Pazartesi, Mart 30, 2015

KAÇMAK


“Niye kaçıyorsunuz? Durun burada, niye gidiyorsunuz? Peki niye kaçıp gidiyorsun o zaman? Nereye kaçarsanız kaçınız, sizi bulacağız. Madem dürüstsünüz neden kaçıyorsunuz” şeklinde efelenip, sahip olduğı gücün kendisini sarhoş, gözlerini kör etmiş olması haliyle meydan okuyor muhterem... Tam bir somun pehlivanı edası...

Peki; kaçmak sadece dürüst olmama durumu ile izah edilebilir birşey mi acaba? Sadece dürüst olmayanlar mı kaçar? Dürüst olanlar kaçmaz mı yani? Sadece sahtekarlar mı kaçar? Korkarak kaçanlar, başına muktedirlerin ne çorap öreceğini görerek kaçamazlar mı? Kaçmanın bir çaresizlik olma ihtimali nedir? Bir ülkeden kaçışlar ne zaman başlar, ne zaman artar, insanlar neden kaçarlar? Kaçışın hukuki ve sosyolojisi nedir?

Memleket yönetiminin son dönemine damga vurmuş olanlar, şu parti, bu parti ayrımı yapmaksızın söylüyorum, bilmiyorlar mı ki, gerçekte asıl kaçanlar bizzat kendileridirler... O kadar ki, kendi koydukları yasadan bile kaçıyorlar, kendi atadıkları polislerden bile kaçıyorlar, kendi tayin ettikleri mahkemelerden bile kaçıyorlar, gazetecilerin sorularından kaçıyorlar, halkın tepkisinden kaçıyorlar, vs. vs... Bu kadar kaçak güreşirlerken, başkalarını kaçak olmakla suçluyorlar, tam da keçinin, koyunun telden atlarken kuyruğunun kalkıp, malum yerinin görülmesinin arkasından takındığı tavra benziyor, takındıkları tutum.

Yazar Cemalettin Canlı; “O Çocuklar O Yapraklar” adıyla yayınladığı ve Zakir Koçak’ın, bazı hayatlar herkesin hikayesi görüsüyle, Tren istasyonlarında, 6-7 Eylül’ün Beyoğlu’sunda, Ankara gecekondularında, TİP’te, DEV-GENÇ’te, Kızıldere’de yaşananlarla, Ulucanlarda, Mamak’ta işkencelerin ve hücrelerin, Türkiye devrimci yolunun hikayesinin arka plan oluşturduğu ortamı yazdığı kitabın bir bölümünde, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinin muktediri Adnan Menderes ve ekibinin kaçış hikayesini anlattığı bölümde şöyle yazmaktadır.

“Darbe haberini Eskişehir’deyken alan Menderes, Kütahya’ya doğru kaçıyor. Malum, Menderes bir ara Kütahya milletvekilliği yapmış, bazı yatırımları da var. Dolayısıyla Kütahya’da saklanabileceğini düşünüyor. Bundan dolayıdır ki Kütahya’da olağanüstü önlemler alınıyor.

Ben daireden çıktım, vilayet’in önünde silahlı olarak üç havacı binbaşı ve bir de inzibat yüzbaşı konuşuyorlardı. Konuştuklarından Menderes ve yanındakileri Kütahya’ya girmeden enterne etmeyi düşündükleri anlaşılıyordu. Kente girdiklerinde halkın sahip çıkmasından korkuyorlardı. Araçlarına binerek Eskişehir yönüne hareket ettiler. Ben de arkalarından gittim.

Kütahya çıkışında, Azot sanayine yakın bir noktada haki renkli steyşın bir arabanın yaklaştığı görüldü. Ben yavaşladım. Haki steyşın durdu, ama onları karşılamaya giden asker dolu araç son sürat haki steyşının üstüne gitti. Gelen haki steyşından inen üç kişi araziye doğru kaçmaya başladı. Ben sağa çekip dururken binbaşıların kaçanların peşinden “dur” diye bağırdıklarını duydum. Kaçaklar durdu, ellerini başlarının üstüne koyup yaklaşmaya başladılar. Önde Menderes, arkada Hasan Polatkan ve geride Tahsin Yazıcı vardı. Alıp arabalarla şehre getirildiler, ben de daireye geri dönüp olanı biteni anlattım. Sonrası malum.”

Muktedirlerin gazabından, hiddetinden ve şiddetinden kaçan garibanların durumunu, hadi güzel güzel kulplar bularak, açıklıyorsunuz, mezkur kaçışları suçluluğa bağlıyorsunuz, velev ki doğru, yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, dönemin muktedirinin bu kaçışını ve korkusunu neye bağlayacaksınız...

Son söz; Dünya şairi, büyük usta Nazım Hikmet’ten, korkuyu iyi tanımlayan bir şiir olsun...

TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP

Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

Cuma, Mart 20, 2015

DENGELER


Sermaye sahiplerinin asla doyurulamadığı bir sistem olan kapitalizmi, özgürlüklerin rejimi zanneden zavallıların, Canım Yurdumun siyasi ve ideolojik olarak aslına tamamen yabancılaştırılarak, 1940 lardan sonra da müstevlilerinin kendi amaçlarına uygun, bilinen jargon “soğuk savaş” kapsamında yaratılan “anti-komünist” yapılanma öncülüğünde, askeri yüksek teknolojinin siyasi temsilcisi konumundaki Emperyalist ABD’nin estirdiği rüzgarın sarhoşluğunda, bir hayli de militanca atılan bir slogan vardı, “kahrolsun komünizm”... İşbirlikçi ve sağcı ideolojinin, malum propaganda etkisi altında ve asla herhangi bir ilave çaba göstermeksizin pasif öğrenicilik kolaycılığı ile bu kabil yaklaşımları göstermiş olmasını ne yazık ki yıllarca, tüm karşı çıkışlarımıza ve koyduğumuz çekincelere rağmen dinledik... Diğer taraftan, sol cenahta da, Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Komünist Partisi’nin yoğun etkisi altında kalan, tamamen onların gözü ile gören, onların aklı ile analiz yapan, gerek canım yurdum ve gerekse de enternasyonal düzeyde başka gruplar vardı ve “kahrolsun Sosyal Emperyalizm” ve “Kahrolsun Sovyetler Birliği” diye diye bir yol tutup, tüm eleştirilere kulak tıkayarak, varsa yoksa, Sovyetler Birliği’nin yıkılması rüyasıyla yatıp kalkarlardı... Hele ki Canım Yurdum, kurtuluş yıllarındaki “emperyalist blok” karşısında varolma savaşı verirken, büyük bir akıl tutulması ile olsa gerek, Sovyetler Birliği’nin yaptığı destek ve yardımları unutarak, beğenilmese de Cumhuriyetin ilk yıllarında enternasyonal düzeyde tutturduğu “denge politikasını” hiç düşünmeksizin terk ederek, II. Paylaşım savaşının muzaffer ve mağrur gücü ABD Emperyalizmi yanında saf tutarak, anti-komünist ve anti-sovyet tutumunun “koçbaşı” olmayı tereddütsüz kabullenmiştir, ölsem de gam yemem gayri. Son tahlilde ve zımnen, gerek sağ blokta ve de gerekse de sol blokta, çok farklı gerekçelerle ve farklı ideolojik tanımlamalarla da olsa, konu ve hedef “Sovyetler Birliği” olunca, aklı baliğ ve devrimci tutumu içselleştirmiş bloktan da, Sovyetler Birliği üstüne gerçekçi olmayan bu analiz ve tespitlere, kendilerinince de olan analiz ve tespitleri ortaya koyarak karşı çıkışlar olmakta idi, şüphesiz... Yaşanan acı deneyimler ve sancılı dönüşüm ve sıçramanın, sonradan aklı baliğ Devrimcileri haklı çıkarması bir kenara, kaldı ki artık bunun en azından Sovyetler Birliği yıkılması ve Dünyanın tek başına bir zulüm imparatorluğuna terk edilmişliği dışında bir önemi de yoktur... Artık Dünya tek kutuplu hale geldi, astığı astık, kestiği kestik, çaldığı düdük, zulüm imparatorluğu başta kendi ve yakın müttefikleri olmak üzere lehte ne varsa o yönde karar alıp uygular hale geldi, adeta kendi çalıyor kendi oynuyor... Evet bu konuda emeği geçenlere ABD Emperyalizmi, müteşekkirdir herhalde...

Gerek yerel ve gerekse de enternasyonal düzeyde, savunulan ve mezkur savunuya dayalı hamlelerin, son tahlilde kimlerin işine nasıl uygun ortamlar hazırladığı, ne yazık ki bugün de anlaşılamamaktadır... Dün zımnen yaşananların bugün aleni hale gelmesi bile, sınıflar açısından olmasa bile geniş halk kitleleri açısından ne tür tuzaklar doğurduğu ve yarattığı, övendire görevi yapamıyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Dün karşı çıkılanların, bugün içimizi kanatıyor olması bile, bir halta yaramamışsa, o günkü zımnen kurulan ittifakların, kimlerin değirmenine su taşıdığı hala görülemiyorsa, daha ne söylenebilir ki, ilaveten... Despotlara karşı çıkılıyormuşcasına yaratılan janjanlı ideolojik ortamda, “yetmez ama evet” tarzı ittifaklar oluşurken, akla davet edenleri, dudak bükerek, küçümseyerek ya da en hafifinden gülümseyerek karşılayanların, bugün gelinen noktadan rahatsız olmamaları, akli körlüğe mi yoksa akli kötülüğe mi yorulacak varın siz düşünüm gayri... Bir taraftan “Türbanın insanı özgürleştireceği” savlanarak sosyalistlik taslanması, diğer taraftan zulmün ve despotizmin ideolojosi karşısında “işbirliğine hazırız” hafifmeşrepliği takınılması karşısında sessiz kalınması, tarafsız olunması iddiası bile, bir taraflılık tercihidir. Bu konuda kimse gak guk ederek, uzun uzun analizler yapmasın, konu yeterince açık ve seçiktir. Sonradan dökülecek timsah gözyaşlarının, dün güzel güzel yenilen hurmaların, çıkarırken tırmalamalarına perdeleme yapacağını yiyeceğimizi asla ve kata zannetmesin... Sizlerin sorunlarınızı çözenlerin bizlere itelediği faturalar, yeterince kabarık oldu, sizlerin sulh ve salahınız adına, bazı münkir, münafık ve zındıklara ait olması gereken sloganlar, yenilir yutulur cinsten değil, hatta hayatımızın ayrılmaz parçası oldular, diye itiraz eden insanlara kulak verin, anlamaya çalışın, empati kurun ve bu daveti yapanları da hoş görün, derlerse de fazla itiraz etmeyin...

Sovyetler Birliği yıkılsın, yok olsun diyenlere dediklerimizi, şimdi de CHP yıkılsın, yok olsun diyenlere, söylemek istiyoruz... CHP içindeki Gerici, Faşist ve Yobazları hedef göstererek kendilerine hoşgörülü bakılması talebi ile davet yapanlara, hatırlatılması gereken yegane şey, içlerindeki, Yobaz, Faşist ve Gericilere bakmaları gereğidir. Dün CHP lilere; “Yahu Ekmeleddin İhsanoğlu’nu nasıl içselleştirdiniz”, “İçinizdeki Faşistlere nasıl katlanıyorsunuz” şeklinde sorularımızı, bugün, bu iddia sahiplerine tevdi ediyoruz, yoksa “biz sosyalistiz” kolaycılığı içinde bunlar kapatılamıyor... Ayrıca ve ilaveten “sosyalizm” öyle sizin bildiğiniz kadar sığ ve basit değildir, diyelim ve şimdilik bunlarla iktifa edelim... Sosyalizm, ne zamandan beri “Saidi Nursi” anma toplantıları yapmaya cevaz veriyor diye sorarlar adama, mazallah... Artık yapılanlar sıradan örnekler olmanın ötesine taşındı ve sabırları zorluyorlar, biline... Çıta “sosyalizm” olarak konulunca gözler kamaşıyor herhalde ve görülmesi gerekenler de görülmüyor gayri ve galiba...