Cumartesi, Mayıs 27, 2023

ELE VERİR TALKINI KENDİ YUTAR SALKIMI ve ÖTESİ

 ALMANYA – AVUSTURYA ŞİKESİ

İngiltere futbolunun önemli golcü isimlerinden biri olan Gary Lineker şöyle bir laf etmiştir, yanılmıyorsam; “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi 90 dakika bir topu kovalar, top bir o kaleye gider, bir bu kaleye gider ama sonunda hep Almanlar kazanır”. Biliyorsunuz Lineker futbol kariyeri boyunca hiç sarı ya da kırmızı kart görmeyerek futbol tarihine en centilmen futbolcularından biri olarak geçmiştir. Lakin siyasetin futbolu kurban görmesi münasebetiyle de BBC’den gördüğü kırmızı kart konusunu da ayrı değerlendirmek gerekir… Göçmenlere yönelik yeni tasarıya tepki gösteren Lineker, “Önemli bir akın yok. Avrupa’daki diğer bütün ülkelerden çok daha az mülteci kabul ediyoruz. Bu sadece en savunmasızları hedef alan acımasız bir politika ve 1930’ların Almanya’sında kullanılandan farklı olmayan bir dil ve anlayış.” görüşlerini dile getirmişti. Hemen devreye BBC kuralları giriyor şüphesiz ki Hükümet kararına muhalif olması nedeni ile de orantısız cezalandırılıp program askıya alınıyor. Peki, ne mi oluyor sonra, İngiltere Ligi (Premier Lig) oyuncularının hiçbiri BBC’ye röportaj vermiyor, programdaki arkadaşları da (Alan Shearer ve Ian Wright) program devamına katılmıyorlar, müthiş bir destek ile BBC kararı gözden geçirme kararı alıyor ve konu çözülüyor.

Oysa bu olay 3. Dünya ülkelerinde olsa hemen programdaki diğerleri görevi alır parasını kazanmaya devam ederdi. Ne yapalım dünyada ülkeler ve insanlar arası eğitim ve eğitilmişlik farkı var ve korkarım ki asla ve kat’a da kapanmayacak… Detayda ne demişti de bu kadar agresif yönetim kararı ortaya çıktı, peki Lineker tavrını değiştirdi mi, bu hizaya geç komutu ile, hayır, bilahare de açıklamasını bu detaylara dayandırdı. “Son bir kaç gün ne kadar zor olursa olsun, ülkesinden evinden baskı veya savaş yüzünden kaçmak ve uzak ülkelere sığınmaya çalışmak zorunda kalanların yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Çoğunuzun onların çektiklerini anlıyor olduğunu göstermesi yürekleri ısıtıyor. Biz hala ağırlıkla hoşgörülü, misafirperver ve cömert bir ülkeyiz.”

Esasen, bu göçmen politikası giderek sağa giden dahası solu bile sağa çeken tüm Avrupa’daki muktedir eğilimlerinin bir tezahürüdür. Her biri kendi ülkeleri içerisinde bile insanların mülksüzleşmesine, göçmenleşmesine ve ucuz emek olmasına münasip vasat oluşturma çabası içinde iken yurt dışından gelenlere bu agresiflik niye, değil mi? Evet, biz Lineker’i hep “futbolcu” zannederken meğerse adam bizim “Muhteşem Süleyman’a” inat tespit ve teşbih kelamı etme uzmanı da oluvermiş… Gerçi yazılarımı okuyanlar bilir aforizmalar üzerinden felsefe yürütülmesi eğer bir derinliği bir art planı yoksa benim açımdan manasız ve gereksizdir tıpkı “Kurtlar vadisindeki” cühela muhteremlerim ettikleri görece isabetli kelam benzerleri gibi… Lakin “söyleyene değil söyletene bakalım” deyip geçelim…

Konumuz özelinde ne oldu kısaca bir hatırlayalım… FİFA tarafından düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonasının sırası 1982’de İspanya’dadır. Grup maçlarında Cezayir Milli Takımı Almanya’yı ilk maçta 2-1 yeniyor, Avusturya ise Cezayir’i 2-0 yeniyor, Cezayir son maçta Şili’yi 3-2 yeniyor ve oynanacak Avusturya Almanya maçı yola devam edecekler ile eve döneceklerin belirleneceği maç olarak sıra alıyor. Grupta durum çok kritik bir noktada, Avusturya yenerse Almanya evine dönüyor, Almanya ise en az 2 farklı bir galibiyet alır ise Avusturya eve dönüyor. Allah’ın hikmeti işte maç Almanya’nın 1-0 galibiyeti ile bitiyor ve Şili ile birlikte Cezayir evlerine dönüyor. Muzaffer Almanya ve Avusturya ise finallere devam ediyor… Maçı hatırlayanlar bilir, Almanya gereken 1 gölü bulduktan sonra yavaştan ve çaktırarak yan pas cumhuriyeti… Gerçi Almanya gol atamamış olsa bile çok inanıyorum ki bu sefer Avusturya kendi kalesine 1 gol atar, durumu öngörüldüğü hale uyarlar idi… Bu başkalarına talkın verenlerin ahlak ve etik seviyesi budur…

Bu yan pas ile “ayağım gazda telafi ederim” oyalaması için görüyorum ki sağda solda Avusturyalı ve Almanyalı seyirciler için “büyük utanç” vesilesi olmuş diye yazılıyor ve söyleniyor. Ben inanmıyorum böyle olduğuna, utanç kaynağı olsa idi eğer taraftarların tavrı sonraki maçlarda farklı olurdu ki Almanya finale kadar maç oynadı, finalde İtalya’ya kaybetti de yüreklere azıcık da olsa serin sular serpildi… Sadece hatırladığım kadarı ile maç yapan takımların seyircileri dışında ve çoğunluğunu İspanyalıların oluşturduğu çoğunluk tarafından ıslıklandı durdu… Peki, bu açık şike karşısında ilgili kuruluşların tavrı ne oldu, kocaman bir hiç, hatırladığım sadece son maçların aynı saatlerde oynanması kararı alındı. Evet, yine önemli abiler bir halt, bir herze yediğinde gören gözler kör oluyor, duyan kulaklar sağır… Kaza ile garipler ya da alttakiler böyle işleri yapıp bu büyük abilerin tekerine çomak soksalar “yandı gülüm keten helva”… Bu büyük abi yani kural koyucu abi olmanın tabiatında olan bir şey herhalde ve sadece futbolda değil, siyasette, sosyal hayatta, velhasıl her yerde ve her daim ne yaparlarsa yapsınlar hep haklı olurlar ya işte öyle bir şey… Gel de Gary Lineker’in lafını hatırlama yeniden tarzında işler bunlar…

Sonradan Canım Yurduma gelip büyük paralar ve başarılar kazanan ve kulüp taraftarı olarak belki de hepimizi sevinçlere boğan Tony Schumacher ve Jupp Derwall işte o dönemin Almanya milli takımında biri kalede biri kaptan köşkünde görev yapıyordu… Bu aleni şike konusunda Derwall’in söylediği bir şeyi duymadım, belki de utancından olsa gerek… Lakin ısrarla sorulan bir soru üzerine Schumacher’in dediği ise tam bir dalga geçme kabilinden, “bana hiç iş düşmedi. Maçtan sonra duş bile almadım” diye bir açıklama yapıyor. Tabii ki kimsede bu beylere evet “inandık inandık” demiyor dalga geçerek… Ve ne yazık ki bu muhteremler gelip Canım Yurdumda yaptıkları her şeyi unuttuğumuzu varsayarak ilaveten dalga geçerek, eğlenip, para kazanıp hem de çok ki çok, eşek yükü ile deyim yerinde ise sonra kartvizitlerine de “efsane” yazdırıp bye bye deyip gidiyorlar. Arkalarından bize de garip yerli çocuklarımızın yaptığı şikeler üstüne konuşup, tartışıp hatta yer yer kavgalar etmek düşüyor…

Şike böyle bir şeydir, ihtiyaçlar bazen ilkelerin önüne geçmektedir. Yok, panzerlermiş, yok disiplinmiş, yok ciddiyetmiş, yok altyapı imiş, sonuçta kıytırık bir şikeye ihtiyaç duyuyorsunuz ve maalesef te yapıyorsunuz…

Lakin ve şükür ki; finali kazanan İtalya Milli Takımı hiç de umulmayan bir anda umulmadık bir şekilde, İtalya Futbol Federasyonu Başkanı başta olmak üzere kazanılan kupayı ve zaferi, katliamlara maruz kalarak sürgüne gönderilen FKÖ’nün temsil ettiği Filistin halkına adarlar. Evet, Kupa dönemin “direnişin kabesi” kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü nezdinde Filistin halkına ithaf edilmiş olup, ayrıca bir sürede tutulması için kendilerine verilmiştir. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir prestij paylaşımıdır. Üstelik futbolun, İtalya gibi siyasi koşulların hem de NATO’nun gizli ordusu “Gladio”nun fazlaca etkili olduğu arenada siyasi aktörlerin meşru bir faaliyeti olarak, taaa Mussolini’den, Katolik kuruluşlara kadar toplumun en ücra köşelerine kadar sirayet ettiği bir noktada iken. Bu da mı “ne var bunda” denilecek bir şeydir. Diyen varsa da kendi bileceği bir şey… İşte bu şikecilerin şikeleri arasında geriye kalan “hoş seda” bu idi… Bir tarafı yani şikecileri kınar iken dünya barışına dikkat çekerek hatta destek vererek hareket edenleri de saygı ve sevgi ile “baş tacı” ediyorum…

Perşembe, Mayıs 18, 2023

OSMAN ŞAKAR

Osman Abimiz ile ebediyete intikalinden bir vade önce, kuzeninin işyerinde karşılaştık, yayınlanan kitabımdan “neden kendisine imzalayıp vermediğimi” söyleyerek biraz yüksek perdeden takılınca, derhal çantamdan çıkarıp imzalayıp vermiş idim. Osman Abimiz Çeşme’de yetişen tüm benzerleri gibi, gerçek Çeşmeliliğin ziyadesiyle kendisine kattığı kibar, nazik ve beyefendi tavırlarını örnek almaya çalıştığımız birisi oldu her daim. Baba Cemal Şakar büyüğümüz olabilecek en üst perdeden beyefendi ve olabilecek en üst perdeden “esnaf” birisi olup, Çeşme’nin ticari manada ilk reçel imalatçısı olduğunu hatırladığım birisidir. Şimdilerde güzellik malzemelerinin satıldığı, Haralambos Kilisesi karşısına denk gelen yerdeki dükkânı içinde Cemal Şakar büyüğümüz her daim traşlı, özenli, uzun, narin ve düzgün fiziği ve belden bağlı beyaz önlüğü ile Çeşme Çarşısının önemli ve sembol isimlerinden birisi idi. Çocukları da bu özelliklerini muhtemelen tamamını babadan alarak üstüne de yeterince koyarak kendilerini geliştirip kalıcı isimler haline gelmişlerdir Çeşme’de…

Çeşme dönem itibari ile küçük bir sahil kasabası olup, son durak olduğu için de işi olmayanın uğramadığı, gayet sakin, insanların birbirlerini ziyadesiyle tanıdıkları, birbirlerine saygı ve hürmet gösterdikleri ekonomik ve sosyal olarak da görece kapalı bir yerleşim yeridir. Kuruluş günlerinden itibaren gelenekselleşmiş küçük çiftçilik, liman olma özellikleri ile sebze, balık avcılığı ve gayet küçük ticaret hacmi ile sınırlı olanaklarla lakin huzurlu ve görece mutlu bir yaşam devam etmektedir. Osmanlı döneminin önemli “iskelesi” olma ve dolaysı ile de önemli askeri bir üs olma dönemi artık çok gerilerde kalmış olmakla birlikte mezkûr ticari ve sosyal hayatın bakiyesi devam etmekte. Yine Osmanlı döneminin tımar düzeni içerisinde teşkil edilen ziraat düzenine mütenasip adalardan getirilen farklı din ve etnik yapılardan insanların genel manada ahenkli hayatı güne uyarlanmış hali ile devam etmekte olup, yaygın hoşgörü ve müsamaha ortamı söz konusudur. Bu genel ortam bugünlere kadar gelen ve halen devam etmekte olan bir sosyal mutedil ortam yaratmıştır. Arada gerek yanaşma gerekse de yerleşme yöntemi ile gelenlerin yarattığı gerginlikler yaşansa da genel manada yazının konusu Osman Abimizin şahsında tezahür eden tevazu, müsamaha ve tolerans her daim hakim olmuştur.    

Osman Abi ile ilk muhabbetlerimiz benim yeni yeni delikanlılığa geçiş dönemimde İzmir’e alışverişe gittiğim dönemlerde kendisinin çalıştığı “Ordu Pazarında” mutlaka gider görürdük. Ordu Pazarı dönemin önemli ihtiyaç maddeleri satan lakin sadece ordu mensuplarına hizmet veren bir kuruluşu idi. Ürün fiyatları ise piyasanın neredeyse yarısı ve kalite ise iki katı gibi idi, hatırladığım. Ordu pazarları, yine hatırladığım kadarı ile 27 Mayıs askeri darbesini müteakip askerin yoğun bulunduğu kentlerde ordu mensuplarının temel ihtiyaçlarını ucuz ve kaliteli karşılanması maksadı ile bir nevi tüketici kooperatifi tarzında kurulmuş teşkilatlar idi. İzmir’deki mağazası ise Milli Kütüphane Caddesinde çok katlı bir mağaza idi, yine yanlış hatırlamıyorsam üst katında bir kafeterya vardı… Farklı katlarda farklı ürünlerin satıldığı bu mağaza, dönemin ruhunu, dayanışma ahlakını ve dayanışanların gücünü, dayanışanların kimliğini, gücün kaynağını, kaynağın kudretini göstermesi bakımından kayda değer bir yapıdır. Mezkûr güç, başkalarının dayanışmalarına fazlaca hoşgörülü bakmaz iken kendilerinin de dokunulmaz oldukları gücün tılsımı hasebiyle düşünmekten olacak başlarına benzer şeylerin gelebileceğini hiç hesap edememişler. Şüphesiz artık Canım Yudum 20’lerin ruhuna sahip değil, bilakis 50’lerde içine cin girmiş, 80’lerde kahrolsun muarızlarımız teraneleri hâkim kılınmış, 2000’lerde devletin faaliyeti sadece vergi toplamak ve güvenlik sağlamakla sınırlandırılmış vaziyettedir. Dayanışmanın ifadesi kooperatifler, konut kooperatifleri muaf tutularak tukaka kabul edilmiş ve dahi dağıtılma sürecine girilmiştir. Devlet don üretmez hafifliği ve istihzası ile ne var ne yok sat sav noktasına gelinmiştir. Bu çerçevede Ordu Pazarları’da önce OYPA adı altında şirketleştirilip, sonrada yok kar etmiyor yok rekabet edemiyor bahane ve teraneleri ile günde yaklaşık 30.000 kişinin alışveriş yaptığı yerleri gözden çıkarmışlardır. Neyse konumuz bu değil lakin yeri gelmiş iken kolay unutanlara hatırlatma servisi babından olsun istedim…

Osman Abi, futbolun sadece spor olarak yapıldığı, sevildiği, kutsandığı ve organize olduğu dönemin iyi futbolcularındandır. Çeşme Gençlik Spor olarak organize olmuş “Güzel Çeşme’nin” bu güzide takımı, kendi gençlerine spor yapma imkânı teminine yöneliktir o tarihlerde, para yoktur. İstikbal temini yoktur yaygın olarak… Şüphesiz Canım Yurdumun tercih ettiği yönetim şeklinin ruhundan kaynaklı ziyadesiyle öne çıkanlar için bu kurallar geçerli değildir, tüm kelam sıradanlar içindir. Sonraları, “tanıtım ve propaganda” martavalları ve tezgâhları ile para, çıkar temini Canım Yurdumu teslim alınca sözde bu pespaye duruma bir de “profesyonellik” türbanı giydirilip süslü püslü hale getirilmiştir. Artık ithalatın önü açılıp ciddi miktarda paraların da çevrilmeye başlamasıyla güzelim Çeşme Genlik Spor Kulübü bir anda oluverdi, “Çeşme Belediyespor”, geçmiş olsun… Futbolu sevsin sevmesin vergiye tabi muhteremlerden toplanan vergilerin bir kısmı uydurulan duruma haiz kanuni şartlarla kamu yönetimi Belediyeden özel zevk haline faaliyete transfer… Bütçesel kaygılar dışında yerli oyuncu düşünmeyen, bulundurmayan faaliyetler artık revaçtadır. Efendim “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” şiarı ile her yaştan ve yaygın yapılması hedeflenen spordan daha sofistike ve dar yapılan sportif faaliyete hoş geldiniz. İşte bu şartların içerisinde Osman Abimiz de Çeşme Gençlik Spor’da top oynamış birisidir, bırakın para kazanmayı dönem hem de herkesin formalarını ve antrenman kıyafetlerini evlerinde kendilerinin yıkadığı dönemdir, zor ve meşakkatli zamanlarda büyük bir disiplin ve ciddiyet içerisinde faaliyet yürütmüştür. Gerçi ben kendisinin futbolculuğunu ilerleyen döneminden bilirim, ilaveten takım arkadaşlarından ve kendisinden öğrendiğim kadarı ile Osman Abi takımın sağ kanadında, özellikle sağ bek ve sağ haf tarafında oynayan oldukça sağlam lakin sakin kalabilen karakterde bir futbolcudur. 

Osman Abi, aynı zamanda her Çeşmeli gibi bir deniz düşkünüdür, lakin fazlası ve zıpkınla balık avcılığı konusunda da her daim konu açılınca detaylı fikirleri ve anıları olduğunu görür ve büyük bir keyifle dinlerdiniz. Özellikle şimdilerde artık aramızda olmayan Palaçaki (İsmet Gökseloğlu) ile zaman zaman anlattıkları avcı muhabbetlerine şahitlik ettim. 


Bu vesile ile artık aramızda olmayan, öncelikle Cemal Şakar büyüğümüz ve çocukları Akın ve Osman abilerimizi ve diğer tüm büyüklerimizi de saygılar ile anıyor, nurlarda olmalarını temenni ediyorum.  


Cumartesi, Mayıs 13, 2023

YAŞAR AKSOY ve BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU’YA

Yaşar Aksoy Abimizin “Kahrolsun Savaş – Kato Polemos” adlı yakınlarda okuduğum kitabında, Yunanlı yazar ve barışsever Dido Sotiriyu ve canım yurdumda 12 Eylül’cüler tarafından yasaklanmış da olan “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabına ziyadesiyle yer ayırmış. Şöyle yazmış Yaşar Abi; “Dido Sotiriyu, Türkiye’de en sevilen ve tanınan çağdaş Yunan yazarlarından biridir.  1922-23 arasında Küçük Asya’da (Anadolu) geçen karşılıklı kanlı olayları hikâye eden “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli yapıtı ise, Yunan edebiyatının en görkemli klasiklerinden biridir. Yunan Harp ve Sulh’udur aslında”.

Yaşar Abi, kitabının ilerleyen bölümünde, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabın konusunu oluşturan süreci de sanki bir savaş filminin izlenmesi tadında aktarıyor. Kitabın yazarı Dido Sotiriyu ile mezkûr kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in tanışması, anıların aktarılması, Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından işgaline ELAS öncülüğünde müthiş direniş sürecinde gerçekleşir. Nazi SS birlikleri ve Gestapo’nun direnişçilere yönelttiği sürek avının bir anında, Manoli Aksiyotis girilen bir çatışma anında yaralanır lakin büyük bir çaba ve başarı ile bu tuzaktan kurtulur. Sığınıp yaralarının bakımın yapıldığı bir sığınakta, bakımı üstlenen 30 yaşlarında bir genç kadın vardır, o da ELAS önderliğindeki direniş örgütünün bir elemanıdır adı da Dido Sotiriyu’dur. Esasen de bir gazeteci olan Sotiriyu, dönem itibariyle direniş örgütünün “gizli yayınlanan gazetesini” çıkaran birisidir. Yaralı direnişçinin ağır yaralarının tedavisi sürecinde “Kırkıca, Kırkıca” diye sayıklamalarından aslında direnişçinin de tıpkı kendisi gibi Anadolu’dan göç etmiş biri olduğunu öğrenir. Bilindiği üzere Dido Sotiriyu Aydın doğumlu olup bilahare doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır, esasen de bu iki kişi hemşeridirler. Diğer taraftan, “Kırkıca, bugünkü “Şirince” adlı köy olup yine Sabahattin Ali’nin bahsettiği üzere bir vakit “Çirkince” adını da alır. Şirince adı ile mütenasip bir hayat ve doğaya sahiptir, tarafların anlattıklarına göre… Yine Sotiriyu’nun tanımı ile “cennetten parça olan bir dağ köyü olup oradan denize kadar göz alabildiğince uzanan Efes Ovası, son derece verimli, hayat dolu topraklarındır ve inciri, üzümü, zeytini ile birlikte anılır. Adeta masal ülkesidir tarif edilmektedir.  

Bu arada mezkur kitabı okur okumaz, yolumu hemen Şirince’ye düşürdüm,  iyi ki de gitmişim, o güzel ve doğal halini görmüşüm yoksa bu gün trend olmuş hali ile görseydim, tüm bu yazılanlar bana hiçbir şey ifade etmeyebilirdi, bu manadaki kültürden muaf eğlenceye tabi turizm maalesef her yeri olduğu gibi Şirince’yi de yok etmiştir.

Dido Sotiriyu bir öğretim görevlisi ve yazar olmasının yanında işgal yıllarının yılmaz bir direnişçisidir, bir barış aktivistidir. 1986 yılında Zülfü Livaneli ve Mikis Teodorakis‘in girişim ve önderliği ile kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında da yer almıştır, Sotiriyu…  “1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Barış ve Dostluk Ödülü”nü de alır… Yazara göre; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlardır”. Yazar, mezkûr romanı boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor.  

Peki, neler olmuştu? 1914 yılında Yunanistan, Fransa-İngiliz emperyalistlerinin müttefiki olmayı tercih ediyor; Osmanlı İmparatorluğu ve ittifakları Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşa katılıyor ve kendilerine de mükâfat olarak Anadolu‘yu işgal etme hakkı veriliyor. İşgal büyük bir direnişle karşılaşıyor karşılıklı çatışmalar neticesinde uzun yıllardır birlikte dostluk ve barış içinde yaşamış bu insanlar birbirlerine düşman hale getiriliyor. Düşmanlığın körüklenmesi mezkûr kitapta şöyle aktarılıyor. Manoli’nin çocukluk arkadaşı Şevket, bir gece Manoli’nin evlerine gizlice gelir, başlarını “Girit’ten, Makedonya’dan, Epir’den atılma mültecilerle Jön Türkler’in dervişleri ve öteki sarıklılar, ‘vebadan bin beter pis gavur köpeklerine karşı’ kin saçmaktaymışlar” diye başlayarak, Manoli’nin annesine “Anacığım” diye sarılarak, Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı propagandayı Manoli‘nin annesine şöyle anlatıyor: “Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler. ‘Haydi canım diyordu köylüler, bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi? Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık biz. Aramıza niye kin sokalım?‘ Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu kurda döndürür. İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri ortadan kaldırmakta olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca, arazileriyle malları bizim olacak’ diyorlardı. Hadi bakalım”

“Zaman kötü gerçekten, oysa ne vardı eski günlerdeki gibi geçip gitseydi hayat. Ölüme değil türkü söyleyerek çalıştıkları tarlalara gitseydi gençler, anne babalar için endişe dolu bir alaca karanlığa dönmeseydi günler, tek endişe yağmur olsaydı, dolu olsaydı. Ama olmuyor işte, emir gelmiş bir kere. Hayat bir cehennem gibi yaşanıyor artık. Ama daha kötüsü de var, daha kötü günler de gelecek. Rumlar neredeyse ölümlerden ölüm beğenecek bir duruma geliyorlar. Amele taburlarından sağ çıkmak çok zor. Kaçıp yakalanırlarsa bu da mutlak bir ölüm demek. Rum kaçakların en büyük korkusu Türk asker kaçakları oluyor. Öldürdükleri Hıristiyanlar bu kaçakların diyeti oluyor, bağışlanıyorlar. Amele Taburundan kaçan Rumlar saklanmak için baba ocağına gelince bu sefer de anaların işkencesi başlıyor. Hava kararır kararmaz koca bir kadınlar ordusu savaşa hazırlanıyor, o dağ gibi evlatlarını, kocalarını nerelere koyacaklarını bilemiyorlar, “Dört yıl boyunca bu kadınlardan hiçbirisi uykusuna doyamadı, şöyle rahat bir yemek yemedi hiçbiri”

Meslektaşım ve efsane Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven bir panelde Dido Sotiriyu ile ilgili bir anısını anlatıyor ki, bir taraftan tarihe not düşer, diğer taraftan tarihi bir ders verir lakin anlayana şüphesiz… “1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”

İşte böyledir, suyun iki tarafının da “barışperverleri”, esasen de onlar; anayurdunun ataları tarafından işgal edilmesine karşı dururken sonradan yurdu olan Yunanistan’ın da Nazi Almanya’sının işgaline de karşı durur, direnir ve savaşır… Emperyalist çıkarların bölgeyi ve dünyayı nasıl bir felakete sürüklediğini gören ve buna direnen gerçek aydınlardan biri olmayı becerebilmiştir. Bakmayın siz güce tapanların abuk subuk eleştirilerine, onlar haksızlığa yılmadan direnen insanlar olup, her türlü saygıyı sonuna kadar hak etmektedirler.

Yaşar Abinin mezkûr kitabından ve Dido Sotiriyu referansı ile aktarılan; “Romanın kahramanı Manoli, çocukluk arkadaşı Kör Mehmet’in damadına şöyle seslenir. ‘bütün bu çekilen acı kötü bir rüya olsaydı ah… Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik. Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik. Anayurduma benden selam söyle Kör Mehmet’in damadı. Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.” yaklaşımı, çok doğru lakin çok geç… Tam tamına bir “Bade Harabül Basra” geç kalmışlığı ve pişmanlığı terennümü…


Pazartesi, Mayıs 08, 2023

ŞİKE Mİ?

 BEŞİKTAŞ LİVERPOOL A 8 – 0 YENİLDİ


Tarih 06.11. 2007 yer Liverpool Anfield Road stadı.
Liverpool Avrupa kupalarındaki en farklı galibiyetini aldı. Beşiktaş'ı kendi evinde 8-0 gibi farklı bir skorla devirdi. Ayrıca bu skor; Şampiyonlar Ligi tarihinin en farklı sonucu olarakta tarihe geçti. Liverpool yaptığı 30 atağın, 8 tanesini gole çevirdi ve Beşiktaş “şeref golü” nü bile atamadı. Yazık oldu…

Tarih 30.05.1993 yer Ankara 19 Mayıs stadı.
Galatasaray bu sezonun farklı skorlarından birini elde ederek Ankaragücünü 8 – 0 yenerek şampiyon oldu. Galatasaray yaptığı 41 atağın, 8 tanesini gole çevirdi.

Galatasaray; o sezon Ankaragücü'nü İstanbul'da 3-0, Ankara'da, ligin son maçında 8-0 yendi.
11 gol attı, hiç gol yemedi.
Beşiktaş; o sezon Ankaragücü'nü İstanbul'da 4-0, Ankara'da, ligin bitimine haftalar kala 6-0 yendi.
10 gol attı, hiç gol yemedi.

Evet ne zaman FB ve BJK ile ilgili şike ve şaibe skandalları olsa hep bu maç temcit pilavi gibi sunulur. İşte bu yazı ile birlikte tüm FB ve BJK liler artık bu konuyu bir kez daha ağızlarına almayacaklardır umarım.

Galatasaray’ın 1992-93 sezonunun son haftasında Ankaragücü’nü 8-0 yenerek şampiyon olmasının ardından Beşiktaş’ın eski Yugoslav kalecisi Rade Zalad haksız olarak hep şikeyle birlikte anıldı.
Son haftaya girilirken Beşiktaş’ın maçı kendi sahasında Gençlerbirliği ile Galatasaray’ın maçı deplasmanda Ankaragücü ile. Gerek Ankaragücü’nde gerekse de Gençlerbirliği’nde maça çıkmayan futbolcular var; Ankaragücü’nde maça çıkmayanlar arasında eski Beşiktaşlı Fikret ve Sinan Engin de var (bugün hala bu kişilerin Beşiktaş’ta aktif görevleri bulunmakta ve Beşiktaş’ın ali menfaetlerini koruduklarını her fırsatta beyan etmektedirler). Ancak bir başka eski Beşiktaşlı Zalad ise kalede. Maç başlıyor ve daha 35. dakikada Galatasaray 5-0 öne geçiyor ve devre arasında Zalad futbolu bırakıyor ve kaleye Arif geçiyor. Üç gol de o yiyor ve maç 8-0 bitiyor. Beşiktaş’ın İstanbul’daki 3-1’lik galibiyeti de bir işe yaramıyor ve Galatasaray şampiyon oluyor.
Aynı sezon Ankaragücü kendi sahasında Karşıyaka’ya 5-0, Fenerbahçe’ye 4-0 gibi farklı skorlarla yeniliyor;
Beşiktaş; Ankaragücü’nü Ankara’da 6-0, Konyaspor’u 7-0, Bakırköyspor’u 6-3, Kocaelispor’a 3-0 gibi farklı skorlarla yeniyor;
Diğer taraftan Beşiktaş kendi sahasında Galatasaray’a 3-1 yeniliyor, 2. maçta ise 1-1 berabere kalarak zaten rakibinden o sezon içinde daha iyi olamadığını gösteriyor.

Ayrıca Liverpool – Beşiktaş ve Galtasaray- Ankaragücü maç istatistiklerindeki atak/gol oranlarına bakılırsa; Liverpool her 3,75 ataktan birinde gol bulurken, Galatasaray Ankaragücü karşısında ancak her 5 atağının birinde gol bulabilmiş.

Burada isteyen Beşiktaşlı ve Fenerbahçeli yönetici ve taraftarlar şampiyonluğu tayin eden avarajın hesabını yaparken kaleci Zalad’ın yediği 5 adet golü hesaba dahil etmeyebilirler, sadece kaleci Arif’in yediği goller bile Galatasaray’ın şampiyonluğuna yetmektedir.

Konuyu daha fazla rakamlara boğmadan kısaca tüm bu çalışmanın özetini vereyim.

DEMEK Kİ HERHANGİ BİR TAKIM ŞİKE YAPMAKSIZIN DA 8 -0 YENİLEBİLİYORMUŞ.

YOKSA YOKSA BEŞİKTAŞ TA MI !!!!!!

Cuma, Mayıs 05, 2023

KİRA FIRSATÇILIĞI

“Büyükşehirlerde kiraların ciddi manada yükseltildiğini görüyoruz, bu fırsatçılığa yasal düzenlemeyle izin vermeyeceğiz” diyor Muhterem… Katılmıyorsam ne olayım, var mı böyle bir fırsatçılık… Bir diğer muhterem de bize talimat bu yönde, kimse mahkemelere felan başvurmasın, dava talepleri ret edilecektir diye buyurmuştu bir vakitler. Tam teşekküllü milli ve yerli komedi diyeceğim lakin değil trajedi… Haa bunları hak etmiyor muyuz, ziyadesiyle hak ediyoruz… Hani “Vizontele” filminde dükkân sahibi Fikri rolündeki Cem Yılmaz’ın dükkânına geldiğinde, çırağından Deli Emin rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın gelip radyo tamir bedeli karşılığı “Lacivert Ceketi” aldığını öğrenir öğrenmez, “Sen de buna inandın değil mi” deyip “Sen hele geç içeri geç” diye bağırarak sopayı kapıp içeriye “din iman mor mintan” tarzındaki hırsı ile dalmasından ders almaksızın her verilen fikri nasıl olsa beleş kabilinden olması hasebiyle doğru kabul edersek olacağı budur. “Gevrek kaç kuruş gevrek” sorusuna gevrek gevrek gülerek bakarsak, söylenecek ne kalıyor geriye…

Zaten bu yüzden bu fırsatçı ev sahiplerinin evlerine el konulmalı bence, 10 yılda kira geliri elde edenlerin götürü usulde vergilendiren bölümünde muafiyet %25'ten önce %20'ye bilahare de %15'e düşürülüp, vergi dilimleri üzerinde çaktırmadan oynamalarla mükâfatlandırıldıklarına şükretmeyip, sürekli zam yaptıkları için…

Oysaki Çimento fiyatları son 5 yılda hâlâ yerinde saymasına rağmen, İnşaat demiri fiyatları son 10 yıldır yerinde saymasına rağmen, hazır beton fiyatları son 15 yıldır hiç değişmemişken, akaryakıt fiyatları son 10 yıldır hiç değişmemiş ve iş makine kiraları da bağlı olarak artmamış olmasına rağmen, elektrik ve su fiyatları son 5 yıldır bırakın artmayı azalmış olmasına rağmen, elektrik kablo ve armatür fiyatları son 20 yıldır hiç artmamış iken, seramik fiyatları son 20 yıldır gerilemesine rağmen, kum-çakıl fiyatları bedava kabilinden dağıtılır iken, alçı fiyatları taaa Osmanlı’dan beri sabit iken, aliminyum fiyatları hiç artmamış iken, pvc fiyatları son 200 yılın en düşük halinde olmasına rağmen, cam fiyatları camın icadından bu yana sabit durmasına rağmen, ahşap fiyatları taa cilalı taş devrinden beri aynı olmasına rağmen, tuğla ve kiremit fiyatları taa Selçuklulardan beri hiç değişmemiş iken, hele arsa fiyatları ile ev fiyatları hiç değişmemiş iken esasen de inşaat m2 birim fiyatları son 20 yılda bırakın artışı azalmış iken, nereden çıkıyor bu ev sahiplerinin kiralara fahiş artış talepleri, ayıptır ayıp… Veriyorlar 3 kuruş ediniyorlar evleri sonra veriyorlar kiraya ohh, “on dönüm bostan yan gel Osman” kabilinden… Üstüne üstlük bir de her şeyi çok iyi biliyorlar, hemen diyorlar “Var mı Avrupa’da bu kadar ev sahibi”… Laf da güzel hani, subliminal mesaj kabilinden, bak biz tüm değerlerimizi ve birikimlerimizi kıyaslamayı da biliyor ve yapıyoruz… Yok, öyle işkembe-i kübradan atışlar…

Tabii ki, bu ev sahipleri “mazoşist” ya, para da çok bunlarda, alıyorlar evleri, veriyorlar kiraya… Yahu kardeşim, neden Canım Yurdumda insanlar ev satın almak için dipleri düşünceye kadar çaba gösterirler, diye soran yok kafa yoran yok… Kimse ev fiyatları nasıldır diye kafa yormaz… Ev fiyatları arş-ı ala’ya çıkmış kimsenin gıkı çıkmıyor, kira fiyatları artmış diye feryat-ı figan… Ev sahibi olmak bu kadar kolay ise herkes bu kolay yolu izlesin ev sahibi olsun diyen yok. Varsa yoksa güzelleme… Ver mehteri… Kira konusu gündeme gelince değme sosyalist inşaat yapmaya gelince değme kapitalist… Ne yazık ki ev sahibi olamayanlarda esasen kapitalistperver olmakla birlikte sosyalist inayet ve irade beklerler… Vay ki vay, bu kafaya…

Defalarca yazdım ve yazacağım da, “Sosyal Devlet” mi olunmak arzusu var… Kira bedellerine “narh” uygulayarak olmaz bu babayiğitlik… Öyle örgütsüz “ev sahiplerinin” üstüne de bu kadar davul ile zurna ile giderseniz, maazallah ya bunlarda örgütlenirse ne olacak sonra kiracıların hali… Bak yöntem gayet basit, öyle kafayı-kalçayı sağa sola sallamaya gerek yok… Öyle, Rock’n roll değil harbi zeybek gerek…  Hangi İi ve İlçede kaç kiracı var, kaç kiralık ev var, sen devletsin behemehâl ya satın alma yolu ya da inşa ederek o sayıda ev yapacaksın, vereceksin ihtiyaç sahiplerine, kâh beleş kâh çok cüzi rakamlar mukabili… Konu “tak” diye çözülecek… Hani, tıpkı et fiyatını düşürmek için ithalat yapılıyor ya, hani patates fiyatını düşürmek için ithalat yapılıyor ya, hani içeride bu zamları yapan üreticileri hizaya getirmek adına, tam da o fasıldan… Bak bakalım bu melun ev sahiplerinin burunları nasıl sürtülecek… Bakalım nereden bulacaklar kiracıyı da ev kiralayacaklar… Hemen müdahale, durmak yok… Hemen piyasaya, mode deyim ile oyun kurucu olarak orta sahadan dalacaksın… Yahu diyeceksiniz ki, kamu lojmanlarını yük görüp satanlardan çok fazla şey istemiyor musun? Valla istiyorum, ne yalan söyleyeyim…

Şimdi bu kadar “dalga dubara yeter” deyip konunun bam teline basalım… Esasen konu ve dert, ne kiracıları bu dertten kurtarmak, ne de ev sahiplerini kedere gark etmek… Laf olsun torba dolsun kabilinden somun pehlivanlığı… Canım Yurdumun ev stoklarını, ev sahibi sayısını, kiracı sayısını dolayısı ile ihtiyaç sahiplerinin miktarı ve yoğunluğu göz önüne alınınca kocaman bir oyun sahası açıyorsunuz kendinize… Ekonomik çalkantılar yaşanmaya başlayınca bu kabil “ev sahibi terbiyeciliğine” ilk soyunan, Canım Yurdumda, şimdilerde kimsenin paylaşamadığı, yere göğe sığdıramadığı Bülent Ecevit olmuştur. Hatta o kadar ki, sayın mezkur muhterem “trafik cezalarını bile konsolide bütçe kapsamına” ilk alan muhterem olarak kayıtlara geçmiştir… Bir başka büyüğümüzün cevabı ile ben de cevaplayayım bu kabil mütalaaları; “resultante importante”… Bakacağız… Göreceğiz… Sonuç olarak böyle konunun etrafında dolaşarak problem çözülmediği gibi daha da karmaşık hale getiriliyor mezkûr konular… Bilen de bildiğini zannederek konuşuyor, konuştukça da problem kronikleşiyor… Nedir bu Allah Aşkına, yıldık bu ev sahiplerinden, her şey gayet güzel giderken birden bu ev sahipleri çıkıyor ortaya al sana anarşi ve kaos…  Neden böyle oluyor gerçekten insanın aklı almıyor, bu nasıl bir fırsatçılık…

Evet, konunun aritmetik ifadelerine gelelim, gayri… Canım Yurdumun, yaklaşık 23.000.000 olan ev sayısının, yine yaklaşık 12.000.000’u kendi evinde oturuyor. Yaklaşık 11.000.000 hane kiralık evlerde ikamet ediyor bu sayının yaklaşık 6.000.000’u da kira ödemesi yapıyor… 2002’de ev sahipliği oranı %70’lerde iken 2022’de % 50’lere düşmüş ise ev sahibi olmanın ya da elindekini kaybetmenin büyüklüğü anlaşılır, öyle salma usulü ile “devşirme” bütçeleri yöneterek ev sahibi olmak kolay lakin alın teri ile olmak nedir, ancak bilen bilir… Bir başka deyişle evsizleşme oranı da son 15 yılda %18’lerden %26’ya yükselmiş, bunun gerekçeleri üzerine kafa yorması gerekenler “pansuman tedbirlerle” uğraşıyorlar… Yani ve özetle, yaklaşık 11.000.000 hanenin yakıcı sorunu üstünden oy devşirmek isteğidir tüm bu davranışların ardından sırıtan… Hem hani siz arz-talep dengesi gibi abuk subuk kurallarının alkışçısı idiniz bu serbest piyasanın… Ne oldu… Bu verileri nerden mi aldım, tabii ki TÜİK’ten… Aaa siz inanırsınız, inanmazsınız bilemem, o da sizin sorununuz gayri…

Peki, bu problemden hemen kurtulmak mümkün müdür, evet… Kiralık ev arayanların ihtiyacını, hani sosyal devlet gereği, gerek inşa gerekse de satın alma yolu ile karşılanması sürecinde, vereceksin ihtiyaç sahiplerinin kira bedellerini, alacaksın oyları, çözeceksin problemi… Lakin 5 maske dağıtılmasının sorun olduğu ortamda tabii ki bunların söyleniyor olması birer fantastik öge olmaktan öteye geçmiyor, geçemiyor. Allah size akıl, fikir ihsan ve irade eylesin demekten başka çare de kalmamış gibi… Gerçi minare merdivenlerine nohut atan çocuğun babasını esasen de anasını kurtarmasını da unutmuyoruz ama… Diyeceksiniz niye, işte öyle…