Pazar, Ağustos 31, 2014

ÇEŞME 2014


Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden biri olan Çeşme; 2014 yılı yaz sezonuna yeni bir yerel yönetim ile girdi. Seçimler öncesi Belediye Başkan Sn. Muhittin Dalgıç ile sohbetlerimizde, 2014 yılı için kendilerinden çok önemli girişimler beklenmemesini beklediği beyanı ve yapılacak “küçük dokunuşlar” ile önemli sonuçlar alınacağını, kaldırım, park, yol yaptık gibi belediyelerin asli görevi olup yapacağı işlerle övünülmeyeceğini defalarca tekrarlamış idi.

Çeşme son yılların en kalabalık günlerini yaşamakta, esnafın geçmiş yıllara göre daha memnun olduğunu beyan ederek, 2014 Şeker bayramı otoyol çıkışlarını veriyor Başkan, Karayolları ilgili departmanının bilgilerine göre günlük ortalama yaklaşık 25.000 araç, yaz ortalaması ise günlük yaklaşık 15.000 araç olarak şekilleniyor. Başkanın anlatımlarından, anladığımız kadarıyla bu rakamların bir önceki yıla göre bir hayli yüksek… Çeşme ve benzeri sahil kentlerinin en önemli sorunlarından en başta geleni; kış nüfusu üzerinden bütçeden elde edilen pay-gelir ile yaz nüfusunu yönetme becerisi olup, konunun sadece para sorunu olarak algılanmaması gerektiğinin altı kalın kalın çizilmekte Başkanca… Çünkü bunun bu biçimiyle söylenilmesi halinde bazı münkir ve münafıklar tarafından, konunun sadece para meselesi biçimiyle algılanılmasına dayalı algı bozukluğu nedeniyle, personel ve makine parkı vs. ihtiyacı göz ardı edilmektedir. 

Peki; Çeşme’de eksik yok mu, şüphesiz var ve de ne yazık ki olmaya da devam edecektir, sorunlar sadece yerel değildir çünkü, canım Yurdumun bu kabil şekli yönetim tarzını tercih etmesi başlıca sorunudur. Yerel iktidar ve genel iktidar uyuşmazlığına sebep olan bu tercih, daha çok baş ağrıtmaya devam edecek gibi görünmektedir. Sürekli adem-i merkeziyet diyerek, dayatılan ya da türbanlanarak görülmesi engellenen katı merkeziyetçilik, her geçen gün artmakta olup yerel yönetimleri sadece temizlikçi konuma getirme arayışı haline gelmiştir, ne yazık ki…

Dinlenme, eğlenme, görme, tanıma benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim kişisel çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde yaşadığımız rejimin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmak ise, bu en azından bu dönem itibariyle başarılmış görünüyor. Sonuç itibari ile amaç, mezkûr tarife uygunluk çerçevesinde, kentinizi ister deniz, plaj gibi cazibeler, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek, vb. gibi nedenlerle olsun, yabancıları gerek günübirlik gerekse de konaklamalı ağırlama ise, maksat ve murat hâsıl olmuştur gibi durmaktadır. Her şeye rağmen ben bu gelişmeleri Sn. Başkan’ın ve ekibinin uyumlu ve verimli çalışmaları ile küçük dokunuşlarına bağlıyorum, aaa birileri de çıkar bunların Sn. Başkan’ın girişimleri ile ilgisi olmadığını söyler, eee ne yapalım ağızları torba değil ki büzelim… Onlarda Çeşme’nin verimli bir sezon geçiriyor olmasını Ankara Büyükşehir Belediye başkanına bağlar, olmazsa Mersin Valisine bağlar, olur biter…

Küçük dokunuşları hissetmeyenlerin, duyargalarının nasırlaşmış olduğuna bağlamak gerekmektedir herhalde bu hissizliklerini…

Asıl başarı göstergesi olacak “Büyük dokunuşlar” önümüzdeki yıldan itibaren başlayacak gibi anlaşılmaktadır, Başkanın konuşmalarından, peki neydi bu dokunuşlar, şöyle kısaca sıralayarak bakalım… 9 bölgeye ayırıp 9 farklı etkinlik, bölgeleri karşı karşıya getirmeden, aktivitelerini yerel dokuya ve davranışlarına has yaklaşımları da göz önünde tutarak, planlama ve gerçekleştirilmelerini bizlerde merakla beklemekteyiz. Çeşme’nin çeşmeleri, Çeşme kent müzesi, 2. taş ocağına Osmanlı-Rus deniz savaşının, özellikle geceleri ışıklı gösterimlere uygun figüratif kabartmalarla canlandırılması, İnkilap caddesinin “Old Bazaar” adı altında yeniden ihya edilmesi ve sunumu, Dalyan da “Nezir’in kulesinin” yeniden inşa edilmesi, Çeşme, Çiftlik ve Ilıca sahil bandının yeniden düzenlenmesi, Çeşme meydanının yeniden en eski haline kavuşturulması çalışmalarının sonuçlandırılması, Plajların tamamen halka açılması ve mevcut kiralama düzeninin sona erdirilmesi, Karakori (Kutludağ) olarak bilinen limana hâkim tepenin yerli ve yabancı heykel sanatçılarına tahsis edilerek “heykelland” kurulması, Çeşmeköy tarihi kalıntılarının gezilebilir hale getirilmesi, Dünyaca ünlü Pırlanta plajının yeniden ve daha güçlü bir biçimde “kitesurf” merkezi haline getirilmesi, “Antik Bağlararası yerleşkesi” çalışmalarının gezilebilir bir hale getirilmesi çalışmalarına destek verilmesi, 12 İon kentinden biri olan Erythrai arkeolojik kentinin daha etkili gezilebilir bir yer haline getirilmesi için gerekli desteğin bulunması ve verilmesi, Eşek adasının mevcut statüsünün tekrardan eski haline getirilmesi için gerekli girişimlerin yapılması gibi ilk akla gelenler… vs. vs…

Tüm bunların dışında; Çeşmelilerin Yerel yönetimden mutlaka başarmasını bekledikleri en önemli ve adeta olmazsa olmaz dedikleri, TOKİ’nin Çeşme imar kurallarını alt üst eden ihalesinin engellenmesi ve Çeşme imar kuralları ve plan notlarına uygun hale getirilmesi, Çeşme’nin yerleşim alanlarının bu kadar içine sokularak adeta bir intikam meselesiymiş gibi duran ve bağrına hançer gibi saplanacak RES lerin yapımının önüne geçilmesi de yerel yönetiminin önünde duran en önemli sorundur. Çevre duyarlılığı ile bilinen Çeşme Belediye Başkanı ve Meclis üyelerinin mezkur konu ile ilgili iyi niyetli girişim ve inatla direniş çabaları da Çeşmeliler tarafından takdirle karşılanmaktadır.

Pazartesi, Ağustos 25, 2014

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?

Pazartesi, Ağustos 18, 2014

YALAN ve KARA PROPAGANDA


TDK (Türk Dil Kurumu) Güncel Türkçe Sözlük’e göre:

Yalan;
1. Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz, kıtır
2. Yalancı kimse
3. Uydurma

Propaganda;
Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca…

Kara propaganda;
Doğru olmayanı; entrika ve kumpas kurmak adına, yalan, iftira ve fitne ile süsleyerek, bilerek, isteyerek ve taammüden söyleme sanatı… Var olmayan, doğru olmayan her şeyi varmış gibi, doğruymuş gibi gösterme çabalarının tümü bu kabil bir faaliyettir.  

Tarihin çok eski devirlerinden bu yana devam eden, yalan, propaganda ve kara propaganda adına bilimsel olarak(!!!!) bugün bildiğimiz her şeyin babası, tüm dünyayı tam bir felakete sürükleyen Nazi Almanya’sının “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels’tir. Faşist lider Adolf Hitler’in tüm ateşli konuşmalarının kalemşörü de olan bu faşist; “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur”  şeklinde özetlenecek ya da formüle edilecek “propaganda” ilkelerini “Bizim amacımız halka doğruları söylemek değil, halkı etkilemektir” veciz yaklaşımı ile taçlandırmıştır. Yönetim erkini elinde bulunduranların, bıkmadan, usanmadan, utanmadan, sıkılmadan ve yorulmadan, fahiş bir yalana türban giydirerek “cici” hale getirilmesi karşısında, toplumun niçin direnemediği üstüne yapılan çalışmalardan anlaşılıyor ki; yalana dayalı söylemi sürekli tekrarlarsanız, insanlar, bırakın yalan mı doğru mu olduğu üstüne tefekkür etmeyi, zamanla kendi fikriymiş gibi benimser ve içselleştirir ve hatta katıksız savunmaya başlarlar. Hemen ilk elde aklımıza gelebilecek, içeriğinin bile ne olduğundan bihaber olunan onlarca konunun, özellikle de tüm öğrenimi kulaktan dolma bilgilere dayalı insanlar tarafından, temcit pilavı kabilinden ısıtılıp ısıtılıp önlerine konulması nedeniyle, sunuluş içeriği ve biçimine kayıtsız kalarak, sunanların yaratmak istedikleri algı doğrultusunda anlamış olmalarının başka bir türlü izahı olmasa gerek. Propagandanın babası olarak tarihteki yerini alan; Joseph Goebbels, aklın dumura uğrayacağı, beynin spazm geçireceği noktanın “sarsılmaz inanç” yaratmaktan geçtiğinin tespitini yapınca, herhangi bir şeyin sarsılmaz şekilde savunulmasının ölçüsü olarak ta “yanıp tutuşan fanatizmi” öne çıkarır. Yığınların akli dumur noktasının bu anlamdaki karşılığının, dinsel, mezhepsel, ırksal, takımsal, ülkesel karşılıkları anlamında fanatikleşen nefretinin ne tahribatlara yol açtığı, insanlık tarihinde çokça yer alması yanında, yakın tarihimizde nasıl çılgın ve akıl almaz katliamlara ve savaşlara yol açtığı da herkesin malumu olması gerekir. Aksi takdirde nasıl izah edilebilir, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları… Düne kadar önemli bir gerginlik olmaksızın komşu olarak yaşayan, birden komşusuna yok etmeye yönelik düşmanlık sergileme hatta yok etme noktasının akılla izah edilebilir bir yanı olmasa gerek… Yalan ve kara propagandanın tılsımlı etkisi altında, bilinçaltına yerleştirilen nefretin, talana ve yok etmeye evrilmesi “halkı aydınlatma ve propaganda” bakanının öngörüleri çerçevesinde bir hayli kolay anlaşılır olmakta açıkçası… Hele günümüzde, eğlence aleti olarak önümüze dayatılan TV’lerden, paparazzi programları, beyinsel hantallık yaratmaya yönelik yarışma programları, fanatikleşen futbol karşılaşmaları, borazanlaşan tartışma programları ile kara propagandanın önemli unsuru haber programları adı altında, yaratılan uykulu ortamda, satır aralarından yayılan ve dikte edilen nefret söylemi neticesinde yaratılan fanatik ortam, mezkur konunun en mümbit alanıdır. Gelişen teknoloji ve bilimsel atılımlar neticesinde, gösterilen çabalar değişen propaganda tekniklerine bağlı “toplum mühendisliği” gibi bir kompleks hale gelmiş olsa dahi, Goebbels’in orijinal öğretisine sadık kalınmaktadır, değişim sadece şekli kalmaktadır, örneğin kimse artık toplu kitap yakma ritüelleri düzenlememekte ama kitaplar ve yayınlar toplu olarak ele geçirilmekte ya da yayımlanmasının ya da dağıtılmasının önüne geçilmektedir…

“Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels; öğretisinin fanatik ardıllarını tarifleyebilmek adına bazı başka benzerliklere de kısaca değinmekte fayda vardır. Örneğin; mezkûr zatın “Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır” kabilinden akıllara zarar bir yaklaşımı vardır ki, ardıllarının ağızlarından düşürmedikleri bir yaklaşımdır ve ne yazık ki yaşanan beter bela bu yaklaşımın en önemli sonucudur.

Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels için politika ise, “İnsanlar, gerçek olaylar ve durumlar üstüne açık seçik bir bilgiye sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak çökebilirdi insanlar. Alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! Sahip olacağı kanaat, hazır halde önüne konuyor” tarzı yaklaşımı ise, ne menem bir karabela ile karşı karşıya olunduğunun resmidir…

Ancak günümüzde ardıllarının bu büyük başarılarının karşısında, yaşıyor olsa idi ne derdi acaba Goebbels? Bence hasetinden çatlardı… Bence bu konuda tek haset etmeyecek yaratık “mart kedisidir” herhalde…

Salı, Ağustos 12, 2014

SIRADAN FAŞİZM


Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.

Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…

Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güze tapmalarını temin ettiler…

Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.

Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.

Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…

Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.

“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.

Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…

Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Pazar, Ağustos 03, 2014

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI


Geçtiğimiz tüm bir yılın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 6 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 1000 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekûn hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acep, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız”. Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…

Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, dönemin AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanının ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.

Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan, eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…

Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.