Cumartesi, Ocak 08, 2022

HOŞGÖRÜ – SÜZLÜK 2

Trabzon dönem itibari ile “ittihatçı örgütlenmenin” ve çetelerinin çok güçlü olduğu bir kenttir ve bir de bu kentte “İskeleler kethüdası” Yahya Reis vardır ki kendi mahallesinde bir kahraman ve vatan fedaisi muamelesi görür. Denizin ve deniz taşımacılığının yegâne hâkimi Yahya Reis yapılan işler ve çevrilen dolaplar neticesi büyük bir servetin sahibidir, o kadar ki muhteşem bir yalıda yaşamakta ve şehirdeki birkaç otomobilden birisi de kendisine aittir. Dönem itibari ile Trabzon Çömlekçi Limanı ve Kayıkçıların kethüdası iş ve sosyal konum tarifli reisi için bir kahraman tanım ve tarifi yapanlarda vardır ama tam tersini söyleyip tanımlamalar yapanlar da bulunmaktadır. Tarih araştırmacılarının bağımsızları benim açımdan ikinci grupta yer almaktadırlar. Tariflerden ziyade yaşananları yazıp kararı tarihe ve takipçilerine bırakalım, herkes kendi işini yapsın diyerek…

Yazar Kenan Karabağ tarafından, uzun ve yerinde gözlem, mülakat ve araştırmalara dayanarak ve de esasen de araştırmalarına dayanak teşkil eden ve kitabın en sonunda listesi verilen kaynakları da titiz ve büyük bir dikkatle inceleyerek kaleme aldığı “Maria Suphi” kitabını okuyoruz.

15 kişilik bir grup, üstelik Mustafa Kemal’in çağrılısı olarak istiklal harbine katılma iddiası ile yola çıkmış iken ve ilaveten Kars’tan 28 Aralık 1920’de giriş yap, Kars’ta 3 hafta kal, sonra Erzurum’a trenle 4 günlük yolculuk ile var, saltanat yanlısı Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin provoke edilerek örgütlediği protesto gösterilerine muhatap ol, Bayburt, Gümüşhane, Torul ve Trabzon’da da protesto gösterileri düzenlenmiş olsun, yani ve hülasa “sağır sultan” bile duymuş olsun, sonra neler oldu bilmiyoruz denilsin… Sovyetler Birliği bilgisi dahilinde, Ankara’nın bilgisi dahilinde, Kazım Karabekir Paşanın bilgisi dahilinde sürüp giden bir macera… Sonuç,  28 Ocak 1921 de, İnebolu’ya gidecek denilen gemiye bindirilip rotası Batum’a dönen yolda da birkaç gün önceden plan yapıldığı ve ayarlandığı iddia edilen 2. bir teknenin yolda kendi teknelerine bordalaması sonucunda büyük bir katliam yaşanır, yolculardan erkek olanların tamamı vurularak, kesilerek, ayaklarına taş bağlanıp denize atılmak suretiyle hunharca katledilir.  Bir tek Mustafa Suphi’nin eşi sağ bırakılır ve alıkonulur, artık esirdir o, ganimettir o, yani ve hülasa eylemcilere helaldir artık canı ve kanı…

TKP kayıtlarına adının Meryem diye geçirildiğini öğrendiğimiz Maria, gözünün önünde mezbahaya çevrilen takanın içinde kesilip, biçilip katledilen başta eşinin ve diğer yol arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmek gibi bir talihsizlik yaşar ama çile biter mi… Şüphesiz bitmez, hoşgörü abidesi büyük vatansever Yahya Reis kapatır Mustafa Suphi’nin Rus uyruklu eşini, feodal eşkıyanın bile raconunda olmadığı biçimi ile… Bir süre sonra bu büyük vatansever reis Maria’yı bir başka önemli ve paralı bir beye verir ya da satar, oradan da Rize’li yiğitlere satılır, ve nihayetinde o da orada katledilir.

“Maria Suphi” kapatılır… “Kadın kapatmak” nedir, ne manaya gelir… Bilenler bilir, bilmeyenlere de anlatmaya zaten gerek yok… Onlar zaten anlamaz kanattadırlar, onlara iğne ilaç kâr etmez… “Biz kadınlarınıza böyle yaparız işte” gibi bir şey desek hafif kaçar, kendilerini hoşgörü abidesi zanneden muhteremlerin dünden bugüne uzanan hikayelerinin bir özetidir, kadın üzerinden yaratılan kutsaliyete binaen muarızları tahkir ve tenkil etmek… Tam da bu yüzdendir, eskiden beri yürütülen ganimet ve helallik denkleminin esrarının aşılamayışı… Biz güçlüyüz, siyasi gücümüz de var, askeri gücümüz de var, biz ne istersek onu yaparız, salma ve serbestliği içinde olunca, gerisi hikaye…

Yahya Reis; artık nedendir bilinmez ama sanki daha önce yaptıkları bilinmezmiş gibi, hedefe oturtulur. Yahya Reis; bilindiği üzere önce liman gümrükleri üstüne yargılanır sonra da Mustafa Suphi ve yoldaşları konusunda sıkıştırılmaya başlayınca; en yakını olan kişilere şu şekilde konuştuğu rivayet edilir. “Çok üstüme gelirlerse her şeyi ifşa ederim. Sanki bütün bu işleri ben tek başıma mı yaptım? Hem öldür diye emir verecekler hem de niye öldürdün diye üstüme gelecekler. Bu kadarı da fazla, artık dayanamayacağım. Faik Ahmet’i çağırıp bir beyanat vereceğim. Ondan sonra kim yanacaksa yansın. Bütün bu işlerin arkasında olanları herkes öğrenecek. Bir ara, “çekil git ücra bir köşede yaşa”, dediler. Kabul etmedim. Niye gidecekmişim? Vurun dediniz vurdum. Sanki tek günahkâr ben miyim? Mustafa Suphi’nin karısını evime kapatmışım. Evet, Kapattım. “Komünistler sonlarını görüp ayaklarını denk alırlar”, diyen yine onlardı. Sanki onlardan habersiz mi kapattım? Kim öldü, kim kaldı hepsini biliyorlardı.” Artık kimleri ve neleri kastediyordu, tüm bu kendisine atfen yayınlanan bilgiler doğru mu idi, bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de… Lakin kimse çıkıp aniden ve kontrolsüz gelişmiş bir vakadır diye de bir açıklama yapmamış… Belki de yapamıyor idiler. Çünkü; açıklamanın da bir sınırı olmalıdır, değil mi?

Eşinin ve yol arkadaşlarının gözlerinin önünde katledilmesine katlanmak üstüne, kapatılmak, katliamı gerçekleştirenlerin tecavüzlerine katlanmak, başkalarına satılmak, tekrar satılmak… Kocaman bir felaket, üstelikte yaşanabilecekleri yaklaşık 1 ay boyunca herkesin izlemesine rağmen, başta da tedbir alması gerekenlerin… Evet, detayları asla öğrenilemeyecek bir katliam daha… Tetikçiler belli, lakin karar vericiler ve neden bu kabil kararların verildiği meçhul ve görünen o ki sonsuza kadar da meçhul kalacak. Ama bence en tuhafı ise, hani Sovyetler Birliği tarafından “darbe” yapılmak üzere gönderildikleri iddiasını her daim öne çıkaranların nedense Sovyetler Birliğinin neden ciddi bir manada protesto ve kınama yayınlamamış olmasını izah edemedikleridir. Bilindiği kadarı ile Trabzon Başkonsolosluğu aracılığı ile “defi bela kabilinden” bir cılız ve güçsüz kınama dışında hem Moskova hem de Ankara, böyle bir olay yaşanmamıştır muamelesi yapmışlardır tüm bu yaşananlara…

Burada araya; ünlü tarih profesörü Mete Tunçay’ın “Türkiye’de sol akımlar- 1 (1908-1925) Belgeler 2” kitabında yer alan ve kendi değerlendirmesi olan; “M. Suphiler Ankara’ya temelli kalmaya geliyorlardı; ama “darbe” yapmaya değil, Mustafa Kemal Paşayla işbirliği etmeye! Sosyalist olmasına sosyalisttiler, ama “Rusçu” değillerdi. Türk milliyetçisiydiler. Gelip bazıları meclise girselerdi, aralarından iyi icra vekilleri de çıkardı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, ama daha sosyal içerikli bir gelişme çizgisi olurdu. Mustafa Kemal Paşanın da bunu bildiğini sanıyorum. Fakat son anda, darbecilik-fesatçılık suçlamalarıyla kulağını doldurmuş olmalılar ki, geri gönderilmelerini söylemiştir. Eğer günün birinde, M. Suphilerin öldürülmesini onun emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım” bölümünü almak istedim. Enteresan bir değerlendirme…  

Hani “hoşgörü” kelimesini diline pelesenk etmiş fikriyatın ahfatları var ya, gerine gerine ortada dolaşanlar işte onlara bir ibret dersi babındadır tüm bu anlatılanlar. Hani, hala buna hoşgörü diyen ve bunlara da hoşgörü temsilcisi diyen varsa onlara da iğne ilaç kâr etmez ne diyeyim…

 

Hiç yorum yok: