“Niye kaçıyorsunuz? Durun
burada, niye gidiyorsunuz? Peki niye kaçıp gidiyorsun o zaman? Nereye
kaçarsanız kaçınız, sizi bulacağız. Madem dürüstsünüz neden kaçıyorsunuz”
şeklinde efelenip, sahip olduğı gücün kendisini sarhoş, gözlerini kör etmiş
olması haliyle meydan okuyor muhterem... Tam bir somun pehlivanı edası...
Peki; kaçmak sadece dürüst
olmama durumu ile izah edilebilir birşey mi acaba? Sadece dürüst olmayanlar mı
kaçar? Dürüst olanlar kaçmaz mı yani? Sadece sahtekarlar mı kaçar? Korkarak
kaçanlar, başına muktedirlerin ne çorap öreceğini görerek kaçamazlar mı?
Kaçmanın bir çaresizlik olma ihtimali nedir? Bir ülkeden kaçışlar ne zaman başlar,
ne zaman artar, insanlar neden kaçarlar? Kaçışın hukuki ve sosyolojisi nedir?
Memleket yönetiminin son
dönemine damga vurmuş olanlar, şu parti, bu parti ayrımı yapmaksızın
söylüyorum, bilmiyorlar mı ki, gerçekte asıl kaçanlar bizzat kendileridirler...
O kadar ki, kendi koydukları yasadan bile kaçıyorlar, kendi atadıkları
polislerden bile kaçıyorlar, kendi tayin ettikleri mahkemelerden bile
kaçıyorlar, gazetecilerin sorularından kaçıyorlar, halkın tepkisinden
kaçıyorlar, vs. vs... Bu kadar kaçak güreşirlerken, başkalarını kaçak olmakla
suçluyorlar, tam da keçinin, koyunun telden atlarken kuyruğunun kalkıp, malum
yerinin görülmesinin arkasından takındığı tavra benziyor, takındıkları tutum.
Yazar Cemalettin Canlı; “O Çocuklar O Yapraklar” adıyla
yayınladığı ve Zakir Koçak’ın, bazı
hayatlar herkesin hikayesi görüsüyle, Tren istasyonlarında, 6-7 Eylül’ün
Beyoğlu’sunda, Ankara gecekondularında, TİP’te, DEV-GENÇ’te, Kızıldere’de
yaşananlarla, Ulucanlarda, Mamak’ta işkencelerin ve hücrelerin, Türkiye
devrimci yolunun hikayesinin arka plan oluşturduğu ortamı yazdığı kitabın bir
bölümünde, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinin muktediri Adnan Menderes ve ekibinin
kaçış hikayesini anlattığı bölümde şöyle yazmaktadır.
“Darbe haberini
Eskişehir’deyken alan Menderes, Kütahya’ya doğru kaçıyor. Malum, Menderes bir
ara Kütahya milletvekilliği yapmış, bazı yatırımları da var. Dolayısıyla
Kütahya’da saklanabileceğini düşünüyor. Bundan dolayıdır ki Kütahya’da
olağanüstü önlemler alınıyor.
Ben daireden çıktım,
vilayet’in önünde silahlı olarak üç havacı binbaşı ve bir de inzibat yüzbaşı
konuşuyorlardı. Konuştuklarından Menderes ve yanındakileri Kütahya’ya girmeden
enterne etmeyi düşündükleri anlaşılıyordu. Kente girdiklerinde halkın sahip
çıkmasından korkuyorlardı. Araçlarına binerek Eskişehir yönüne hareket ettiler.
Ben de arkalarından gittim.
Kütahya çıkışında, Azot
sanayine yakın bir noktada haki renkli steyşın bir arabanın yaklaştığı görüldü.
Ben yavaşladım. Haki steyşın durdu, ama onları karşılamaya giden asker dolu
araç son sürat haki steyşının üstüne gitti. Gelen haki steyşından inen üç kişi
araziye doğru kaçmaya başladı. Ben sağa çekip dururken binbaşıların kaçanların
peşinden “dur” diye bağırdıklarını duydum. Kaçaklar durdu, ellerini başlarının
üstüne koyup yaklaşmaya başladılar. Önde Menderes, arkada Hasan Polatkan ve geride
Tahsin Yazıcı vardı. Alıp arabalarla şehre getirildiler, ben de daireye geri
dönüp olanı biteni anlattım. Sonrası malum.”
Muktedirlerin gazabından,
hiddetinden ve şiddetinden kaçan garibanların durumunu, hadi güzel güzel
kulplar bularak, açıklıyorsunuz, mezkur kaçışları suçluluğa bağlıyorsunuz,
velev ki doğru, yukarıda kısaca anlatıldığı üzere, dönemin muktedirinin bu
kaçışını ve korkusunu neye bağlayacaksınız...
Son söz; Dünya şairi, büyük
usta Nazım Hikmet’ten, korkuyu iyi tanımlayan bir şiir olsun...
TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP
Mussolini çok
konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder