Cuma, Aralık 30, 2022

İĞDİŞ EDİLEN KENTLER


Kentlerin şekillenmesi bulundukları coğrafi konum (rakım-dağ-ova-deniz-göl), iklim, demografik yapı, ticari ve stratejik konumlara göre gerçekleşmiştir. Örneğin, bir liman kenti naturası gereği bir ticaret ve bağlantı noktası olması itibari ile çok farklı millet ve bölgelerden gelen insanların uğradıkları, uğraştıkları, eğleştikleri, yaşadıkları, gelip geçtikleri yerler olması itibari ile gemi yanaşma, bağlama, emtia depolama, pazarlama, yükleme boşaltma, gümrükleme faaliyetleri için uygun yapılar ve düzenekler ile teçhiz olmuş iken mezkûr faaliyetin muhataplarının çalışma, barınma ve konaklama, yeme içme eğleşme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya uygun yapıların bulunması kaçınılmazdır. Buna mukabil kervan yolları üstünde menzil noktalarına denk gelen yerlerdeki şekillenme ise kervanın konaklaması, yeme içmesi ve güvenliği temelinde organize olmuşlardır. Dolayısı ile her kent kendine uygun biçimde organize olur iken yerleşik insanı da bu minvalde bir yaşam tarzı tutturur, kenti de bu yaşam tarzına göre planlar ve organize eder… Sonraları, Ademoğlunun evrimi gereği gelişen ticaret, ulaşım, yönetsel gerekler, oluşan kültür kentlerin yeni ve gelişen fonksiyonları vs ile kentler büyür gelişir, değişir ya da dönüşür… İşte bu; çok uzun yıllar içinde adeta damıtılarak gelişen kentlerin yapısı kentin bugünlerde çok algılanmayan hatta önemsenmeyen karakterini oluşturur. Mesela gezdiğimiz medeni ülkelerin kentlerinden bahsederken, “200 yıldır kaldırımları aynı kaplama” ya da “ya bir arabanın geçemeyeceği sokaklara bile dokunmamışlar” ya da “yol kaplaması ortaçağdan kalma” gibi sitayiş dolu sözler etmekteyiz doğru ve haklı olarak. Lakin kendi topraklarımızda aynı özeni göstermemekteyiz ya da gösterememekteyiz. Hülasa, gâvurun koruma ve kollamasına ve de restorasyonuna alkış çalarken, kendi değerlerimize de son derece insafsız ve ölçüsüz kılıç çalmaktayız. Haksızlık da olmasın biz de şu koca ve fani dünyada yalnız da değiliz, benzerlerimiz bir hayli fazla…


Bakın bu yıkıp yerine yeni lakin kendi aklımız ve ufkumuz ölçüsünde bir şeyler yapma kültürü yenilerde oluşmuş değildir. Daha önce de yazdım, Osmanlı Hanedanı, gelişen yeni ihtiyaçlar neticesinde İzmir Limanının korunması ve deniz trafiğinin denetlenmesine yönelik, bugünkü Narlıdere Sahilevleri bölgesinde bir kale yapımı gündeme gelir. İlgili Paşa görevlendirilir, İzmir’e avdetine müteakip, incelemeler sonrası gözüne, İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları ile Okluk Kalesinin bakiye taşları takılır. Sonrası malum, yıkılır ve mezkûr kale inşa edilir. Paşanın tasarrufu bu yönde olmuştur, yetki, sorumluluk ve güç kendisinde olunca, gerisine ne hacet… Bugün bu bir rezalet denilebilir lakin bugünden geriye bakınca, o gün için güç kullanma, yetki kullanma, delegasyon vs gibi nedenlerle son derece makuldür değil mi… Sonraları çalıştığım Türkmenistan’da Türkmenlerin sık tekrarladığı bir söz var; bilenler bilir, “Türkmen bina yıkma ile adam sevme” konusunda uzmanlaşmıştır. Neyse konumuz bu değil şüphesiz lakin davranış modelimizin benzeşme ve kesişme noktaları da önemlidir, diye düşünmekteyim.


Nedir bu yıkma iştahının sebebi acaba? Hala neden yıkıyoruz? Yahu be arkadaş, kabul etmesem bile şu binalarınızı, şu yollarınızı yeni imara açtığınız bölgelerde yapsanız da kendinizi mutlu etseniz, olmaz mı? Daha iyisini yapacağız, diye yıkıyorlar, hem de kendilerine ne tür fikri vehmetseler de sonuç değişmiyor, o da, bu da… Ve “kırk bir kere maşallah” faslından her birinin de müthiş izahları var, nerdeyse seferberlik ilan edesi geliyor adamın. Kimisi sanatı içine tükürülecek bir faaliyet faslından tayin ile, kimisi modern anlayışa aykırılığı yüzünden, kimisi yıkılacak kadar tehlikeli bulunması bahanesi ile ama her birisi oturduğu makamın gücü suyu hürmetine ses çıkarılmadan izlenmektedir. Kimisi yol açıyorum, açacağım uğruna ormanları yok ederken, kimisi birkaç asırlık evlerin katline fermanı timsah gözyaşları ile karşılayarak lakin sonuç hiç değişmeden coğrafyanın, doğanın, arkeolojinin, tarihin hülasa kentin belleği ve karakterinin değişimine sebebiyet vermektedir.


Mesela; kim mantıklı ve makul gerekçeler ile Çeşme’nin güzel ve estetik olmamakla birlikte kent kimliğini, kişiliğini ve karakterini yansıtan ya da oluşturan hatta pekiştiren yapıları sayılabilecek, “Buz Fabrikası ve Deposunun”, “Küçücük ama Çamlık Senar diye anılan Cezaevinin”, “Güçlendirilmesi mümkün olan ama göz ardı edilen 16 Eylül İlkokulunun”, “Ilıca Turban otelinin” yıkılmasını savunabilir, bilemiyorum. Duyduğum kadarı ile de şimdi sırada “Namık Kemal İlkokulu” varmış. Muhteşem yanlış demekten başka kelam bulamıyorum. Şüphesiz vardır savunucuları ki muhtemelen de sayısal olarak çok fazladırlar. Lakin konuya sayısal çokluk karar verme hakkı doğuruyor iddiası ile bakılırsa, gelinen nokta da burası olur ve sürpriz olarak değerlendirilemez işte. Ve yine maalesef bu gözler gördü ki, büyüklerimiz istedikleri yapıları güçlendiriyor istemedikleri yapıları da tasnif dışı kabulü ile yıkılmasına ferman eyliyor. Hani bir de denilmiyor mu ki, 1999 depreminden sonra girişilen “Deprem Güçlendirme Projelerinden” beklenilen ve arzu edilen sonuç alınamamıştır, gülüyorum, çünkü bu kabil ihalelerde ne yazık ki maksat dışı işler ve imalatlar yaptırılmıştır. Neyse…


Evet, kent sosyolojisi dolayısı ile de mütenasip oluşan yapılaşma ve şehir planı kapitalizmin etkisi ile olumsuz gelişmektedir şüphesiz ama bir de matah bir şeymiş gibi kurbağa misali kapitalistleşmeye özenen yerlerde durum daha da beter… Kapitalizm kentlerin önce demografisini sonra sosyolojisini sonra ekolojisini sonra da kent planını en sonunda da tüm hayatı mahvetmek gibi bir zillete sahiptir. Basitçe, yıkacak yeniden yapacaksın ki yaklaşık 400 sektör bu işlerden nemalanacak, durum bu…


Yıkım sadece hedef binaların yok edilmesi ile de kalmıyor ki, insanların hatıraları, anlatılanların karşılıksız kalması, fotoğrafların yabancılaşması gibi sonuçlarda doğuruyor… Biz eskiye yani oluşan kent kültür ve karakterine sahip çıkarak, korumaya ve kollamaya ve restorasyona önem vererek yeni durum ve fonksiyonlara göre kentimizin organize edilmesini beklemekteyiz.


Evet, anlıyor ve kabul ediyoruz, kentler, değişen mühendislik, mimarlık, planlama ve tasarım yaklaşımları, değişen politik, kültürel ve ekonomik ilişkiler ve yeni oluşan ihtiyaçlar dolayısı ile gelişen inşaat teknolojilerinin de çok büyük tesirleriyle mütemadiyen dinamik bir durum sergiler. İtiraz yok bu değerlendirmeye lakin yeni diyoruz değil mi o zaman gidin yeni yerlerde uygulayın sizi mutlu ve memnun edecek şeyleri.







Cuma, Aralık 23, 2022

ÇOK YAŞA MUTLAK BARIŞ


Başta; hedef kaynakların beleşe ele geçirilmesi, muktedirlere endüstriyel manada yeni pazarlar açılması ya da elde edilebilmesi, ucuz iş gücü temini olmak üzere daha birçok haksız ve ahlaksız neden ile yine başta ABD ve avenelerinin yarattığı savaşların ve sonuç itibari ile de insan kıyımının unutulmaması için dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla Japonya Devleti tarafından ürettirilen ve her yıl Eylül ayında ABD’nin adeta bir kurumu haline gelmiş Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda çalınan çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır. Neden böyle yazar da, her üye de çan çalınırken saygı ile durur da, yine bu ahlaksız yöntemi sürekli sıcak tutarlar, geniş manada kendi dışındakilere ve dar manada da kendi içlerinde lakin kendilerinden olmayanlara karşı sürekli bu savaş halini anlamak olanaksız. Şüphesiz temsil ettikleri rejimler ve manzumeleri açısından yapılan analizler ile konuyu anlaşılır kılmak mümkündür objektif olarak lakin konunun duygusal açıdan anlaşılır tarafı yoktur. Esasen savaşların nedenleri anlaşılsa bile kabul edilir tarafı da katlanılabilir tarafı da yoktur.


Dünya kaynaklarının sömürülmesini amaçlayan başta ABD ve AB tarafından üretilen ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurların artmasının yarattığı ortamlarda savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki yaşanmaktadır. Emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yarattığı bu talan ortamının varlığı göz ardı edilerek, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı kalmamaktadır, anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına devam edecektir. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.


Ekonominin askerileştirilmesinin hızla tırmandığı dünyada, başta Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika olmak üzere önemli bir bölümünde ve hem de ülkemizde çeşitli biçimleri ile savaş ve çatışmalar ne yazık ki devam etmektedir. Savaşa, şiddete ve silahlı güce dayalı bu vahşi politikalara itiraz ederek, Dünya Halkları için Barış ve demokrasi, insan hakları talep ve söylemi ise, ne yazık ki bu toz duman savaş çığırtkanlığı içinde muktedirler tarafından sürekli en sert şekilde bastırılmaya devam edilmektedir. Savaşların ve sömürünün faturası dünyanın yoksul halklarına kesilirken, her yıl yüzbinlerce ölüm yaşanırken, yüzbinlerce insan sakat kalırken, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk ederek mülteci konumuna düşerken, Kadın ve çocuklar tecavüze uğrarken, açlıkla mücadeleden ötürü yüzbinlerce insan ölürken; başta ABD olmak üzere emperyalistler konforlarını arttırmakta ve yerel ortakları arasından her yıl onlarca dolar milyarderleri mevcutlarına ilave olmaktadır. Savaşa yapılan yatırımlara bakarak, dünyamızın barıştan ne kadar uzak olduğunu söylemek çok kolaydır, bu anlamda başta ABD’nin askeri üretimlerine ve bu üretimlerin alıcılarına bakarak dehşeti görmek mümkündür. Dünya ülkelerinin toplam savaş giderleri, askeri harcamalar bazında yaklaşık 2 trilyon dolar olarak açıklanmakta olup, bunun 600 milyar doları savaş makinesi ABD’ye ait olsun, hadi gelin bu ortamda barıştan bahsedin de göreyim sizi. ABD eğitimine 65 milyar dolar, sosyal güvenliğine 10 milyar dolar tahsis ederken, jandarmalık görevi için bu rakamın yaklaşık 10 katını harcıyor da, Rusya, Çin ve Hindistan onlardan aşağı kalıyor mu, kocaman bir hayır.


Bugünlerde; içi ve anlamı boşaltılarak, hani yurtta sürekli iç düşman yaratma fobisinden ötürü asla tesis edilemedi, ama cihanda bugüne kadar lafta da olsa sahiplenilen tarafını; “suya sabuna karışmama” denilerek önemli ölçüde değer kaybına neden olundu ya, işte bu kelamın gereği olmak üzere “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının gerçek anlamı ile şiar edinilmesinin, etkin kılınmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması için ne gerekiyorsa tüm samimiyetle yapılması gerekmektedir. Denilebilir ki Atatürk bu lafı bu manada, şu manada söyledi, yahu bi durun Allahaşkına, de ki sizin dediğiniz gibi, de haydi siz barışı mutlak kılın… Ama eleştirideki maksat savaşı savunabilmenin ahlaksız vasatını oluşturmak olunca, her türlü bükülebiliyor kelamlar. Evet, bugünün anlamına uygun düşmesi adına; dünyanın her neresinde olursa olsun, yürütülen savaş, baskı ve saldırıları insanların şiddetle kınamaları gerekmektedir ki, aymaz muktedirler yavaş yavaş kendilerine ve politikalarına çeki düzen versinler. Başta, ABD’nin Irak’ta, Libya’da yürüttüğü işgal ve savaşlar olmak üzere, tüm dünyadaki saldırı ve savaşların bir an önce durdurulmasını, ama demeden, şu tarafı da gözden kaçırılmamalıdır demeden, kayıtsız şartsız talep etmelidir insanlar, yoksa savaşla eşanlamlı hale gelmiş eşbaşkanlıklarıyla gurur duyanları destekleyerek barıştan yanayım denilmesine kargaların bile gülmesi kaçınılmazdır. Tarih boyunca savaş çözüm olarak en son sırada yer alırken, 21. yüz yılda, aferist (işbirlikçi), oportinist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (kendi çıkarları için halktan yana görünen) siyasetçilerin yönetime gelmesi ile savaş ilk seçenek olmuştur. Dünya artık, bilge adamların çözümlerini değil, ayakkabısının arkasına basan mahalle kabadayılarının yumruklarının hüküm sürdüğü, korkunun egemen olduğu bir gezegene dönüşmüştür.


Evet, içinde bulunduğumuz zaman itibari ile “inanılmaz şekilde barış ihtiyacı” bulunmaktadır. Peki, barışa bu kadar ihtiyaç var iken neden bu kadar savaşsever ekipler tarafından yönetilir dünya, inanılır gibi değil… Hem de savaş kadar büyük yatırımlara, büyük kıyımlara, büyük yıkımlara hülasa her şeyin kaybedilmesi uğruna savaş tercih edilir, son derece kolay ve ucuz erişilebilen “barış” söz konusu iken… Savaş kutsayıcılardan, kin ve nefret üretenlerden, kendi ve benzerlerinden ziyade kim varsa beğenmeyen, eleştiren, dışlayan ve ötekileştiren muhteremlerden behemehâl kurtarılmalıdır Dünya… “Barış zamanında savaşa hazır olunmalıdır” umdesini öne süren zavallılar kendi çocuklarının ve torunlarının geleceğini karartmaktadır ama maalesef ki farkında değillerdir.


İnönü’nün güzel bir anısı ile bitirelim. Hani meşhurdur anlatılır ya, kendisine sitemde bulunan çocuğun savaş döneminde kendilerini aç bıraktığını söylediğinde “evet haklısın ama babasız bırakmadım” cevabı önemsenmelidir. İnönü ve küçük çocuk böyle bir diyalog kurmuşlar mıdır? Bu birilerinin uydurması mıdır? Bilemem lakin çok güzel ve anlamlı bulduğum bir diyalogdur.


Cumartesi, Aralık 17, 2022

KORKU

 Her yiğidin belki de hiç birimizin muaf tutulamayacağı bir meydan okumamız vardır, hani meşhurdur ya; “Ben hiçbir şeyden korkmam” ya da “Allahtan başka hiçbir şeyden korkmam”… Bunun böyle olmadığını kişi kendi iyi bilir lakin ikrar etmez… Aksi takdirde, bazılarının, mezarlık yanından geçerken ıslık çalması neyin alametidir diye sorarlar adama… Resmi damgalı zarftan, resmi yazıdan, resmi kişilerden, doktordan, dişçiden, bekçiden, jandarmadan, gümrükçüden, belediye zabıtasından, uçaktan, dolmuş şoföründen, karakoldan, hükümet dairelerinden, vergi dairesinden, cinden, periden korkanların varlığından, bahsedince, o başka savunmalarını kimler bilmez ki… 

 

Şüphesiz herkesin korkuları vardır, olması da normaldir çünkü korku son derece insani bir durumdur. Kişisel ve nevrotik korkular üstüne konuşmayı konunun uzmanlarına bırakarak ilerleyelim. Biz yaratılan toplumsal korkudan korkmak ve günlük hayatımıza yansımaları üstüne yoğunlaşalım istiyorum. Toplumsal korkuların yarattığı bu duygu ve davranış bozuklukları ve yaratacağı tonlarca olumsuzluk vardır. Bana göre toplumsal korku ile haddinden fazla yüklenmiş insanın özgürlük ve bağımsızlık hissiyat ve yetilerinin külliyen körelmiş ya da kaybolmuş ve de ikircikli olması kaçınılmazdır. Bu kabil muhteremler, sürekli ve kesif bir tereddüt durumu yaşarlar, tereddüt ruh hali ise sadece koruma içgüdüsünün güçlü olmasına hizmet eder. Sadece kendisini koruyacak bir ruh hali ile teçhiz muhteremin faaliyetleri, iaşe ve ibate ve de iane üçlüsü içine sıkıştırılmış olur. Hani her asker muhteremin en az bir kere tekrarladığı ve herkesin de bildiği lakin açıktan söylemesinin hoş karşılanmadığı bir tekerleme vardır. Ben kendim bu lafları art arda dizebilecek kadar şair ve mizah sahibi birisi değilim, ben de bir yerlerden dinledim hatta tekrarladım, “kep ile potin arasına sıkıştırılmış, karnı bulgur pilavı ile doldurulmuş, dayak ile uslandırılmış, …” diye uzayıp giden… Maazallah geleceğimizi şekillendireceklerin böyle olmasını kimse istemez değil mi?

 

Hemen hatırlanacaktır; 1986 yılının bir soğuk döneminde, artık aramızda olamayan büyük usta ve tiyatromuzun 4. “kavuklusu”   Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının bir tiyatro gösterisinden sonra, oyunda Nazi subayı ve SS rolündeki oyuncuların oyun elbiseleri ile İstiklal Caddesine çıkarak, gelip geçenden kimlik sorarlar. Üstelik de bu kimlik sorma işlemini yarı Almanca yarı Türkçe yaparlar; “kimlik bitte”. Neredeyse her kimlik istenen kişi, “neden soruyorsun, neden kimlik istiyorsun, sen kimsin, sen de kimliğini göster” gibi gayet medeni tepki ve talepler sunmadan ilaveten de üniformalara hiç dikkat etmeden itirazsız kimlik beyan ediyorlar.  

 

“Dış zorlamalar çok güçlü olmasa dahi, insanın kendisini iradesizce köle haline getirmesinin nedeni korkudur. Korku, bu nedenle, ideal bir egemenlik aracıdır. İnsanların korkusuyla ordular kurulmaktadır. Korkan insan (ne kadar saçma ve canice de olsa) verilen bir emre kolay kolay karşı gelemez çünkü emri veren, onun için, üstesinden gelinemez bir otorite olmaktadır.” Yazar Dieter Duhm “Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında böyle bir tespit yaparak “milgram deneyleri” sunumunu yapmakta ve deneyin “Amerika’da yapılan bu deney dizisinin temel sorusu şu olmuştur. Otoriter bir kişi, diğerine, üçüncü kişiye vücutça eziyet etmesi ve onu yaralaması için emir verirse ne olur?” temelini vaz etmektedir. Deney enteresan… Lakin sonuçlar daha enteresan, deneklerin üçte ikisi kendilerine emir verildi diye, bir başka insanın vücuduna onun bilincinin yok olmasına kadar elektrik vermekten geri durmamıştır. Merak edenler deneylerle ilgili detaylı bilgileri başkaca kaynaklardan edinebilirler. Sonra insanoğlu merak ediyor, Nazi toplama kamplarında insanlar üstünde vahşice yapılan çalışmaların nasıl gerçekleştiğini… “İnsanlar arasında, ilişkilerimize korku ve gizli düşmanlık sokan mesafeden tekrar tekrar söz etmiştik. Korkuyla düşmanlığı birbirinden ayırmak mümkün değil.”

 

Canım Yurdumda uzunca bir süredir tam da bir Goebbels taktiği gereği tekrarlanan, “Sermaye korkaktır, ürkektir” edebiyatının doğru olma ihtimali nedir sizce, bence sıfır. Bilakis sermaye her zaman, her yerde korku yaratılmasından nemalanmıştır, nemalanmaya da devam etmektedir. Bunun izlerini sürmek isteyen her muhteremin tereddütsüz okuyabileceği bir çalışmadır mezkûr kitap. Esasen burada tam bir ters köşe penaltısı gibi bir durum da söz konusudur. Hem müsebbip ol, hem de mağdur rolü kes. Hele yabancı sermayeye gelince konu daha da katmerli nakledilir kulaklarımıza. Kendisinin yaratılmasında başat rol aldığı motivasyonundan neden korksun ki, değil mi?

 

“Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında Dieter Duhm şöyle bir tespit yapıyor; “Dürtülerin bastırılmasıyla üretilen korku ve güvensizlik herhangi bir biçimde dengelenmek zorundadır. Dengeleme için esas olarak iki yol vardır. Mesleki becerililik ve tüketim… Dürtülerin baskı altına alınması, ezilen bireyde bir saldırganlık gizil gücü yaratır; bu gizilgüç, sistemin iç ve dış düşmanlarına karşı kanalize edilerek, kapitalizmin çıkarları için doğrudan kullanılabilir… Dürtülerin bastırılması sistemin parçasıdır. Bir baskı sistemi olması sıfatıyla kapitalizm, dürtüleri bastırma ve korkuyu sürdürme ya da onlardan vazgeçme gibi bir seçeneğe sahip değildir. Ama böyle bir seçenekle karşılaşsa bile bunlardan vazgeçmeyeceği açıktır; çünkü dürtülerin bastırılması da, korku da kendisine nihai hizmetler sunmaktadır”.

 

Aynı kitaba, bir giriş yazısı yazan Aziz Nesin; “Özetlersek, insanın korkudan korkuya karşı moral yapısını koruması;

·       Kendini korkutan güçle uyum sağlayarak

·       Ona boyun eğerek

·       Onunla özdeşleşerek

·       Ya da büsbütün edilgin kalarak “hiçbirşey etmemek” yollarıyla sağlanabiliyor.” diyerek harika tanımlamalar yapıyor. 

 

Korku bir tek şeyle yenilir: Bilgi ve mücadele. Korku bilgi ve mücadele ile yenilir, yenilmesine de, “ben cahilin ferasetini tercih ederim” diye üniversite hocası postunda olanlar olmaz ise.

Cumartesi, Aralık 10, 2022

“TARİH DİRENİYOR” ve BAKAN DA DİRENİYOR

ODTÜ denilince, öncelikle nitelikli üniversite fikri düşünülse de, Canım Yurdumun bu yüzakı kuruluşu olarak, esasen “devrim” başta olmak üzere, özgürlük, hak ve adalet mücadelesinin zirvesi akla gelir bence. Bakmayın siz YÖK ile birlikte yok ettiklerini zannetmelerine, onun geçmişinde, üfürükoloji yerine üretilen pozitif bilim, yapılan test ve deneyler, Canım Yurdumun esenliği ve refahı için yazılan raporlar ve tezler vardır. İşte bu yüzden “muhalif” diye lanse edilir sürekli. Evet, müesses nizamın zapt-u raptına itiraz ise, direniş ise, muhalefet ise söz konusu olan, doğrudur.  Oysaki muhalif sıfatı ODTÜ’yü muhalif göstermeye çalışanların tutumudur ki, onlar ODTÜ’yü muhalif gibi gösterirken esasen pozitif bilime, muasır medeniyete, özgürlük talebine muhaliftirler ve bahsine dahi katlanamazlar. Büyük usta Nazım Hikmet’in bu muhteşem betimlemesini kendilerine bayrak edenlerin muktedirler tarafından kabullenmesi zaten hiçbir zaman beklenir değildir.

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,

Akar suyun,

Meyve çağında ağacın,

Serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:

- çürüyen diş, dökülen et -,

Bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

Bu güzelim memlekette hürriyet…

Gecikmeli de olsa, yazar Yalçın Bürkev tarafından, yaklaşık 100 ODTÜ’lü akademisyen, çalışan ve ağırlıklı öğrencilerinin anı ve değerlendirmelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan,  “ODTÜ Tarih Direniyor” isimli kitabı okuyorum, adeta canım yurdumun son 70 yılının tarihi resmigeçidi gibi… ODTÜ üzerinden memleketi anlama sanatı… 

“Kuruluşunda ABD rolü” başlıklı değerlendirmesi ile meslek büyüğümüz ve öncümüz ve ilk rektör yardımcısı olan Uğur Ersoy, her daim müthiş anlatımlarından birini daha gerçekleştiriyor. “ODTÜ fikrinin doğması ise ilginçtir. Charles Abrahams diye birisi uzman olarak İmar Bakanlığı’na geliyor. Adamın en büyük şikâyeti Türkiye’de o zaman hiç şehircilik uzmanı olmaması. Bulvar Palas’ta bir bakanlık yetkilisiyle yemek yerken, adam diyor ki, “ben Birleşmiş Milletler’den bir fon çıkarmaya çalışayım, bir şehircilik okulu kurulsun burada.” Yandaki masada ise Vecdi Diker adama kulak misafiri oluyor, masaya geliyor ve diyor ki, “Kusura bakmayın, konuşmanızı duydum. Niye küçük düşünüyorsunuz?”. Vecdii Diker Karayolları’nı kuran adam, mühendis. Müthiş bir hayal gücü var ve aynı zamanda da icraatçı. Türkiye’de daha sonra otomotiv sanayini de kuran adamlardan. “çok zor bu dediğiniz” falan diyorlar, o da diyor ki, “zoru başarmak lazım. Her branş olsun. İdari İlimler Fakültesi de olsun, - o zamanlar İdari İlimler Fakültesi yok- Türkiye’de, işte şu fakülte, bu fakülte olsun.” Bazıları hayal olarak görüyor bunları o zamanlar. Fakat bunlar Amerika’ya gidiyorlar. İlginç bir adam var, senatör Harold Stassen, aslında akademisyen.” diye ODTÜ fikrinin ortaya çıkışını anlatıyor. Hatırat ve değerlendirme yazısı bir hayli uzun, ilgi duyanlar kitabı temin edip tüm detayları okuyabilirler. Hülasa, ODTÜ bir ABD projesidir, lakin ODTÜ Akademisyenleri ve öğrencileri yerli ve milli yaparlar hem de siyasi tüm karşı çıkışa rağmen. Derken, 27 Mayısta bir askeri darbe olur, memleket “deray” edilmiştir. ODTÜ de bundan nasiplenir haliyle, her şeye rağmen darbeciler ODTÜ’ye ilk defa, denilebileceği kadar, yerli ve milli bir rektör atarlar, Turhan Feyzioğlu yeni rektördür artık. Ancak bir gün ağızdan mı kaçıyor yoksa bilinçle mi söyleniyor bilinmez, lakin yeni rektör Feyzioğlu laf arasında, “Beyler ben buraya ne görevle geldim biliyor musunuz, burayı olaysız kapatmak için” dedikten sonra “ama burayı gördükten sonra buranın bir numaralı savunucusu olacağım” diyor bu yaşanan süreçte üniversiteyi Türkiyelileştiriyor.

Kapatmak için kendisini kim görevlendiriyor acaba, kim atıyorsa değil mi? Kim atıyor, darbeciler değil mi? Peki, kapatıyor mu? Hayır, tam tersine gelişmesi ve genişlemesi ve de kökleşmesi için ufak tefek sapmalar dışında yoğun çaba sarf ediyor.

Tekrar Uğur Ersoy’un anlatımına dönelim. “Kampüsü inşa etmek en önemli problemdi o zaman. Araziyi (şimdiki ODTÜ KAMPÜSÜ) istimlak etmişiz, o hazır ama bir türlü bir şey yapılmıyor. O sırada Ankara’da bir şeker fabrikası yapılıyordu, tam bitmek üzereyken ihtilal olmuş. Devlet Başkanı (Cemal Gürsel) beyanatında “bu şeker fabrikası ne kadar lüzumsuz bir şey” deyince, Feyzioğlu hemen “burayı bize versinler, üniversite burada kurulsun” dedi, çünkü binalar hazırdı. Biz karşı çıktık. Ama Feyzioğlu kararlıydı, Cemal Gürsel ile konuştu. O da destekledi, bütün bakanlar şeker fabrikasının devriyle ilgili kararnameyi imzaladılar ama Bayındırlık Bakanı Mukbil Gökdoğan reddetti. Düşünün ihtilal hükümeti başkanı Cemal Gürsel istiyor ama bakan imzalamıyor. Ne amaçla imzalamadı hiçbir fikrim yok. Ama iyi ki de olmadı.” 

Evet, nereden nereye… Güçlü, kudretli, kudretine ters düşülemez denilen Devlet Başkanına karşı çıkılıyor, istemesine rağmen kararname imzalamayan bakanlar bile oluyor. Artık, dediğimizi yapmıyorlar iddiası ile bakan ve bürokratlar görevden alınabilir hale gelmiş iken, eski çok kötü idi iddiasıyla hor görülen Canım Yurdumda, bu yaşananların önemi büyüktür… Evet, Devlet Başkanı bile olsa, zati akıl, vicdan ve öngörü ve de kamu yararı adına muhalif karar alınabiliyor kültürü biraz geriye gidince görülebilir Canım Yurdumda… İlgililer bilir, yazılan bir yaşanmış olay vardır. Mustafa Kemal Atatürk; bir gün Milli Eğitim Bakanına bir not gönderir, “gelen bu 2 fakir çocuğu, uygun göreceğiniz, parasız yatılı bir liseye kayıt ettirin”, Bakan behemehâl yardımcısına talimatı aktararak, “bu iki çocuğun evrakını alınız ve Haydarpaşa Lisesi’ne PARALI yatılı olarak kaydını yaptırın, her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk’ün ismini yazarak bana getiriniz” gereğini yapar. Bakan işlemi müteakip bir not ile durumu Atatürk’e iletir ki not şöyledir, “Muhterem Atatürk, Yaver Bey’le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu çocukları fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığım izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da kayıtlarını emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne PARALI yatılı olarak yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum...” Aaa, şimdi biri çıkar da yahu bu tam bir atmasyon derse de, belgelendiremeyeceğim için fazlaca itiraz edebileceğim bir durum değildir. İlaveten, direnmiş midir direnmemiş midir, bilemem hatta önemsemiyor ve ilgilenmiyorum da esasen de denilmemiş olsa bile yaşandığı tevatür edilen hikâye dönemin meşrebine de çok uygun düşmektedir.

İşte, mezkûr kitap ve bana daha başlangıcından itibaren öğrettikleri, anlattıkları, düşündürttükleri, hatırlattıkları… Her daim muktedirlerin hedefi olmuş, her elini kolunu sallayıp gelenin öğrencisi olamadığı bilahare de sınav sorularını hazırlayanların ya da çalanların sinsice girmesinin düzeneğini kuran 12 Eylül faşist darbecilerinin yol vermesi nedeniyle okulu bir türlü sulandıramadıkları da herkesin malumudur. Öğrencisi olmadığım lakin öğrencisi olanlara da alkış tuttuğum şanlı ODTÜ böyle bir maziye sahiptir. Şimdilerde, YÖK elinde, kanununa istinaden yok edilmeye çalışılsa da bu kere öğrencilerinin sahip çıkması ile direniyor.


Cumartesi, Aralık 03, 2022

ÖTK – TEKDER – MYOÖDDER

Canım Yurdumun demokrasi okulları babından “yüzakları” diye sıralanacak öğrenci teşkilatları sıralanırsa iftiharla ODTÜ-ÖTK’dan bahsetmek faziletli bir görevdir, benim için. ODTÜ her ne kadar ABD ve yerli takipçileri DP liderlerinin iştiraki olarak gündeme geldiyse de kuruluşu, gelişimi ve yaşananlara yönelik mesleğimin de önemli öncülerinden biri olan Uğur Ersoy Hocanın “ODTÜ Tarih direniyor” adlı kitapta anlattığı üzere planlananların aksine bir gelişim ile yine aynı kitapta yayınlanmak üzere bir makale kaleme alan Akın Atauz’un deyişi ile “Eğitim tarihimizde bir ray değiştirme arayışı” olarak öne çıkmaktadır. İşte bu ahval ve şeraitte yola koyulan kervan, ülkenin dört bir yanından gelen öğrencilerin fikri ve vicdanı özgür toplum yaratma hedefini önlerine koymasını müteakip, akademik, demokratik ve özgür üniversite taleplerinin öne çıktığı bir talepler manzumesi oluşturmuşlardır. İşte bu gaye için 1976 yılının başından itibaren ODTÜ öğrencilerinin, öğrenci mücadele geleneğinin öncüllerinden devri mirası olarak geçmişi geleceğe taşıma gayreti ve ardıllarına layıkı ile aktarabilme adına, çağdaş ve özgür üniversite anlayışının hayata geçirilmesi hedefi ile Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) oluşturulmuştur. Şüphesiz bugün artık kötü örnek diye gösterilen o dönemki görece özgür ve demokratik Türkiye’nin de bir teyidi manasına gelen hukuki ve siyasi ortam ifadesi idi tüm bunlar. Öğrenciler bu maksada matuf her akademik yıl içerisinde seçtikleri temsilciler vasıtası ile yönetimin her kademesinde değişik yetki kullanıp etkiler yaratan güçlü bir demokratik ortam yaratmışlardı. Sahip olunan özellik, yapı ve gayeleri açısından ÖTK demokratik katılım ve temsiliyet açısından dünyadaki örneklerine ve gelişmelere bakılınca mükemmel bir örnek sayılmaz ise de mükemmel öğretici bir demokrasi okulu olmuştur, bana göre.

Toplumun en dinamik ve bağımsız kesimi gençliğin, mezkûr demokrasi okulundan elbette devşireceği önemli deneyimler ve birikimler olacaktır. Bu yüzden bile bazılarının her türlü karalama yapmasına rağmen ODTÜ-ÖTK inanılmaz bir değerdir Canım Yurdum için… Diğer bazı üniversitelerde de ODTÜ’deki kadar gelişmiş olmamakla beraber benzer yapılanmalar zaman zaman görülmüştür. Toplumun dinamik demokrasi ve özgürlük talebi ve takibi açısından her daim öncüleri ve temsilcileri sayılabilecek bu örnek nüveler Canım Yurdumun “muasır medeniyet” seviyesine ulaşma hedefinde önemli rol üstlenmişlerdir. Lakin ve ne yazık ki, her türlü demokratik hareketin ve nihayetinde gelişmenin düşmanı darbeler burada da devreye girer, 12 Eylül 1980 faşist darbesi ile bir rüya daha inkıtaa uğrar, ardıllarına müthiş ve büyük miras olarak kayda geçirerek. Şüphesiz ki “aklın orantısız kullanımı” konusunda toplumun en dinamik ve en yetkin kesimi gençlik bu üretimleri yaparken “ABD’nin çocukları” da buna mukabil derslerini iyi yapıp buralardan dersler devşiriyorlardı, netekim, YÖK ile bu çabaları sonsuza kadar YOK edebileceklerini hesap eden bir hamle yaptılar. Tam tamına YÖK; “bir deli bir kuyuya taş atar kırk akıllı çıkaramaz” dayatması oluşumudur.

Diğer taraftan, Canım Yurdumun özgürlük ve demokrasi beşiği olması çabası ile yanıp tutuşan toplumun zapt-u rapt edilmesi gayesine matuf Teknik Öğretmen Okulu gerici, yobaz ve faşist işgal altında iken direniş ve mücadele meşalesi yakan ve TEKDER çatısı altında benzer hedef için bir araya gelmiş önemli bir gençlik kitlesi de vardır ve bugünden bakınca da ne kadar önemsenirse önemsensin yetmeyecek değerdedir.

Şüphesiz ki bunlar bu ülkenin yüzakı insanlarının yetiştikleri birer kurum olmanın ötesine geçmiş ve tarihteki yerlerini almışlardır ve ben bunları dinlediklerimden hatırladığım kadarı ile biliyorum. ODTÜ-ÖTK yönetim kurulu ilk başkanlarından ve sonradan bizimle hem yönetici hem de arkadaş ilişkisi olan ve iznini almadığım için adını yazmak istemediğim bir muhterem ile bizim okulda benzer yapıyı hayata geçirebilir miyiz diye bir hayli kafa yorduk hatta “Öğrenci Temsilcileri Konseyi” gibi biraz da dayatma bir yapı ile Fakülte Yönetim Kurulu toplantılarına bile katıldık. Özellikle de bahsetmem gereken bir derneğimiz vardı ki sadece okula değil tüm Çukurova’ya özgürlük ve demokrasi arayışlarında öncülük etmiştir. Derneğimiz, MYOÖD-DER, bir öğrenci dayanışma derneği olarak demokratik, katılımcı, özgür, özerk üniversite yolunda faaliyet göstermiş olmanın yanında dönemin baskıcı yönetiminin despot yüzünün teşhiri amaçlı faaliyetlerde yürütmüştür. Artık 12 Eylül faşist darbesi ile geriye hiçbir belge ve hatırat bırakamamış olan bu ve benzeri kuruluşların sözel tarihi dışında bir şey yoktur ne yazık ki… Şimdi kimde gördüğümü hatırlayamadığım, 1978 mezunları için düzenlenen bir yıllık gördüm. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bursa Nutkundan” birkaç paragraf ile 1 sayfa, büyük bir Atatürk resmi ve “Devrimler yalnız başlar ama devrimin bitişi diye bir şey yoktur” sözü ile 2. Sayfa düzenlemesi bilahare okulun geçmişi, sonraki sayfada da “mücadelemiz” başlıklı duyuru ile öğretim ve yönetim kadrosu arkasından da mezunların tanıtılması içeriği ile nihayetlenen bir yıllık. Güzel ve anlamlı bir hatırat…

Mücadelemiz başlıklı sayfa; “Demokratik bir mevzi, antifaşist bir kale olarak yükseliyor bugün Müh. Yüksek Okulu ve bu güç bu potansiyel yükselen mücadelemizle daha bir artacak, daha bir perçinlenecek.” diye başlıyor. Okulun sadece kendilerine ait olduğunu ilan eden bir avuç destekli güç karşısındaki analiz ise “okulun bu duruma gelmesindeki en büyük hata yine bizlerdeydi, dağınıklık, başıbozukluk sürüp gidiyordu aramızda ve hayat bizlere birbirimize güvenmeyi inanmayı tek bir yumruk olmayı öğretti” şeklinde olup birlik ve beraberlik gereğinin altı çiziliyordu. Hele bir yerde yaratılan ve yaşatılan iç savaş koşullarının anlatılmasını müteakip bugün hala içimizi yakan Ali Osman Beydilli ve Güven Bilgili adlı arkadaşlarımızın kahpece katledilmelerinin anlatılması var ki, katledilen diğer arkadaşlarımız içerisinde “yıllık basım yılına” denk gelenler olarak “unutulmayacaklar”  olarak kayıt altına alınmıştır.

Evet, çalışmayan okul tuvaletleri, ara sıra yanan kaloriferler, saati belli olmayan hatta bazen olan bazen olmayan belediye otobüsleri, başka üniversitelerden gelen hocaların uçak saatleri nedeni ile gerçekleşmeyen dersleri, bir türlü bitmeyen laboratuvar binası, sosyal olamayan kantini vs vs hayhuyları içinde bir öğrencilik.

“Ayrılırken” başlıklı son satırlardan ise; “dostlar kazandık, unutulmayacak. Beraberce acı, tatlı günler geçirdik hep anımsanacak… Dünya denilen tiyatro sahnesinin daima barış, kardeşlik, mutluluk dolu olması, hepimizin bu sahnenin başarılı oyuncuları olması dileğimizi yineleyerek hoşçakalın diyoruz” denilerek yeni sayfaların açılacağı müjdesi verilmiştir. Bu vesile ile “Üniversite yolumuzu hayatımızın yolu” yapan, başta okulumuz ve dayanışma içinde olduğumuz arkadaşlarımız ve bu uğurda bizleri kesintisiz destekleyen yakınlarımızı ve halkımızı daima saygı, minnet, himmet ve hikmet ile anımsayacağız.