Cumartesi, Ağustos 26, 2017

TENFİZ-İ PİŞDAR


Dünyanın Jandarmalık görevini yürüten ABD’nin, hile ve hurda iddiası ayyuka çıkmış bir seçim neticesinde büyük sermayenin desteği ile devlet başkanı seçilmiş Donald Trump, aklı selameti ve kesafeti ile mütenasip skandal açıklamalarına devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde İspanya Barselona kentinde yaşanan alçak saldırı üstüne, seçim çalışmaları sırasında da kullandığı abuk subuk fikirlerini, topluma bulunduğu makamın da gücü ve desteği ile zerk etme çalışmalarına devam ediyor.

Ne anlatıyor diye baktığınızda tamamen yalan, dolan ama gönlünden geçen uygulamayı parlatmaya çalışıyor. Gerçi ABD’nin işgal ettiği ülkelerde bu kabil işleri bir plan doğrultusunda yaptığı sır değildir. Vietnam başta olmak üzere, birçok Asya ve Güney Amerika ülkesi ile son dönemde Libya, Irak ve Suriye’de gerek direk, gerekse de besleme orduları vasıtası ile katliamlara devam etmektedir. Peki; tüm bu katliamlar ayan beyan ortada iken, 1 numaranın sarf ettiği bu sözlerin anlamı nedir diye baktığımızda, benim açımdan katliamların meşru ve mazur gösterilmesi çabası öne çıkmaktadır. Yani ve mealen şöyle diyebiliriz, biz devlet başkanları istediğimizi yapalım gerekirse muhalifimiz grupları topyekûn imha edelim, ama kimse ses çıkarmasın, hatta desteklesin, aha da beklenti bu… Ben ne dersen o kültürü, ben ne diyorsam o yasadır kültürü…

Peki; Başkan Trump’ın anlattığı hikâye nedir; ABD'li General Pershing'in Birinci Dünya Savaşı’nda ABD tarafından ülkeleri Filipinler işgal edilince, kendilerine direnen Müslüman direnişçileri tutsak edince yaşanır. Ne diyor açıklamasında muhterem; “General Pershing 50 mermi aldı ve onları domuz kanına batırdı. Adamlarına tüfeklerini doldurttu ve 50 teröristi duvarın karşısına sıraladı. 49'unu vurdular ve 50’inci kişiye dedi ki “insanlarına git ve olanları anlat” ve 25 yıl boyunca hiçbir sorun yaşanmadı.”

Görüyorum ki tarihçiler ittifak halinde bunun bir “şehir efsanesi” olduğuna dair açıklamalar yapıyorlar… Deyin ki bu şehir efsanesi, peki insanlık tarihi, Irak’ta yaşanan ve yaklaşık 1,5 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan işgal de mi şehir efsanesi, Libya’da, Suriye’de yaşananlar da mı şehir efsanesi… Evet bay tarihçiler, yaşanan bu katliamlar başta olmak üzere, Filipinler’deki de, emperyalizmin ruhuna çok uygun düşer, onlar direnmeyi hatta muhalefet edilmeyi asla affetmezler… Onların ruhlarının formasyonu sömürü düzeninin katmerleşmesi ve devamıdır ve bu uğurda, 50’ler, 100’ler nedir ki, onlar milyonlarca insanın kanına dolar banmış düzenin muazzam mümessilleridirler… Bu böyledir, böyle biline… Bu minvalde tüm arayış, yapılan tüm bu ahlaksızlıkların, tüm bu insanlık dışılıkların, örfi hukuk gibi kabul edilmesi, olmazsa da yaratılan korku ve tenkil neticesinde yaşananlar karşısında sessiz kalınmasının teminidir. Muktedirler açısından, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış kimsenin umurunda değildir…

Bugün, ağzından def-i hacet eden bu muhterem ve benzerlerini lanetleyenlerin, dün canım yurdumda yaşananlara alkış çalanlar olması, hatta yaşanılan hile hurda düzeninden nemalananlarla akraba ve fikirdaş olmaları şayan-ı dikkattir. Hatırlanacağı üzere, canım yurdumun, uluslararası güçlerin kumpasları mucibince yerli hemhalleri ve onların çocukları vasıtasıyla dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonu çerçevesinde teslim alınması sürecinde benzer şeyler yaşanmıştır. Artık, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış çabaları ve çalışmaları geride kalmış, hatta bu uğurda 2 kelam edenin bile gözünün üstünde kaş var gerekçeleri ile hayatları söndürülmüştür. Onbinlerce insan ülkesinin sınırları dışına kaçmak zorunda kalmış, yüzbinlercesi canlı canlı mezarlık sayılacak cezaevlerine doldurulmuş, onlarcası idam edilmiş, toplumsal dengeleri eksik gedik de olsa olan sistem ters yüz edilmiş, uluslararası güçlerin at oynattığı çiftlik haline getirilmiştir. Bu şartlar muvacehesinde hayat yürür iken, bellerinin hemen altındaki deliklerin yusuf Yusuf etmesi neticesinde, 5 li çetenin reisi vasıtasıyla; “eğer 5’imizden birine bir suikast girişimi yapılır ise, şüpheli teşkilatın cezaevlerindeki üyelerini kurşuna dizme kararı aldık” gibi tam da onların hukukuna uygun, hatta kendilerinden 40 yıl sonra gelen benzerlerine mülhem fikirler derç etmişlerdir. Tabii ki, suçun ve cezanın kişiselliği ceza hukukunun evrenselliği bu kabil tiranların umurunda mı, akıldaneleri birkaç tane normalde kuran kursunu bile torpille ite kaka bitirmiş ama sayelerinde profesör unvanı verilmiş bir avuç bilimin yüzkarası herifin sufleleri ile, suçların sosyal statü olduğu, aileden ve içinden gelinen toplumu da kapsayan bir vaka olduğundan hareketle, içinden bir suçlu çıkan toplumu topyekün yok etme kültürü dayatılmaktadır.

Peki; bu zevata, sosyal statülerinden ötürü harici bedhahları ile siyasi emellerinin tevhidi mucibince hoş görü ile bakalım, bunlara “hukuk doçenti” yetmedi “hukuk profesörü” ünvanı veren kartvizitlerinin başında kocaman kocaman Prof. Dr. yazan ve gerçekte işleri hukuk öğretimi ve eğitimi vermek olan zevata ne diyelim… Buyurun altına imza attıkları, karara bakın ve ağlayın… Aşağıda, hak ve hukuk ne varsa topyekün ayaklar altına almış Kenan Evren’e verilen payenin karar özeti… Evlere, mahalleye ve Ülkeye şenlik… Kelimelerin sustuğu an, bu andır… Ancak bu kurulun kimlerden oluştuğu artık gizlidir ve bu kurul üyeleri çıkıp “verdiysem ben verdim, size ne” diyemiyorlar, yaptıkları işe inanmadıklarından değil ama utançlarından sesleri çıkamıyor…

‘Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmî kıymet ve meziyetlerinin tebcili için ‘fahrî profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.’
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu

Cumartesi, Ağustos 19, 2017

LAKABI PARMAKSIZ


Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız-İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere –bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor?  Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değiller. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakanı, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdi. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Örgütü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölününce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gibi, Sansaryan Hanıdır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere işkence yapılmasından ibaret.

Tanınmış bir Türk komünisti S. Üstüngel hatırlıyor: Bir gün komünizmle mücadele şubesi şefi İngiliz –bu lakap ona işgal zamanında İngiliz gizli polis teşkilatında çalışmış olması yüzünden verilmişti- dokuma işçisi Ziynet’le yüzleştirmişti onu.
          -Herifi tanıyor musun?
          -Tanımıyorum.
İngiliz kudurmuş. Yanında duran Parmaksız’a dönmüş.
          -        Orospunun bir kundak bebeği var. Göster bakalım hünerini.
Polisler kadının üzerine atılarak, elbiselerini çıkarmışlar. Parmaksız uzun şişlerle memelerini delmeye başlamış. Fakat işçi kadının dudaklarından sadece şu iki dökülüyormuş hep: “onu tanımıyorum”.
Bu nisan gününde Türkiye’nin milli şairini Cerrahpaşa Hastahanesi’ne getirme görevi, işte böyle bir komisere verilmişti.

Derler ki bir insan hakkında fikir edinmek için yalnız    dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildi. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.

Ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı eserini okumaya devam ediyoruz, üst paragraflar tamamen kitaptan alınmıştır. Önemleri sadece kendilerinden mülhem ifadelendirilen zevatın adını şimdilerde hatırlayanlar var mıdır, şüphesiz vardır, onlarda taş ya da ağaç kovuklarından çıkmadıklarından mutlaka akraba-i taallükata sahiptirler, ama bilin ki, ahada bu zevattan başka bunların adını sanını bilmezler ya da hatırlamazlar… Burada, Parmaksız üzerinden hareketle, Osmanlı’dan, İşgal günlerinin işgalcilere yaranmak bilahare de Cumhuriyet’e bir sürü abuk subuk adam bakiyedir. Birgün bunlarda tek tek yazılır…

Nazım Hikmet gerçek bir yurtseverdir, gerçek bir devrimcidir, gerçek bir antiemperyalisttir, gerçek bir barışseverdir ama onu vatan hainliği ile itham edenler öyle midir ya, ona “vatan haini” diyen zevattan kimler hatırlanıyor şimdi, söyleyeyim nerdeyse hiçbiri…

Bir yaşanmış hikâye ile yazıma nokta koyuyorum. Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günlerinde Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
         -Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.

İşte böyle, kıssadan hisse… Hisseler alınsa kıssalar bu kadar çok olur mu?

Cumartesi, Ağustos 12, 2017

HERAKLİT, ÜSTELİK YUNANLI


Hopa hapishanesinde Şairi sorguya çeken polis, tabii ki Heraklit’in kim olduğunu rüyasında bile görmemişti ve bunun için Arapça el yazısında bu kelimeyi “her ekalliyet” diye okudu. Okur okumaz hemen bir ihanet sezmek istedi. “Demek milli ekalliyeti isyana teşvik etmeye geldin, ha?!”

Memleketin yeni anayasasına göre, bütün nüfus Türk olarak ilan edilmişti. Bu yüzden de Nazım Hikmet’in başı belaya girebilirdi.

Şair;

-        İnsaf, diye gülümsedi. Heraklit Efes’li bir yunan filozofudur.

-        Yaaaa? Üstelik de Yunan ha? Bunu artık mahkemede anlatırsın.

Bu itham savcıya dahi isnatsız göründüğü halde, Nazım’ı üç ay kadar Hopa Hapishanesinde tuttular. Sonra da ne yapacaklarını kestiremediklerinden, Rize’ye bir üst makama gönderdiler ve Rize’den de, ellerinde hala kelepçe, İstanbul’daki üst salahiyetli makamlara havale edildi.

Nazım Hikmet’in memleketine döndüğünü öğrenen yazarlar, basında kıyameti kopardılar. Ve sonunda Nazım serbest bırakıldı.

1928 senesi idi. İtalya’da faşistler iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat normal insan mantığının ve kanuniyetin insafsızca çiğnenmesi Avrupa’da henüz normlaşmamıştı. Diğer yandan Batılaşmayı siyasetinin temeli olarak ilan eden Türkiye Cumhuriyeti’nde de, insanın vicdan ve kendi kanaatlerinden hükümet lehine tamamıyla vazgeçmesi henüz vatana bağlılığının mutlak alameti sayılmıyordu. Elbette ki başka türlü düşünenler, bilhassa ihtilalci fikirler, kökünden eziliyor, böyle düşünenler mahkemeye veriliyor, hapse atılıyordu. Fakat o senelerde, Hitlercilerin usul ihdas ettikleri gibi, idama mahkûm olanların ağızlarına, bir şey söylemesinler diye alçı doldurulmuyordu. Hatta on sene sonra böyle bir şeyin mümkün olacağına kimse o devirde inanmak da istemeyecekti.

Fakat on sene sonra, Hopa Hapishanesi’nden bir polisin bu gibi saçma bir iddiası da salahiyetli kimseleri mahcup etmeyecekti artık.

-        Delil mi yok? Gizli vesika filan mı bulunamadı! Lafa bak! Askeri Mahkemeye sevk edilsin de hele, görsün günün!

Bunu tam on sene sonra Türkiye’nin bir bakanı, Meclis’in koridorlarında alenen söylüyordu. Nazım bunun üzerine yirmi sekiz sene, dört ay ve ondört günlük bir hapis cezasına çarptırıldı. Ne bir delil arandı, ne de ceza kanunlarının uygun bir maddesi. Merasime lüzum yoktu artık!

Daha sonraları o zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya kendisi itiraf etmişti;

-        Biz onu dışarıda bırakamazdık. Halk yığınlarına büyük tesiri vardı.

Yukarıda yazılan trajikomik hikâye ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı kitaptan alınmıştır.

Konu ise; büyük şair’in yurda dönüşü sırasında bir ihbar neticesinde, yapılan aramalarda, silah, gizli talimat, gizli doküman vs araması yapılırken, şiirlerle dolu bir not defteri ve küçük bir kalem bulunur, not defterindeki şiirler arasında, “Heraklit üzerine düşünce” adlı şiiri de vardır. Artık trajikomik ama bir o kadar kendinden olmayanın düşman tayini ile derdest edilmesini gösterir davranış olması hasebi ile de dikkat i şayandır. “Ya tarafsın, ya bertarafsın” kültürünün hayatiyetine münhasıran gereği yerine getirilecektir, getirilmiştir de netekim, tıpkı öncüllerinin maruz olduğu ve ardıllarının olacağı biçimde… Tuhaflık yoktu gerçi, muktedirler nezdinde, her zemin, her daim ve her şart altında en tehlikeli silah, fikirler ve bunların derc edilmesi olmuştur ve de korkarım ki de olacaktır daha uzunca bir vakit, hele ki bir de çok etkili bir dile hâkim, belagatı yüksek biriyseniz ve de üstüne üstlük şiir yazıyorsanız, vay geldi…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “düşünene düşman” olanları yazdığı şiir ile bitirelim…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
Akar suyun
Meyve çağında ağacın,
Serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
- çürüyen diş, dökülen et-,
Bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
Bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
Fakir köylü Hatçe kadına,
Irgat Süleymana düşman,
Sana düşman, bana düşman,
Düşünen insana düşman,
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim, onlar vatana düşman...

Pazar, Ağustos 06, 2017

VATANDAŞLIKTAN ÇIKARILACAK, DİLENECEKSİNİZ


Moskova'da olduğunu bütün dünya öğrendikten sonra, Münevver Ankara'ya giderek pasaport almak isteyecektir. Seçimi "Demokratlar" kazanmış olacak. Münevver'i yeni başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu kabul edecektir. Ona oturacak bir yer bile göstermeden, masasından fırlayarak bağır bağır bağırmaya başlayacak:
- Senin gibilerin kafalarını ezeceğiz! Hiç bir pasaport alamazsın! Hiç bir yere gidemezsin!
Münevver de ona:
- Utanın, diyecek. Hangi Türk erkeği bir hanımla böyle konuşmuştur? Gerçi dedelerimi sultanlar kalelere kapatmıştı, fakat karıları ile savaşmadı. Unutmayın, Nazım'ı hiç kimse vatanından mahrum edemez. Adınız çoktan unutulacağı zaman, Nazım yaşamaya devam edecektir. Hele politika öyle bir şey ki, kim bilir, belki siz de hapislerde çürüyeceksiniz.

Yukarıdaki diyalog; ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, yazarın Türkiye'ye gelerek Nazım Hikmet'in hemen hemen tüm dost, arkadaş, akraba ve yakınları ile görüşerek, belge toplayarak kaleme aldığı "Nazım'ın Çilesi" adlı kitaptan alınmıştır. "Nazım'ın Çilesi" kitabı en iyi Nazım Hikmet şiirleri ve kitapları listesinde yer almakta olup aslında kapsamlı bir Nazım Hikmet biyografisi görünümünde, şairin Türkiye'deki çileli yıllarını ve şiirlerini nerelerde, nasıl, hangi duygularla yazdığını akıcı, sürükleyici ve belgesel tadında hatta Türkçenin mükemmel kullanımı ile yazılmıştır, bana göre...

Evet, artık demokrat olduğu iddiası ile seçime hazırlanmış, hatta dönemin "yetmez ama evetçilerinin" yoğun desteğini almış, nihayetinde seçimlerden başarı ile çıkılmış, artık ne kadar demokrat ve özgürlükçü olunduğunun gösterilmesine sıra gelmiştir. Gizli emel ve planların uygulanmasında gayri bir engel yoktur, olsa da en solundan, en öndekinden başlanarak ve giderek kendilerini desteklemeyen kim varsa ya kadar, taraf olmadıklarından ötürü bertaraf edileceklerdir. En önde şüphesiz ve her daim ki, Nazım Hikmet ve benzerleri vardır. Neyse uzatmadan yine konumuza dönelim, Başbakan yardımcısı Samet Ağaoğlu, ne demişti, açlıktan, işsizlikten perişan olacaksınız demişti... Evet, kinini ve öfkesini gizleyip, zamanı gelince püskürtecekler rol almışlar, su başlarını tutmuşlardır artık ve dediklerini bir bir gerçekleştirmekte idiler....

Yine kitaptan bir paragraf; "on sene, gece gündüz, iki polisle, bir polis jeep arabası Münevver'i takip edecek, nereye gitse, ne yapsa peşinden ayrılmayacaktır. İster oğluna süt almaya gitsin, ister parka, ister misafirliğe. Geceleri soğuk havalarda polisler kapısında nöbet beklerken tirtir titreyecek. Hiç bir iş bulamayacak Münevver. (Kocasının kanun dışı ilan edildiği bir kadına iş verecek babayiğidi gösterin?). Fakat Münevver'in bir çok meçhul ahbabı olacak. Mehmet büyüyecek, okula devam edecek, sınıflarını geçecek. Polisler üç vardiya halinde annesini takip etmeye devam edecektir. Çocuk onlara alışacak, onlarla oynayacak, onlara "polis amcalarımız" diyecek."

Yıllar yılları kovalar, devran döner, arkasına yoğun ABD rüzgarı alarak iktidar olan DP için, kadim dostu ABD'nin ardından iş çevirdiği nedeni ve aslında görevin bitmesi ve son tüketim tarihi dolması itibari ile paketlenme devri gelmiştir. Yine kitaptan; "27 Mayıs 1960 tarihinde Ordu, halkın desteği ile faşizmi tasvip eden ve Nazım Hikmet'i vatan haini ilan eden Menderes Hükümetini iktidardan indirecektir. Menderes ve yardımcısı Samet Ağaoğlu vatan haini ilan edilerek, halkın sevinç tezahüratı içinde İhtilal Mahkemesine verilecek ve ölüme mahkum olacaktır." Buna, Anadolu'da Necip Milletimiz, "hesap döner, sap döner" diye bir atasözü ile izahatlar vermişlerdir ama tabii ki anlayana...

Şimdilerde bunun en hazin örneğini, binlerce öncülü gibi, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili sayesinde bir kez daha gördük, gözümüze övendire yeterse tabii ki... Bilindiği üzere, Eski Sovyetler Birliği üyesi ülke, Gürcistan, ABD'nin sonsuz desteği ve halkın da sorgusuz sualsiz noterliği sayesinde iktidara Mihail Saakaşvili'yi getirmiş, bilahare misyon bitince, çöpe giderken Ukrayna'ya yolsuzluklarla mücadele etmek üzere oluşturulan bir kurulun başına taşınmış, orada da yolsuzlukları araştıracağım derken, yolsuzluk kuyusuna düşerek kafasını gözünü kırmış, bilahare de ahd-e vefa kabilinden Ukrayna Odesa şehrine vali yapılmış, nihayetinde de sırlar dökülünce, Hem Gürcistan, hem de Ukrayna vatandaşlığından atılarak "haymatlos" durumuna düşmüştür... Eeeee, etme bulma dünyası diyelim ve geçelim bu yabancı için...

Hain tanımlamalarının gırla gittiği dünyamızda, "vatan haini" şiiri ile büyük Şair Nazım Hikmet'i bir kez daha yad edelim.

Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.