Pazar, Şubat 17, 2013

VALLAHİ KARA MİZAH

CNN Türk’te yayınlanan Cüneyt Özdemir’in hazırlayıp sunduğu 5N1K adlı programa CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu katıldı ve gündeme ilişkin sorulara cevaplar verdi. Özellikle CHP içinde yaşandığı iddia edilen ve son derece doğal olması gereken fikir ayrılıklarına, az da olsa parti içi demokrasinin çalışıyor olmasından rahatsız olanları mutlu etme adına olduğu fazlaca sırıtan bir şekilde ve belli ki CHP’ye yeni format atılma isteği uyarınca değinildi, yer yer çocuk şımarıklığına varan bir şekilde sorular üzerinden devam edildi… CHP’nin Genel Başkanı; bizlerin belki de değerlendiremediği, anlayamadığı bir biçimde iyi bir genel başkandır ama Canım Yurdumdaki genel kabullere göre, bir galibiyet ve mağlubiyet ikilemi arasında sıkışmış ve polemiklere boğulmuş siyasi yapılanma açısından pek karşılık bul(a)mayan sürükleyicilik vasıflarını öne çıkaramaması ve bunu yüksek belagat meziyetleri ile süsleyememesinden ötürü sınıfta kalmış gibi bir görüntü verdi ve taraftarları arasında da yer yer de olsa üzüntülere yol açtı gibi…

Cüneyt Özdemir “partiniz içersinde sözünüz geçiyor mu? Bundan sonra aykırı sesler yükselmeye devam edecek mi?” şeklinde soruyor Kılıçdaroğlu; “Hayır kesinlikle bundan sonra aykırı bir ses yükselmeyecek. Parti içerisinde sorunları kesinlikle çözdük. Bundan sonra bir sıkıntı olmayacak” diye cevaplıyor. Yahu desenize burası sosyal demokrat iddiasında olan bir partidir, siz onun Genel Başkanına böyle bir soruyu sorarken hiç mi sıkılmıyorsunuz, burada herkes düşünce özgürlüğüne sınırsız sahiptir, bari bu fikre katlanın, bırakın bu tek adama tapınma yaklaşımını, artık 21. yüzyıldayız, nerdeeeeeeeeee, modaya devam, hele birde gerçek anlamda niyette yoksa…

Diğer taraftan birde soruya bakın; gülerek sanki bir taraflarına bir şey olmuş gibi tavsamış gülüşüyle soruyor; “partiye hakimmisiniz yani” o da cevap veriyor “evet, tabii ki” ama belli ki soruyu soran daha tatmin olmamış soruya devam ediyor, “peki bu hareketler devam ederse ne yapacaksınız”, ve hükmediyor mübarek “aksine hareket edenler sonucuna katlanır” bravo, vallahi billahi bravo, aslında vallahi karamizah ya da komedi… Yahu şunu da bize demokrasi diye servis ediyorlar ya bravo… Ayrıca biz bu servisi teşekkürlerle karşılayıp yediğimiz için bize de bravo…

Eeeee; Canım Yurdumun yetiştirdiği ya da yetiştirebildiği insanın demokratik refleksleri gelişmiyor ise eğer, demokrasinin en önemli ayağının insanların birbirleriyle anlaşabilmesi adına doğru beşeri iletişim kabulü geçerli değilse eğer, iletişimden de anlayabileceği en fazla, büyüğünün dediğinin doğruluğunun kabulü, üst’ün ast’a aktardığının mutlak doğru, sorgulanmadan, herhangi bir akli denetim ve analize tabi tutulmaksızın emir telakkisi biçimiyle algılanması olacaktır ki, bu da sonuç itibariyle nesilden nesile menkıbeler üstünden tarih ve bilim öğretimini biçimiyle çıkacaktır ortaya,  bu duruma da Allah selamet versin demek düşer bize… Oysa insanların anlaşabilmesinin temeli iletişim; beşeri ilişkilerin en temel tanım fonksiyonu olup, 2 beşer’in aynı frekanstan birbirleri ile anlaşabilme adına doğru iletişebilme oranı da 1/81 dir (1 bölü 81) yani kolayca anlaşılacağı üzere yaklaşık %1,25 gibi çok düşük bir olasılığa tekabül etmektedir, hele siz bir de bunu birkaç kişinin, sonra da bir parti düzeyinde birkaç bin kişinin iletişebilme becerisinin aritmetik illiyetini kurmaya kalkarsanız, permütasyon hesaplarından ötürü, ortaya çıkacak rakamları sayfalar dolusu yazar durursunuz beyhude. Sonuç olarak insanların aynı frekanstan iletişerek birbirlerini anlamasını ve dinlemesini beklemekten ya da aynı şeyleri düşünmesini beklemekten ziyade, insanların demokratik beklentilerini karşılayacak, her türden görüşlerini açıklıyor olmasına savaş ilanı tepkileri vermeyecek, insanların birbirlerini anlamasından güçlünün dediğinin kabulünü anlamayacak, insanların sadece birer insan olduğu ve herkesin yukarıda aritmetik illiyeti verildiği üzere zaten aynı şeyleri düşünmesinin mümkün olmadığını bilecek, yani herkesi olduğu gibi ve farklılıkları ile normal görecek bir düzeye acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi takdirde buradan demokrasi asla ve kat’a çıkmaz…

Bu verilen kaba yaklaşım mucibince, bir siyasal partide bunun hayat bulmasının siyasal ifadesine de insanoğlu “parti içi demokrasi” demektedir, uygar ve çağdaş ülkelerde… “Parti içi demokrasinin” olmadığı bir partinin iyi yönetilmesi mümkün değildir ve dolayısıyla da iyi yönetilmeyen bir partinin yönettiği ülkenin iyi durumda olması beklenemez, ancak çok şanslı durumda olan ülkelerde şans ihtimali kapıyı çalabilir tabii ki, sürekli sorun üreten bir sistemden de sorun çözmesi beklenemez. Yine yukarıda konuya teğet geçildiği üzere, demokratik refleksleri yeterince gelişmemiş insan topluluklarında, ne yazık ki uygarca iletişim yerine barbarca iletişim hâkim olur ki bunun adı, güçlünün güçsüzü yenmesi ya da “büyük balık küçük balığı yer” olur, bu da sizin demokrasi liginde hangi sırada olduğunuz gösterir.

Partilerde bunu konuşabilirsin, bunu konuşamazsın diye bir tefrik olursa bunun neresinde demokrasi olacak Allah aşkına, grup kararı almak ve bu kararın bağlayıcı olması demokrasi ile nasıl bağdaşır, siyasal partilerde partinin genel görüşüne ters düşüncede olan, konuşma yapan, demeç veren, oy kullanan, karar verenin sonu partiden ihraçtır ve bunun derinliği de parti genel görüşünü kim belirler sorusundadır, cevap ta Genel Başkandır, o zaman demek ki neymiş, Genel Başkan ne derse o olur, gerisi lafı güzaf… Harika konuşmalar içerisine bezenmiş mükemmel vaatlerle partinin başına gelinir, önceleri çaktırmadan bilahare çaktırarak Ali kıran baş kesen böyle olunuyor demek ki, parti genel başkanı olarak…

Diğer taraftan bazıları da; grup kararı alınmasını parti içi demokrasinin varlığına delalet ettiğinden bahisle, grup kararı alınırken demokrasi işletilir, parti grubundan çıkan karara uygun davranışını genel kurulda da gösterir diye izah eder durumu ve bunun parti içi demokrasiye aykırı olmadığını savlar. Eee, tabii ki bizim demokrasi anlayışı bu olanlara söyleyecek bir lafımız olamaz, ancak grup kararı oluşturulmasının da Genel Başkan’ın fikirlerine uygun üretildiği de bugüne kadar ki uygulamalardan görüldüğüne göre, Allah selamet versin bu vatandaşlarımıza… Ne fark eder, ha Parti Grubunda, ha Meclis Genel Kurulunda, kafanızdan geçenleri söyleyemiyorsanız, açıklayamıyorsanız, sizinle aynı yönde görüşü olanları muvafık ya da muhalif olsun destekleyemiyorsanız, hür iradenin başkalarının görüşüne nerede tevhit edildiğinin ne önemi var Allah aşkına… Hele bir de ahir ömrümde gözlemlediğim üzere, tüm sağ partilerde ve gerçi 1980 sonrası da kendisine sol diyen partiler de bu kervana dâhil oldu, hiç gördünüz mü Genel Başkanlığa aday olsun ve kaybedince de partide kalabilmeyi becersin insanlar, mutlaka bir yol bulunup partiden ihraç edilmişlerdir, ne oluyor, “parti disiplinine aykırı davranıyor” gibi sihirli bir cümlenin arkasından, hop kapı dışarı… Etme bulma dünyası darbı meseli mucibince, sonraki etaplarda mevcut muktedirler aynı akıbete uğruyor ve başlıyor feryat figan, yahu siz neyi başkalarına reva gördüyseniz başkaları da bu etapta size onu reva görüyor denilse de, kim dinler, artık onlar sıkı birer “Parti İçi Demokrasi” havarisi olmuşlardır… Durumdan da kolayca anlaşılacağı üzere, yasalara ve yönetmeliklere konulma zorunluluğundan ötürü vardır “parti içi demokrasi” yoksa necip milletimizin ne böyle bir meşrebi, ne de böyle bir geleneği, hatta ne de böyle bir beklentisi vardır, necip milletimizin derdi işin teorisidir pratik tarafına pek bakmaz…

Parti politikaları katılımcı ve aşağıdan yukarıya doğru belirlenmezse yani ta delegelerden başlamazsa, asla ve kat’a demokratik bir tutum olmayacağı gibi, bir gönüllü birliktelik olması gereken parti oluşumu zorunlu birlikteliğe oradan da çıkar birlikteliğine dönüşür ve sonu herkesin kolayca etrafından da görebileceği üzere, oligarşik binlerce yapı ile karşı karşıya kalınır.

Ama Canım Yurdumda; politika, politik muktedirler tarafından yukarıdan aşağıya telkin ve emir arasındaki çeşitli tonlardaki yaklaşımlarla yürütülür, aşağıdakilerin becerisi ve katılımları sadece ve sadece biat ile ölçülür ve değerlendirilir hale gelmişse, gelin artık güncel politika iflas etmemiştir deyin durun sabahtan akşama kadar, hamamda türkü çığırma misali… Konfüçyüs ne diyor; “sana saygımdan seni sabaha kadar dinlerim ama şimdiden bilesin ki görüşünün hiçbir detayına katılmam mümkün değildir”

Salı, Şubat 12, 2013

YENİ ANAYASA YAPILIRKEN: SU

Su; canlı varoluşunda olmazsa olmaz ve vazgeçilemezdir, Dünya yüzeyinin %80’ninin su ile kaplanmış olması, tüm suların %97’sinin deniz ve okyanuslardan oluşması, donmuş haldeki su oranının %2 olması, suların sadece %1'i içilebilir nitelikte olması ile insan vücudunun %70’inin su olması ve çağdaş koşullarda bir yaşam için kişi başına günlük yaklaşık 150-200 lt su ihtiyacının söz konusu olduğu bilgisi de bu vazgeçilemezliğin seviyesini göstermektedir. Bu vazgeçilemezlik nedeniyle, bir ekonomik faaliyet olmaktan çıkarılarak bir sosyal statüye kavuşturulması gereken su bir kamu malı olmalı, suyun ihtiyaca uygun, sağlanabilir ve sürdürülebilir bir kaynak olabilmesi için, suyun tartışmasız “doğal varlık” olarak görülmesi, yenilenebilme varlık ve kapasitesinin mutlaka korunması genel ve gerek şarttır, bu yaklaşıma uygun olarakta yeraltı ve yerüstü hidrolojik ortamın kamu yararına şeffaf bir kurum tarafından, katılımcılık ve dayanışma ilkelerine uygun bir şekilde yönetilmesi ve denetlenmesi gereklidir.
 
İşte bu nedenlerle herkese içilebilir, kullanılabilir ve yaşamsal faaliyetini sürdürebileceği miktar ve kalitede de su ve kanalizasyon ulaştırmak ve herkesin bunlardan bilabedel yararlanması Anayasal güvence altına alınarak bunların temel insan hakkı sayılması, “Su Hakkı” kaydı şartıyla da behemehâl şu anda hazırlıkları yapılan Yeni Anayasada başlık oluşturmalıdır.
 
Bir Hollanda seyahatimde, Amsterdam Belediyesinin TV kanalının birinde, Belediyenin şebekeye verdiği ve şehre dağıttığı suyun içilebilirlik açısından en kaliteli, en güvenilir su olduğundan bahisle vatandaşların sadece bu suyu tükenmeye davet edilerek tanıtılmasını görünce şaşırmış ve görece sosyalliğin gereği “darısı başımıza” diye de bir dilekte bulunmuştum, hala öylemidir bilemiyorum ama…
 
Bizde ise, “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” darbı meselinden haddinden fazla ders çıkaran özel sektörün goygoyluğunda politika yapanların, suyun sadece özel sektör vasıtasıyla dağıtılması için yaptıkları altyapı hazırlama çalışmalarını gördükçe içim sızlamaktadır, eee tabii ki her şeyin para üstünden izah edilmesinin önünü açan Amerikancı politika yapanlar ve dümen suyundakiler neden karşı çıksınlar ki, sayelerinde içme suyu pazarı yıllık 10 milyar litreye ve yaklaşık 5 milyar TL ticari hacme ulaşmıştır. Artık canım yurdumun sadece kentlerdeki vatandaşları değil, köyde yaşayan vatandaşları da, gözü para dışında başkaca bir şey görmeyen sermayenin hedefi haline gelmiş durumdadır, memleketi çok sevdiklerini iddia edenlerin ise “su akar Türk bakar” diye dalga geçerek 2023 plan hedeflerinde maalesef bu da vardır gayri. Su tasarrufu öngörülmesi doğalarına aykırı bulunan ve suyu ambalajlayarak satmaktan başka bir düşünceye sahip olmalarının mümkün olmasının düşünülemeyeceği bu cihat kolu, artık hedefi 20 milyar lt suya ve 10 milyar Tl ye çıkarmışlardır. Peki, 2025 ya da 2030 da bu kadar doğal su bulunup ambalajlanabilecek midir canım Yurdumda, yapılan çalışmalar göstermektedir ki bu bir hayaldir…
Su varlıklarımız çarpık kentleşme ve hızlı, plansız endüstrileşme ile hızlı kirlenme ve tükenmeye başlamıştır, hele de bir de iklim değişiklikleri ile küresel ısınma sonucunda, dünyanın bazı yerlerini seller götürürken bazı yerlerinde kuraklıklar neticesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır, işin kötüsü de ciddiyetsiz ve plansız çalışmalar artarak ve tam gaz devam etmektedir. Bizi, bu dünyayı ya da ülkelerini çok sevdiklerini iddia ederek ikna eden muktedirler farkındamıdırlar acaba, hâlihazırda dünya nüfusunun %25 içilebilir ya da sağlıklı suya ulaşamamaktadır, bu kafayı değiştirmememiz halinde de, yapılan tahminlere göre yaklaşık 25 yıl içinde dünya nüfusunun ne yazık ki %50’si bu hakka sahip olamayacaktır artık. Yine yapılan ciddi ve güvenilir çalışmalar göstermektedir ki; Dünyada şu anda her sekiz saniyede bir çocuk kirli ve sağlıksız su içmek zorunda kaldığı için yaşamını yitirmektedir, ortaya çıkan hastalık ve rahatsızlıkların % 80’i temiz içilebilir ve sağlıklı kullanılabilir suya erişilemediği nedeniyle ortaya çıkmaktadır.
 
Yine anladığımız kadarı ile 2023 hedefleri içinde, Canım Yurdumun su potansiyelinin % 100 ünün kullanılması plan dahilindeymiş, acaba su potansiyelinin hepsinin kullanımda olması nasıl ekolojik sorunlar yaratacaktır, konunun bu tarafına bakan var mı, hiç zannetmiyorum… Canım Yurdum, barajlar kralı diye övünen, su planlamasının babası diye çalım çeken birinin siyasi görüşünün ve tercihlerinin yönetimi altında, son 40 yıl içerisinde 3 Van Gölü büyüklüğüne denk gelen yaklaşık 1.500.000 hektar sulak alanını kaybetmiş, ne gam, kimin umurunda… Kimse öyle Fırat, Dicle, Sakarya gibi devasa su kaynaklarımız var diye de övünmesin, bilinmelidir ki Dünyanın en önemli nehirlerinden Nil’in deltasında yaşanan dramlar en büyük dramlardır… Kaldı ki sahip olduğumuz bu devasa nehirler sınır aşan nehirlerdir ve Dünyada kolayca görülecek binlerce örneği olması hasebiyle de en önemli ülkeler arası problem kaynaklarıdır ve Ortadoğu’nun kaygan politik ve ekonomik zemininden bahsetmeye gerek bile duyulmaz konunun önemi açısından…
 
“Su hakkı kutsaldır” ve anayasal ilke haline getirilmelidir diyeceksiniz ama suyu belli bir miktardan az kullananlara bedava verdiği için Belediye Başkanlarını yargılayacaksınız ve Belediye Başkanlarının bedava ve indirimli su sağladığı gerekçesiyle yargılandığı Canım Yurdumda bu yazının, suya yazı yazmaktan başka bir şey olmadığını da iyi bilenlerdeniz, ama ne yapalım gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz gereği de bunları söylemeye devam edeceğiz. Suda kaçak kullanımının %40 olduğu canım Yurdumda, (Almanya da ise %3) geliri düşük insanlara suyu bedava vermiyorsanız kaçağa davetiye çıkarırsınız, siz artık ve hala düşünün “yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan” paradoksu üstüne… Ayrıca, kamuoyunda İSKİ kanunu diye bilinen suyun temini, dağıtımı ve ücretlendirilmesi hakkındaki kanun; suyun mutlaka belirlenen rayiçler ve karlar mucibince satılacağı, indirimli satımının ya da bedava dağıtımının suç olacağı gibi kargaların bile güleceği bir yasal durumu içinize sindireceksiniz, böyle bir şey olabilir mi, olur olur söz konusu Türkiye ise…
 
Suyun özelleştirmesinin yasaklanması bir anayasal durum olmalıdır hatta o kadar ki teklif bile edilebilirliğinin önü kapatılmalıdır. DTÖ, IMF ve Dünya Bankasının dayatmalarına acilen dur denilmelidir, ne pahasına olursa olsun varolan anlaşmaların da durdurulması ya da iptali cihetine gidilmesi gerekir diye düşünüyorum. Suyun temin ve dağıtımı özelleşirse, arıtma ve şebeke yenileme, bakım, onarım ve kalibrasyon gibi pahalı sayılabilecek ara hizmetlerin, işletmeler içinde ciddi gider kalemleri olması hasebiyle de yeterince ve layıkıyla yapılamayacağı açıktır, gerçi taşeronlaşmayı önemseyen ve kutsayan, hani diğerlerini anlayabilirim de, sözüm ona sosyal demokrat olan belediye yönetimlerini ne anlayabilir ne de kabul edebilirim ve de hiçbir lafımız da olamaz bu arada…
 
Türkmenistan’ın bir önceki ve vefat eden 1. Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı’nın, başka konularda çağdaş ve akli olmayan bir sürü kararı olmakla birlikte, Dünya Bankasının, Türkmenistan’a gerek duyulan kredileri derhal açabileceklerini ancak kendilerinin de, su, doğalgaz, petrol ve elektrik bedellerinin dünya ölçeğine uygun ücretlendirilmesi beklentilerini ifade etmelerinin ardından, “bunlar halkın malıdır, ben halkın malına nasıl zam yaparım nasıl ücretlendiririm” diyerek kendilerini makamından kovarak, hatta o kadar ki Türkmenistan’ı bile terk etmelerini istemesi, bu konuda tüm Dünyaya örnek olmalıdır…
 
Dünyada su kıtlığı yaşanmayan bölgeler genellikle çevre bilincinin yüksek olduğu insanların yaşadığı bölgeler olması nedeniyle, “su hakkı” konusunda buralarda örgütlü mücadeleler gündeme gelmektedir. Mücadeleler sadece özelleştirmelere karşı olmakla da kalmamalı, su tasarrufunun mutlaka hayatı geçirilmesini de zorlamalı ve kamu varlığı sayılmalı ve yeterince izlenebilir bir şeffaflıkla da yönetilmesi de talep edilmelidir.

Hele birde özellikle son 10 yılda yaşanan HES felaketleri var ki; bırakın insanın hakkını talan etmeyi, her türlü hayvan ve bitkinin bile katline ferman gibi durmaktadır, ama ne gam ne keder…
 
Aman kimse; yahu bu kadar yaylım ateş atışına tuttuğun sermaye, bunları düşünmüyor da sadece sen ve senin gibiler mi düşünüyor demesin, onlarda doğanın olası gazaplarına muhatap olmayacaklar mıdır herhangi bir risk oluşmasında demesin, bunu da mı bilmiyorlar demesin, valla düşünseler bile işlerine gelmez ve hemen yalaka bilim adamları imdada yetişir ve bilimin bu katliama hazırlanan uydurma istatistiklerle cevaz verdiği fetvası hazırlanır, aynen küresel ısınmaya karşı ABD’nin bir türlü Kyoto anlaşmasını imzalamaması ortamı hazırlanır, bilmem daha ne kadar uzun izah edilmelidir bu durum...
 
Her şeyi referanduma götürme pehlivanlığı gösterenlerden ya da çekinmeden göstereceğini beyan edenlerden; bu konunun yani, sağlıklı, kaliteli, içilebilir ve kullanılabilir suyun ve kanalizasyonun herkese bilabedel sağlanmasının referanduma götürülmesinin önünün açılmasını beklemekteyiz, hodri meydan…
 
Son söz; hani yaptıklarını engelleyemiyoruz ya, küçücük bir soru soralım; “Madem bunları özelleştiriyorsunuz; bize geriye yol su elektrik diye döneceğini söyleyerek neden vergi topluyorsunuz” derler adama maazallah…

Cumartesi, Şubat 02, 2013

ROBERT COMMER (VİETNAM KASABI)

ODTÜ kampüsünde bulunan TÜBİTAK Uzay merkezinde GÖKTÜRK-2 uydusunun uzaya gönderilmesi nedeniyle düzenlenen törene katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ellerindeki “Bilimi satan emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” yazılı pankart ile protesto ederek demokratik haklarını kullanan öğrencilere, sanki böyle bir olayın çıkacağı bilinerek hazırlanılmış ve uygulanacak şiddet ile de öğrencileri yılgınlığa uğratmak için uygun ortam yaratmak adına, Başbakan ve heyetini korumak üzere gelen yaklaşık 2.500 polis, protesto eden öğrencilere biber gazı, gaz bombası ve tazyikli suyla adeta onları yok etmek üzere saldırmıştır. Zaten bu acımasız saldırının ipuçları daha birkaç yıl önceden Büyükşehir Belediye Başkanı aracılığıyla verilmiş, özellikle yalana dayalı ruhsatsızlık iddiası nedeniyle ODTÜ nün bir kısmının yıkılacağını ilan etmesiyle başlayan ve öğrencilerin direnişi ve bu direnişin genelde halktan ve diğer sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmesi neticesi ricat edilmesinin sanki rövanşı izlenimi veren bir durum yaşanmıştır.
 
Yaşanan bu olaylar maalesef güdümlü ve kontrollü basında “zaten bu ODTÜ lüler ABD Büyükelçisi Commer’in arabasını da yaktılar” ya da “Bu ODTÜ lüler zaten kavli beladan beri komünisttirler” gibi fikirleri işleyerek, diğer taraftan da yaralanan polisler ambulanslarla hastaneye kaldırıldılar, polisler de biber gazından çok etkilendiler gibi konuyu bir yerden alıp başka bir yere taşımış hülasa rövanş maçının amacına hâsıl yelkene rüzgâr üflemeye devam ettiler, abe adamlar siz “bir katil Commer’den” bahsediyorsunuz diye kimse herhangi bir kelam etmemiş, biber gazını sanki öğrenciler atmış ta polisler etkilenmişler gibi gösteriyorsunuz, ayıp vallahi aslında konu ayıptan da öte bir laf demek gerektiriyor ama yasal mevzuata takılabilir bu ifade…
 
Hadi bir bakalım kimdir bu Robert Commer… II. Dünya Savaşı diye bilinen emperyalist paylaşım savaşından sonra Faşist Almanya’dan kaçan konuyla ilgili uzmanlıkları bilinen Alman faşistleri tarafından alınan destekle yeni kurulmakta olan CIA'e 1947 yılında katılan Robert Commer, Alman faşistlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile kazanılan başarılarına (!!!) binaen ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliğine getirildi, bilahare de asıl katil, işkenceci ve casusluk kariyerinde  ordinaryüslük mertebesine ulaştığı Vietnam bağımsızlık mücadelesini boğma, yok etme savaşına önderlik ettiği dönemde yaklaşık 100.000 kişinin ölümünden şahsen sorumlu olduğu ilgili otoriteler tarafından bugün artık kanıtlanmış bulunmaktadır. Muhtemelen Vietnam’da katlettiği insanların hatırına, ABD başkanlık “özgürlük madalyasına” layık görülen, kendisinden şalama Bob (pürmüz) diye söz edilen Vietnam kasabı unvanlı Robert, artık Türkiye’nin ABD büyükelçisidir, canım yurdumun bağımsızlığından yana olan devrimci kesimler tarafından bu atamanın bile hoş karşılanmadığı bir ortamda, 6 Ocak 1969'daki dönemin Rektörü Kemal Kurdaş’ın daveti üzerine ODTÜ'yü ziyarete gider, Rektörlük Binasının kapısının önüne park edilen Cadillac otomobili, dünya egemenliğini temsil etmesinden ötürü Amerikan değerlerine karşı çıkan ve Komer'in Vietnam kasaplığından kaynaklanan geçmişi nedeniyle ODTÜ'lü öğrenciler tarafından yakıldı. Vietnam’daki büyük bir kırım olarak tarihteki yerini alan bu “pasifikasyon (sindirme)” operasyonunun en önemli yöneticisi olan kasap “Honcho” diye de anılan Robert Commer’in Türkiye’ye büyükelçi olarak atanması Canım Yurduma karşı bir saygısızlık hatta hakaret sayılması gerekirken dönemin muktedirleri bu atamayı reddetmeleri gerekirken memnuniyetle karşılaşmışlardır hatta o kadar ki dönemin cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı “Amerikayı sevmek vatanseverliktir, sevmeyenler ise komünisttir” diyerek tavırlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Bu arada kısaca nedir diye bir bakalım; mezkûr “pasifikasyon” programına; ABD işgali altındaki Güney Vietnam’ın 15 milyonluk nüfusu, etrafı dikenli yüksek tellerle çevrili yaklaşık 10.000 toplama kampına toplanacaktı, insanların buralara toplanmaları yetmiyormuş gibi sahra kuvvetleri, eyalet keşif birlikleri gibi adlar altında kurulan paramiliter kuvvetler eliyle de katliamlar ve talanlar gerçekleştiriliyor, asıl olarak ta özel şube diye kurulan işkence merkezlerinde yaklaşık 100.000 kişi katledilecektir ve tüm bunların başında da Robert Commer olacaktı… İşte böyle bir adam olan Commer, bağımsızlığı çok önemseyen, sömürge olmayı içine sindiremeyen, insanın insan olmaktan kaynaklanan haklarının çiğnenmesine katlanamayan devrimciler tarafından elbette ki protesto edilecekti, bugün de edilmelidir ayrıca…
 
Diğer taraftan neydi bu; “Dünya egemenliğini temsil eden Amerikan değerleri” diye kısaca hatırlamakta fayda vardır, durumun vahametini kavrayabilmek açısından, aksi takdirde temsiliyet karşılığı bu eylemin değeri ve önemi tam anlaşılamayabilir ve bir büyükelçiye yapılmış bir eylem gibi algılanabilir. Şimdilerde Afganistan, Vietnam, Lübnan, Cezayir, Şili, Venezüella, Küba, Irak, Libya başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde, yaptığı vahşetlerle adı zulüm imparatorluğuna çıkmış ABD; dünyanın, kapitalist batının âli menfaatleri için birkaç yüz aile tarafından yönetilebilmesi adına, sömürü çarkının jandarmalığını üstlenmiş ve bu uğurda hiçbir katliamdan, soykırımdan kaçınmamıştır. Nihayetinde kolayca anlaşılacağı üzere Amerikan Emperyalizmi demek, Dünyanın en büyük terör örgütü demektir, nerdeyse tüm ülkelerde binlerce üssü, oralarda konuşlanmış milyonlarca askeri ile birlikte neredeyse katiller sürüsü, BM (birleşmiş milletler), Dünya Bankası, OECD, IMF gibi siyasi ve ekonomik olarak askeri gücün hâkimiyetine çanak tutan organizasyonları ile tam bir küresel çetedir. Huntington’un deyişiyle zinde gücün dinamizmini yitirmemesi için savaşması ya da savaşa hazır olması hali için dünyanın tam zapturapt altına alınması halinde bile mutlaka bir yerlerde nifak çıkararak cephe açması kaçınılmazdır bu şebeke için…
 
Commer; kendinde bırakın Canım Yurdumun genel siyasetine karışmayı, ODTÜ başta olmak üzere üniversitelerin okutacakları derslere bile karışma cüretini göstermekteydi ama o günlerde gerçekleştirilemeyenleri Commer ya da benzerlerinin eğittiği 12 Eylülcüler buradan aldıkları ilim irfan ve feyz ile ve aynen Vietnam kasabının dediklerini önlerine gelen ilk fırsatta gerçekleştirmişlerdir.
ODTÜ; bugün bizlere, Canım Yurdumun içinden geçtiği sıkıntılı süreçten muzdarip milyonlarca insana dayatılan büyük güç karşısında biat etmeye, kendi gücünün sayısal küçüklüğüne bakmaksızın direnmeyi ve direnmenin haklı gururunu yaşatmış ve haksızlığa, sömürüye ve baskıya karşı direnişin kaçınılmazlığını hatırlatmıştır. ODTÜ lü devrimci gençlik vasıtasıyla sömürge durumuna düşürülmüş ülkelerde öğrenilen İngilizce 3 kelimeyi yine hatırladık; “Yankee go home”
Che’nin sözü dün olduğu gibi bugünde Dünya Halklarına rehberlik etmektedir, “Eğer kaynağının Amerika olduğunu kabul etmezseniz emperyalizmi yenmek elbette ki imkânsız olur, kapitalist bir sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar mesela kendini yaratan efsaneye inanırlar, ama çoğunluk adına imkânların bireysel kontrolün ötesinde güçler tarafından belirlendiğini anlamazlar”
 
Son olarak “vatanseverliğin” çok güzel tanımını yapmış olan eski Genelkurmay Başkanına nazire olması bakımından Nazım Hikmet’ten “vatan hain”liği üzerine bir şiir;

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.