyet bir taraftan halkına fuar vasıtasıyla; Başta Sümerbank olmak üzere Etibank, Türk Hava Kurumu, TPOA vb. gibi kuruluşlarla ne tür sanayileşme hamleleri içinde daha müreffeh bir hayata ulaşılacağının reklamını yaparken, hazırlanan bu platform vasıtasıyla da, Sosyalist Cephenin lokomotifi Sovyetler Birliği ile Kapitalist Cephenin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müthiş rekabete sahne oluyordu. Mezkûr rekabet endüstriyel gibi de görünse aslında müthiş bir ideolojik rekabet idi, en azından benim gözümde, o tarihlerdeki ziyaretçi defterlerine göz atmak bile mücadelenin seviye ve keskinliğinin boyutunu göstermesi açısından çok önemliydi, taraftarlar överken muhaliflerin küfür ve hakaretlerine sahne olmuş bu defterler benim açımdan önem arz ederdi. Müttefik olmaları nedeniyle insanlarla çok içli-dışlı olan NATO ülkelerinin pavyon çalışanları yanında izlendikleri ve soruşturmalara uğramak korkusuyla sadece şekil itibariyle ilişki kuran Sosyalist blok ülkeleri pavyon çalışanları arasında fark çok abartılı biçimde sırıtırdı adeta. Özelikle 2 süper gücün uzay çalışmaları konusundaki rekabetinin 70 li yılların fuarına yansımış görüntüleri ziyaretçilerin fazlaca dikkatini çeker ve Ay’a önce kim gitti, nasıl gitti, hangi araçlarla gitti gibi anahat oluşturan konuların yanında, kim hangi hayvanı götürdü ve ne kadar uzun yaşatabildi, kim hangi besinlerle ne kadar süre dayanabildi gibi detaylara da girilirdi. Ancak hafızamda kaldığı kadarıyla da tüm şişirmelere ve cilalamalara karşın bugün bile hala karaya roket indiremeyen ABD nin bu savaşı kaybettiğini o günlerde anlamış ve yıllar sonra da tarafların ilgili müzelerine yaptığım ziyaretlerden de kararımın doğruluğunu teyit etmiş durumdayım.
Canım Yurdumun dört bir yanından insanlar büyük bir merakla gerek turistik, gerek teknolojik ve ekonomik gelişmeleri izleme gezisi, gerekse de kültürel gelişmeleri takip etme adına İzmir’e akarlardı o zamanlar, Fuar süresinin 1 ay olması ise en cazip tarafıydı gezmek isteyenler açısından çünkü herkesin iş ve tatil programına uygun görünüyordu bu takvim. Bizlerde; artık tarlalarda hasat edilecek ürün kalmaması ve zeytin hasadına da uzun bir süre bulunması nedeniyle hemen okulların açılması öncesi, ailece hatta sülalece kalabalık bir şeklide ama sürekli ve düzenli olarak her yıl fuarı ziyaret ederdik. Gün boyunca her yeri gezeceğiz kaygısıyla hızlı dolaşma ve gezme neticesinde fazlaca yorulur ve yorgunluğumuzu nedendir bilinmez ama yeraltına döşenen elektrik kablolarına bağlardık ya, hatırladıkça hala gülerim. Verilen harçlıklarımızın yettiğince; paraşüt kulesinden atlamadan fuarın meşhur trenine binmeye hatta artarsa da bir gazinoda “Sanat Güneşi” Zeki Müren ya da “Türk musikisinin yıldızı” Müzeyyen Senar başta olmak üzere dönemin popüler sanatçılarını izleme şansı bulurduk, böyle bir dönemde ilk defa “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i mini eteğiyle de izlemiştim. Kim unutabilir İmamın karısı lakabıyla sahnelere çıkan Sevtap Çetinkale’yi dönem itibariyle, ahh daha kimler kimler… Bedia Akartürk, Tanju Okan, Ümit Topçam, Nuri Sesigüzel …
Artık dünyanın geldiği nokta da Fuarın eskisi gibi bir anlamının kalmadığını anlıyoruz, çünkü görkemli açılışlar yok, çünkü insanlar akın akın ziyarete gelmiyor, belki yarış ihtiyacı bitti, belki propaganda aracı olma ihtiyacı bitti, belki de gelişen teknoloji karşısında tanıtımın internet ortamında daha yaygın yapılması sahne aldı, bilemiyoruz, artık ne olduysa oldu gerekçesi nedir tam bilmiyorum ama Fuarın eski havası yok…
Ama biz yine de Fuarımızı; güzel düzenlenmiş 5 kapısıyla, Atlama kulesiyle, Treniyle, kapılarda bekleyen faytonlarıyla, Hayvanat bahçesiyle, ilk çizgi filmleri izlediğimiz sinemasıyla, Gazinolar arası sanatçı rekabetiyle, Fuar dolayısıyla düzenlenen özel milli piyango çekilişleriyle, büyük havuzundaki dönemin teknolojisine uygun ışık oyunlarıyla, hele hele de fuar tanıtım afişlerindeki cazibe hala hafızımdadır ve biz böyle hatırlamaya devam edeceğiz, ama hayal kurarken ama günleri yaşamış akranlarımızla muhabbet ederken.
Açılışlar; 9 Eylül kapısında yapılır, görkemli açılışlar olur, hükümetlerin ağır topları buralara gelir hatta Ege Bölgesini yakından ilgilendiren tütün ve anason fiyatları burada açıklanırdı. Eğer beklenen hatta hayal edilen fiyatlar açıklanmışsa büyüklerimizin keyfi daha da yüksek olduğundan bizim de harçlıklarımıza yansıyan tarafından ötürü biz de çok memnun olurduk bu durumdan.
Gelinen nokta itibariyle artık dünyanın serbest dolaşım denilen teknik adıyla tek ticaret alanı haline dönüşmesinden mi, artık eskisi gibi ülkelerin bağımsızlık derdi olmamasından kaynaklanan rekabet etmeme kararından ötürü mü bilinmez ama herkesin hemfikir olduğu bir şey var o da Fuarın artık eskisi gibi insanlara keyif vermiyor olmasıdır.
Evet, nerede o eski Fuarlar ve üstüne yapılan muhabbetler…