Pazar, Kasım 27, 2022

HAYIT ÇALI AĞAÇLARI

Çeşme’nin yerel tarımsal üretimle döndüğü günler, yöre insanının en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılık, üretilen ürünlerin taşınması, saklanması, korunması gibi maksatlara matuf en önemli gereçler ise, sepet, köfün, keletir ve sele vs. gibi olup, gerek malzemesi, gerekse de emeği yerelden temin edilmektedir. Hatırladığım ve bakiyesi de yer yer halen mevcut hayıt çalı-ağaçları ile kargı (kamış) bitkileri, her derede ve Allah vergisi beleş vaziyette hiçbir katkı ve emek ihtiyacı duymaksızın yetişmekte olup ihtiyaç sahiplerinin emrindedir. Tanıklığım, gerek Çeşme Akarca Deresi gerekse de Çiftlik Deresi yerleşim yeri dâhil tüm dere boyunca mezkûr bitkilerin tabii mecrası. Böyle olunca, ihtiyaç da, sepet, köfün, keletir ve sele ise bir de bunu örecek mahir zevata sahipseniz, mesele kalmıyor. Şimdilerde, plastik mamullerin revaçta olması, kapitalizmin kullan at türünden poşet dayatması, kolaylığı ve ucuzluğu erişim kolaylığı gibi sebepler ve de özellikle de el imalatlarının gerek malzemesinin temini gerekse de imalat ustalarının artık yeterince yetişmemesi nedeni ile mezkûr imalatlar pek gözde değiller. Babam Tito Yaşar, bizim bahçenin hemen yanında bulunan ve yağmura bağlı yatağı genişleyen derede yetişen neredeyse sınırsız miktarda gibi gözüme görünen hayıt ve kargıyı (kamış) Çeşme’ye ilkbaharda gelen aynı göçerlere verir, onlar da ihtiyaca uygun biçimde hayıt ve kargıları keser, onlardan sepet, köfün ve sele yaparlar ve galiba anlaşmaları gereği her yıl da bu malzemelere mukabil onlarda bizim ihtiyacımız kadar sepet, köfün ve seleyi verirlerdi. Mezkûr göçerler ile ilişkimiz sadece bu değil idi onlar aynı zamanda dereye çok yakın kayalık olduğu içinde tarım yapılamayan bir alanda bulunan ve içinde birkaç zeytin ağacımız olan tarlamıza yerleşir ve Çeşme’de kaldıkları süre içinde hep burada eğleşirlerdi. Sepet ve köfünlerin asıl karkas denilebilecek ana taşıyıcı bölümü hayıtların uygun kalınlıkta olanlarından seçilip örülür ve ara boşlukları da dolgu ve kapama malzemesi olarak da kargıların diklemesine bölünmesi suretiyle işlem tamamlanır ve taşıma kulpu ise mutlaka hayıttan yapılırdı. Kolayca anlaşılacağı üzere hayıt ağacından kesilerek kullanıma hazır hale getirilen bu esnek ve sağlam bölüm uzun süreli kullanıma haizdir.

Çiftlik Deresinin ise hemen köy çıkışında Balcı Hilmi büyüğümüzün evinin önüne denk gelen bölümünden seyrek seyrek başlar, lakin Kara Hasan lakaplı büyüğümüzün evinin önünden sonra da artık yılların da etkisi ile olsa gerek ağaçlaşmaya yüz tutan bir biçimde tüm dereyi adeta geçişe engel olacak bir şekilde kaplardı. Çiftlik Deresi şimdilerde ıslah edilen yerinde lakin serbest ve yağış rejimine bağlı zaman zaman da yağışa bağlı ciddi artışlar gösteren bir biçimde yine şimdilerde kurulan Pazar yerinin oradan geçmektedir. Giritli Ovası denilen tarım arazilerinin bulunduğu bu alana da ulaşım, bu derenin içinde oluşan ve zaman zaman derenin daha doğrusu suyun durumuna bağlı değişen bir patikadan gerçekleşirdi. Bu dere ile ilgili daha önce de yazdığım üzere her Çiftliklinin anlatabileceği anıları vardır. Dönemin yağış rejiminin yoğunluğu nedeni ile bol miktarda deresi olan Çiftlik’in en meşhur ve büyük deresidir. Şimdilerde bile yağışların şiddetli olduğu anlarda çok ciddi bir su geliri vardır, Ovadan Denize doğru.

Hayıt çalı ağaçları kendiliğinden yetişen kuru iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde dere yataklarını tercih eden bir bitkidir. Hayıt, Mayıs ve Haziran aylarında mor mor çiçekler açar, müthiş güzel görüntüler oluşturur hele yoğun bulundukları yerlerde bu çiçeklerle oluşan görsel şölen bana göre muhteşemdir. Gerçi yer yer pembe ya da mavi renkli çiçeklerine de rastlanır. Hayıt’ın küçük küçük olan meyvelerinin yaşından ayrı, kurusundan ayrı farklı farklı biçimlerde hazırlanarak tedavi amaçlı kullanıldığını çok duymama rağmen ne ailem ne de bizzat kendimin böyle bir tecrübesi olmuştur. Bitkinin, gerek tohumlarından, gerek yapraklarından ve gerekse de köklerinden elde edilen öz, krem, parfüm yapımında kullanılmaktadır diye duymaktayım. Lakin mor renkli çiçeklerinin, baskın olmayan hafif ve hoş kokusu müthiş bir keyif ortamı yaratır idi benim için hala da öyle, bulabildiğim yerlerde gider aralarında zaman geçiririm.

Hayıt çalı ağaçları küçük yapraklı bir bitki olup tohumlarının tıpkı karabiber tohumları gibi koyu kahverengi olması ve tadı ve kokusunun da benzerliği nedeni ile birbirine karıştırıldığı söylenmektedir. Memleketin geldiği nokta itibari ile de bu benzerlikten istifade ediliyor mudur sorusuna hayır demenin mümkün olmadığı da yeterince sarihtir. Gerçi yine doğru hatırlıyorsam karabiber bitki tohumları azıcık daha etli olur ve tadından fark edilmesi ise biraz tecrübe gerektirir. Dünya üzerinde çok farklı formlarda çok fazla miktarda olduğu bilinen bu çalı ağaç, yaklaşık 1 mt den 6 mt ye kadar yüksekliğe ulaşabilmekte olup, ne Çeşme Akarca Deresinde ne de Çiftlik Deresinde 1,5 – 2 mt den fazla yükselenini görmüş değilim. Dere yataklarında yetişen bu çalı ağaç formunun aynı zamanda yağışın yüksek miktarlarda olduğu dönemlerde erozyona nasıl direnç gösterdiğine de şahitliğim vardır.

Hayıt Çalı Ağacından mülhem Anadolu’da yerleşim adlarının da bulunduğu bilinir. Karacahayıt, Karahayıt,  Hayıtlı,  Hayıtbükü, Ahmet Çavuş Hayıtlı vb gibi olmakla birlikte bir bakıyorsunuz “Karahayıt” adlı birden fazla yerleşim yeri çıkıyor karşınıza, enteresan. Bu kadarı bile insanımızın hayatı üstünde hayıt’ın etkisini göstermeye yeter. “Ayıt” ile de adlandırılmış kasabalar, köyler, dereler, dağlar bulunmaktadır, ilaveten… Bilindiği üzere halkımızın bir bölümü hayıt çalı ağacına ayıt demektedir.

Ancak günümüzde,  hayıt ağacıyla ilişkili kullanım ve uygulamalar azalmış ve hatta kayıt ve bilgiler bile modernleşmenin yanı sıra hayıt ağaçlarının da azalması ile birlikte yok olmaya yüz tutmuştur.  Karahayıt, hayıt ya da ayıt artık insan eli değmemiş yerlerde yaşamaya devam ediyor lakin tabiatı artık kocaman bir kupon arazi olarak görenlerin de ayak sesleri yaklaşıyor…

Hayıt’ın gerek yaprakları, gerekse tohumları gerekse de kökü üstüne sağlık açısından iyi gelir, kötü gelir gibisine ciddi miktarda bilgi sözlü ve yazılı paylaşılır ve de “aktarlarımızda” da yeter miktarda bulunabilir. Lakin bunların hangisi, hangi nedenle yararlanılması gerekendir, bilinmesi hayli zordur, tıpkı diğer bitkiler benzeri.


Cumartesi, Kasım 19, 2022

MUHTEŞEM BİR ANI TÜRKİYE AVUSTURYA MÜSABAKASI

Avusturya’da yaşayan ve kendisini “Çeşme’yi kendine dert edinen Osmaniyeli” olarak tanımladığım MKÇ (Mustafa Kemal Çelikkıran) ile geçenlerde muhabbet ederken çok enteresan bir anı ortaya çıktı. Mustafa; eski bir futbolcu, eski bir teknik direktör, eski bir kulüp yöneticisi ve de yeni ve yaşlı ve de halen faal bir hakem olarak futbol konusunu konuşmayı çok seviyor açıkçası, ben de kendisi ile futbolu fazlaca seviyor olmam hasebiyle bu konu üstüne çok keyifli, bilgilendirici ve eğlendirici konuşmalar yapmayı çok seviyorum, dolayısı ile bazen daha sık olsa da genellikle haftalık konuşmalar yapıyoruz.

Son haftanın konusu yine futbol idi ve bir gün bir alt küme maçına “Siyah bir gözlük ve kolumda Siyah noktalı bant ile” çıkarak bir tarafı ile farkındalık diğer tarafı ile hakemlik adına derin bir ironi yaratmak istediğini söyleyerek başladık bu sefer. Bu arada Mustafa, Avusturya’da yaşadığı köyünde, adını Tuna’ya karışan bir nehirden alan ASK Ybbs’nin (Allgemeine Sport Klup) yönetim kurulu üyesi olup eski bir Bakan ve Federasyon Başkanının başkanlığında yönetim kurulunda bulunmaktadır. Derken, yöneticilik yaptığı kendi köyünün futbol kulübünün başkanı Karl Sekanina sıra aldı muhabbetin bir aşamasında. Eski Avusturya Futbol Federasyonu Başkanlığı yapmış bu muhteremin, Kulüp Başkanlığı, Ulaştırma Bakanlığı üzerine anılar aktardı. Bu anılardan bir tanesi var ki, muhteşem. Ne kadar doğru, ne kadar şamata ben bilemem gerçi çok eskilerde bu hikâyeyi dinlediğimi hatırlıyor gibiyim ya, şimdi de yeniden anlatanın aktaranı durumundayım. 

1978 yılında Arjantin’de düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası finallerine katılan Avusturya, finallere katılma hakkını İzmir’de Türkiye’yi 1-0 yenerek elde etmiş. Aynı Avusturya finallerde Almanya’yı da 3-2 yenerek tarihe Cordoba zaferi diye not düşmüştür. Ekim 1977 tarihinde İzmir Atatürk Stadında oynanan maç eğer kazanılsa Canım Yurdum Dünya kupası finallerine gidecek lakin tam tersi oluyor ne yazık ki yeniliyor ve finallere katılma şansını da, taa 2002 yılına kadar erteliyor. Maçın oynandığı İzmir Atatürk Stadı, Akdeniz Olimpiyatları için yapıldığından aynı zamanda Olimpiyat Stadı, bulunduğu bölge itibari ise de Halkapınar Tesisleri olarak adlandırılmakta olup, dönemin bazı önemli yöneticileri tarafından “uğurlu stad” değerlendirilmesi nedeni ile milli maçlar için genellikle tercih edilen stad idi. Milli Takımımız da, önemli isimlerin yönettiği ve oynadığı bir takımdır aynı zamanda.           Milli Takımımız, Eser Özaltındere, Fatih Terim, Erol Togay, Erdogan Arıca, Turgay Semercioğlu, Volkan Yayım, Engin Verel, Sedat Özden, Mustafa Denizli, Ali Kemal Denizci, Cemil Turan ilk onbiri ile sahaya çıkıyor sonrasında da Gökmen Özdenak ve İsa Ertürk değişim ile oyuna dâhil oluyor, takımın teknik direktör ise Metin Türel. Ey bre gençliğimizin deyim yerinde ise tam anlamı ile “deve dişi” gibi oyuncuları ve yöneticileri ey… Peki; Avusturya daha aşağı mı? Şüphesiz değil. Kaleci Koncilia, Stoper Pezzey, Orta sahada Jara, Prohaska, forvet Krankl dönemin önemli oyuncuları. Bilenler bilir, büyük golcü Hans Krankl’ın Rapid Wien ve Barcelona takımlarındaki başarıları tartışılmaz. Mezkûr maçın tek golünü atan Prohaska ise Mustafa’nın kendisi ile muhabbetinden aktardığı ifadesi ile “hatta gol olsun diye vurmadım, vurmuş olmak içindi, bu yüzden burun vurdum diyordu. Oda gitmiş gol olmuş”. İşte böyle bir gol ile eleniyor Milli Takımımız. Yine Mustafa’nın aktardığına göre, Prohaska’nın lakabı “Schnecken” imiş yani “Salyangoz”, şimdi olabildiğince “kel” olan muhterem dönem itibari ile kıvrım kıvrım saçlarına istinaden benzediği salyangoz kabuğu gibi yani…

Bu maçın asıl hatırlanası tam bir trajikomik tarafı da vardır, belki de mezkûr dönemin bayağı bayağı “amatörce” yürütülen işlerinin bir göstergesidir de bu. Maç için Avusturya’dan yola çıkılıyor, maç için gerekli malzemeleri listeleyen, hazırlayan muhteremler kadere bakın ki “maç formalarını almayı” unutuyorlar. Dönem şimdiki çılgın hız dönemi değil tabii ki, hemen “atlayın bir uçağa formaları getirin” denilemiyor tabii ki… Hızlı düşünüp hızlı sonuç alan abiler hemen devreye giriyor, hem Türkiye, hem Avusturya formalarının “kırmızı beyaz” olması nedeniyle, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının, Avusturya Milli Takımının maç forması olarak kullanılmasına karar veriyorlar. Formaları getirmeyi unutan malzemeci kadrosu sabaha kadar, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının ay yıldızlarını itina ile teker teker söküyorlar, hazırlıyorlar. Ertesi gün, Avusturyalılar bu formaları maç forması olarak kullanıyorlar. İşin en enteresanı kazanan tarafın Dünya Kupası Finallerine gideceğinin tayininin yapılacağı bu maçın her iki takımın da aynı takıma ait formalarla maça çıkıyor olmasıdır. Maçın kazananının tescili Avusturya lehine yapılırken kazanan forma ise Türkiye formasıdır maalesef antrenman forması tabii ki. Enteresan bir tesadüf ve olay… Prohaska şamata gibi görünen bu hatıratı Mustafa ile bir muhabbetinde teyit etmiş bulunduğundan yazılmasında bir mahsur bulunmamaktadır gayri.  

Görüldüğü üzere, milli maçlar için “uğurlu geldiği” üfürüğü ile tercih edilen stadında uğurlu olmadığı bu maç ile ortaya çıkmış oluyor idi lakin kimse daha önce bu kapsamda edilen kelamları hatırlamak istemiyordu. Diğer taraftan, dönemin ve hatta bugünlere kadar uzanan sürecin dominant karakterlerinden sayılan Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi oyuncuların sahada yer alması, bilenler için enteresan anılardır. Bir diğer enteresan hatıra ise, Metin Türel tarafından kısa bir süre önce de Fatih Terim’in kamptan kaçarak gece hayatına akmalarının karşılığı “kadro dışı bırakılmasının” bu maçta nihayetlenmesidir. O dönemin futbolcuları da, büyük bölümünün sigara, kumar, gece hayatı tercihlerini yapıyor olmalarından ötürü her yenilgi sonrası basının müstesna yer ayırdığı insanlardır. Dönemin önce Galatasaray sonra Fenerbahçe solbeki olarak epey sükse yapmış futbolcusu Erdoğan Arıca, mezkûr müsabaka için anılarında şöyle bahsetmektedir; “bir tek o Avusturya maçı işte... İzmir’de yensek, gidiyorduk. Çok önemli maç olduğu için onbeş gün kamp yaptık. O onbeş gün kamp da iyice germiş bizi, şimdi anlıyorum onu. O dünya Kupasına gitme olasılığına da şöyle inandırdılar bizi: Efes Otelindeydik, dünya küresini getirdiler, Arjantin’i gösterdiler, "işte buraya gideceğiz" dediler"... Artık öğrenmişler idi, haritada hedef ülkeyi bulunca gidilemeyeceğini, futbolun geçer gereklerinin yapılması gerektiğini… 

Son olarak ise, Mustafa Kemal Çelikkıran’ın, birlikte yöneticilik yaptığı Federasyon Eski Başkanı, eski Ulaştırma Bakanı, eski Sendika başkanı Karl Sekanina ile ilgili bir başka anısı daha var, biraz da muziplik içeren bir yaş günü kutlaması, bu anıya da bir başka defa da değinmek üzere…

  

Cumartesi, Kasım 12, 2022

İĞDELER YANI- ÇİFTLİK KÖYÜ

İğdeler yanı, eski Çiftlik Köylülerin bileceği bir yer olup bugün artık hemen yanında inşa edilen ve kanaatimce Çiftlik Köy genel yapı anlayışına yükseklik açısından hiç de uygun olmayan birkaç binadan oluşan bir otelin adı ile anılmaktadır. Mezkûr dönemde biraz köyün dışında sayılan bu alan denizin tam da şiddetli batı rüzgârlarını adeta bir koçbaşı darbesi gibi cepheden alan bir yer olması hasebiyle başkaca ağacın kolaylıkla yetişemeyeceği bu yerde 3 adet asırlık iğde ağacı bulunmakta ve muhtemelen de yakınından geçen yolu korumak adına dikilmiş görüntüsündeydiler. Ağaçlardan bir tanesi muhtemelen dalga ve rüzgâr nedeniyle adeta sırt üstü uzanmış gibi tamamen yere yatmış vaziyette bir kalın ve güçlü gövdeye sahip idi ki bizler onun üstüne oturur ya da uzanır vaziyette arkadaşlarımızla muhabbetler ederdik. Bu muhabbetler sadece gündüzleri yapılırdı çünkü akşam karanlık basınca mezkûr mahalde “şeytanların” cirit attığına inandırılmış idik. Şimdi soyadını anımsamadığım “Topuz Mehmet” diye bir büyüğümüz vardı, çok muhtemel ki ani rüzgâr çıkışı ya da ani soğuk teması ile yüzünde yine çok muhtemel ki “Facial Paralysis” denilen bir çeşit yüz felci durumu ile bir olumsuzluk oluşmuş idi ve büyüklerimiz bunun “İğdeler Yanındaki” şeytanın çarpmasına delalet ettiği konusunda bizlere telkinde bulunur idiler. Sadece telkin ile kalınsa iyi inanmayanlara da “zındık” muamelesi yaparlardı. Bilineceği üzere ani soğuk teması ile yüzdeki mimik kaslarını kontrol eden sinir uçlarında oluşan hasara istinaden genellikle geçici bazen de maalesef kalıcı hareketsiz kalmalar ya da donmalar oluşur ki bazen de zaman içinde renk değişiklikleri ya da şişkin kalışlar oluşmaktadır. Bu durum sonradan öğrendiğimiz hali ile Topuz Mehmet büyüğümüzün yaşadığı talihsizliğin izahıdır esasen ve diğer taraftan da mezkûr alanın nasıl soğuk bir alan olduğunun da bilinmesi açısından teyididir. Lakin gel gör ki; dönemin karşı mahalle mukimlerinin hem sayıca fazla oluşu hem de etkili oluşu yaşanılanların izahına takla attırmaktadır. Aaa, eğer diyecekseniz ki onlar eskidendi, vallahi şimdiki durum daha da iyi olamamıştır ve görünen o ki olamayacaktır. Cahilin ferasetinin tercih edildiği günlerden geçilir iken daha iyisi beklenemez…

Bu “İğdeler Yanı” bizde üzerine fazla konuşulacak anılar bırakmış ve artık anılardaki yerini almış durumdadır. Şimdilerde orada eski Belediye Dönemlerinde dikilmiş birkaç iğde ağacı vardır ve nostalji yaratır hatırlatmalarda bulunur lakin o kadar işte… Eski havası yoktur ve olmayacaktır da. Eski ve eskimiş tefriki yapmadan konuları birbirine karıştıra karıştıra şöför koltuğuna oturanın gazına da gelerek yaşanan fecaatlerin önüne geçmek ne yazık ki mümkün olamıyor. Sürekli bir değişkenlik içinde kentlerimiz karakterlerini yitiriyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor. Şair Eşref’in deyişi misali “soğan soyulurken gözü yaşaranların” kılı kıpırdamıyor… Ne diyelim… Neyzen Tevfik yıllar önce görmüş ve tespit etmiş; “Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.” Ne diyelim; “hal-i pür melalimiz budur”. Evet; tıpkı Cem Karaca’nın “Hep bir hallı Turhallıyız, biz bize benzeriz, yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz” dediği üzere “benim oğlum bina okur döner döner yine okur”… Sonuç ne oluyor, mehter marşı, bir adım ileri iki adım geri… Neyse memleketin izahı kolay değil konuya marş…

Okul dışı zamanlarımda, Ailenin faaliyetlerine katkı kapsamında bazen anneannemlerle ortak beslediğimiz küçükbaş hayvanların dolaştırılarak “otlatılmasında” başrol hep bana düşerdi. Dönem itibari ile hep söylediğim üzere insanlar “kendi yağı ile kavrulmayı” becerebilen hülasa kendine yeten ürün yetiştirilmesi ve üretimi yaparlardı. Yani her türlü gıda ihtiyacı kendi kaynaklarından temin edilir şüphesiz tamamı değil lakin tamamına yakını ya da daha doğru bir yaklaşımla yetiştirdiği ile yetinen bir haldir anlatmaya çalıştığım. Bu kapsamda her ailede olduğunun benzeri bizim ailemizde de birkaç keçi ve birkaç koyun mutlaka vardır ki her aile kendi süt, yoğurt ve peynir ihtiyacını karşılayabilsin. İlkbahardan itibaren sonbahara kadar bizim keçi ve koyunlar da yapılan tarımsal faaliyetlere istinaden ağırlıklı yaşanılan Çiftlik Köye getirilir ve Anneannemlerin sayıca her zaman bizimkilerin 4 ya da 5 katı sahip oldukları miktarda hayvan ile bir araya getirilir ve beslenirdi. Bu hayvanlar genellikle boş arazilerde serbestçe beslenmeye biz çocukların kontrolünde çıkarılır ve olabildiğince serbest otlanırlardı. Yani çobanlık bize düşerdi. Ama çobanlık o dönem de çok ciddi bir iş idi. Öyle dikkatsiz davranıp başkasının ürününe zarar verilmesi halinde sonuçları “eşek sudan gelene kadar” muamelesi ile nihayetlenebilirdi. O dönem şimdilerde aramızda olmayan Selim Ayran ve halen görüşüp muhabbet ettiğimiz Yaşar Şenkul en sık hayvan otlattığım arkadaşlarım idi yani çoban yarenler idik. Bu hayvan otlatmalar eğer “İğdeler Yanına” yakın alanlarda olursa ki sıklıkla olur idi işte dikkat ve kontrol bir kat daha fazlası ile artmış olurdu. Hemen “İğdeler Yanı” arkasında lakabı “Hovarda” olan Ali Sönmez büyüğümüze ait ve genellikle anason ve buğday dikili olan tarla bu otlatmalarda ilk ve öncelikli hedef olurdu ki şimdilerde yerinde kocaman bir otel bulunmaktadır. Hovarda Ali büyüğümüzün çocukları Hicri Sönmez ve Remzi Sönmez halen sık görüştüğüm arkadaşlarımdır. “İğdeler Yanı” akşam karanlığından itibaren şeytanların cirit attığı yer idi ya rivayete göre gel de hayvanları oraya götür. Ama imdada İslam’ın kolaylıkları yetişiyor ve oradan geçer iken koyunlara tutunarak geçersen sorun aşılıyor aman ha aman keçilere dokunmak zinhar olmaz. Koyun ne yapar denilmesin öteki dünyada da sırat köprüsünden geçişlerde insanoğlunun yegâne yardımcısı değil midir? Bu kolaylıkların kıymetinin bilinmesi en büyük erdemdir, inananlar açısından.

Derin ve tam da batı rüzgârının tos yaptığı yer olması nedeni ile çalkantılı denizi ve kenardaki meşhur iğde ağaçları ile hatıralarımızda bu kadar yer tutan bu alanın şu anda ne kadar yakın olduğu sarih iken dönem itibari ile bize o kadar uzak görünür idi inanılmaz. Yine mezkûr dönemde şose olan yolun köye doğru iğdeler geçilince artık şimdilerde yerinde yeller esen bir dere tarafından sık sık bozulduğu yolu traktör harici araçlar açısından geçilmez hale geldiği uygun yaşta olanlar tarafından gayet iyi bilinir. Şimdi yerinde “Canbaba Restoranın” bulunan yerde bir su kuyusu vardı inanılır gibi olmasa bile denize bu kadar yakın olup bu kadar berrak ve içilebilir düzeyde su olması bizim için hayvanların sulanmasında da büyük bir kolaylık sağlardı. 

Perşembe, Kasım 03, 2022

1960 ÖNCESİ ÇEŞME ve AHMET AKGÜL

Ahmet Akgül öğretmenimiz son kitabı “1960 öncesi Çeşme”yi imzalayarak takdim etti, hemen okudum. Zaman zaman hatırladığımız ya da bize intikal eden değerler ağırlıklı bir kitap olmuş, ziyadesiyle duygulanarak okudum, teşekkürler Ahmet Öğretmenim. Kendine yetmeyi bilen ve bundan ötürü asla ve kat’a yüksünmeyen insanların küçük üreticilik ve küçük yerleşim yerlerinin ahalisi ve tüm bunların sonuçlarından fazlaca şikâyet etmeden yaşayanların müthiş hikâyeleri bulunan bu kitap Çeşme’nin o yıllarını merak edenlere, yaşadıklarını yeniden hatırlamak isteyenlere bir yol gösterici olmuş. Konu akıcı, dil akıcı olunca niyet de Çeşme’nin eski halini okumak olunca hızlıca okunuyor kitap.

Benim de hatıralarımda ziyadesiyle yer tutan “Küçük Çarşı” için; “Kuşkusuz günümüzde yaşanılan her olay ile içinde yaşadığımız her semt, her kent de tıpkı geçmişte olduğu gibi, ileride tarih olacaktır. Çeşme’nin bir zamanlar alış veriş merkezi sayılan Küçük Çarşısı için de bu böyle olmuştur. Burası da çoktan tarih olup unutuldu. Bin dokuz yüz elli yıllarından sonra hızla değişime uğrayan Çeşmenin bu güzelim Küçük Çarşısı, zamanla işlevini tamamen yitirmiş, eski canlılığından günümüze neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Gerçi sonradan burada yeniden günümüz koşullarına ve gereklerine uygun bazı yapılanmalar olmuş, küçük küçük işyerleri açılmıştır; ancak bunların hiçbirisi bize, o eski günleri anımsatacak türden işyerleri değildirler. Küçük Çarşının o eski görünüşünü, insanlarını, birlikte paylaşılan o sıcak ve güzel dostluklarını bugün geriye getirmek, onları yeniden yaşamak kuşkusuz olanaksızdır.” diyerek kısa lakin etkili ve kıyaslamalı bir tanımlama yapmıştır. Benim “Camcı Yusuf” olarak bilinen Yusuf Salman büyüğümüzün Küçük Çarşı’nın orta yerindeki asırlık koca çınar ağacından mülhem “Çınaraltı Bakkaliyesi” adlı dükkânını hayal meyal hatırlamama sebep olduğu içinde özel bir teşekkürü hak etmiştir, Ahmet Akgül Öğretmen. Evet, bakkaliye denilince bugünkü bakkallara hiç benzemeyen bir yapısı vardı tıpkı emsalleri gibi. Tuzlu balıktan, lakerdaya, ip ve urgan gibi hırdavat malzemelerine, gaz yağına hayvan yemi olarak da küspeye kadar, şekerleme ve lokum benzeri gıdalara, her şey. Hay Allah, nereden hatırladım şimdi o yuvarlak kutular içindeki tuzlu balıkları, müthiş lezzet idi. Bakkaliye deyip geçmeyin küçük çaplı zücaciye, küçük çaplı hırdavatçı, küçük çaplı gıda ürünleri… Babam, Tito Yaşar annemin olmadığı zamanlarda mutlaka o zaman mutfağımızdaki ocak düzenine uygun “maltızda” tuzlu balık ızgarası hazırlardı… 


Küçük Çarşının Ovacık Köyü tarafında gelirken ilk dükkânı olan şimdilerde yerinde bir butik otel bulunan yerde çocukluk arkadaşım Nadir Ergun’un dedesinin bakkal dükkânından da bahseder Ahmet Öğretmen. Nadir’in babası Feyzi Ergun’dan dan da bahseder, Feyzi Abimiz, kavli beladan beri Beşiktaş’lıdır. Mustafa Denizli’nin de Beşiktaş’lı olmasında etkisi olduğu bilinir ayrıca Mustafa’nın kendi süper yeteneğinin yanında en büyük moral destekçisi de yine Feyzi Abidir. Benim de bir yazımda bahsetmek istediğim “nur yüzlü” İbrahim Ergun büyüğümüzün öğretmenliğini hatırlamam lakin bakkaliyesini daha dün gibi hatırlıyorum. Hele dükkânın dışında bugünkü panjur yerine kullanılan aşağıdan yukarıya kaldırılmak ve 2 adet demir çubuk dayama ile desteklenmek sureti ile geceleri güvenlik, gündüzleri de yağmur, güneş gibi dış faktörlere karşı koruma temin eden yekpare ahşap kapak vardı ki, İbrahim Ergun büyüğümüzün kol engeline rağmen bunu nasıl çalıştırdığını büyük bir hayretle izlerdik. Mahallemizin unutulmazları arasında olan bu büyüğümüzü de saygı ve hürmetle anıyorum, bir kez daha…

Kaymakam Evi’nden sonraki en uçta 2 evden biri Ali Subay diğeri de başöğretmen Şerif ve Melahat Öğretmenin evinden de bahsetmiş idim daha önce bir yazımda. Ahmet Öğretmen, kitabında Şerif ve Melahat Öğretmenlerden meslektaş ve başarılı birer öğretmen olarak bahsetmektedir. Öğretmenliklerine tanıklık edemedim sadece dinledim  lakin insanlıklarına yaşayarak, izleyerek tanıklık ettim, fevkalade insanlar idiler. Yine Küçük Çarşı’nın unutulmaz esnaflarından Kurukahveci Yahya, Hüseyin Hoca (Hüseyin Yerli), Bakkal Atalay, Mehmet Kuşoğlu’nun marangozhanesi, Ayhan Uz’un kahvehanesi, meşhur Kahraman Testerelerinin sahibi Ahmet Kahraman ve atölyesi, Somalı Gazozlarının sahipleri Mehmet Somalı ve Rıza Akarsu işletmeleri, benim için sanki muhtar doğmuş muhtar terki dünya eylemiş meşhur muhtar Ali Tunar, Damaroğlu Hakkı ve kahvehanesi, ayakkabıcılar Osman ve oğlu Hadi Gür ile İhsan Özbay, demirci İbrahim Şarlak başta olmak üzere tüm esnaf tek tek hatırlanarak kendileri ve işletmeleri hakkında detaylar verilmiş. Çarşıyı bilen bizler açısından kitap adeta bir “büyüklerimizin ve esnaflarımızın resmigeçidi” tadındadır.

Ahmet Öğretmenimiz, şimdilerde ancak filmlerde görülebilecek “bakkal alışveriş yöntemi takas”tan bahseder. “Köylü yumurtasını, peynirini, arpasını, buğdayını, yulafını, nohudunu, baklasını, zeytinini, yağını, incirini, üzümünü, bademini kısacası, evinde yiyecek türü ihtiyaç fazlası nesi varsa bunları hayvanlarına sarar, götürür ilçedeki bakkallara satardı. Bunun karşılığında da yine evinin ihtiyacı olan öteberiyi, aynı dükkândan alırdı.” diyerek resmigeçidin medarı maişet boyutunu artık yapılmayan haliyle sayfalarına taşımış.

Doğuştan muhtar ölünceye kadar da muhtar gibi gözüme görünen Ali Tunar büyüğümüz için ise; “Ali Amca, bilgili, güngörmüş herkesçe sevilen saygı duyulan ve en önemlisi güven duyulan çok iyi bir insandı. Bu yüzden de mahalleli kendisini uzun yıllar mahallenin muhtarı yapmıştı. Osmanlıcayı iyi okuyup anladığı için, devlet ona arşiv araştırmalarında bilirkişilik yetkisi vermişti” diyerek adeta benim de sahip olduğum duyguları paylaşmaktadır.

Değerli Öğretmenimizin kitabını bu yazıda layığı ile tanıtmak elbette imkânsızdır lakin dediğim gibi Çeşmeseverlere özet bir geçmiş Çeşme resmigeçidi tadında tarih, sosyoloji, antropoloji ve etnografi büyüteçleri ile takdim edilmektedir. Kitap okumak ve öğrenmek dahası hatırlamak ve hatırladığını canlı tutmak isteyen herkese şiddetle öneririm mezkûr kitabı.

Kitaba, aktardığı bilgiler göz önüne alınınca bence fazlaca uygun düşmemiş tek yaklaşım, kim varsa neredeyse herkes “Efendi” tamlaması ile tanımlanmış, oysaki artık herkesin soyadı var ve sevgili Ahmet Öğretmen bunların tamamını biliyor. Soyadların kullanılmış olması halinde isimlerden karıştırılanlar, hatırlanamayanlar, bilinemeyenler ve unutulanlar açısından, mezkûr sülalelerin bugünkü devamlarına bakarak kolayca irtibat ve illiyet oluşturmanın temini sağlanabilirdi. Yine de başlangıçta dediğim haliyle, kitap Çeşme Tarihini araştıranlar, Çeşme Folklorunu merak edenler başta olmak üzere hepimize, öğretme ve hatırlatma görevini ziyadesiyle ve layığıyla yapmaktadır. Bir kez daha teşekkürler…

 

Cuma, Ekim 28, 2022

İBRAHİM ETEM ATAGÖZ

Genelde insanların deyim yerinde ise “kendi yağları ile kavruldukları” dönemin ayakkabı imalatçılarındandır İbrahim E. Atagöz büyüğümüz. Çeşme nüfusuna göre “inanılmaz ama gerçek” denilecek kadar fazla sayıda ayakkabı imalatçısı olduğunu hatırlıyorum. Benim hatırladığım kadarı ile tüm Çeşmeli ayakkabı ustaları İhsan Özbay, Osman ve Hadi Gür’ün rahle-i tedrisatından geçmiş olup her birisi konu ile ilgili kendi tarz ve zevklerini işlerine yansıtmışlardır. Hatta babam Tito Yaşar’ın da bir dönem Hadi usta yanında çıraklık ettiği ve kısa bir süre de olsa İzmir’de, şimdi neresi olduğunu hatırlamadığım bir atölyede ayakkabı imalatında çalıştığını duymuş idim bir vade. Hatta annem ve babamın evliliklerinin ilk günlerine denk gelmesi ve İzmir Çeşme ulaşımının kolay olmadığı bir dönem olması itibari ile hem kendisinden hem de annemden döneme ve konuya yönelik şikâyetler dinlemiş idim. Nitekim çok kısa süre içinde babam İzmir’deki işi bırakıp Çeşme’ye dönmüş.

İbrahim Usta; şimdi Çeşme Belediyesinin bulunduğu binanın hemen yanındaki dondurmacının bulunduğu yerdeki dükkânında faaliyetlerini sürdürmüştür. En büyük kızı dışındaki tüm çocukları ile arkadaşlığımız olmuş ve halen de sürmektedir. Özellikle İsa Atagöz ile birkaç günde bir mutlaka yolumuz kesişir, genel ve yerel gündem üstüne değerlendirme ve yaşananların haberleşmesi üstüne muhabbetlerimiz olmaktadır. İsa esasen Çeşme’nin gerçek manadaki ilk kırtasiye ve kitapevi sahibidir. Büyük oğlu Süleyman Atagöz ise halen Çiftlik’te ikamet ediyor ve eskisi gibi olmasa da zaman zaman karşılaşıp hal hatır sorarız. Küçük oğlu Nihat Atagöz’ün de plastik sanatlar ile ilgilendiğini duymaktayım. İbrahim Ustanın günün her saatinde dükkânında olduğu ve aralıksız çalıştığına tanıklık etmiştir, yaşları uygun olan herkes. Bir istisnası vardı bu yoğun çalışma temposunun şüphesiz. Dönem itibari ve devran nedeni ile insanlar öğlen yemekleri için küçük istisnalar dışında mutlaka evlerine gider akabinde işlerine tekrar dönerler idi. Yemek üstü kısa uyuma ve dinlenme geleneği gereği dükkânın önüne atılan şezlongda yaklaşık 1 saat ve genel de tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu üzere “siesta” faslından şekerleme ise olmazsa olmazdır. O kadar ki, siesta vakti dükkana gelen müşterilere de müstehzi bir üslupla “usta yok” demekten de geri kalmazdı. Çok uzun yıllar mezkûr dükkânda faaliyet gösterir iken hemen yanı başında da Eczane ve Eczacı Ender Gönüllü ile diğer yanında Berber Ahmet Özocak ile komşuluk ve esnaf dayanışması göstermiştir. Sonraları nedenini bilmesek de muhtemelen dükkân sahibi ile düşülen anlaşmazlık sonucu buradan ayrılır, eski Akdeniz Oteli yanındaki çok eskiden karakol olan ve şu anda da turistik hediyelik eşya satılan yere geçer. Burası artık mesleki faaliyet açısından son adresi olacaktır. Maalesef makûs hastalık kendisini de esir almıştır, tedavisini üstlenen doktor kadrosunun da tespiti gereği çok uzun yaşama şansının olamayacağının bilinmesine rağmen, tıpkı eskisi gibi sabah dükkâna gidilip açıldı, akşam kapatıldı, sembolik ve moral manasında faaliyet yürütüldü, şüphesiz bu da fazlaca uzun süremedi. Mesleğini ziyadesi ile sevmesine rağmen çocukları üstünde mesleğinin takipçileri olması anlamında hiç ısrarcı olmamış tam aksine okuyarak başkaca faaliyetler üstlenmelerini de büyük bir istekle salık etmiştir her daim.

Esnaf arkadaşları başta olmak üzere tüm tanıdıkları için mutemet rolünü de hiç eksik etmemiştir. Gerçi dönem itibari ile tüm ahali benzer ahlak ve adap ile mücehhezdir lakin İbrahim Atagöz Büyüğümüzün merkezi bir yerde bulunması ve hızlı ulaşılabilir olması münasebetiyle de bu kabil vecibeler üstlenmesi daha da bir zaruridir sanki. Örneğin; “Sucu Ahmet” ya da “Bandocu Ahmet” olarak bilinen Ahmet Büyüksomalı adlı bir başka büyüğümüzün adeta kasası durumundadır. Bandocu Ahmet büyüğümüz her eline geçen parayı getirir, kendisine ait ve İbrahim Ustada bulunan teneke kutuda biriktirilmek üzere teslim eder ve paralar o kumbarada birikirdi.    

Eşi, Perihan Ablamız, Çeşme’nin dönem itibari ile en ünlü kadın terzisidir. Mezkûr dönem “öyle kalk gidip filan mağazadan elbise alalım” kolaylığının olmadığı bir dönemdir. Kolaylık diyorum şüphesiz ki bu tanımlama fazla beklemeden, renk, model seçiminin hemen yapılabileceği manasındadır. Kumaş seç, terziye git, bekle, teyelli hali ile prova yap, uygun ise finalde kalıcı ve kesin dikişe geç sürecinin harfiyen ve sırası ile yerine getirildiği dönemdir. Tıpkı ayakkabı imalatında olduğu gibi bu uygulamanın adı da “ısmarlama” elbise idi. Bayramlar, düğünler ve seyranlar öncesi hiç durmadan dikişlerin dikilmesi mukadderat gibidir adeta. Bu nedenle de çok önceden siparişlerin verilmesi (ısmarlanması) ise beklentilerin zamanında karşılanması için bir zorunluluktur. 

Perihan Ablamızı,  bu yoğun geçen çalışma günleri haricindeki yaz akşamları akşam yemeğinden sonra dükkânın önüne çıkarılan sandalye ve masada hazırlanan çayları içmek üzere hazırlık yaptığını sık sık görmekteyiz. Esasen Çeşmelilerin de yegâne eğlence kaynağı, şüphesiz ki iş ve çalışma rejimlerinin münasipliği dairesinde, akşam saatlerinde gelip taa meydanın ortasına kadar atılmış masalara kurulup çay içmek ve sohbetler etmektir. Bu arada çocuklar kendi aralarında oyunlar oynarlar bazen de çaktırmadan kadınların arkalarından yaklaşıp başörtülerini çekiştirmek gibi yaramazlıklar da yaparlardı.

İbrahim Atagöz Ustamızın çok iyi bir kösele ayakkabı ustası olması yanında “Bodrum sandaleti” diye bilinen ham köseleden yapılan sandaletlerin mini modellerini kolye olarak kullanılmak amacı ile imal ettiğini biliyoruz. Artık, kendileri ile birlikte ayakkabı imalatı faaliyetlerinin de sona geldiğine tanıklık ettiğimiz bu süreci yazar iken, şimdi artık maalesef ki aramızda olmayan, Hadi usta (Gür), Tahsin Usta (Gür), İhsan Özbay, İbrahim E. Atagöz, Perihan Atagöz, Damaroğlu Hakkı, Kahveci Hilmi, Kahveci İbbrahim, babam Tito Yaşar, Ahmet Büyüksomalı başta olmak üzere tüm büyüklerimizi nurlar içinde olmaları dileklerimizle bir kez daha saygı ile yâd ediyoruz.

Cuma, Ekim 21, 2022

İBRAHİM TÜTÜNCÜOĞLU

Hemşehrim” diye seslenirdi bayağı yüksek perdeden beni gördüğünde, çok sevinirdim baba dostumun gösterdiği bu yakınlıktan. Mahallemizin abilerinden biri idi, İbrahim Tütüncüoğlu. Bisiklet kazası bakiyesi olduğu söylenen bir ayak aksaması vardı. Bu nedenle de kendisine bir lakap takılmış idi bu engeline istinaden lakin bunu kendisi için kullanmak istemiyorum. Esasen bu lakap incitici bir şey olmamakla beraber herhangi bir vücut engeline dayalı lakapların takılması bence münasip değildir ve olmayacakta.

Çeşme tarımının Çeşmelilerin ana ya da önemli faaliyetinin olduğu dönemin bana göre çok önemli figürlerinden birisidir, benim hemşehrim İbrahim abim. Esasen mezkûr dönemin Çeşmelileri ne iş yaparlarsa yapsınlar mutlaka her birisi ayrı ayrı küçük çiftçi kapsamında değerlendirilecek tarımsal faaliyet içerisinde olmuşlardır. Yerli olup Hükümet erbabı memur iseler dahi mutlaka yöreye ait nerdeyse tüm ürünleri kendilerine yetecek kadar yetiştirme çaba ve becerisi göstermişlerdir. Bir kısmı ise bu baptan olmak üzere tarımsal faaliyetlerini ticari manada yürütmüş ve medar-ı maişeti haline getirmiştir. Bunların önemli temsilcilerinden biri de İbrahim Abim olmuştur. Her türlü sebze yetiştirme konusunda çalışmış olmasına rağmen enginarcılığı ile ziyadesiyle öne çıkmıştır. Bugünlerde imar uygulamaları artığı çok önemli bir miktar kalmamış olan bahçesinden yetiştirdiği enginarlar ile Çeşme sınırlarını aşan birkaç küçük çiftçiden birisidir. Sahip olunan bahçenin büyük olmaması gibi ciddi ve önemli bir sınıra rağmen inanılmaz bir verimlilik yakalamış diğer Çeşmeli küçük çiftçiler gibi “az alandan çok verim performansı” yakalamıştır.

Şüphesiz “küçük çiftçilik” önemine yeri gelmiş ve böylesine verimli ve başarılı sonuçlar almış İbrahim Abim söz konusu olmuş iken değinmemek olmaz, en azından kişisel görüşlerimi aktarmış olayım. Canım Yurdumun tercih ettiği kapitalist sistem prensipleri ile fazlaca uyuşmayan bu üretim tarzı esasen 1950’lerden sonra Amerikan hayranlığı ile hızlıca tasfiye sürecine girmiş, 12 Eylül faşist darbesi ile de sondan bir önceki darbe vurulmuş nihai darbe ise Turgut Özal döneminde ve devamı süreçte bu günlere gelinmiştir. Mezkûr dönemde taleplerin neredeyse tamamı yerelde karşılanır iken şimdi domatesi, biberi, patlıcanı, salatalığı Antalya’dan bekler hale geldik… Emeği geçen yöneticilerin ve onların alkışçılarının vebali ve günahı ziyadesiyle fazladır, gelinen bu günlerin… Mesela kendi adıma büyük ve zincir marketlerden kuru soğan alınıyor olmasını hiç anlamam… Dünyada belki de en kolay yetişen soğan hele ki Çeşme’mizin meşhur soğanı yerine pazarlarımızda ve marketlerimizde ithal edilmiş soğanların arzı endam ediyor olması en zoruma giden şeydir. Meşhur ve güncel ifade ile; “neredennn nereye, neredennn nereye”… Canım Yurdum tarımsal ürünlerde kendi kendine yeten ilk 7 ülke içinde iken düşülen çaresizliğin Güzel Çeşme’mizi teğet geçmesi beklenemezdi elbette nitekim geçmedi de… İzmir’in en önemli enginar yetişen alanı olmanın imar uygulamalarına kurban edilmesinden sonra Bölgenin enginar temin yeri artık Aydın ve Muğla olacak gibi görünüyor. Kocaman Ovacık Ovası bile artık enginar yetiştirilen bir yer olmaktan çok öteye gitmiştir. Birkaç sevdalı ya da alternatif üretemeyen yerliden başka bu işi yapan kalmamıştır, ne yazık ki… Hele şimdi kapitalizmin harami güçlerinin ısrarla ve vazgeçmeden bastırdıkları “jeotermal” kamulaştırmaları tehdidi altında artık işin zorlukları ve tarımdan geçinememe gerekçesi de eklenince bıkan küçük çiftçi enginardan da diğer ürün yetiştiriciliğinden de uzak durmaktadır. “Paramız var ki ithal ediyoruz” kafası elbet bir gün anlayacak paranın yenmez bir şey olduğunu lakin çok geç olacak… Bu kafayı kabul etmesem de anlayabiliyorum da bunların sadık ve değişmez taraftarlarını bir türlü anlayamıyorum. Yahu cebinde para olsa ne olur enginar yoksa domates yoksa buğday yoksa… Bakın bugün Avrupa’ya, gıda güvenliği tılsımlı kelimesi ardında, Rusya bize buğday göndermiyor feryatları nasıl da yankılanıyor bizim duvarlarımızda… Hem Rusya’ya her türlü yaptırımı yapacaklar hem de karşılıksız buğday sevkiyatı bekleyecekler, heyhat… Gıda çok önemlidir, dün de böyleydi, bugün de böyle ve emin olunsun ki yarın da böyle olacaktır. “Sürdürülebilir kent tarımı” bu baptan çok önem arz eder, hele nakliye ve ulaşım maliyetlerinin de yeterince yüksek olduğu göz önünde tutulunca sorunun yerel çözümlerinin mutlaka bulunmasının kaçınılmazlığı ortadadır. Neyse biz bu ara tespitin ardından tekrar ana konumuz, İbrahim Abimize dönelim.

Ovacık yolunun toprak kaplı halinde, iki yanına “keletirlerin” bağlı olduğu katırlarının biri üzerinde de kendisi olmak kaydı ile sabah çok erken saatlerde bahçeye gidişi akşam da geç saatlerde bahçeden dönüşü, toz kaldırarak olurdu. Hatırladığım kadarı ile Çeşme’de katır sahibi olan birkaç kişiden biridir. Katır, şüphesiz bilinir, at eşek karışımı bir hayvan olup zor iş ve hayat şartlarına hayli dayanıklı bir hayvandır. Çeşme’de neredeyse her ailenin bir eşeği ve birkaç atı olurdu lakin İbrahim Abimizin tercihi ise katır sahipliği olmuş idi. Babamın da iyi arkadaşlarından birisidir, İbrahim Abi. Dönemin kahvehanelerinden gerek Damaroğlu Hakkı, gerek kahveci Hilmi gerekse de Kahveci İbrahim’in orada işlerin görece azaldığı dönemlerde kendilerini aynı masada “kıraat” ederken sıkça görürdük.

Dün olduğu gibi bugün de Tütüncüoğlu Sülalesinin bir bölümünün evlerinin olduğu bölge, dönemin tek Ovacık ve Çiftlik Köylerine bağlantı yolu olarak da kullanılan, şimdi sahilde ihdas edilen yeni yola paralel bir iç bölgedeki Musalla Mahallesi yolu üzerindedir. Bugün artık yerinde yeller esen, küçük ama şirin olduğunu hatırladığım 2 katlı evinin hemen yanında, büyükçe kapısı direk yola açılan hayvan damı vardı. Dönem itibari ile evlerin kapılarının bile doğru dürüst kilitlenmediği gerçeğinin yanında hayvan damının kapısının nasıl olabileceği kolayca hayal edilebilir. Katırlar sürekli olarak akşamları buraya bağlanır ve yoldan geçenleri mütemadiyen huysuzlukları ile uyarır vaziyettedirler. O günün Çeşme’sinde kolay rastlanmayacak olmakla birlikte birkaç kez katırların çalınma girişimlerini de işitmiştik.

Bugün artık aramızda olmayan, mahallemizin saygın, sevilen ve takdir edilen abisi, İbrahim Tütüncüoğlu, tıpkı dün olduğu gibi bugün de gözümün önüne, katırı üstünde heybeti ile oturur vaziyette geçer iken “hemşehrimmmm” diye seslenir hali ile gelir ve artık yokluğunu bir eksiklik değerlendirir olduğumuz büyüğümüzü bu vesile ile saygı ve minnetle anıyorum 

Cumartesi, Ekim 15, 2022

HAKLIYIZ AMA HEP KAYBEDİYORUZ

Bir tarihlerde, Ankara’da yaşadığım dönemde, otomobil ile çok önemli hatta trafiğinin abuk subuk düzenlendiği bir kavşağa yaklaşıyoruz lakin otomobili kullanan arkadaş hızını hiç azaltmıyor derhal uyardım “lütfen yavaşla, burada sık sık trafik kazası oluyor”. Kime söylüyorum hiç tınmadan ilerliyor gerçi kabul edilen sürat dâhilinde gidiliyor lakin o kavşakta belki de düzenlemenin de yanlışlığı nedeniyle trafik ışıklarına rağmen kim önce girecek kim önce geçecek sürekli bir karmaşa halinde ya bizim sürücü de genel karmaşaya mütenasip ilerliyor. “Ya lütfen yavaşla aksi bir gelişme halinde ölürüz” dedim lakin el cevap “görmüyor musun bize yeşil yanıyor” deyince ben de “haklı ölüm ile haksız ölüm diye bir ayrım yok, bilesin” diye devam etmiş idim. Yani ve özetle kırmızı ışık ihlalinin ziyadesiyle yapıldığı bu kavşakta milletin dikkatsizliğinin kendi dikkatini biraz daha arttırarak azaltmanın mümkün olacağının altını çizmiş oldum. Hülasa, haklı olmak hayatta kalmak için yetmiyor, akıllı olmak, gaza gelmemek, provoke olmamak, duygularla hareket etmemek, sizden öncekilerin tecrübelerine önem atfetmek, konuya yönelik bağıtlanmış sözleşmeleri bilmek ve onlara değişmediği sürece sadık kalmak vs vs gibi ilave şartların da hep göz önünde bulundurulması gerekiyor.

 Bir de futbol üstünden bir başka referans oluşturalım. Mesela bir kaleci düşünün sürekli “ben çok iyi kaleciyim” diyor. Bakıyorsunuz her sezon ortalama 90 gol yiyor. Adama derler sen nasıl iyi kalecisin… Muhterem saydırıyor, sol bek kötü, stoper kötü, libero kötü, o kötü, bu kötü… Peki, sen? Ben, muhteşem…

Kuzeyimizde bir savaş yürüyor, insanlar ölüyor, o işgale uğradık, o saldırıya uğradık, o insanlarımızı öldürüyorlar, diyor, diyor da diyor. Sonuç, sen sarayında oturmuş verilen sözlere belki de iddia edilenler doğru ve mezkûr ortaklıklarına binaen, senden önce yapılan anlaşmaları yok sayıyorsun, tüm dünyanın ziyadesiyle bildiği paramiliter güçleri bir devlet başkanı kararnamesi ile resmi ordu mensubu yapıyorsun, sivilleri öncelikle ülkelerinden göç etmeleri için devlet terörü uyguluyorsun ya da uygulanan teröre göz yumuyorsun, binlerce yurttaşınızın farklı etnik kökten olduğu için öldürülmelerine göz yumuyorsun, sonra da “dur bakalım usta” denilince de gak guk… İşte aktör Reegan özlemi ile yanıp tutuştuğun ayan beyan belli de eksiğin ABD devlet başkanı olmaman. Hani fıkradaki gibi sen garip bir zurnacısın senin neyine gümüş zurna… Belki de senin de bu işten bir şey anlamadığın da sarih lakin bunun ayartına nasıl ve ne zaman varacaksın. Bugün seni yalnız bıraktığını açıkladığın ortaklarının, dostlarının aslında seni yalnız bırakmadıklarını biz buradan görüyoruz, sakın dünyaya martaval anlatma… Son derece modern silahlar emrine tahsis ediliyor hem de “efendim bize eski püskü silahları veriyorlar” gibi mağdur ve mahzun görünmeni temin edecek emrindeki yanlı ve yandaş medyanın uzun, ucuz ve ucube propagandalarına rağmen gerçekler sırıtıyor. Çok muhtemel ki; dünya jandarması ülkenin dünya egemenliği adına beslediği her çeşit görüş ve inançtan terör unsurlarının bu sefer ki zinde tutulma sahası olarak ülkenizi tahsis etmişsiniz. Sizin umurunuzda bile değil insanların ölmesi… Derdiniz varsa yoksa ortaklığınızın ayyuka çıktığı laboratuvarların çalışıyor olması, dünyanın lanetlediği azov taburlarının faaliyetleri ve nihayetinde 2. Paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin içine yuvarlandığı en büyük bunalımın çözümüne erketelik... Bilindiği üzere, en azından benim bildiğim kadarı ile sermayenin krizi aşmasının en kolay ve hızlı yolu savaştır. Detaylı bilgi edinilmesinin başlığı ise, ekonominin askerileştirilmesi ve bu uğurda fabrika ve saha çalışmaları üstüne üstatların yazıları ve analizleri olacaktır. Lütfedilir kısacık araştırılır ise meram ve muradım daha kolay anlaşılacaktır. Çünkü savaş ve ekonomisi geriye en hızlı dönüş sağlayan bir kriz çözücüdür ve bu yüzden kapitalistlerin çaresiz başvurdukları yöntem olup direk ilgili olmayan kendi dışındaki tüm sektörlere can taşır dünya halkları kan kaybederken. Bu yöntemin en sadık takipçileri de kontrol altındaki ülkelerde devamlı desteklenirler ve siyasal düzenin yüzünü oluştururlar. Düzenin bu yüzü arkasında da sermaye temerküzü ve sahiplerinin el ovuşturmaları… Diğer yanda ise bu savaşların hiçbir yerinde olmayan veya olamayacak çocukların da canlarını ortaya koymaları ve hatta daha da korkuncu canlarını bu uğurda kaybetmeleri… Rezaletin daniskası lakin bunu gören var mı? ya da görmek isteyen var mı? varsa ne kadarlık bir kısımdır, görüp de anlatana itibar var mı? Vs vs…

Bir de bu uygulamalara alkış çalan milli ve yerli olduğunu iddia eden abiler sorunu var. Hem de bunların alayı Türkiye’nin soydaşlarına Kıbrıs’ta yapılanlar karşısında gösterdiği reaksiyon ve Kıbrıs savaşına tereddütsüz alkış çalanlar… Hani adına barış hareketi deniyor olsa da resmen bir savaş… Peki, ne olmuştu da Türkiye ekonomik ve politik sonuçları ciddi derecede ağır olan bu harekâta girişmiş idi… Tıpkı bugün Rusya’nın da “özel operasyon” demesine benzer bir yaklaşım gösteren Türkiye “Kıbrıs barış harekâtı” adını verdiği bir savaş planı uyguladı. Yunanistan’da “albaylar cuntası” adıyla maruf bir askeri faşist darbe ile yönetimi üstlenen ordu evvelemirde Kıbrıs’ta anayasaya aykırı, uluslararası antlaşmalara aykırı hülasa ve sonuç olarak insanlığa aykırı bir gizli operasyon başlatıyor. Konu uzun lakin özetleyelim, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi hedefi olan General Grivas tarafından kurulmuş EOKA-B adlı faşist bir örgüt ile yaklaşık 1950’li yılların başından itibaren, komünistleri ve Türkleri hedefine alıp küçük küçük katliamlar yapmakta iken ilerleyen zamanda ve hem yerel hem de Yunanistan’daki siyasal destekçileri ile toplu mezarlar oluşturan katliamlara girişmiştir. Hatta o kadar ki; sonradan Yunanistan’da darbe yapmak ile görevlendirilen Albay Sampson Kıbrıs’a gelir ve EOKA-B destekli darbe yapar. Peki, bu Grivas’ın nasıl bir geçmişi var diye bakınca, Türkiye işgaline katılan genç bir Yunanistan subayı olarak Sakarya önlerine kadar gelmiş olduğunu, Nazi Almanya’sının Yunanistan işgali sırasında Faşistlerle işbirliği içinde olmuş olduğunu, sonrası da Kıbrıs ve malum sonu görüyoruz. Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler katlediliyor feryatları o günün dünyasında kimse tarafından duyulmuyor haliyle, tıpkı bugün 2016 dan beri Rusya’nın Ukrayna’nın Donbas Bölgesindeki Rus soydaşlarının katledilmelerinin dile getirilmesi karşısında dünyada kimsenin duymaması gibi. Peki, katiller kimler, Kıbrıs’ta nazi artığı Grivas önderliğindeki faşist güçler, Ukrayna’da da nazi artığı Banderas’çı faşist güçler… Fazla lafa gerek yok sanki… Ama yerli ve milli abilere de “lütfen tutarlı olun” demek görevimizdir. Orda öyle burada böyle, olmuyor…

Evet, muhterem ve muhteşem batı taşeronu bey, sen kendince haklısın ama topraklarının en gelişmiş ve verimli bölümü artık senin kontrolünde değil. Geçmiş olsun… Bu yaşananlar umarım, öyle yok ben bu anlaşmayı tanımam, yok ben gelirim oraya ayaklarını kırarım gibi abuk subuk tavırlar takınan dünyanın çeşitli yerlerinde iktidar koltuğuna oturmuş tüm ABD taşeronu muhteremlere aydınlatıcı, kafa açıcı birer örnek olur… Olur mu? Zinhar olmaz… Umarım bir gün biz “yaşasın barış” diyenler “yaşasın savaş” diyenlerden fazla oluruz.


Cuma, Ekim 07, 2022

ÇEŞME KALE ÖNÜ DÜZENLEMESİ

Çeşme Meydan düzenlemesi kapsamında, önceleri Lunaparkın bulunduğu yerde, daha önceki Belediye Yönetimi ve Başkan Muhittin Dalgıç döneminde planlandığını duyduğumuz ve bildiğimiz bir uygulama şimdiki Belediye Yönetimi ve Başkan Ekrem Oran tarafından gerçekleştirildi. Muhtemelen de düzenlemenin sonuna gelindi herhalde, görünen o. Geçen akşamüzeri yapılanları yerinde görmek için mezkûr alana gittim. Hatta bir miktarda üst kotlarda oturdum ve bir de tarihe kayıt adına, Çeşme’nin muhteşem görüntüsünü küçük bir video haline getirdim, hem Facebook’tan hem de instagram’dan paylaştım. Gelen beğeniler ve yorumlar temelde olumlu görünüyordu. Alandan ayrılırken, Belediye Başkanı Ekrem Oran ile karşılaştık, hal hatır derken, tebrik ettim, ısrarla beğenip beğenmediğimi sorunca, “kesinlikle eski hali ile tartılamayacak kadar güzel lakin gerekli mi idi bilemiyorum” dedim. Ne idi o ucube lunapark, gerçekten bu manada iyi oldu. Diğer taraftan ise buradaki düzenlemenin dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın planlamasına ne kadar sadık kalınarak yapıldığını bilemiyorum. Şimdiki Başkandan anladığım kadarı ile değişiklik sadece 1 adet 24 m2’lik yerine 4 adet 6 şar m2’lik hizmet mekânı değişikliği olduğunu öğrendim. Beyan bu minvalde. Bana kalsa idi, Çeşme Kalesinin mütemmim cüzü babında, Osmanlı Rus Deniz Savaşını da kapsayan bir açıkhava müzesi talebinde bulunurdum, olamıyorsa da yine açıkhava heykel müzesi düşünürdüm. Gerçi sonuçta bunların tamamı birer tercihtir, adı üstünde tercih, ben olsaydım böyle başkası olsaydı böyle misali şimdi karar sahibi de Belediye Başkanı Ekrem Oran bu tercihi yapmış, hayırlısı olsun… Ama tartışmasız eski haline göre bir adım ileride ve daha güzel… Daha güzeli olur mu idi, şüphesiz…

Seyir terasının cüzü ve devamı yüzme terası ise inşa edildiği yer itibari ile Çeşme’nin en güçlü rüzgâr ve dolayısı ile dalgası Batı ve Poyraz rüzgârlarının ardışık toslarına tam cephe dolayısı ile herhangi bir tedbir düşünülüp düşünülmediğini ilerleyen zaman içerisinde göreceğiz. Düşünülmüş ise alkışlayacağız, yok eğer düşünülmeden sadece estetik kaygılarla inşa edilmiş ve her sene yeniden elden geçirilecek ise o zaman da bizim paralar böyle berhava oluyor diyeceğiz, sayım suyum yok… Umalım ki düşünülmüş ve tedbir alınmış olsun… Unutulmasın ki; Çeşme Sahilinde çok önceleri yüksekliği yaklaşık 1 mt. olan ve boydan boya uzanan bir duvar var idi.  Ayrıca Seyir Terasının poyraz yönünde kayaların üstüne gelen yerdeki temel ve mesnetleri ile ilgili görüntüde de olsa bir narinlik hissedilmektedir. Umarım beton bloklara ankrajları isabetli ve doğru hesaplar neticesinde yapılmış olsun aksi takdirde maazallah Canım Yurdumun pratiğinde sık rastlanan ve sorumluların üzüntülerini beyan eder açıklamalar duyarız. Genel düzenleme içinde 4 adet hizmet mekânları daha önce yazdığım üzere benim tercihim olmaz idi. Mutlaka yapılması da elzem ise, mobil uygulamalar ile ya da daha köşeye ahşap lakin daha küçük bir mekân inşa edilebilirdi. Hani diyorlar ya Çeşme Kalesinin siluetini bozuyor buna katılmakla birlikte çok daha önceleri aslında da hiç dokunulmaması gereken 4 binanın büyüklükleri ile kıyaslanınca da fazlaca önem arz etmiyor ve göze batmıyor. Ama dediğim gibi tercih ve yoğurt yeme tarzı… Düzenleme kapsamındaki “yol kaplaması” seçimi, yine bana göre isabetli olmamakla beraber eskisine göre gayet geniş kaldırımlar düzenlenmiş olması hasebiyle yaya ağırlıklı planlanmış olması ve gezi alanı düzenlemesi havası verdiğinden isabetli olmuştur kanaatindeyim. Seslendirilmiyor olsa da, muhtemelen özellikle bu tercih yapılmış gibi, bir tarafı ile daraltılmış yol bir tarafı ile araçların, deyim yerinde ise ciğerlerini yerinden oynatacak yüzey kaplama tercihi ile trafik azalması hedeflenmiş. Bu amaca matuf bir fayda olabilir mi? Göreceğiz lakin olma ihtimali ziyadesiyle yüksek…

“Kent Müzesi” olacağı söylenilen mekân Çeşme’ye değer ve önem katacaktır, şüphesiz. Ancak gerçekleşme olmadan da fazla kelam etmenin manası yok… Çünkü öyle son dakika golleri yenildi ki, Canım Yurdumda erken konuşanların her dediklerini yuttukları da aşikârdır. Mesela; Çeşme’nin karakter binalarından sayılan, Çeşme’nin önemli kent değerlerinden “Buz Fabrikası” satın alınırken dönemin Başkanı Muhittin Dalgıç’ı alkışladık, sonra da bir anda hem de saçma sapan gerekçelerle yıkıldığını görünce eleştirilerimizi yazdık ve yaptık lakin yaşanılan kayıp ile de ziyadesiyle üzüldük. Bekleyelim görelim, Kent Müzesi konusunu, umarım zengin bir aileye ya da bir şirkete isim hakkı üstünden düzenleme hakkı ve yetkisi verilmez.

Genel düzenlemenin bir diğer cüzü, Kervansaray önü düzenlemesi daha iyi olabilir mi idi evet lakin bu haliyle de bana göre gayet iyi, kabul edilebilir düzeyde. Mesela, Çeşme’nin önemli değerlerinden “Güneş saati” ve sonraları işlev devir alan “Meydan Saati” bu düzenlemenin bir yerlerinde olmalı idi, bana göre. Lakin bunlar akla gelmiyor demek ki, ya da çalakalem tasarım ve planlama, bilemiyorum. Şüphesiz bir şeyler unutulabilir, gözden kaçabilir, lakin bu unutmalar ve gözden kaçmalar biz vatandaşların az düşünüp, az insanla düşünüp, az kafa yormasıyla tahakkuk eder şeylerdir. Lakin devlet aklı, düşünme tarzı ve usulü böyle mi olmalı, zinhar…

Genel düzenlemeye ve düzenleme prensiplerine aykırı duran tek yapı “Küçük Camidir”, bana göre… Caminin ilk dönem restorasyonunda cephenin ziyadesiyle eskimiş, dökülmüş sıvası sıyrıldı, muhteşem taş duvarlar açığa çıkarıldı, derzleri yenilendi, bunu gördüğüm zaman ise “bravo, bu teşkilatta da bu iş layığı ile yapılabiliyormuş demek ki” dedim. Keşke demez olaydım, birkaç gün sonra yerleştirilen sıva iskelelerini görünce bravo’yu geriye aldım, gereken kelamı ettim. Şimdi o güzelim taş duvarları öne çıkarılmış Caminin böylesi bir sıvaya mı ihtiyacı vardı da yaptırdınız, tam bir komedi vallahi… Bence karar vericiler behemehâl toplanıp Cami duvarlarını kaplayan o kötü sıvaları söktürüp yeniden taş duvarlı düzenlemeye dönmelidir. Ancak Caminin mezkûr sıva kaplamasına hiç ses çıkarmayan ve susan insanların kocaman bir düzenleme içinde yol kaplaması ile 4 adet 6 şar m2 toplamda da 24 m2’lik yapılara da fazlaca efelenmemesi gerekir, diye düşünmekteyim. Ayrıca Caminin hemen önündeki “Su Çeşmesinin” de ne yapılıp edilip eskisine ya da aslına sadık kalınarak yeniden restore edilmesi kaçınılmazdır.

Şimdi sayılan eksikler için Belediyeden ve Belediye Başkanından çeşitli mazeret beyanları gelebilir, mülkiyet hakkı, alan tahsisi, proje onay yetkisi vs vs gibi lakin bu sonucu değiştirmiyor ve eleştiriden muaf tutmuyor kendilerini, böyle biline… Bu projenin daha önceki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç ve Belediye Meclisi üyelerinin ittifakla tercih ettikleri, en azından büyük ölçüde böyle bilinen bir proje olduğunu göz ardı etmeden o düzenleme ve bu gerçekleştirmeye bu gözle bakılması gerekmektedir. Belediye Başkanı Ekrem Oran’a da, düzenlemelerin toplamı açısından bu gözle bakılmalıdır. Diğer konulardaki eleştiri hakkımı saklı tutuyor ve de yeri gelince de çekinmeden yazacağım. Bu duygu ve düşünceler ile düzenlemenin toplamda kötü sayılmaması gerektiğini düşünüyorum, lakin çok daha iyisinin yapılabileceğini bilerek… Sonuçta Başkan O ve tercihleri O yapıyor, beğendiklerimiz de beğenmediklerimizi de yazdık, yazıyoruz ve yazacağız.

 

Cumartesi, Ekim 01, 2022

SUAT EROL

 Kamil Hocanın mahdumu diye takıldığımız çocukluk arkadaşım, Suat Erol birkaç yıl önce hazin bir şekilde hayata veda etti. Suat bir tarafı ile baba kökeni ile dayım, annem ve teyzemlerin arkadaşı, babamın da direk arkadaşı olarak tanıdığım Öğretmen Kamil Erol’un oğludur. Bugün Çiftlikköy de “Langusta” adlı balık restoranın sahibi Tuğrul Erol ve şimdilerde aramızda olmayan Altınkum’un (Arkadeniz) efsane ismi Turgut Erol’un kuzeni olan Suat son derece mütevazı lakin gayet mutlu bir çocukluk dönemi geçirir.


Öğretmen Kamil Erol’un oğlu olmak benim gördüğüm ve hatırladığım kadarı ile hiç kolay değildir ve olamamıştır da, Kamil Hoca sert mizaçlı biridir hatta çok sert birisidir adeta çelik gibi. Gerçi ben kendisini sadece okuldan yakın tanıyorum, öğrencilerle ve öğretmen arkadaşları ile ilişkilerindeki tavizsiz ve uzlaşmasız tavırlarından… Kamil Hoca’nın şahsıma yönelik bir tek bağırış ve hakaretini ve tokadını dahi hatırlamıyorum lakin diğer sınıf arkadaşlarıma yönelik inanılmaz haşin ve sert olmuştur. Mesela; bir defasında bizim sınıfın ben dâhil yaklaşık tüm erkek öğrencilerini, şimdi aramızda maalesef olmayan Peco Recep, Gazteci Mahmut, Egemen Kadıgan, Komünist Kemal ve halen görüştüğüm Çekirge İbrahim, Mehmet başta olmak üzere hepimizi üst kattaki harita odasında tek sıra halinde topladı, “yer misin, yemez misin” faslından, ben hariç herkesi “eşek sudan gelene kadar” gereken uygulamaya tabi tuttu… Hatta şimdi aramızda olmayan Gazteci Mahmut Karabulut’a hafifçe dokunması ile Mahmut havada kısa bir uçuş ile kenarda duran haritaların üzerine sert bir iniş yapmış idi. Bunları neden yazıyorum, adı geçenlerin affına sığınarak yazıyorum lakin dedim ya böylesi bir öğretmenin çocuğu nasıl olunur ve nasıl bir ortamda hayat yürütülür, ortaya çıksın diye… Ancak Kamil Hoca bununla birlikte emeklilik döneminde de cebinde taşıdığı “kâğıtlı şekerlerden” her tanıdığına dağıtıp belki de bir anlamda geçmiş sertlik dönemini şekerli hale dönüştürmek niyetinde idi bir anlamda… Evet, Çeşme’nin bu anlamdaki önemli değeri öğretmen Kamil Erol’u da bir anlamda hatırlamış ve bir durum tespiti yapmış oluyoruz.

Esasen Suat ile çok ciddi ve kesif bir samimiyet ile yürüttüğümüz ilk gençlik buluşmalarımız olmuştur. Ailemin şu anda Fener Burnu’ndaki plajın tam kenarında, Fener Pansiyonun önündeki, deniz tarafındaki tarlada “bamya” yetiştiriciliği yaptığı dönemde, babası Kamil Hoca’nın amatörce lakin son derece iddia ile yaptığı olta ve paragat balıkçılığının en önemli girdisi olan yem ana kaynağı “Deniz Patlıcanı” avcılığı için her gün ve aksamasız, paleti, şnorkeli ve elinde patlıcan koymak için çuvalı ve ayağında mayosu ile uzun saatlerini, dalıp çıkıp patlıcan toplamak ile geçirdi. Öğlene doğru girdiği denizden akşamüzerine doğru çıkar, gerçi ara sıra mola ya da kaytarma babından kenara gelip muhabbet ettiğimiz zamanlar hiç de az sayılmazdı. Suat’ın bu zevkli ıstırabı yem çıkarmak ve hazırlamak ile biter mi idi, nerde. Sabah erken saatlerde Kamil Hoca’nın en büyük hobilerinden olan paragat balıkçılığının küçük teknelerinde kürek çekicisi olarak da Suat görev üstlenirdi. Rüzgâr var, dalga var hiç dert değil dört çeker Suat var. Suat bu zoraki ve ciddi ağır sabah sporları neticesinde son derece sportif ve güçlü görünüme sahip bir durumda görünürdü, o kadar ki, satın aldığı gömlekler vücuda tam oturmasına rağmen omuz ve pazu tarafları sürekli gömlek dikişlerinin patlamasına yol açacak kadar fazla gelişmiş idi.  

Suat bir dönem Çeşme’nin ilk tatil sitelerinden biri olan “Atilla Polat”ta çalışmış, o dönem neredeyse her gün görüşmemize karşın şu an oradaki görevi ne idi hatırlayamıyorum, sanki puantör gibi bir görev olmalı. Bu görevi nedeni ile zaman zaman kâh muhabbet kâh denize girmek amacı ile yanına giderdim. Hatta oradaki ahşap iskele üstünde şimdi bulamadığım ama mutlaka bir yerlere sakladığım bir fotoğraflar sinsilemiz olduğunu hatırlıyorum. Şimdilerde bir garip yapı gibi görünmek ve değerlendirilmekle birlikte dönem itibari ile Çeşme’ye turizmde de yol açmak babında değer katmış bir site olarak tarihteki yerini alacaktır. Mezkûr sitenin izin vericileri,  kat sayısı, şekli ve yoğunluğu açısından bugünden bakınca söylenecek çok fazla şey olmakla birlikte neredeyse ilk olması ve bir yerden bir şekliyle başlaması gereğine inananlar tarafından verilmesi fazlaca günah yüklememizi engellemektedir. 

Kamil Hoca da Çeşme’nin ilk otomobil sahiplerinden biridir ve dönem itibari ile bir hayli prestijli Murat 124 marka beyaz bir otomobili var idi. Kamil Hoca yaşlılığında uzun yürüyüşler yapıyor olmasına rağmen gençliğinde şimdi Ulusoy İskelesinin hemen karşısındaki evinden bugün artık maalesef yıkılmış bulunan 16 Eylül İlkokuluna mezkûr aracı ile gelirdi. Bizler, dışarıdan Kamil Hoca ve mahdumu Suat arasında özellikle balık avcılığı nedeni ile görüntüde çok sıkı bir baba oğul ilişkisi varlığına kanaat getirmekte iken otomobilin kullanılmasına gelince böyle olmadığını itiraf etmiş ve kendisinin adeta şaka bir yana kürek mahkûmu olduğunu anlatmaktaydı. Örneğin ben Kamil Hocanın oğluna bu otomobili bir kez bile kullanmak için verdiğini hatırlamıyorum varsa da ben görmedim. Ya otomobil çok değerli, ya oğluna şoförlük konusunda güvenemiyordu, artık neyse… 

Suat, askerliğini İskenderun’da yaparken, yanılmıyorsam 1978 yılı sonbaharında öğrenciliğim nedeni ile bulunduğum Adana’dan kendisini ve birlikte bulunan yine çocukluk arkadaşlarım iki diğer muhteremi ziyarete gittim. Bilemediğim için ziyaret yerinde birinin adını yazdırdım, birinin adı anons edilince diğerleri de orada iseler mutlaka duyar ve merak ederek gelirler düşüncesi ile olsa gerek… Aynen de öyle olmuştu. Bu ziyarette Suat’ın güneş altında ve İskenderun sıcağında bir talim anında yere düşüşünün taklidi ile geçen bir görüşme oldu dersem de abartma olmaz, ne gülmüş idik…

Benim Üniversite nedeni ile Adana’ya gitmem neticesinde arkadaşlığımız görüşmelerden mektuplaşmalara evrildi bir dönem. Mezkûr dönem içinde akrabam da olan lakin siyaseten ta başından beri hiç aynı düşünmediğimiz bir abi ile sıkı ilişkileri neticesinde siyaseten de ayrı düştük. Sanırım bu sıkı muhabbetleri siyasi ve memuriyet hayatını ziyadesiyle etkilemiş durumda idi ki, Suat artık devlet memuruydu. Artık benim tatil için Çeşme’ye geldiğim dönemlerde rutin 2 çocukluk arkadaşı olmanın ötesine geçemedi muhabbetlerimiz ne yazık ki. Bundan sonraki hayatı ve ilişkilerimizi yazmıyorum çünkü karşılaştığımızda hal hatır sormanın ötesine geçemiyorduk, anlıyordum ki artık Suat daha önceki bir görüşmemizde “içinde hissettiği boşluğu” doldurmak ile meşgul idi. Evet bir gün “içimde birden bir boşluk hissettim” diyerek 5 vakit namaz kılmaya başladığını beyan etmiş idi. Ama anlaşılan o ki, içindeki boşluğu da ne yazık ki pek dolduramamış ya da boşluk doldurma için tercih ettiği yöntemin yeterli olmadığını hayatının sona erişi sırasında tercih ettiği biçim ve ettiği kelam açısından anlaşılmıştır. Bu vesile ile bu vefakâr ve cefakâr çocukluk arkadaşımı saygı ve sevgi ile anıyorum, nurlar içinde olsun diyorum. 

Cumartesi, Eylül 24, 2022

ÇEŞME ÜRETİCİ HALİ

Benim hatırladığım kadarı ile Çeşme’nin ilk müstahsil (üretici) Hali şimdiki Aya Haralambos Kilisesinin, şimdilerde yerinde yeller esen çan kulesi tarafındaki bir kapıdan girilince kurulur idi. Yine hatırladığım kadarı ile oranın yetkili işleticileri de, şimdi artık ne yazık ki aramızda olmayan Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz büyüklerimiz idiler. Bu vesile ile, özellikle o küçücük sahil kasabasının o şartlarında büyük bir başarı göstererek üretilen tüm ürünlerin, günlük olarak tüketiciye ulaşmasını sağladıkları ve bizlere onları saygı ile anacak kadar unutulmayacak hatıralar bıraktıkları için saygı ve minnet ile anıyorum. Orası bir kilise idi lakin bilindiği üzere “kefere mirası” olması hasebiyle, otoritelerce yıkım kararı alınsa bile çıkan molozun ve malzemenin o günkü şartlarda daha “Çan Kulesinin” yıkılması neticesinde def edilmesinin başarılamayacağı anlaşılınca behemehâl vaz geçiliyor. İyi ki de moloz ve çıkacak malzeme nakli konusunda müşkülata düşülüyor da mezkûr kilise ikinci kez yıkılmaktan kurtuluyor. Bilindiği üzere, Yunanistan’ın temellerinin atılması gibi sonuçlar doğuran, “Mora İsyanına” mukabil yıkılmıştır. Neyse biz konumuza dönelim, tekrar. 


Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz
büyüklerimiz arasında nasıl bir ortaklık ya da ast-üst ilişkisi vardı hatırlamıyorum lakin her birisi ile ayrı ayrı bu dünyadan göçmelerine kadar muhabbetimiz oldu. Sonraları Ahmet Sinan büyüğümüz Balık satıcılığına geçer lakin İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz, bilahare bu hizmete matuf inşa edilen ve Kervansaray’ın karşısında bulunan yeni yerine taşınırlar ve uzun yıllar üreticiye hizmete devam ederler. Yeni hal binası şimdilerde üzerine bir kat ilavesi ile birlikte “Zabıta Müdürlüğü” ve Belediye ek hizmet binası olarak hizmet vermektedir. Lakabı “Manav İbrahim” olan İbrahim Gören ürünlere talip olanlara açık arttırma (mezat) usulü ile satışı yönetir, bir kâtip ise bunları kayıt altına alır idi. Kâtiplik görevini, şimdi adını anmak istemediğim bir tanıdığım başta olmak üzere Sadık Gören (İbrahim Gören’in oğlu) ve halen bu işi yapmakta olan Mustafa Ertemiz uzun yıllar büyük bir titizlik ile yürütmüşler idi. Üreticilerden gelen ürünler mezat öncesi Hale geliş sırasına göre ayrı ayrı tartılır ve yine ayrı biçimde yerleştirilir, tartılar ve miktarlar üretici bazında kayıt edilir idi. Mezatın başladığı saatte, kayıt sırasına göre üreticilerin ürünleri tek tek Manav İbrahim büyüğümüzce miktar ve başlangıç fiyatı bazında tanıtılır ve “var mı isteyen, var mı arttıran” anonsu ile de talipliler arasında arttırma yarışı başlar idi. Mevsimine göre her türlü sebze ve meyve, hem de Çeşme’nin moda deyim ile kendi kendisine yetecek, asla dışarıdan getirilmesine gerek olmayacak kadar çeşit ve miktarda olmak kaydı ile direk tüketiciye ya da aracı manava satılmaya amade idi. Hele yaz aylarında okulların kapanması ile şimdiki kadar olmasa da yazlıkçıların geldiği döneme denk gelen ürün çeşit ve fazlalığı nedeni ile şimdiki Kervansarayın önündeki meydan taze fasulyeden, yazlık ve kışlık kavuna ve karpuza kadar dolar taşardı. Hatırladığım kadarı ile bu dönemde başta Ovacık Köyünden olmak üzere tüm üreticiler geceden ürünlerini taşırlar, teslim ederler ve yerleştirirler idi. Gece teslim tesellüm işlerinin başında Sadullah Kanyılmaz büyüğümüzün olduğunu hatırlıyorum.

Yeni Hal Binasının hemen arkası yani deniz tarafı yavaş yavaş “moloz atık bölgesi” tayini ile de doldurulmaya başlar adeta bugün ortaya çıkan ve Çeşme limanının bana göre katlinin fermanı sayılan “Marina” hayali kurulmaya başlamıştır. Dolgu alanı, önceleri Hale ürün getiren üreticilerin hayvanlarını bağladıkları bir alan olarak hizmet verir iken bilahare de Belediye araçları için park yeri, bir arada derme çatma oto tamir atölyeleri olarak hizmet verdikten sonra özellikle de meşhur “Sürücü Evinin” yıkılmasını müteakip adeta evlilik hazırlığı yapan gelin edası ile bugünkü halini alacak süslenme süreci hızlanmıştır.  Mezkûr evin yıkımı sadece bir yıkım olarak kalmadı, oradaki bir daha asla ve kat’a eski haline kavuşamayacak evin bahçe duvarındaki “Tarihi Su Çeşmesinin” de katline ferman olmuştur. Taşındı filan lakin ne taşıma, ne de restorasyon kurallarına uyulmadan yapılan diğer her iş gibi bu da şimdi “Küçük Caminin” çarşı tarafında defi bela kabilinden yeniden inşa edilmiş gibi sırıtmaktadır, bana göre… Neyse “üretici Halini” anlatmaya devam…

Hal’e getirilen ürünler için babam aşırı yaz sıcaklarından ya da aşırı rüzgârdan korumak amacı ile olsa gerek kenevir çuvallar ile tamamını örterek koruma sağlardı. Önceleri sahip olduğumuz eşek ile taşıma yapılır iken bilahare edinilen traktör ile taşır hale geçip görece konfora erişmiş idik. Eşek ile taşıma yaptığımız günlerde indirme işlerinde genellikle denk geldiğim ve babamın akranı olmasına rağmen her daim bana “hemşehrim” diye seslenen İbrahim Tütüncüoğlu yardım ederdi. Yeri gelmiş iken İbrahim Abimizi saygı ve minnetle anıyorum. Şimdilerde bile hala düşünürüm hemen hemen herkes bir anlamda her şeyi üretir iken bu kadar ürün nasıl satılır idi, hayrete şayan idi doğrusu. Yaklaşık 3.000 nüfuslu bir kasaba için dışarıdan kamu hizmetlerini görmek için kaç kişi gelir idi, yazlıkçıların da Ilıca Şantiye (Plaj evleri), Atilla Polat sitesi dışında ve Ilıca içindeki yazlıkçılar olarak kaç kişi olduğunu tahmin etmek fazlaca zor olmasa gerek… Turban Otel, Motes, Turtes, Balin, Vkamp, gibi birkaç tane de otel sayılabilir idi… Gerçi tüm bu oteller meyve ve sebze ihtiyacını yerelden temin ederler idi, şimdiki gibi neredeyse tamamı dışarıdan gelmez idi, aaa bunun gerekçesi nakliye zorlukları mı idi, fiyat politikası mı idi bilemiyorum ama aynısıyla böyle vaki idi. Mezkûr dönemin belki de en önemli umdesi “yerli malı, yurdun malı” olunca demek ki böyle oluyormuş. Okullarımızda “tarım dersi” bile vardı ve “laf ola beri gele kabilinden” hiç değil idi… Tarım ve dolayısı ile gıda üretimi önemli bir şey idi, öyle politika yapma adına yalandan nakli kelam terennümü değil kalpten inanılarak ve de hatta meşhur Amerikalı Kızılderili Reisi Seattle kelamı babından “paranın yenilemeyecek bir şey olmadığının” kanaati mucibince hem de… İnsana ne lazım ise üretilir idi Çeşme’mizde… Efendim “çikita muzumuz” yoktu lakin eksikliği de hissedilmez idi, en azından biz fakirler açısından…

Çok enteresan bir anımız var, yazlık sinemadan çıkmış 3 arkadaş eve gidiyoruz, Kervansaray’ın önüne kadar kavun köfünleri sıralanmış, gecenin o saatine denk gelen çiğ düşmesi ve hafif rüzgârla birlikte o güzelim Çeşme Kavunu kokusu sarmış her tarafı, çocukların canı çekmiş birden kavunlardan bir tanesini ne yapıp edip aşırtacaklar lakin etraf hareketli derken aniden biri köfünün üstünden bir kavunu kapıp hızlı kaçıyor ama onu gören Sadullah Kanyılmaz büyüğümüz hemen arkamızdan kovalamaya başlıyor. Kavunu aşırtanın ismi şaşırarak “kaçın Musalla geliyor” haykırışlarını hem o gün hem de bugün bile gülerek hatırlıyorum.

İnanılmaz bir misyon yürütmekte olan bu küçük “Üreteci Hali” maalesef şimdilerde ayakta zor duruyor. Bir tarafı ile tarımın önem yitirmesi, tarımın insanımıza yeterince kazançlı gelmemesi, diğer tarafı ile tarım arazilerinin yazlık yapımına kurban edilmesi ve dolayısı ile tarım yapacak insan kalmaması gibi nedenlerle artık önemini de bağlı olarak yitirmekte olan Hal, bir vadedir Hal’in her şeyi olan Mustafa Ertemiz tarafından adeta yaşatılmaktadır ve korkarım ki Mustafa’nın da bu işi bıraktığı gün Çeşme Üretici Hali tarihteki yerini alıp sadece hatıra olarak kalacaktır.

Şimdilerde az lakin kaliteli ve yüzde yüz yerli ürünlere, hem de soğan tohumundan, hurma zeytine kadar, ulaşmak istiyorsa insanlar hale gidecekler en azından sosyal medyadan Mustafa Ertemiz’i takip ederek günlük ürün çeşitliliğine hâkim olabilirler, duyuruları izlemek isteyenlere duyurulur. Şimdi Hal’e gidilir ise duvarları süsleyen adeta Çeşme’nin kısa tarihini tespit eden fotoğraflar ile bile ciddi bir vakit geçirilebilir.