Cumartesi, Ocak 29, 2022

EFELER İSYANI KUVAYI MİLLİYE DİRENİŞİ

 

Yazar, gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un “Efeler İsyanı” kitabını konu etmeye devam ediyoruz… Kitap başlı başına bir şaheser, bir hayli bilinmediğini düşündüğüm ya da zannettiğim anılarla dolu… Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, kitabın ilk bölümünde, Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratının kendi elinden çıkmış hali ile dokunulmadan tekmili birden yayınlanıyor. Diğer bölümlerde ise gerek yazarın kendisinin gerekse de münhasıran “efe” ve “zeybek” kültürü üzerine konunun uzmanları tarafından aktarılan değerlendirmeler bulunmaktadır. Yaşar Aksoy; diğer kitaplarında da olduğu üzere burada da, bilimsel tutarlılığına ve derinliğine ve de inanırlığına benim de katıldığım esasen de bizim mahalleden uzmanların görüş ve düşüncelerini öne çıkarmaktadır.

“Kuvayı Milliye’nin gözbebeği “Efe”, özellikle Batı Anadolu’da ağabey, mert adam, yiğit anlamına kullanılan bir Türk tanımıdır. Köy yiğidi, namus ve ahlak kabadayısı ve de zeybek toplulukları başkanına verilen isim olarak da anlaşılır. Bu deyim halk arasında eski çağlara uzanır, öteden beri “ağabey” anlamında kullanılmıştır. Osmanlıların son zamanlarında, devlet otoritesine karşı kendilerini dağların hâkimi ilan eden çete başları için de “efe” kelimesi kullanıldı. Ekserisi kanun kaçaklarından meydana gelip, namus davaları, otoriteye karşı özgürlük veya polisiye sebeplerle dağlara çıkan zeybekler, aralarında yiğitlik, mertlik, cesaret göstereni başkan seçerek, ona “efe” derler ve tabi olurlardı.” değerlendirmesine ilaveten, Yaşar Aksoy büyüğümüzün, “Kurt bunalırsa köye iner, kul bunalırsa dağa çıkar” atasözünü de münasip bir üslupla tarifin içine yerleştiren emekli öğretmen Ethem Oruç referanslı aktarımından; “Efe olmak zordur. Efelik zor iştir oğul, haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan. Onurlu bir dik duruş, bir başkaldırı destanıdır efelik. Kendine özgü, deftere, kitaba yazılmamış yasaları var. Yazılmasa da okunur. Efelik, fırtına kuşuna benzer. Herkesin kaçıştığı, saklanıp korktuğu, fırtınalı ortamda sakin, ağırbaşlı, kararlı, ölçülü ve dimdik durabilmektir. Efenin sözleri damıtılmış, parlak, çelik mermi gibidir. Bir kez çıktı mı ağızdan geri dönüşü olmaz. Zalime karşı acımasız, mazluma karşı şefkatli, kadına, kıza, çocuğa, yaşlıya kol kanat germektir efelik. Özcesi efelik, erkek, kadın işi değil, yürek işidir. Mangal gibi yüreğin olacak, kaya gibi duracaksın. Düşmanlarına korku, dostlarına güven vereceksin. Efelik zor iştir yiğidim, önce ahlaklı, mert…” kısaca ama koçaklama ve güzelleme tadında bir efelik tanımı yapılmaktadır.

Efelerin sözünün menzili ile menkul olduğunu belirtir Erol Toy da… Silahının menzili ile sözünün menzili kıyaslaması yapar. Müthiş bir değerlendirmedir bana göre… Anadolu’daki istiklal harbinin tüm katılımcıları, tüm savaşçıları gibi, efeleri de gerilla savaşı önderi gibi görüp değerlendirme yapan Erol Toy; “Türk Gerilla Tarihi” kitabında “Bir kez de kitle, kesin düşman olarak durumunu saptadı, savaşa adımını attı mı, gerisi kendiliğinden gelir artık. Karşısındaki gücü yenip, tüketinceye kadar sürdürür kavgayı. Yenip tüketinceye, çünkü kitleyi bağımsızlığından yoksun etmek isteyenler, daima azınlıktadırlar. Ve çoğunluk, savaşı sürdürdüğü sürece, azınlığı tüketecektir. Tüketme olanağı aynı oranda bile olsa, azınlık bittikten sonra da vardır çoğunluk. Ve şurası da kesindir ki, hiçbir zaman kendi topraklarını savunanlarla, o toprakları elde etmek isteyenler vurucu güç olarak aynı olanaklara sahip değillerdir. Ve yurtlarını koruyanlar, kendi topraklarında yenilmezler.” İstiklal harbinin haklılığını ve kaçınılmaz sonucunu bu satırlarla tespit etmektedir.

Tarih akışı içinde gördük ki, gerilla savaşları ile başlayan milli kurtuluş ya da kuruluş savaşları, hemen düzenli ordu biçimine dönüşmektedir. Bu tarihin savaşçılara yükümlediği bir görev gibidir. Ayrı cephelerde, ayrı biçimde savaşanlar, bir geniş cephe meydana getirildikten sonra, kendiliğinden bir büyük ve düzenli ordunun insanları haline gelmektedirler.” diye belirtiyor Erol Toy mezkûr kitabında “ya istiklal ya ölüm” şiarı ile yola çıkanların evrimini. Efelerin en namlılarından, en kapsamlı ve kapsayıcı organizasyonuna hâkim Demirci Mehmet Efe’yi Albay Bekir Sami Bey, Yörük Ali Efe’yi de Üsteğmen Zekai Kaur, önceleri Osmanlı’ya karşı mücadele eden bu ekiplerin, Yunan işgaline karşı istiklal mücadelesine katılmalarına ön ayak olurlar ve evrilerek düzenli ordunun birer parçası olmalarına.

Zekai Kaur’un anılarında İtalyan işgal kuvvetleri ile olan ilişkiler konusunda da yer yer detaylı bilgiler yer almaktadır. Ama en enteresan bilgi ise; “İtalyanlar da bizim gibi Birinci Dünya Savaşından yeni çıkmış olduklarından yorgundular. Bundan başka İtalya’daki hükümet tamamen solcu ve aşırı sosyalistti. Rusya’daki komünizm henüz iki yaşında idi. Almanya ve İtalya’da komünizm özentili hareketler hızla belirmişti. Almanların Spartaküs komünizm ihtilaline benzer, İtalya’da da canlı kıpırdamalar vardı. Mussolini bile İtalyanların Anadolu’da bulundukları bu sıralarda bir İtalyan gazetesinin başyazarı idi ve daima emperyalizm aleyhine aşırı solcu yazıları ile tanınıyordu. Bütün bu eğilimlerin İtalyan subay ve özellikle askerlerine de sirayet ettiğini ve hatta bunlarla bazen konuşulduğu zaman “Bizim buralarda ne işimiz var?” diyerek içlerini açığa vurdukları görülüyordu.” şeklinde olup, İtalyan işgal bölgesindeki pozisyon almalarının tespitini de böyle yapmaktadır.

Bilindiği üzere; Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar İstiklal Harbinin sivil direnişçisidir, gerillasıdır yani. Sonradan gelinen nokta itibari ile tüm geçmişini tekzip eder bir hayat sürmesi muhteremin şahsi olarak talihsizliği midir yoksa güvenli liman arayış ve tercihi midir ya da aslına rücu mudur, bilemiyorum… Mezkûr kitapta, Galip Hoca ile diğer Çete reisi Adnan Beyin tanışmasına da tanıklık ediyoruz, Üsteğmen Zekai Kaur’un kaleminden… “Adnan Bey (Menderes) ve akrabası Ethem Bey (Menderes) Aydın’ın Çakırbeyli Çiftliği’ni merkez kabul ederek “Ayyıldız Çetesi” isimli küçük ancak etkin bir milis teşkilatı kurmuşlardı. Oveymir’den Yeniköy’e kadar uzanan Millî Mücadele hattının sol kanadını korurlardı. Onlara Çakırbeyli Gönüllüleri de denirdi. Tellidede savaşlarına kahramanca katıldılar. Yörük Ali Efe, Bağarası mevkiinde yanında bulunan Galip Hoca’ya, baştan sona bütün mücadelelerde Yunanlara kan kusturan Çakırbeyli Çiftliği sahibi Adnan Bey tarafından yönetilen “Ayyıldız Çetesi’ni” ziyaret edeceklerini benim yanımda söyleyince, Galip Hoca’da bir mahzur yoksa gelmek istediğini belirtir. Yörük Ali şöyle yanıt verdi: “Niye mahzur olsun hocam? Biz Aydın batağında adam arıyoruz. Faydan dokunur, okuryazar ilim sahibi adamın hali başkadır. Elimizden tutarsın. Böylece yola çıktık. Çakırbeyli’de Adnan Bey’e ulaştık. Heyecanlı ve atak Adnan Bey ile sakin, huzurlu ve çok temkinli Galip Hoca tanıştılar.” Bilindiği üzere bu 2 muhterem; genç Cumhuriyetin, biri “milli ekonomi politikası” oluşmasına ön ayak oldu, diğeri de yıllarca CHP müfettişi olarak cansiperane vazifeler üstlenerek hayatiyetine katkı sundu… Sonra, heyhat, milli diye diye gittiler en gayri milli temsiliyetine teslim oldular… Özellikle Adnan Menderes’in nasıl bitirim ve bıçkın bir müfettiş olduğunun takibinin yapıldığı A. Yavuz Ergun’un yazdığı “CHP’li Menderes” isimli kitap bize ciddi manada yol göstermektedir.

Daha da fazla yaşanmışlık mı, anı mı, okumak istiyorsunuz Batı Anadolu’nun yiğitleri efeler ve efe direnişi-hareketi ile ilgili, hemen kitabı edinin ve okuyun… Ne demek istediğimi, tam manasıyla kelimelere dökemediğim murat ve meramımı kendi gözünüzle görmenizi ve okumanız salık veririm. Hem de hemen…

İzmir'in kavakları.

Dökülür yaprakları,

Bize de derler Çakıcı, yar fidan boylum,

Yıkarız konaklan ...

 


Cuma, Ocak 21, 2022

EFELER İSYANI

“Sevgili üçüncü torunum Efe’ye armağan ediyorum” diye ithaf edilen bir direniş, bir varoluş savaşı verenlerin muhteşem ve meşakkatli hikayesini, olayın kahramanlarının güncelerinden, anılarından aktardığı kitabını okuyoruz, yazar, gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un… Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratı “Efeler İsyanı-Kuvayı Milliye Direnişi” adlı kitap Yaşar Aksoy büyüğümüzün “100. Yılında Ulusal Direnişin Bilinmeyen Tarihi” serisinin 4. Kitabı olarak yayınlandı, Yaşar Abimiz lütfedip imzalayıp kitabını iletince hemen okumaya başladım. Evvelemirde kendisini, “yed-i emin” tayini ile mezkûr hatıratlarını teslim ederek, böylesine değerli eserlerin neşredilmesine vesile olduğu için canı yürekten kutlar ve devamını beklediğimi de ilaveten belirtmeliyim. Kitap; Osmanlı’nın mağlup olması ile tezahür eden işgal programı çerçevesinde “aziz vatanın bütün kalelerinin işgal marifeti ile zaptedilmiş” durumda oluşuna, yerel milis ve gerilla kuvvetleri ile mukavemetinin göğüs kabartıcı lakin hazin hikayesini konu edinmektedir.  Bu direniş; aynı zamanda işgal kuvvetlerinin her istediğini harfiyen ve zamanında yerine getirerek pozisyonlarını korumayı hedefleyen İstanbul Hükümeti ve Padişah ve de iktidarı elinde tutan Hürriyet ve İtilaf Partisinin ve onların yerel uzantıları ağalar ve eşraf taifesine de karşı duruştur. Defaatle millet nezdinde yapılan “biz hükümetten, Padişah efendimizden daha iyi mi bileceğiz” kara propagandaya rağmen karşı duruş sergileyen tüm yiğit atalarımıza bu tarihten bir kez daha saygı, minnet ve şükranlarımızı sunmalıyız.

Kitap; Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratının tekmili birden ve tamamen kendisi tarafından daktilo edilmiş yaşanmışlıklarını anlatmak üzerine kurgulanmış ise de ilerleyen bölümlerde bu kurtuluşun diğer unsurları olan “gerilla kuvveti sayılan efelerin” mücadele ve sonraki hayatlarını da konu almaktadır. Muhteşem anılar ve tarifler ile az bilinen belki de hiç bilinmeyen bir dolu konuyu kapsayan kitap, resmen ve alenen ansiklopedi tarzında kitaplığımızda yer alacaktır. Ben çok bilgilendim, gururlandım ve keyf aldım eminim ki her okuyan da benzer duyguları hissedecektir. Bir yanıyla; “efeliğin” tarihsel, kültürel, sosyolojik, antropolojik hatta etimolojik yanını öğrenirken, diğer yanıyla, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve eski başbakanlardan Adnan Menderes’in tanışmalarına, merkezi hükümet ve irade-i seniye tarafından “çete” nitelemesi ile yaftalanmasına kadar muhteşem anılar… Bu eserin bizlere ulaşmasına vesile olduğun için tekrardan çok teşekkürler, Yaşar abi…

Yaşar Abi; Önsöz’de, Alev Çoşkun kaleminden “Kuvayı Milliye, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ulusal direniş kuvvetlerinin adıdır. Kurtuluş Savaşı’nda düzenli ordular kurulmadan önce düşmana karşı çetecilik kuralları içinde mücadele veren direniş kuvvetlerini simgeler” alıntısı yaparak, benzer tanımlamalarının Sabahattin Selek, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Sina Akşin, Uğur Mumcu, Ergun Aybars gibi araştırmacılarda da görüldüğünden bahisle, kendisi de “Kuvayı Milliye, Milli Kurtuluşun kıvılcımıdır. Milli Kurtuluşu yangın kıvamında bir vatan ve özgürlük ihtilali olarak algılar isek, işte o oluşumun kıvılcımı Kuvayı Milliyedir” demektedir.

Zekai Kaur’un kimliği ile ilgili kısa özette ise; 1896 Girit doğumlu, Harp Okulu son sınıfında iken de katıldığı Balkan Savaşları, okulu bitirince de rütbeli olarak Hicaz savunmasında bulunduğundan bahisle, işgal günlerinde ise İzmir Sarı Kışlada görev yapmakta iken, isyanın ve direnişin bayrağı olarak Batı Anadolu direniş kuvvetlerinin örgütlenmesinde ve yönetilmesinde yürüttüğü roller verilmektedir. İzmir’in kurtuluşunda da iki koldan gelen kuvvetlerin Karşıyaka’ya giren subayı olarak öne çıkmaktadır.

Kuvayı Milliye’nin Batı Anadolu’daki adı sayılan “Efeler” için Zekai Kaur; “Efe ve zeybek birer Türk şövalyesidir. Tarihleri çok gerilere kadar dayanır. Belki de Aydın’ın ilk defa Türkler tarafından zaptı tarihine kadar dayanır. Zira Efes’te ce daha bazı harabe taşlarında görülen ve kahramanları temsil eden kabartmalarda bu kıyafet görülür. Belki de Romalılar zamanında da vardılar” değerlendirmesi yapmaktadır. Zeybeklerin giyim kuşamı ve bunların temini konusunda gözlem ve aktarmalar da yapılmaktadır. Esasen de Osmanlı’nın köhnemiş hatta çökmüş merkezi otoritesine ve bağlı olarak da yerelde yarattığı baskı ve zulüm mekanizmasına itirazın dağa çıkmış hali olarak tezahürüne açıktan değinilmektedir. Osmanlı’nın “çete” mütalaası ile dağa çıkmasına neden olunmuş bu direniş unsurlarının nasıl Millî Mücadelenin lokomotifi olduğu, nasıl ön saflarda kurtuluş meşalesi ile aydınlığı, gümüş kakmalı filintaları ile de kurtuluşu müjdelediklerini bu anıların her satırında hissetmektedir insan…

Hatıratın sahibi Zekai Kaur’un müthiş tespit ve değerlendirmeleri de vardır, her satırda, nasip almak isteyenlere lakin keşke Yunan kazansa idi fikriyatının en hakiki ahfatları için var mıdır bu nasip, bilemem… İstanbul Hükümetinin yerel temsilcisinin; “Oralarda asayiş temin ederseniz, gerek hırıstiyan ahaliye ve gerekse Yunan ordusuna karşı adalet ve medeniyetimizi ispat etmiş oluruz” şeklindeki telgrafına, yerel kuvvetlerin komutanın; “Çetelerden bahsederken eşkıya kelimesini kullanıyorsunuz. Bunlar eşkıya değildir. Yunan zulmüne karşı ayaklanmış birer milliyetçidir. Fikriniz ona göre düzeltmeniz lazım.” İtiraz eden cevabi telgrafı üstüne muhteşem bir değerlendirme yapar. “Köyleri yakıp kül eden bir düşman için Türk Mutasarrıfı, Türk milletinin bu manzaralar karşısında medeni olduğunu göstermesini istiyordu. Bu uğurda ölümü göze alarak silahını kapıp düşmana karşı çıkan kimseleri de “eşkiya1 diye isimlendirmekten çekinmiyordu. İzmir’e çıktığı günden beri Türklere karşı yapmadığı fenalık bırakmayan Yunan Ordusu ise askeri elbise giydiği için eşkiya sayılmıyordu.”

Evet; Celal Bayar, Adnan Menderes, Benito Mussolini değerlendirme ve anıları başta olmak üzere birkaç konuya değinemedim lakin bunları da bir sonraki yazımın konusu olmak kaydıyla, bir kenara koyuyorum. Evet, tekrar teşekkür ediyoruz Yaşar Aksoy’a, bilgilenmek, öğrenmek ve gelişmek isteyene şiddetle önerilir.


Çarşamba, Ocak 19, 2022

GLADYATÖR - METİN KURT

 

Bir zamanlar Galatasaray’da futbol oynamış, Metin Kurt’un ağzından yazılan anılarından bir demet, daha nice benzer anıları okumak için bu kitabın kesinlikle okunması gerekir.

RMÇ


“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı. Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)

Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine öğreniyordu. (sayfa 37)

Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir. Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor, jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi. Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa 51-52)

O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)

Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60 bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor, ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi. Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0 mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı,  yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi. Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım. Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)

Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B. Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu. Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)

1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey, gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün “Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi… Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Futbolcu gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip Pontiac’ıyla İstanbu!a çoktan uçurmuştu bile. Zeki ağabey iki sene Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı uzattım. Şöför, “utanmıyor musun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)

A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu. Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)

Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır. (sayfa 114)

Futbolcularımızın futbol arenalarında kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)

13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan), belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı. Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)

25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı. Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)

6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu... Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş. Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)

Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat, müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayarak, “bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı… Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve gol oldu. (sayfa 141-142-143)

Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkânı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. (sayfa 150-151)

Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları, Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda patladım ve “spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım. Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım. Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler. Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden” dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden. Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “yalnızca İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum. “İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde, yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular! Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra, uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda, biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi… Milliyet’te, “Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?” gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkânsız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri, “Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar” diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “İtalya karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran, destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker… Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti. Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup, onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor… Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı: “Metin Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169)

Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)

Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir Fenerbahçe maçı öncesiydi… “hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan (Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi, Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)

Bana verilen süresiz kadro dışı cezası kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti. Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)

1 Aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1 yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olacak iş mi bu? Hayır, hayır! Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu. Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi? Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1. İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrar başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1 bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş, ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “Şansalları, mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)

Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını “Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı. (sayfa 226)

Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar, Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı. Ergun Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına girdi.  Daha sonraları Tofaş arabalarının bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)

Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping, sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım. Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı. Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu. Beşiktaş’ta oynamıştı. K.  doping hapı almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)

Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine taktığımız isimle “Faşist General Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra, kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemin ertesi günü Fenerbahçe maçı için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması yapmak için Çağaloğlu’na gittik. Diğer futbolcu arkadaşlar bizi basın toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında, Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provokasyonu ile karşı karşıya kaldığımızı vurguladıktan sonra, onu provokatörlüğe iten nedeni de açıkladık: “Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini engellemek”  Yasin ile Ali Sami Yen’e döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı desteklemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)

19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına, “bugün Gençlik ve Spor Bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arada Galatasaray, İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa, beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e “Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)

Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular, uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)

Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD) ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü),  Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu. (sayfa 258-259)

Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı. Sahildeydi. Orada kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan …” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey, Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “Ağabey duymadın mı? Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı” dedi.(sayfa 274-275)

Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak. Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”. Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar. Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları. Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor. (sayfa 278-279)

Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)


Cumartesi, Ocak 15, 2022

CELAL KARANLIK – GÜLHİSARLI TERZİLER

 “On dokuz yaşındayken liseyi dışarıdan bitirmişti. Üniversite sınavlarına girip jeoloji bölümünü kazandığında kendisi de hayretler içinde kalmıştı. Olabiliyordu, yapabiliyordu ve olabildikçe, yapabildikçe güveni artıyordu.

İlk reklam dergisini yirmi üç yaşında çıkarmıştı. Biraz koşturmak gerekiyordu ama kârlı bir işti. Bursa’nın, İzmit’in, Adapazarı’nın bütün ilçelerini avucunun içi gibi biliyordu. İki takım elbisesi ve dört kravatı vardı. Belediye başkanlarının, ticaret odası yöneticilerinin huzuruna çıktığında kendini halkın bir hizmetkarı olarak takdim ediyordu. “Buralarda neyle uğraştığınızı, nasıl uğraştığınızı kimse blmiyor” diyordu onlara. Hakikaten de kimse bilmiyordu. Onlara bir yol görücüsü, bir ışıldak, yaptıklarını ve yapmak istediklerini büyütecek bir ayna lazımdı. Böyle bir aynayı kimse reddetmiyordu.

1980 yılının başında üç reklam dergisinin sahibiydi. Ancak asıl altın çağını Kenan Evren’le birlikte yaşamaya başlamıştı. Yirmi beş yaşındaydı. Atatürk ve askerleri çok sevmeyi yeni öğreniyordu. Anladığı kadarıyla halk bu sevgiye açtı. Kadırga’da bir döküm atölyesiyle anlaşıp Atatürk büstleri üretmeye başladı. Daha işin başından, bunun br çeşit Atatürk üretmek anlamına geldiğini fark etmişti; herkes Atatürk istiyordu. Ticaret Odalarının temsilcileri, Hukuk büroları, Belediye meclislerinin salonları, esnaf odaları, polis karakolları, hatta zahireciler ve düğün salonları…

Ancak altın çağ uzun sürmedi. Bronz alaşımlı büstlerin birkaç yıllık baht açıklığı, liberal ellerin böyle şeyleri umursamayan sessiz reddiyle yavaşça sona erdi.

Celal Karanlık bu geçiş evresinde de çok fazla zorlanmadı. Üniversiteyi bitirememişti ama üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlamak konusunda uzmanlaşmıştı. Ortağı olduğu birkaç hayalet şirket vardı. Jeoloji diplomasını, teknik direktörlük sertifikasını bond çantasından hiç eksik etmezdi.

İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’nun küçük kasabalarında yaşamaya başladı. Belediyelerden kazandıklarıyla, sahte ya da gerçek şirketler kurup batırarak, reklam dergileri çıkararak, hobi olarak da kasabalarda futbol kulüpleri kurarak, sefil sayılmayacak bir hayat sürüyordu.”

Yukarıdaki muhteşem tanımların yapıldığı satırlar, önce müzisyen lakin sonradan büyük yazar olma yolunda hızlı adımlar atan Hüsnü Arkan’ın “Gülhisarlı Terziler” kitabından… Daha önce de aktardığım üzere; romana konu olan kasaba muhtemelen bir kuzey Ege kasabasıdır ve kasaba sıradandır, insanları sıradandır lakin büyük umutları, büyük hayalleri, büyük aşkları, büyük beklentileri, büyük planları olmasına engel bir durumda yoktur. Lakin her şey, büyük bir içtenlik, büyük bir sadelik, büyük bir samimiyet doludur.

Mezkûr muhterem Celal Karanlık’ın yolu, roman bu ya, Gülhisar’a düşer. Bond çanta içindeki, janjanlı sertifikalar, sahip olunan şirket evrakları, teknik direktörlük belgesi, jeoloji mühendisi diploması ve sahip olunan reklam dergilerinin sahte gücü ile edinilmiş boş ve kof bir özgüven ürünü bilmişlik, girişkenlik ya da girişimcilik ruhu ile mücehhez muhterem kasabada sahne alır. Esasen üniversiteyi bitirememiş, diplomasız mühendistir muhterem lakin üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlama konusunda uzmanlaşmıştır, zaten ne fark eder ha sahte, ha gerçek, diploma diplomadır ama garibim Gülhisarlılar nereden bilebilecektir. Evvelemirde uğranılan yer, deprem neticesinde kaybedilen termal suların yüzü suyu hürmetine kurulmuş, şimdilerde ise geniş ailenin ve misafirlerinin konutu niteliğine dönüşmüş oteldir. Celal Karanlık, yukarıda sayılan meziyetlerinin yanında en değme “gurme”lere taş çıkaracak durumdadır. Sığındığı otelde, müşteriden ziyade misafir muamelesine tabi tutulmasının da verdiği cesaret ile yemek söylevlerinden tutunda otelcilik üstüne işletme ve teknik donanım önerileri ile adeta bir “mehdi” konuma terfi etmiştir. Odalara boy aynalarının yerleştirilmesinden, yaşlı ve romatizmalı müşterilerin camiye kadar yürümeleri yerine bir mescit yerinin tayinine, oradan Gülhisarda ilk olacak ve çatıya yerleştirilecek güneş panelleri ile otelin her odasında sıcak su bulunmasına kadar detaylı düşünceler arzı otel sahibi sülaleyi adeta büyülemekte idi. Kasabanın yerlilerinin büyük ama naif hayallerinin gerçekleşme zamanı gelmiştir gayri mehdinin zuhuru ile … Roman kahramanlarından Ayhan Demir bu büyülenmişlik halini, Pinokyo’yu vaatleriyle kandırmaya çalışan tilki ile kediye benzetiyor ve durumdan ziyadesiyle de rahatsızlık duyuyordu. Hani iyi bilinir ya; enayiler diyarının her söylenene inanan halkı, altınlarını toprağa dikip, sabah yetişen ağaçlardan altın meyveler toplanması hikayesi… Adam adeta, Aziz Nesin hikayelerinde fırlamış ve bir fırlama olarak da Gülhisar’da yerini almıştır. Misafir olunan sülaleye bilahare de damat adayı apoleti ile daha da koyulaştırdığı yalanlar öyle bir biçimde gerçeğin yerine geçmeğe başlamış idi ki; mezkûr sarmalın içine Belediye de çekilmiştir. Artık Belediyenin finanse ettiği jeolojik etütler ve çalışmalar, termal su arayışları ve isale hatları ile kasaba eskisinin katbekat üstünde bir turistik merkez haline gelecektir. Ama “lafla peynir gemisi yürümez” atalar sözü bu hikâyede de gerçekleşir. Kurulan tüm hayaller çöker, esasen mezkûr muhterem, kötü ve yalancı bir aşıktır, hayalperest bir yatırımcıdır, ya tutarsa kültünün önemli ama sık rastlanan bir numunesidir hülasa bir çöptür lakin bir vakadır ve ayakların baş olması bu hikâyede de uzun sürmez ve süremez. Fiziki saldırıya bile maruz kalır, kasabayı terk etmek mecburiyetindedir, artık yeni bir kasaba bulması gerektir.

Evet, hikayedir tüm bu anlatılanlar ama ya gerçek hayatımızdaki “dürülülüler” nasıl izah edilecektir. Bende küçük bir kasabada doğup yetişen biri olarak mezkûr muhteremlerden kâfi miktarda gördüm ve ne yazık ki görmeye de devam ediyorum. Maalesef “tatlı su kurnazları” bu toprakları çok seviyor esasen de toprakta mümbit olunca Allah ta verdikçe veriyor, sakınmaksızın, esirgemeksizin… Bu kabil kurnazlar mezkûr dönemlerde küçük kasabalarda sahne alırlar iken şimdi artık ulusal ve uluslararası arenalarda boy göstermektedirler. Hepsine şapka çıkarıyorum da esasen şapkamı onlara yol verip, onları parlatan ve onlar üstünden numaralar çevirenlere çıkarmam gerek…. Ahada çıkardım gitti… İlaveten Yüce Rabbimim bizleri, bu hızlı öğrenme, öğrenilenden hızlı faydalanabilme, yeni durumlara hızlı adaptasyon, yeni rolleri hızlı koklama ve kavrama kabiliyet ve hassasiyet ve de meziyetleri ile donatılmış mezkûr muhteremlerden esirgesin diyorum… İnsanın anlama, düşünme, algılama, akıl yürütme, yargılama ve çıkarsama gibi yeti ve yeteneklerinin tek tek ihsan edilmemesi niyazımızın yanına hiç değilse mezkur muhteremlere bir o kadar da ahlak ve etik nasip eylemesini dileğimdir.

Son söz olarak da; ne diyor Hüsnü Arkan; “Celal Bey’i kim tanımaz? Gülhisar küçük yer. Eskiler birbirlerini göre göre unutup tüketirler ama yeni gelenleri arşive kaldırmak biraz zaman alır.” Celal Karanlık tipi üzerinden gelen “azlar ama güçlüler” rüzgârı çok etkilidir canım yurdumda esasen…

 

Cumartesi, Ocak 08, 2022

HOŞGÖRÜ – SÜZLÜK 2

Trabzon dönem itibari ile “ittihatçı örgütlenmenin” ve çetelerinin çok güçlü olduğu bir kenttir ve bir de bu kentte “İskeleler kethüdası” Yahya Reis vardır ki kendi mahallesinde bir kahraman ve vatan fedaisi muamelesi görür. Denizin ve deniz taşımacılığının yegâne hâkimi Yahya Reis yapılan işler ve çevrilen dolaplar neticesi büyük bir servetin sahibidir, o kadar ki muhteşem bir yalıda yaşamakta ve şehirdeki birkaç otomobilden birisi de kendisine aittir. Dönem itibari ile Trabzon Çömlekçi Limanı ve Kayıkçıların kethüdası iş ve sosyal konum tarifli reisi için bir kahraman tanım ve tarifi yapanlarda vardır ama tam tersini söyleyip tanımlamalar yapanlar da bulunmaktadır. Tarih araştırmacılarının bağımsızları benim açımdan ikinci grupta yer almaktadırlar. Tariflerden ziyade yaşananları yazıp kararı tarihe ve takipçilerine bırakalım, herkes kendi işini yapsın diyerek…

Yazar Kenan Karabağ tarafından, uzun ve yerinde gözlem, mülakat ve araştırmalara dayanarak ve de esasen de araştırmalarına dayanak teşkil eden ve kitabın en sonunda listesi verilen kaynakları da titiz ve büyük bir dikkatle inceleyerek kaleme aldığı “Maria Suphi” kitabını okuyoruz.

15 kişilik bir grup, üstelik Mustafa Kemal’in çağrılısı olarak istiklal harbine katılma iddiası ile yola çıkmış iken ve ilaveten Kars’tan 28 Aralık 1920’de giriş yap, Kars’ta 3 hafta kal, sonra Erzurum’a trenle 4 günlük yolculuk ile var, saltanat yanlısı Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin provoke edilerek örgütlediği protesto gösterilerine muhatap ol, Bayburt, Gümüşhane, Torul ve Trabzon’da da protesto gösterileri düzenlenmiş olsun, yani ve hülasa “sağır sultan” bile duymuş olsun, sonra neler oldu bilmiyoruz denilsin… Sovyetler Birliği bilgisi dahilinde, Ankara’nın bilgisi dahilinde, Kazım Karabekir Paşanın bilgisi dahilinde sürüp giden bir macera… Sonuç,  28 Ocak 1921 de, İnebolu’ya gidecek denilen gemiye bindirilip rotası Batum’a dönen yolda da birkaç gün önceden plan yapıldığı ve ayarlandığı iddia edilen 2. bir teknenin yolda kendi teknelerine bordalaması sonucunda büyük bir katliam yaşanır, yolculardan erkek olanların tamamı vurularak, kesilerek, ayaklarına taş bağlanıp denize atılmak suretiyle hunharca katledilir.  Bir tek Mustafa Suphi’nin eşi sağ bırakılır ve alıkonulur, artık esirdir o, ganimettir o, yani ve hülasa eylemcilere helaldir artık canı ve kanı…

TKP kayıtlarına adının Meryem diye geçirildiğini öğrendiğimiz Maria, gözünün önünde mezbahaya çevrilen takanın içinde kesilip, biçilip katledilen başta eşinin ve diğer yol arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmek gibi bir talihsizlik yaşar ama çile biter mi… Şüphesiz bitmez, hoşgörü abidesi büyük vatansever Yahya Reis kapatır Mustafa Suphi’nin Rus uyruklu eşini, feodal eşkıyanın bile raconunda olmadığı biçimi ile… Bir süre sonra bu büyük vatansever reis Maria’yı bir başka önemli ve paralı bir beye verir ya da satar, oradan da Rize’li yiğitlere satılır, ve nihayetinde o da orada katledilir.

“Maria Suphi” kapatılır… “Kadın kapatmak” nedir, ne manaya gelir… Bilenler bilir, bilmeyenlere de anlatmaya zaten gerek yok… Onlar zaten anlamaz kanattadırlar, onlara iğne ilaç kâr etmez… “Biz kadınlarınıza böyle yaparız işte” gibi bir şey desek hafif kaçar, kendilerini hoşgörü abidesi zanneden muhteremlerin dünden bugüne uzanan hikayelerinin bir özetidir, kadın üzerinden yaratılan kutsaliyete binaen muarızları tahkir ve tenkil etmek… Tam da bu yüzdendir, eskiden beri yürütülen ganimet ve helallik denkleminin esrarının aşılamayışı… Biz güçlüyüz, siyasi gücümüz de var, askeri gücümüz de var, biz ne istersek onu yaparız, salma ve serbestliği içinde olunca, gerisi hikaye…

Yahya Reis; artık nedendir bilinmez ama sanki daha önce yaptıkları bilinmezmiş gibi, hedefe oturtulur. Yahya Reis; bilindiği üzere önce liman gümrükleri üstüne yargılanır sonra da Mustafa Suphi ve yoldaşları konusunda sıkıştırılmaya başlayınca; en yakını olan kişilere şu şekilde konuştuğu rivayet edilir. “Çok üstüme gelirlerse her şeyi ifşa ederim. Sanki bütün bu işleri ben tek başıma mı yaptım? Hem öldür diye emir verecekler hem de niye öldürdün diye üstüme gelecekler. Bu kadarı da fazla, artık dayanamayacağım. Faik Ahmet’i çağırıp bir beyanat vereceğim. Ondan sonra kim yanacaksa yansın. Bütün bu işlerin arkasında olanları herkes öğrenecek. Bir ara, “çekil git ücra bir köşede yaşa”, dediler. Kabul etmedim. Niye gidecekmişim? Vurun dediniz vurdum. Sanki tek günahkâr ben miyim? Mustafa Suphi’nin karısını evime kapatmışım. Evet, Kapattım. “Komünistler sonlarını görüp ayaklarını denk alırlar”, diyen yine onlardı. Sanki onlardan habersiz mi kapattım? Kim öldü, kim kaldı hepsini biliyorlardı.” Artık kimleri ve neleri kastediyordu, tüm bu kendisine atfen yayınlanan bilgiler doğru mu idi, bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de… Lakin kimse çıkıp aniden ve kontrolsüz gelişmiş bir vakadır diye de bir açıklama yapmamış… Belki de yapamıyor idiler. Çünkü; açıklamanın da bir sınırı olmalıdır, değil mi?

Eşinin ve yol arkadaşlarının gözlerinin önünde katledilmesine katlanmak üstüne, kapatılmak, katliamı gerçekleştirenlerin tecavüzlerine katlanmak, başkalarına satılmak, tekrar satılmak… Kocaman bir felaket, üstelikte yaşanabilecekleri yaklaşık 1 ay boyunca herkesin izlemesine rağmen, başta da tedbir alması gerekenlerin… Evet, detayları asla öğrenilemeyecek bir katliam daha… Tetikçiler belli, lakin karar vericiler ve neden bu kabil kararların verildiği meçhul ve görünen o ki sonsuza kadar da meçhul kalacak. Ama bence en tuhafı ise, hani Sovyetler Birliği tarafından “darbe” yapılmak üzere gönderildikleri iddiasını her daim öne çıkaranların nedense Sovyetler Birliğinin neden ciddi bir manada protesto ve kınama yayınlamamış olmasını izah edemedikleridir. Bilindiği kadarı ile Trabzon Başkonsolosluğu aracılığı ile “defi bela kabilinden” bir cılız ve güçsüz kınama dışında hem Moskova hem de Ankara, böyle bir olay yaşanmamıştır muamelesi yapmışlardır tüm bu yaşananlara…

Burada araya; ünlü tarih profesörü Mete Tunçay’ın “Türkiye’de sol akımlar- 1 (1908-1925) Belgeler 2” kitabında yer alan ve kendi değerlendirmesi olan; “M. Suphiler Ankara’ya temelli kalmaya geliyorlardı; ama “darbe” yapmaya değil, Mustafa Kemal Paşayla işbirliği etmeye! Sosyalist olmasına sosyalisttiler, ama “Rusçu” değillerdi. Türk milliyetçisiydiler. Gelip bazıları meclise girselerdi, aralarından iyi icra vekilleri de çıkardı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, ama daha sosyal içerikli bir gelişme çizgisi olurdu. Mustafa Kemal Paşanın da bunu bildiğini sanıyorum. Fakat son anda, darbecilik-fesatçılık suçlamalarıyla kulağını doldurmuş olmalılar ki, geri gönderilmelerini söylemiştir. Eğer günün birinde, M. Suphilerin öldürülmesini onun emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım” bölümünü almak istedim. Enteresan bir değerlendirme…  

Hani “hoşgörü” kelimesini diline pelesenk etmiş fikriyatın ahfatları var ya, gerine gerine ortada dolaşanlar işte onlara bir ibret dersi babındadır tüm bu anlatılanlar. Hani, hala buna hoşgörü diyen ve bunlara da hoşgörü temsilcisi diyen varsa onlara da iğne ilaç kâr etmez ne diyeyim…