Cumartesi, Ağustos 19, 2017

LAKABI PARMAKSIZ


Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız-İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere –bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor?  Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değiller. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakanı, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdi. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Örgütü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölününce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gibi, Sansaryan Hanıdır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere işkence yapılmasından ibaret.

Tanınmış bir Türk komünisti S. Üstüngel hatırlıyor: Bir gün komünizmle mücadele şubesi şefi İngiliz –bu lakap ona işgal zamanında İngiliz gizli polis teşkilatında çalışmış olması yüzünden verilmişti- dokuma işçisi Ziynet’le yüzleştirmişti onu.
          -Herifi tanıyor musun?
          -Tanımıyorum.
İngiliz kudurmuş. Yanında duran Parmaksız’a dönmüş.
          -        Orospunun bir kundak bebeği var. Göster bakalım hünerini.
Polisler kadının üzerine atılarak, elbiselerini çıkarmışlar. Parmaksız uzun şişlerle memelerini delmeye başlamış. Fakat işçi kadının dudaklarından sadece şu iki dökülüyormuş hep: “onu tanımıyorum”.
Bu nisan gününde Türkiye’nin milli şairini Cerrahpaşa Hastahanesi’ne getirme görevi, işte böyle bir komisere verilmişti.

Derler ki bir insan hakkında fikir edinmek için yalnız    dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildi. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.

Ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı eserini okumaya devam ediyoruz, üst paragraflar tamamen kitaptan alınmıştır. Önemleri sadece kendilerinden mülhem ifadelendirilen zevatın adını şimdilerde hatırlayanlar var mıdır, şüphesiz vardır, onlarda taş ya da ağaç kovuklarından çıkmadıklarından mutlaka akraba-i taallükata sahiptirler, ama bilin ki, ahada bu zevattan başka bunların adını sanını bilmezler ya da hatırlamazlar… Burada, Parmaksız üzerinden hareketle, Osmanlı’dan, İşgal günlerinin işgalcilere yaranmak bilahare de Cumhuriyet’e bir sürü abuk subuk adam bakiyedir. Birgün bunlarda tek tek yazılır…

Nazım Hikmet gerçek bir yurtseverdir, gerçek bir devrimcidir, gerçek bir antiemperyalisttir, gerçek bir barışseverdir ama onu vatan hainliği ile itham edenler öyle midir ya, ona “vatan haini” diyen zevattan kimler hatırlanıyor şimdi, söyleyeyim nerdeyse hiçbiri…

Bir yaşanmış hikâye ile yazıma nokta koyuyorum. Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günlerinde Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
         -Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.

İşte böyle, kıssadan hisse… Hisseler alınsa kıssalar bu kadar çok olur mu?

Hiç yorum yok: