Perşembe, Aralık 30, 2021

GÜLHİSARLI TERZİLER

Canım Yurdumun; şüphesiz ki bana göre, sanat ve müzik çıtasını yükselten insanlarından biri olarak mütevazi, abartısız, sade lakin umut dolu, mutlu geleceğin müjdecisi duruş ve ses verişi ile tanıdığımız Hüsnü Arkan’ı bir süredir de yazar olarak takip etmekteyim. Müzisyen olarak takip ederken kadim dostum Mehmet Tekin’in önermesi ile kitaplarının da olduğunu öğrendim ve tüm hayatı gibi onurlu duruş, sakin ve sade yaşam önermesi, isabetli tespit ve tercihler yapması halinin yazın sanatına da yansıdığını büyük bir gururla gördüm. Bu sefer de, “Mino’nun siyah gülü”nden sonra “Gülhisarlı Terziler” kitabını okudum. Sıradan insanların büyük umutları, büyük aşkları,  büyük hayalleri, büyük beklentileri, büyük planları, evet hepsi büyük ve içten ve de samimi lakin hepsi doğal ve hepsi sıradan ve de imkan dahilinde… Roman kahramanlarından Ayhan Demir’in Almanya macera ve arayışları ile diğer başrol oyuncusu Celal Karanlık’ın girişim ve fırıldakları haricinde hemen her şey mezkur dönemlerin benzer büyüklükte kasabalarında yaşamış insanların günlük tanıklıklarına münasip… Az da olsa Celal Karanlık gibi büyük hayal satıcıları, “dürülüleri” bulunmaktadır bu hayatı çekilmez ve katlanılmaz eden… Bu tip benzeri muhteşem muhteremleri de tespit etmek adına ayrı bir yazıda kitabın yazarının kaleminden aktarmak istiyorum.

“Benim adım Nedim; Gülhisar’da terziyim. Sabahleyin dükkânı açarım, akşam da kapatırım. Arada ne oluyor derseniz, bir şey anlatamam. Çünkü pek bir şey olmuyor.”   Sadeliği ve sıradanlığı içinde bir Kasaba, bir esnaf… Evet, Romanın 34. sayfasında zaman için tarif ve teşbih yapılmış, çok hoşuma gitti… Çırak dükkâna gelen yaklaşık benzer yaşlarda genç bir kızın ustası ile muhabbeti üstüne, zamanın gerçekte var olduğunun farkına vardığını yazıyor; “Daha önce zamanı fark etmezdim. Hiç geçmiyormuş ya da yokmuş gibime gelirdi. Duvar saatinin kutusunda birikiyormuş da, bir gün açıp baktıklarında ahşap kokusundan başka hiçbir şey bulamayacaklarmış gibi.

Hep böyle olurdu. Oturduğum yerden dışarıyı seyrederken, attığım teyelleri sayarken, düğme kutularını raflardan alırken, raflara yerleştirirken, zaman kendiliğinden ortadan kaybolurdu. Zaman kaybolduğunda düşüncelerim de kaybolurdu. Her şey bir saat zembereğinin yayında yaşamaya başlardı. Kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan dönüp duran, kendine duyduğu ihtiyacın da farkında olmayan bir yaradılış hali; yokluğun ve varlığın garip bir çeşidi. Belki de aynı şeyliği. Zemberek!”

Evet, Hüsnü Arkan; o gün dükkâna gelen genç kızın, kendisini ateşlere atan büyük platonik aşkın üstüne, ustanın ağzından, yıllar sonra; “Gönlümün bir köşesinde elli yıldır o var. Sarsıyorum, silkeliyorum, kovuyorum gitmiyor. Geniş bir mindere uzanır gibi yayılmış. Köşesi gitgide büyüyor. Bana yer kalmıyor, düşüncelerime, şahsiyetime yer kalmıyor. Başka bir köşeye çekilip siniyorum. Sıkışıyorum. Her doğan güne onu unutmak fikriyle başlıyorum. Ama her batan gün içime aydınlığı çöküyor. Baktığım ufukta o var. Gecenin bekçisi bütün kilitleri açıp ortaya karanlığı döktüğünde, kayıp gölgeler onun adını fısıldıyor. Baykuşun şarkısı onu söylüyor. Sırlarımın kapısı hep ona açılıyor. Ne yapacağımı ne bildim ne de artık bilmek isterim. Karasevda nedir diyenlere verecek hiçbir cevabım yok. Onu sevmekten başka bir şey öğrenemedim. Bu öğrendiğim şey de benden başka kimsenin işine yaramaz herhalde.” diyerek, muhteşem bir karşılıksızlık tanım ve tarifi yapar…

Ayrıca, “Gülhisarlı Terziler”de Hüsnü Arkan terzihaneyi adeta bir kütüphane imiş gibi anlatıyor ve Nedim Usta ağzından da; “kitaplarda yazılanların bir hazine haritası” olduğunu söyleyerek, “Her satır, her kelime birer ipucuydu. İpuçları biriktikçe harita okunabilir hale geliyordu. Şifre çözülüyordu.” ve diğer kahraman Ayhan Demir ağzından ise; “Yaşadığım dünya çok fakirdi. Okuduğum dünyaysa çok zengindi. Zenginlikten parayı kastetmiyorum. İnsanların içleri çok zengindi. Aklımdan geçirdiğim ama bir türlü konuşamadığım şeyleri açıkça konuşabiliyorlardı. Benim yaşadığım dünyada insanlar bir şey yaparlarken niye yaptıklarını kendilerine pek sormuyorlardı. Okuduğum kitaplardaysa herkes soru soruyordu. Soru sordukça içleri ortaya dökülüyordu.” yazarak, okumak ve sorgulamak üstünden tarif yaparak sıradanlığın örtüsünü atmayı ya da attırmayı, “Büyük adamların hayat hikayelerini okumak, ansiklopedi okumak çok hoşuma gidiyordu. Onların yaşadığı zamanlarda, onların yaşadıklarına benzer şeyler yaşamak istiyordum. Ama Gülhisar’da bu olamazdı. Burada dünya küçüktü.” diyerek de coğrafyanın kader olduğuna zımnen tebarüz ediyor gibi…

Okumak ve yazmak üstüne kalem yazmaya devam ediyor; “İnsan, dünyaya, hakikatlere tahammül edebilmek için değişik yollar buluyor. Benimki de bu; okumak! Kimi işine sarılır, kimi paraya sarılır, kimi sevgiye, kimi de nefrete. Ben bunlara sarıldım. Bazılarına bu da kifayet etmiyor, okuduğumuz bu kitapları yazıyorlar. Ademoğlunun dertlerine ortak olmak için, o dertlere tahammül edebilmek için yazıyorlar.” Ne de güzel tarifler çıkıyor ortaya… Evet, Hüsnü Arkan, büyük bir sadeliğin engininden yarattığı tarifin zirvesinde diziyor kelimeleri, abartısız, mütevazi. Ne de güzel yapıyor, sağ olsun…

“Gecenin bütün hikmetlerini bilirim. Avluya bakan bir pencerem var. Orada, ağaçların arasında ışıklar oynar, gölgeler tepişir. Çeşitli biçimler ve hayaller görürüm. Renksiz siluetler, rüzgârda dans eden dallar, yapraklar. Asma çardağının sabaha kadar çıtırdayışı, gül kokusu, yağmur tıpırtısı. Bütün bunların içindeyim ve bütün bunlar bana bir şey demiyor… Yalnızlık koyu bir renktir. Ama boş kalabalıklardan daha koyu değildir.” diyerek de; kasabanın sıradan insanlarının halet-i ruhiyesini aktarmış oluyor. Sıradan insanların sıradan kasabasını da; “Gülhisar boşalmış, kar altında bir kasaba ölüsü. Titreyen sokak köpeklerine kalmış. Eskiden beri böyle aslında; hep böyle. Doğduğundan beri hiç büyümemiş, yaşlı bir çocuk. Güdük, kuru bir ağaç. Yüzyıllardır can çekişiyor, inliyor, sesini duyuramıyor. Geceleri birkaç kilometre yakınlaşmadan ışıklar bile görünmez. Dağların arasında sıkışmış. Gençliğimde haftada iki gün gazete gelirdi.” şeklinde anlatıyor.

Sıradan kasabanın sıradan insanlarının sıradan hayatlarının sıradan olmayan anlatımı işte. Aslında bir kasaba hikayesi gibi duruyor olmakla birlikte; koca bir 20. yüzyıl Türkiye’nin bir küçük panoraması adeta. Üç kuşak terzi üzerinden sıradan insanların, beklentileri, yaşadıkları kısacası umdukları ve bulduklarının bir küçük özeti.

Nedim Usta’nın ağzından bir tarif ile noktalayalım yazıyı. “Lütfü ustamın her sabah tazelenen umudu bende yok. Niye yok? Çünkü o mücadele etmişti. İnsan savaşmadan savaşın kötülüğünü anlayamıyor ki!”

 

Cuma, Aralık 24, 2021

UMUTLAR YARIM KALDI ARİSTONİKOS

Tarihte ayaktakımlarının otoriteye karşı ilk isyanın ateşli önderi olarak bugüne kadar Roma’lı köle “Spartaküs”ü biliyordum. Lakin; Yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabını okuyunca gördüm ki, tarihteki ilk köle ayaklanmasına önderlik eden kişi “Aristonikos” imiş, öğrendim…Evet; zaman zaman sosyal medyada paylaştığım bir söz var “dikkat kitap okumak cahilliğinize zarar verebilir”, okumanın burada da durumu izah edici rol aldığını gördük…

Bilindiği üzere; Spartaküs, M.Ö. 109 tarihinde Trakya bölgesinde doğar, Roma Ordusunda asker olarak görev yapar iken “üstlerinin bir savaş sırasında savaş dışı insanlara saldırması” emri karşısında verilen emre karşı çıkar, bu nedenle hemen “köle” statüsüne geçirilir. Evet, kayıtlara geçmiş ilk ahlaksız ve acımasız emre itiraz olarak tespit edilen bu durum ne yazık ki hala emir ile çalışan taifeye misal teşkil etmez. Uzatmayalım, Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşturduğu ve giderek büyüyen bir ordu ile Roma İmparatorluğuna “eşit ve hür insanlık” talebi ile isyan eder, Roma Cumhuriyeti’nin yönetimini kökten sarsan bir direniş gösterirler, lakin kalıcı olmak mümkün olamaz, bu ayaktakımı gücünün üstüne dönem itibariyle inanılmaz güç ve boyutta bir ordu gönderilir, 10.000 kişiye yakın ordusunun tüm mensupları teker teker öldürülür ve çarmıha gerilir. İsyan bastırılmıştır gayri, muktedirlerin gözü aydındır gayri…

Evet, tarihin kaydettiği bu direnişin öncesinde “Ege Coğrafyası” yine kölelerin, yoksulların hülasa ayaktakımının dizginlenmiş, bastırılmış öfkesinin önüne düşerek isyan ateşinin yakılmasına da şahitlik etmiştir. Kölelerin bu ayaklanmasını, kendilerinden sonra gerçekleşen diğer ayaklanmalardan farklı kılan yegâne taraf ise kölelerin önüne düşen, bu sefer kraliyet mensubu bir kişi olması sebebi iledir. Bu kalkışmanın Spartaküs ile benzeşen tarafı ezilen kesimleri, köleleri, yoksulları, topraksız köylüleri örgütleyen olmakla birlikte en önemli farkı ise örgütleyenin bu kez örgütlenenlerden farkı Krallık iddiası olan birisidir esasen de güçlü kral II. Eumenis’in oğlu olmasıdır. Yani bu kez artık ayaktakımlarının önüne düşen bir Kral oğludur.

Dönemin bölgede en güçlü şehir devleti Pergamon Krallığı etrafı, Bitinya, Kapadokya, Galatlar ve Makedonya Krallıkları tarafından çevrili alanda Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkileri çerçevesinde refah ve huzur içinde yaşıyor ve bu iyi ilişkilerin verdiği ya da sağladığı özgüven ile de komşuları üstünde etkinlik ve üstünlük temin ediyor. Her daim olduğu üzere “dünyada yaslandığın güçlü devletlerin yüzü suyu hürmetine ülkende saltanat yürütürsen, ülken üstüne sonuçlar doğacağını da bilmen gerekir” prensibi burada da çalışır. Pergamon Kralı, birtakım iddialara göre Roma İmparatorluğu tarafından cebren ya da hileler ile kandırılır, diğer taraftaki iddialara göre de bölgede emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessili mezkûr imparatorluğun dahili iktidar sahipleri ile gaflet ve dalalet arası hıyanet karışımı bir vasiyet sonrası yok olma noktasına getirilmiştir.

Yakınlarda; eski Kültür Bakanlardan Suat Çağlayan’ın kaleme aldığı ve İZELMAN A.Ş kültür hizmeti kapsamında yayınlanmış ve Genel Müdür meslektaşım Burak Alp Ersen tarafından tarafıma gönderilmiş “Aristonikos” adlı tarihi gerçekler eksenli romanını okudum. Çok akıcı, yalın ve esasen de öğretici en azından öğrenme çabasındakilere kapı açan bir kitap… Aristonikos, Roma İmparatorluğu tarafından dayatılan vasiyet kurallarını tanımaz ve hakkı olduğu kraliyet tahtının kendisine verilmesi talebi ve ülkesinde herkesin özgür ve eşit olacağı vaadi ile kölelerin ve yoksulların önüne düşerek “Güneş Ülkesi” kuracağız diye isyan başlatır. İsyanın üssü İzmir’in Çiğli ilçesi yakınlarındaki Leukai kenti olup dönemin yegâne tuz işletmelerinin bulunduğu merkezdir. Tuz işletmelerinin çokluğu köle çokluğu ile neticelenmektedir. “Pergamon bir Güneş Ülkesi yani Heliopolis olacaktır! Nasıl ki güneş herkese ışığını eşit gönderir, kuracağım yönetimde güneş kadar adaletli davranacaktır tüm Pergamon yurttaşlarına” sözü ile başlayan ayağa kalkış ne yazık ki, yenilgi ile sonuçlanır ve umutlar yarım ve yarına kalır…

Evet, dün de, bugün olduğu üzere, Ege temsiliyeti açısından “özgürlüklerin Toprağı”dır. Ege halâ “Güneş Ülkesi” ülküsünün capcanlı yaşadığı yer olup bu uğurda verilen savaşlar, yiten hayatlar konusunda daha çok bilgi ve belge incelemek isteyen olursa yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabına müracaat edebilirler. Evet, yola “Öyle bir ülke kuracağım ki orada kölelik olmayacak; herkes eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacak” der isen, dün de, bugün de, yarın da dünyayı yöneten, yönlendiren bir avuç muktedir ve saldırganın hedefi olursun, nitekim de öyle oluyor… Ama şurası muhakkak ki, fizik bilimi burada da katıksız ve ödünsüz devrededir…

Ancak, tarih, ne yazık ki, “öğretilmiş çaresizliği” Aristonikos’un da karşına çıkarır ve korkarım ki insanlık var oldukça da etkili olacak bir tirat kulakları çınlatır. Evet, Aristonikos’u hedef alan köleler arası konuşmadan… “Köleliğimize son vererek bizi özgürlüğe kavuşturdun ama şimdi de iş bulmakta zorluk çekiyoruz. Köle iken dayak yiyorduk ama yemek de yiyorduk. Şimdi ikisi de yok.” diyerek çaresizliğin çıkmazını tespit ediyor, “Köleler, her şeyin bir anda olacağını düşünmüş, ama gerçekleşmeyince yeni bir savaşa katılmamak için yan çizmeye başlamışlardı. Onlar için özgürlük kavramı ancak karınlarının tok olduğu durumda anlam kazanıyordu.” diye de devam ediyor, yazar… Yazar burada, kimilerine göre çaresizliğin çaresizliğine yaslanıyor kimilerine göre de durum tespiti yapıyor… Anlayanın nasıl anladığına göre bir durum, yani ve hülasa…

Hele yenilginin ardından; Aristonikos’un yareni ve yoldaşı dönemin önemli feylesofu Blossius ağzından; “Benim de en büyük kahramanımdı, Güneş Ülkesi Ütopyasını gerçeğe dönüştürebilecek bir kahraman! Bundan sonra benim için de Güneş Ülkesi olmayacak. Dünya eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir yer olmaya devam edecek.” seslenişi ve serzenişi var ki, taaa tarihin derinliğinden bugünlere seda mealinde… Nihayetinde, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, tüm ezilenlerin umudunun sembolü olmaya devam eden başta Spartaküs olmak üzere Aristonikos ve onların tüm takipçilerine bir selam çakarak, yazımı sonlandırıyorum. 

 

Cuma, Aralık 17, 2021

TERZİ HASAN CENGİZ

Giyim kuşam edinmenin yegâne yolunun sadece terzilere uğramaktan geçtiği dönemin sonuna yetişmiş bir neslin ahfadı olarak, Çeşme’de zamanın en önemli terzilerinden biri olan Terzi Çetin Barbaros büyüğümüzün dükkânı ve ustası-kalfası arkadaşımız Hasan Cengiz’i büyük bir saygı ve sevgi ile yad ediyorum. Esasen; ben yaşayarak, gözlemleyerek geçirdiğim, Çeşme’nin o ticaret dönemi üstüne, ayakkabıcılar, berberler ve terziler başlıklı birer yazı dizisi hazırlayarak, bir kayıt düşmek arzusundayım… Bu yazının da bir başlangıç olması dileğiyle… İşin de çok kolay olmadığı yeterince sarihtir. 3.500 nüfuslu Çeşme’nin, hem de Canım Yurdumun o ekonomik şartlarında, 8-10 berber, bir o kadar terzi ve bir o kadar da ayakkabıcı esnafının hem de ziyadesiyle hayat idame ettirme hikayesinin kaleme alınması gerçekten kolay değildir diye düşünüyorum. Ama denemek istiyorum.

Terzilik; bir zamanların önemli ve bir o kadar da prestijli mesleğidir, “altın makas” sözleri ile ifade edilecek kadar hem de. Sadece altın makas mı, altın bileziktir aynı zamanda, sitayişle bahsedilen. Ticaretin, mesleğin önderi durumundaki insanların yanında, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde geliştirildiği dönemdir söz konusu… Patronların bile “usta” diye anıldığı dönemdir, ustalığın patronluğu bile bastırdığı yani. Böyle olunca da “çırak” seçim ve tayini de çok kolay olmasa gerektir. Konumuz babında, usta terziler, çıraklık talebiyle yanlarına gelen herkesi hemencecik bu post için kabul etmezler, seçiciliklerini, çırakların ya da çırak adaylarının, el yatkınlığı, göz keskinliği, titiz ve özenli çalışma itiyatı, sabır, sebat ve rıza gösterme mahareti ile iğne, iplik, makas, mezura, kömürlü ütü kullanma konusundaki hassasiyetleri muvacehesinde değerlendirir ve tayin gerçekleştirir idiler. Çeşme’mizin dönem itibari ile itibarlı terzilerinden “Tüccar Terzi Çetin Barbaros” Abimizin bu baptan tayin ettiği, arkadaşımız “Hasan Cengiz” biraz önce bahsettiğim çetin sınavdan alnının akı ile geçerek mesleğe devam etmiştir. Balıkçı Eşref Cengiz Abimizin mahdumu Hasan da “eti senin kemiği benim” düsturu ile teslim edildiği terzihanede uzun yıllar hakkını vererek ve alarak çalıştı. Hasan; sonradan Celal ve Bilal kardeşlerini de çırak olarak yanına almış ve Celal kardeşimiz halen Çeşme’mizde bu mesleğini büyük bir şevk ve disiplinle devam ettirmektedir.

 

Çıraklık, öyle kolayca anlatılacak ve küçümsenecek bir statü değildir, dükkâna ustadan önce gelmek esas olmakla birlikte, dükkânın temizliği, ütünün külünün atılması, yeni kömürün yakılması ve ütü için hazırlanması, dahası usta gelmeden önce çayın hazır edilmesi… Şüphesiz bunlar bedeli mukabili yapılan işin tarifinde olmakla birlikte ustadan alınacak bir aferin, bir bravo, morali ve çalışma şevkini ciddi miktarda artıran bir yaklaşım olmuştur her daim… Hem de çıraklıktan, ustalığa, kalfalığa ve belki de patronluğa giden yolun bazen 10-15 senelere yayıldığını düşünürsek, sürecin ne denli zor ve meşakkatli olduğu anlaşılır.   


Terzilik; önemli bir zanaattır, kumaş sektörü ile tüketici arasında oluşan sürecin, iğne, iplik, makas, dikiş makinesi, düğme, ütü, kömür, dikiş yüzüğü, kumaş çizim tebeşiri, çizim cetvelleri, mezura, vs gibi ara sektörleri de canlı tutan ana faaliyettir. Şimdilerde artık birkaç eksiği ya da birkaç fazlası ile sektörel dağılım korunuyor olsa da tüketicinin giyim-kuşam tercih ve temininde köklü değişiklikler olmuştur. Sektörün artık endüstriyel seviyesi mucibince, makineleşme, seri üretim, ucuz fiyatlar, bol ve yaygın seçenek, kolay ulaşım ve ulaştırma, nakliyat, markalaşma ve marka zincir mağazaları, sınırsız ve benzersiz sayıda üretim ile kapitalizmin doruğuna ulaşmıştır. Lakin kapitalizmin ince fikrinin tilki zikri muvacehesinde artık alınan ürünlerin eskisi gibi uzun ömürlü olmayışı, renklerinin kalıcı olmayışı başta olmak üzere vs gibi ürün eksiklikleri herkesi birer amansız tüketim makinesi haline dönüştürmüştür. Hele hele internet üzerinden satışların öne çıkması ile tüketim patlamasına dönüşmüştür… Artık, evlerde dikiş dikmenin öneminin çok gerilerde kaldığı döneme girilmiştir. “Her genç kızın hayali Zetina dikiş makinesi” spotlu reklamlara ihtiyaç kalmamıştır. Bir tarafı ile subliminal mesaj tadında, evlerde biçki-dikiş işlerinin patronu “kadındır” motivasyonunun sonuna gelinmiş iken diğer yanı ile de kendi kendine yeten hayattan başkasına yar ve yaren olma evresine geçilmiştir. Kapitalizmin bu evresinde konfeksiyon devreye girer, üretim, kar ve sermaye temerküzü sıralı kuralı için artık müstakbel ve muhtemel terziler ve kalfaları konfeksiyon mağazalarında satış elemanı olurlar. Gerçi şimdilerde giyimde estetik tercihi yapıp karşılığının ödenmesinde sorun yaşamayanlar ve zaman sınırı olmayanlar hala terzilerde dikim yaptırırlar. Standart ve sıradan hatta herkesin giymiş olduğu tarzı tekrarlamak istemeyenler “modacı” adı verilen şimdiki terzilerin kapısının eşiğini fazlaca eskitirler. Hele şimdinin terzilerinin, büyük büyük konfeksiyon atölyelerinde arka arkaya dizilmiş dikiş makinelerinin başında ömür tüketmeleri, bir tarafı ile insanın yaratıcılığı, özgünlüğü ve bireyselliğini yok ederken diğer taraftan hız kazanıp kalite yitirmesine neden olmaktadır.

Tüccar Terzi Çetin Abinin dükkânda, omzunda mezura, gözünde yakın gözlüğü, o meşhur kara kaplı ölçü defterine bakıyor pozu halen aklımdadır. Bu vesile ile kendisini büyük bir saygı ve minnet ile anıyorum. Belki de terzi olmanın haklı bir yansıması ile kendisi hep bir jilet gibi giyinen görüntü verirdi, en azından ben öyle görürdüm.

Aynı zamanda iyi arkadaşımız olan Hasan ise, dikiş makinesi başında, ki o dönem makineler daha elektrikli değil ayak marifeti ile bir öne, bir arkaya istenilen hıza uygun vaziyette pedala basılarak çalıştırılır iken verdiği görüntü ile halen aklımdadır. Hasan’ın artık kalfalık aşamasında, kumaşı, çizmek ve kesmek üzere dükkânın o amaca matuf hazırlanmış masasına yatırır iken kumaş ile teması, eldeki çizim aletleri ve çizim sabunu-tebeşiri ile ölçü defterine bakarak işaretleyip çizmesi, terzi dükkanına has büyüklükte ve ağırlıkta tasarlanmış oldukça da keskin makas ile işaretlenen yerlerinden kesmesi, işine verdiği öneme binaen olsa gerek hayatının en ciddi görüntü verdiği anlar idi. Genel manada terzi makası pek bir namlıdır, ağırdır, keskindir, kesme kolu uzundur amma lakin esasen de “oduncu” ile aralarındaki uydu uymadı muhabbetine istinaden pek bir ünlüdür.

Ölçü alınması aşamasında, klasik ölçü noktalarının ölçülerek ölçü defterine kaydedilmesi yanında pantolon ölçülerinde, bacak aralarının ön tarafına gelen noktada gerekli boşluğun, sağa mı yoksa sola mı bırakılması sorusu hep bir şamata gerekçesi olmuştur.

Terzilerde berberler gibi “elleri işte, gözleri oynaşta” misali hem son sürat hem de otomatikmişçesine elleri kıvrak bir şekilde iğneyi kumaşın içinden bir operatör titizliği ile geçirirken bir yandan da yaptığı işten hiç kopmadan çok farklı bir konu üstüne otomatik tüfek misali kelam ederlerdi.

Bu vesile ile bir kez daha artık hayatta olmayan büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ve özlemle yad ediyorum.


 

Perşembe, Aralık 09, 2021

BAZAAR 33

 “Kolovo İbrahim’in” (İbrahim Kabadayı) kahvehanesi 1975 yılı yazında artık, o zamanki kendi aramızda ve dahi yakın çevremizdeki malum hali ile “antikacı” esasen turizmin gelişmesine koşut olarak gelişmeye başlayan, bizim de yeni yeni öğrenmeye başladığımız “hediyelik eşya satıcılığı” için düzenlenmiş idi… Ortaklar; Kolovo Mehmet (Jilet Mehmet-Kabadayı ) ve Zafer Sağırbay, nasıl bir araya geldiler, nasıl böyle bir karar aldılar, bilmiyorum lakin birisi ambulans şoförü diğeri erken emekli astsubay, şimdi yeni yeni bu baptan hareketlenen turizm sektörüne dahil oluyorlar. Çeşme bir yıl önce, 1’i üst sınıf, diğeri turistik ve şehir oteli karışımı olan, Altın Yunus Tatil Köyü ve Ertan Otel adında 2 yeni otel kazanmış ve turizmde iddialı bir hale gelmiş idi. Artık Ilıca üst sınıf otel sahibi olmayı, Çeşme’nin bu tarafı ile paylaşmakta idi, turizmin sıklet merkezi değişmiştir ya da en azından oynamıştır gayri... Gerçi önceleri de Çeşme’nin değişik bölgelerinde yer alan küçüklü büyüklü motel, otel ve kamp karışımı konaklama tesisleri bulunmakta iken şimdi bir üst sınıfa atlamış durumda idi…

Ailem, küçük çaplı çiftçilik yapıyor, tatillerde de benden katkı bekliyorlar lakin benim o işleri hiç yapasım yok, gençlik başımda duman… Diğer taraftan okuyacağım, olmazsa yurt dışını deneyeceğim, plan ve hayaller bu şekilde. Çeşme’den çocukluk arkadaşlarım var, Almancı, tatile geliyorlar, ceplerindeki para var, bizim paraya benzemiyor hepsinden önemlisi güzel arabaları var oysa bizim araba hayali kuracak durumumuz yok… Turizm sektörünün cafcaflı anlatımları ve nurlu ufuklar vaadi, aklımızı çelmiş artık, tarlaya ve üretime dönüşü canımız hiç mi hiç çekmiyor… Neyse o tarihte, biz 2 kafadar yeni açılan Altın Yunus’a girip çalışacağız lakin bizim muradımız diğer benzerlerimiz gibi oralarda uzun yıllar çalışıp emekli olmak değil… Burası bize araç, amaç daha iyi bir hayat kurmak, hayallerimiz boyumuzdan büyük, şimdi bakıyorum da ne kadar da iyi  olmuş böylesi hayaller sahibi olmuş olmamız… Uzatmayalım; Altın Yunus’ta çalışmak için başvurduk, 2 kafadar, otelcilik ile ilgili hiçbir departman, hiçbir görev bilmiyoruz, bilgimize göre bilmek de gerekmiyor ya… Aklı evvellik işte… Dediler “vale” olarak çalışır mısınız? Bizim derdimiz sadece çalışmak ve para kazanmak, ne görev yapılacağı, bu manada önem arz etmiyor ki… Üstelik, şimdi neden öyle idi hatırlamıyorum lakin yabancı dil bilgisi beyanımıza istinaden brüt ücrette diğer benzerlerimize göre yaklaşık 100 Tl fazla da veriliyor, ohh ne ala… Lakin sonradan “vale görev tarifi” kafamıza vurunca işi hemen bırakıvermiş idik… Demek ki bize uygun değil imiş…Sene 1974, Altın Yunus yeni açılıyor, ilk günler genel temizlik bilahare gerçek görev tarifine uygun çalışma ve istifa…

Evet, ne yapacağız derken, o yıl Ilıca’da Ankara Otelde çalışarak geçiriyorum, bir sonraki yıl “Bazaar 33” açılmış, komşu oğlumuz, erken emekli asker, Zafer Sağırbay, “gel burada bizimle çalış” deyince, haydi deneyeyim dedim. Artık, “turizm amaçlı hediyelik eşya” satıcısı oluyorum, ne anlıyorsam bu işten… Gerçi kim ne biliyordu ki, zannederim kimse bilmiyor idi… Halı, deri başta olmak üzere, her şey var, yok yok yani… Yahu ben de, “yahu ben ne anlarım bu kadar değişik malzemenin satışından” demeden, kabul ediyorum, eee benim ki çocukluk ya da gençlik, peki sonraları yaşadıklarımız, baytardan TÜBİTAK başkanlığı, mimardan mezarlılar müdürlüğü vs vs…

Bazaar 33, ilk patronlar, Zafer Sağırbay ve Mehmet Kabadayı, onlarda bilmezler bu işi lakin cesaretle, oluşacak sektörden pay almak peşindeler, ben de yamaklık yapmaya aday… O yıl Çeşme turizmine kazandırılan oteller ile birlikte, kapasite artmış, ilaveten Yaşar Holding bünyesindeki Altın Yunus, yöneticileri Danimarka’dan tayin etmiş, iddialı, bilgili ve ilgili kadrolar iş başında yani, liyakat yani… Genellikle, İskandinav ülkelerinden, başta İsveç olmak üzere, Danimarka, Norveç ve Finlandiya kökenli turistler artık sokaklarımızda, plajlarımızda arzı endam eylemeye başlamışlar. Bu ülkelerin vatandaşlarının turist olmasının, Çeşmemize sosyal, siyasal ve ekonomik manada ciddi katkı vermiş gibi duruyordu, en azından benim için. Belki daha başka izah yolları da olabilir ama benim cephemden böyle görülmektedir dönem itibari ile… Etrafımızı kuşatmış sığ sağ politikalar, sığ sağ propaganda dışında biz Çeşmeliler ilk kez, gözle görülür, canlı sosyal demokrat görmüş olarak muhabbet ederek hayretler içinde dinliyor idik bu yabancıların hayatlarını ve hayallerini. Gerçi, ben daha Lise 2 de iken ilk kez Georges Politzer’in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabını okuyup yönümü bilime ve aydınlığa çevirmiş idim lakin şimdi daha kemik ve et donanımlı mevzular ile karşı karşıyaydık.  

“Bazaar 33”ü enteresan bir yer haline getirdik hep beraber, ticaret yapılıyor, para kazanıyoruz, eğleniyoruz, öğreniyoruz, dalga geçiyoruz, harika günler idi… Hemen karşıdaki İmren Lokantasından Egemen Kadıgan ile karşılıklı lakin Caddeye sesimizi duyurarak malzeme reklamları yapışımız, satın almaya davetimiz tam bir komedi idi, bunlardan bir tanesini hiç unutamayacağım, 1974 Dünya Kupasını kazanan Almanya Milli Takımın unutulmaz golcüsü Gerd Müller’e sözde ait ayakkabıları bağırış çağırış içinde satıyor olmanın şamatası, “Haydi gel Müller’in ayakkabılarına gel”, hay Allah…    

Komşu “Berber Çetin’in” bu dalga dubara işlere katılması ise konuyu erkete marifeti ile daha muazzam köpürtmenin bir diğer yolu idi. Sonradan Emniyet Kuvvetlerine katılarak benim gözümde temsiliyetine binaen “devlet” lakabını alması bir başka şamata konusu olmuş idi, ki hâlâ kendisine “devlet” diye hitap ederim her görüşmemizde. Asri hayatın bir başka yolu da her gün sinekkaydı traş olmaktan geçer umdesi ile ortalıkta piyasa yapmanın ağırlığı ya da hafifliğini hep yaşadık dönem itibari ile. Hele akşamları bizim dükkânda bulunan davulu dışarıya çıkarıp, abuk subuk çalarak, yukarıda saydığım muhterem komşularımızla birlikte oynadığımızı zannettiğimiz oyunlar oynamamız, unutulamaz.

Bir gün vitrinde bulunan görece eski bir lambaya bakan ileri yaşlarındaki 2 kadının Fransızca konuşmasına istinaden, konuşulanı hiç anlamamamıza rağmen kadınların gösterdikleri ilgiye ve Zafer’in satış yapma isteğine binaen “haydi gari babaanne satın al şu lambayı” demesi üzerine kadının birinin ona dönerek ve Türkçe “bu lambanın fiyatı ne kadar” diye sorması ve sonrası patlıcan moru rengine dönüşen patronun ortadan sıvışması hep hatıramdadır.

Ertesi yıl sonunda Zafer Sağırbay İsveç’e gidince, “Bazaar 33” yeni patronlar tarafından yönetilmeye başlıyor, ben de çalıştığım yeri değiştiriyordum, daha sonra benim de İsveç planlarım olmasına rağmen o yıl üniversite sınavları neticesinde İnşaat Mühendisliği kazanmış olmam tercihimi değiştiriyor ve Canım Yurdumda kalıyorum, sonrası mı? O da başka ve uzun hikâye… 


Cumartesi, Aralık 04, 2021

İMREN LOKANTASI

“Hurmalık Caddesi”; en son verilen adı ile “İnkılap Caddesi” Çeşme ticaretinin 2 kalbinden biridir, yaş grubu bizimle ya da bizden eski olanlar bilir, biri “Aşağı Çarşı” ve diğeri “İnkılap Caddesi’dir. İnkılap Caddesinin 60’lı ve 70’li yıllardaki aktif bölümü, bugünkünün yarısı kadar olup deniz tarafıdır, en fazla eski Köste (Dalyan) yoluna kadar aktif ticaret yürütülmektedir. Cadde, ben hatırlamıyor olsam da Hurma ağaçları ile donatılmış, bilahare bunu beğenmeyen yöneticiler Dut ağacına çevirir bu donatıyı, sonrakiler bunu da beğenmez Turunç ağacı ile donatılır. Her yönetici, benden önce güzeli ve doğrusu seçilmemiştir ya da yapılmamıştır duygusu ile doludur ve bu nedenle ben de bunu değiştiriyorum, sonra ki onu da beğenmez değiştirir, değiştirir, değiştirir, bu böyle bitmeyen bir “kısır döngü” oluşturur… Caddenin kaplaması ise hatırladığım kadarı ile doğal taş ile kaplı yani gerçek bir Arnavut kaldırımı kaplaması idi, sonra Canım Yurdumda aniden asfalt kaplama moda oldu ve bu modaya caddenin kaplaması da katıldı, asfalt kaplama çok toz kalkmasına ve dağılmasına neden olduğu için güneşli havalarda günde en az 2 defa olmak üzere sulanır idi, sonra betona geçildi, o da tutmadı, sonra karışım ve kompozit bir malzeme “beton asfalta” dönüldü, o da tutmadı kesme taşlarla Arnavut kaldırımı, o da olmadı yolun altını da düzenleyeceğiz iddiası ile birkaç defa daha inşaat kuruldu… O zaman taşıt trafiğine 2 yönlü açık olup Çeşme - İzmir arası çalışan otobüslerde buradan gider gelirlerdi. Esasen de Cadde bugünkü kadar geniş değil lakin karşılıklı 2 araç nasıl yol verirdi birbirine onu hatırlamıyorum şimdi, “ya yol yeter geniş idi ya da otobüsler dar idi”, tipik bir Vizontele replikası…

Bu caddenin; en azından benim açımdan kadim esnafları vardı, bu esnaflardan biri de “İmren Lokantası” idi. Çok emin değilim lakin ismi Fadıl Kadıgan Abimizin kızının adına ithâfen 1960 yılında kurulduğunu zannediyorum. İmren Lokantası o tarihte Caddeye sıfır örülen taş imalat bir bahçe duvarı ile cepheleniyor idi. Ön bahçeye demir profil bir kapıdan giriliyor ve fazlaca geniş olmayan bahçeden sonra da ana binaya giriliyor idi. Dönem itibari ile hemen yakınlarındaki muadil, Esat Kadayıfçı ve Destan kadayıfçı büyüklerimizin lokantaları arasında İmren farklı özellikleri ve hedef kitle tayini ile hemen öne geçmiş idi. Arkada ise görece güzel bir bahçe bulunur ve yaz aylarında hizmet verirdi. İmren Lokantası, mutfakta ve genel yönetimde bulunan Abdürrahim Kadıgan Abimiz-büyüğümüz önderliğinde ve sayesinde gerçekten çok güzel ev yemekleri hazırlamış ve servis etmişlerdir. Izgaraların ustası ise Kont Nuri idi ve balığın pişer iken suyunun korunması gereğini ilk kez kendisinden dinleyince artık balığın tavında pişirilmesi konusunun sıkı takipçisi olmuştuk. Daha sonraları yazma planım içinde bulunan “Kolova İbrahim”in kahvehanesi ve dönüştüğü “Bazaar 33” döneminde orada çalıştığım günlerde İmren Lokantasına uğrayan çok önemli devlet büyüklerini tanıma ve muhabbet etme şansı da elde etmiştim. Enteresan anılar var bu tanışmalardan… Eski Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur’dan, Senatör Sırrı Atalay’a kadar… Belki de daha Mehmet Kemal “Öğle rakıları” kitabını yayınlamamıştır, bihaberiz yani, ama bizler öğlen rakıları içme keyfini muazzam sürdürüyoruz o dönem. İmren Lokantasının asude arka bahçesinde bir öğlen rakıları dönemi yine o tarihteki Senato Başkanı Sırrı Atalay da öğlen rakı muhabbetine katılmış, çevremin ilk kez tanık olduğu rakı yanı ayran içimi konusunda, fazlaca kafa yapmaz gerekçesi ile gelen teklife, yahu kafa yapmayacaksa neden rakı içilecek deyip, üstüne kahkahalarla uzunca bir süre muhabbet etmiş idik…. Şüphesiz daha o dönem rakı içilmesi kelamının ifade edilmesinin, kimseyi rahatsız etmediği dönemdi. Şimdilerde alkollü içecekten bahsedilince “sağlığa zararlıdır” ifadesinin mutlaka söylenmesi gerekmekte imiş… Tabii şimdiki rakılar zararlı, ben rakının zararsız olduğu ya da fazlasının iyi olmadığının söylendiği dönemlerden bahsediyorum. İlaveten ve sanki ilaçların fazlası zararlı değilmiş gibi…   

Şüphesiz Lokantalar deyince şimdilik eksik bıraktığımız, Saffet Bey’in (Dinçalp) meşhur “Sahil Restoranı” ile Mahmur Bağcı’nın “Gül Restoran”ı konsept ve mevki itibari ile farklı idi. Ayrıca yine Çarşı İçinde (Old Bazaar) birkaç yer değiştirerek açılan Hasan Bağcı’nın Meyhanesi yine kendine has özellikleri olan bir yer idi… Bu üç mekânında ayrı ayrı yazılması Çeşme Kent Kültürü açısından bana göre bir zorunluluktur ve bir gün umarım yazabileceğim.

O dönem çalıştığım “Bazaar 33” bitişiğindeki balıkçı Arap Mehmet büyüğümüzün, dükkân önündeki balık tezgahından, Mehmet Abimiz içeride çalışırken, hep bir ağızdan “pissstttt” deyip kedileri kovalıyormuş ketenperesi ile çaldığımız balıkları, İmren Lokantasında hazırlatıp, üstüne de Mehmet Abiyi davet edişimiz ve her gün nakarata dönüşen “lan yine benim balıkları mı yürüttünüz” serzenişi… Üstüne üstlük balıklar bizden ya, rakılar da Mehmet Abiden olurdu… Ne iyi kalpli bir abimiz idi… Daha önce yazmaya çalıştığım Ahmet Sinan ve Kaporo Kemal abilerimiz ile uzun yıllar balıkçılık yaptığı bu dükkânı da bir gün anlatmak istiyorum. Bakalım…

O dönem, askerlik için Çeşme’ye gelip sonradan yerleşik düzene geçen kişilerden biri de, çok sonraları adı yaptığı işe istinaden “Çiçekçi Mustafa”ya dönüşen lakin Çeşme’nin ilk balık lotaryosunu düzenleyen bir abimiz vardı. Her gün ama istisnasız her gün aldığı büyükçe bir sinarit’i, çarşıda bir aşağı bir yukarı gezdirip genellikle de esnafın katıldığı bir çekiliş düzenlerdi. Çekiliş marifeti ile lotoya dahil ettiği kişiler arasında ve onların gözcülüğünde tespit edilen kişiye “loto sana çıktı” spotuyla muhteşem sinariti takdim ederdi. Dönem itibari ile yüksek ilgi gösterdiğimiz bu aktivite sayesinde, şansımızın da çok sık yaver gitmesi nedeni ile akşamları İmren Lokantasında büyükçe bir arkadaş grubu ile masalar kurulur ve bizde bu masalara kurulur idik. Yani anlaşılacağı üzere her fırsatta masalar kuruluyor, ister balık tezgâhtan kedi götürüyor numarası ile çaktırmadan alınsın ister kura tayini ile temin edilsin… Hele de bir keresinde şimdi adını vermeyeceğim bir arkadaşın iddiası üzerine “bu sinaritin kafası” ile bile bir 70’lik içerim iddiasını kanıtlamasının yarattığı tuhaflıklar ve kahkahalar bugün bile aklımdadır. O zamanlar, daha ticari zekâ, ancak 35’lik ve 70’lik şişelenmiş rakı düzeyindedir. Şimdi öylemi, 20’lik, 35’lik, 50’lik, 70’lik, 100’lük, 150’lik ve 200’lük gelişen ticari zekanın muhteşem başarısıdır. Hatta bir firma kazık babından 450’lik bile çıkarmıştır ki maksat tüketilsin de tüketilsin, açınca nasıl olsa fren tutmuyor…