Pazar, Aralık 27, 2009

HER İKİ TARAFTA DOĞRUYU SÖYLEMİYOR


Ne diyor Hükümet ve destekçileri; “Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Çukurambar’da bulunan evinin sokağında bir otomobilin içinde bir albay ile bir binbaşı şüpheli davranışları nedeni ile Ankara Emniyeti polisleri tarafından yakalanmıştır. Bu iki subay Bülent Arınç’a “suikast hazırlığı” içindedirler”

Peki diğer taraftan ne diyor savunmasında Genelkurmay; “Çukurambar’daki 1 albay ve 1 binbaşının peşinde olduğu kişi gizli bilgileri sızdırdığı iddia edilen bir albay. Yoksa konunun Başbakan yardımcısı ile bir ilgisi yok. Belki bazı suallere cevap verememiş olabiliriz. Netice olarak bugün itibarıyla buna ilave edeceğimiz başka herhangi bir şey yok. Yeri geldiği zaman belki tamamlayıcı bilgiler verme durumumuz olabilir”

İki önemli kurum ve iki taban tabana zıt açıklama; hadi gelin çıkın içinden çıkabilirseniz, şüphesiz çıkamayacaksınız ve maalesef yıllardır “kırk satır mı? Kırk katır mı?” aralığında bırakıldığımızdan ötürü herkes kendi meşrebine ya da inandığı kuruma uygun pozisyon alacaktır; nitekim de öyle oldu. Ama bana kalırsa her iki tarafta doğruyu söylemiyor birşeyleri örtmeye çalışıyorlar ya da olan biten başka şeyleri gizliyorlar ya da gizleyecekler.

Bu olayın tarafların açıkladığı şekilde cereyan etmesinin olanaksız olduğu ve tarafların doğruyu söylemediği kanaati ben de neden oluşmaktadır acaba dedim konu üstünde düşünmeye ve olasılıkları sıralamaya başladım.

Bu “Özel Harp Dairesi” ya da “Seferberlik Tetkik Kurul’u” ya da başka adlar altında anılan ya da bilinen bu kuruluş ya da taşeronları bugüne kadar yapılan bir dolu sofistike suikastların düzenleyicisi olarak hedef olmuş ve asla da iz bırakmadan ortadan kaybolmuş ulusal ve uluslar arası lojistik desteği mükemmel olduğu anlaşılan bir kurum olarak bilinmektedir.

Böyle 60 yıllık saha tecrübesi olan ve 6-7 Eylül olaylarından başlayıp ta 12 Eylül öncesi birçok önemli ve ünlü bilim adamı ve siyasetçiye suikast düzenle ve yakalanma gel burada çok sıradan bir adreste dinleme ya da suikast hazırlığı yaparken yakalan; hem de 1 albay ve 1 binbaşının yönettiği bir ekip olarak buna kargalar bile inanmaz bence. Sen kalk 12 Eylül öncesi en iyi korunduğu savlanan ve söylenen Maltepe cezaevinden dönemin en ünlü suikast erbabını tereyağından kıl çeker gibi kaçırmakla adın anılsın sonra sırra kadem bas gel burada böyle acemice yakalan. Sen git 1 Mayıs 1977 de akıllara ziyan eylemim sorumlusu olarak anıl yakalanma, gel burada yakalayanların bile şaşırdığı şekilde çocukça yakalan. Gel Kahramanmaraş olayları gibi bir olayı düzenlemekten zımmi ve gizli gizli suçlan, sonra gel burada yakalan, ne diyelim sen aklımızı koru yarabbi. Ya bu kurum anıldığı gibi bir kurum değil çok fazla şehir efsanesi üretilmiş hakkında ya da eğer anıldıkları eylemlerin tertipçişi ise bunlar bu son durum fazla amatörce, artık varın siz karar verin.

Efendim aslında hedef Bülent Arınç değil orada Genelkurmaydan bir başka albay bir takım gizli bilgileri sızdırıyordu da bahse konu ekip onu takip ediyordu diyerek duruma kurtarmaya çalışmakta; bir başka komedi. Peki, önemli ve ileri derece bilgi sızdıracak önemli görev yapan bir albayın Çukurambar’da ne işi vardır acaba, orada mı ikamet ediyor? Bilgileri sızdırdığı veya verdiği iddia edilen adam kim ve orada mı oturuyor? Peki, o derece önemli bilgileri sızdıracak şekilde görev yapan bir subay Askeri lojmanlarda oturmuyorsa ki öyle okumamız isteniyor bu mesajı, o kişi neden gözaltına alınmıyor ya da konu neden tamamen göz ardı ediliyor? Oysa bahse konu kişi hemen kendisinin takip edildiğini anlamayacak mı acaba? Bir yanda iddia edildiği üzere takip edildiği söylenilen Albay belli ve bilinen bir kişi, kime bilgi sızdırdığı da belli yine anlaşıldığı kadarı ile; ee peki konunun bu tarafına yönelik varsa hareket nedir, yoksa nedendir? Vs. vs.

Diğer taraftan en önemli görünen konu ise; Genelkurmay’ın bu açıklamalarına inanmayıp, güvenmeyip ve hatta değer vermeyip derhal günlerce sürecek bir delil arama ve inceleme süreci başlatan taraf hem de inanılmaz gerginlikleri göze almak kaydıyla, acaba neden zımmi olarak önümüze suçlu diye çıkardıklarını görevden almaz ya da alamaz, hani mademki bu zevatın yaptığı açıklamalar doğru değil güvenilir değil ise, ee o zaman hadi iktidar olmanın gereğini yerine getirin de görelim. Peki, karşı tarafın da; bağlı olduğu kurum ya da kurumun başındaki tarafından kendisine inanılmıyor ve güvenilmiyor davranışı alenen sergilenir iken, yapması gereken de çok basittir. Peki, o da yapılmıyorsa acaba bizim bilmediğimiz ama bize anlatılan hikâyelerin dışında bir konu olması olasılığı aklınıza gelmiyor mu?

Yoksa bütün bunların dışında bir izah yolu mu var tüm bu olup bitenin diye soracak olursanız, çok ta bu konuları bilmeyen biri olarak hiç tereddütsüz cevabım “evet” tir. Sanki öyle geliyor ki o bilgileri sızdırdığı iddia edilen de, kendisinin takip edildiği söylenen subayında ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast iddialarını dillendiren ve bu iddiaların hedeflerinindekilerin ve bunu açığa çıkaranında bir başka ve önemli oyunun ayrı birer parçaları olduğu görünmektedir.

Ez cümle patron aynı, tavır aynı galiba; yani “Tavşana kaç tazıya tut” misali tüm bu maskaralıkların nedeni; gündemi değiştirmek için iktidar sahiplerinin ihbarları ve planları neticesinde ve Fatih Altaylı’nın anlattığı hikâye kadar basit midir?

Yoksa hepsi aynı mı? Yoksa aynı hepsi mi?

Acilen bu konuda her iki tarafında artık aptallığımızı yüzümüze vurmayı bırakarak inanılır bir açıklama yapmasını beklemekteyiz. Yoksa durum “ŞUYUU VUKUUNDAN BETER” haldedir, biline… (üç nokta)



Salı, Kasım 24, 2009

BİR KİTAP: SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ

BİR KİTAP:
SÖZDE ERMENİ TRAJEDİSİ
YAZAR: GEORGES de MALEVILLE


Yazar bir Avukattır; karşılıklı iddiaları bir hukukçu olarak araştırdığı iddiasıyla; 1915 Osmanlı - Rus - Ermeni savaşı neticesinde ortaya çıkan Ermeni trajedisini Türk tezine uygun ve Kamuran Gürün'ün kitabını kılavuz alarak yazar …
Ermenilerin kurdukları Taşnak ve Hınçak örgütleri ile 1915 trajedisinin arkasındaki Batılı büyük devletlere dikkat çekmek ister Georges de Maleville ama ne yazık ki göründüğü kadarıyla da bir türlü “ee canım onlarda bir tekin durmadılar ki” tekrarı ve ısrarından kurtaramaz kendini. O zamanki İttihat ve Terakki’ci Osmanlı yöneticilerinin; Osmanlı Doğu Ordu Cephesinin arkasında sivil halka karşı saldırılar düzenleyen ve katliamlar uygulayan, aynı zamanda Osmanlıya karşı Çarlık Rusya ordularıyla işbirliği yapan hatta yer yer Rusya ordu elbiseleri bile giyerek savaşan bu Ermeni örgütlerine ya da ipin ucunu kaçırarak Ermenilere karşı toptan uygulanan zorunlu göçün yasal olduğundan bahisle bu tehcirin soykırım olarak tanımlanmasının büyük haksızlık olduğunu, hatta hukuksal olmadığını, Ermeniler kadar Türklerin de can kaybına uğradığının altını çizerek durumu açıklamaya çalışır. Bu sözde soykırım iddialarının birçok Batılı parlamento tarafından kabul edilmesinin de Türkiye’ye karşı bazı baskı gruplarının çıkar peşinde olmalarına bağlar, Türkiye’nin bu yöndeki baskılara asla boyun eğmemesi ve geri adım atmaması gerektiğini öne çıkarır.

Ne oldu da; Osmanlı'nın "millet-i sadıka" (sadık millet) diye nitelediği Ermeniler, bu iddiaya göre tehcir sırasında kıyıma uğradılar, bunu anlamaya okuyarak devam edeceğiz. Ama sonunda anlayınca ne olacak diye sorabilirsiniz yani anladık ya da anlamadık; tehcir ya da kıyım hangisinin doğru olduğunun nasıl bir önemi var allahaşkına, kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni diğer dünyaya gönderilmiş işte, gerçek bu.

Bu son okuduğum kitaptan bir takım pasajları da aşağıya çıkarıyorum.

Saygılarımla


RMÇ


Kitaptan pasajlar:

Ama bu cinayetler ne denli acı olurlarsa olsunlar, kamuoyunun büyük çoğunluğunun dikkatini yeterince çekmemek tehlikesini taşıdıklarından kısa sürede sistemli bir terörizmle katmerleştirildiler. Körlemeden suikastlar, ticari binalara bomba koymalar, rehin almalar, havalimanlarında kalabalıkların kurşunlanması… İddia edildiğine göre, herkesin önünde tanımadıkları masum insanların kanını akıtmak, Ermenilerin adaletinin uygulanmasıydı. Çünkü kendilerine teslim edilmesi gereken bir hakları vardı (ve bize denildiğine göre) tarihin en büyük soykırımlarından birinin kurbanı olmuş olduklarına göre bu hak da cinayetler gerektiriyordu.
Bu iddia, sonunda kendini kamuya işte bu yolla kabul ettirdi ve kamuoyunda hemen hemen tam bir apaçık gerçek oldu. Böylece de Fransız Hükümeti, Türklerin hiçbir ilgisi olmayan nedenlerle, Alfortville’deki “Kin anıtı” nın dikilmesini onayladı. Bu, Ermenilerin tümünün Türklere karşı kendiliklerinden duyacakları ve sonsuza kadar sürmesi gerektiğine inanacakları bir kindi. (sayfa 11)

1375 de ikinci Memlük seferi Kozan’ın ele geçirilmesine, Kilikya’nın fethine ve Ermeni nüfusunun büyük bölümü demek olan 40.000 kişinin Halep’e sürülmesine yol açtı (ülkeye o zaman gelen bu göçmenler, bugün yayılmak istenen bir söylentinin tersine, Suriye’ye Filistin’deki günümüzdeki nüfusun çekirdeğini oluşturmaktadır.) (sayfa 23)

İlkin bu olaylar Ermeni azınlığın nüfusu yüksek olan bölgelerde ayaklanmanın 1915 başında hangi noktada ve Ruslarla savaşan Osmanlı orduları için ne derecede tehdit edici olduğunu kavramayı sağlamaktır. Burada sözkonusu olan (açıkça) düşman karşısında hiyanet olaylarıdır. Ermenilerin bu davranışları bugün onların savlarından yana yazarlar tarafından sistemli bir biçimde önemsiz olarak gösterilmekte ve hatta açıkça inkar edilmektedir. Doğrular onları rahatsız etmektedir.(sayfa 30)

Gerçekten, Lozan antlaşmasının 31. maddesinde, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmayla ortaya çıkmış olan yeni devletlerin yurttaşlarına Türk yurttaşlığını seçerek eski ülkelerine dönebilmelerini sağlayan iki yıl süreli bir seçme hakkı tanınıyordu. Bu haktan, Türkiye dışında kalmış olan Ermenilerden pek azı yararlandı. Oysa, bu hak onlara tanınmıştı. Bugün Doğu Anadolu’da artık Ermeni yoksa, bunun nedeni oraya dönmelerinin onlara yasaklanmış olması değildir.(sayfa 37)

Aynı 26 mayıs günü ve anlaşılan, yukarıdaki notun alınması üzerine, İçişleri bakanı (Talat), Başbakanlık’a (sadrazama) alınan önlemleri yorumlayan bir muhtıra gönderiyordu.
Bu muhtıra methi şöyledir;
“Hareket alanı yakınında oturan Ermenilerden bir kısmı ordumuzun harekâtını güçleştirmekte, düşmanla anlaşmalı olarak davranmakta ve özellikle de düşmanın saflarına katılmaktadır.”
“Ülkenin içinde, silahlı kuvvetlere ve halka silahlı saldırıda bulunmaktadırlar. Müslüman kentler ve kasabalarla köylerde insanları toptan öldürmekte ve dehşet havası estirmektedir. Bu gibi karışıklık öğelerini harekât alanından uzak tutmak amacıyla “bazı önlemler alınmıştır. Bu nedenle, Bitlis, Van, Erzurum illerinde oturan Ermenilerle, Adana, Kozan ve Mersin Ermenileri dışta kalmak üzere, Beylan, Cizre ve Antakya Ermenilerinin güney illerine yöneltilmesine başlanmıştır.” (sayfa 48)

Aynı sifreli yönergelerle daha o zamandan, ilerde tüm hükümet tarafından alınacak olan koruma önlemlerinin emri veriliyordu. 23 Mayıs tarihli aynı yazıda şöyle bir belirleme var: “Ermenilerin kendilerinin ve mallarının korunması, yol boyunca beslenme ve direnmelerini sağlamak idarecilerin görevidir.” (sayfa 49)

Örneğin, Haziran 1915 tarihli bir kararnamede şunlara rastlıyoruz; “ (madde 21) “Şayet, göç edenler, toplanma yerlerinde ya da yolculuk sırasında saldırıya uğrarlarsa, saldırganlar hemen tutuklanarak askeri mahkeme önüne çıkarılacaktır” (gerçekten, bu gerekçeyle yüzlerce ölüm cezası verilmiştir) (sayfa 51)

1918 e kadar, Doğu Anadolunun 12 kadar valilik ya da mutasarrıflında göç ettirilen Ermenilere karşı işlenen cürümlerin suçlularına (çoğu ölüm cezası olmak üzere) 1397 mahkumiyet verildi.(648 i Sivas, 233 ü Elaziz de) Sadece bu kovuşturmaların varlığı bile, gizlice hazırlanmış cinayet komplosu savını çürütmektedir. Nazi Almanya’sında, hiç, Yahudileri toptan öldürmek suçuyla hüküm giymiş toplama kampı yöneticileri görüldü mü? Bir soykırım yapmış olanlar, suç ortaklarını kovuşturmazlar. Talat hükümetine –ve genel olarak Türkiye’ye- yöneltilmiş bu çeşitten bir propaganda, işte bu nedenle asılsız olduğu kadar da iğrençtir. (sayfa 73)

Bu kimseler dağınık olarak yer yer ve nakledilen Ermenilere rastladıkları yerlerde saldırganca davranmışlardır. Bunlar, Kürtler miydi? Yol kesici eşkıya mıydılar? Yakınlarının öcünü almak amacını güden Müslüman Türkler miydiler? Kuşkusuz, her birinden bir miktar. Fakat, yineleyelim, rastlantısal olarak,. Çünkü bu yıkımda hiçbir zaman hiçbir genel tasarı sözkonusu değildi. (sayfa74?

Ama yine de, sürekli yineleme ve kamuoyunun sürekli işlenmesi istenilen sonuca varılmasını sağlar. Voltaire, “ Yalan söyleyin, yalan söyleyin; söylediklerinizden, mutlaka bir şey kalacaktır” diyordu. (sayfa 76)

Birçok kez alıntıladığımız bir Türk tarihçinin çok doğru olarak söylediği gibi, “ katil katildir, mazur görülmez. Biz Ermenilerin, Türkleri katletmiş olmalarını nasıl maruz görmüyorsak, Türklerin, Ermenileri katletmelerini de maruz görmemekteyiz”. Ölü sayısı, halkı heyecanlandırmak amacını güden bir Ermeni propagandasının inandırmaya çalıştığı gibi bizim öne sürdüğümüzün beş katı mı-yoksa, tersine, ondan on kat az mı? Bu korkunç olaylar konusunda tarihsel, ahlaki ve hukuki bakımdan verilecek hüküm bakımından hiçbir şey değiştirmez. (sayfa 77)

Düşmanları, iktidar partisi tarafından Ermenileri toptan öldürmekle de suçlanan İttihatçıların davası başladı. Mahkeme heyeti, bu dava için özellikle ve sanıkların siyasi düşmanlarından oluşturulmuştu.
Aynı mahkeme, birkaç gün önce, 8 nisan günü Ermenilere kötü davranmakla suçlanan Kemal bey adında birini mahkum ederek astırdığını, hem e bunu, üç ay önce Talat Paşa tarafından çıkarılan yasalara dayanarak yaptıına göre, bu hiç de göstermelik bir yargılama değildi. (sayfa 83)

İngiltere bu konuda sözünü tuttu ve 1919 da politikası Doğu Anadolu’da Sovyet yayılmasına karşı tampon oluşturarak güçlü bir Ermeni devleti kurulmasını amaçladığı için de, “ Ermenistan katliamları” suçluları avını kendisi üstüne aldı. (sayfa 84)

8 şubat 1921 günü, İngiliz mahkemesi elde kanıt bulunmadığı için dava açılamayacağını bildiren bir rapor düzenledi. 1Haziran günü, İngiliz Dışişleri Bakanlığı, A.B.D. hükümetinden bu konuda yardım istedi ve bu başvurusuna şu resmi yanıtı aldı; “ Burada, Malta’da tutuklu Türklere karşı kullanılabilecek nitelikte hiçbir şey bulunmamıştır”
Sonunda 29 temmuz 1921 günü İngiliz mahkemesi savcısı şu sözlerle men’i mahkeme kararı aldı: “ Şu ana kadar tutuklulara yöneltilen suçlamaların doğruluğunu kanıtlayan hiçbir yazılı tanıklık elde edilememiştir ve bu çeşitten tanıklıklar elde edilmesi de kesin değildir” (sayfa 85)

Ve işte o sırada tam diplomatik görüşmeler yapılırken İstanbul Ermeni Patriği Varjabedyan, Ermenilerin çektikleri “acıları” anlatmak üzere, Rus başkomutanı Grandük Nikola’yı karargâhında ziyaret etti. Böylece, Ermeniler, bir hamlede, uluslar arası tarihe girmiş oluyorlardı. 3 mart 1878 günü Rusya’ya, doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı toprakların en büyük bölümünü verdiğine, Osmanlı yönetiminde kalmayı sürdürecek olan küçük bir bölümünde ise, Çarlık Rusya’sına, bir denetim ve müdahale hakkı tanıdığına göre, bu girişim başarıyla sonuçlanmıştı. (sayfa 90)

Kaynağı kesinlikle hiçte kuşkulu olmayan bir belge Ermenilerin nasıl çoğunluğu Müslümanlardan oluşan topluluklar arasında dağılmış durumda bulunduklarını göstermeye yeter. Bu, 19 kasım 1918 tarihli Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim olmasından sonra Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından Başbakan için yazılmış bir rapordur. Bu raporda şöyle deniliyor: “Daha şimdiden, bir Ermeni ulusunun sınırlarını belirlemenin olanağı yoktur” (burada sözkonusu olan, galip ittifak devletlerinin kurmak istedikleri Ermeni cumhuriyetidir) (sayfa 99)

Daha birkaç hafta önce Erzurum’da yapılan genel kurul toplantısında alınan karara aykırı olarak Ermeni devrimci federasyonu (taşnak) bu çetelerin kuruluşuna ve Türkiye’ye karşı gelecekteki eylemine etkinlikle katıldı.
“Bugün bu gönüllü çetelerin savaşa girmeleri gerekip gerekmediğini tartışmanın bir yararı yoktur. Tarihi olayların kendi çürütülemez mantıkları vardır. Dolayısıyla, 1914 güzünde bazı Ermeni gönüllü çeteleri kendiliklerinden örgütlenerek Türklere karşı savaşmaya başladılar, çünkü bu gönüllüler kendilerini savaşmaktan alıkoymak gücünden yoksundular. Bu, Ermeni halkının tüm bir kuşak boyunca içinde yaşadığı ruhsal durumun kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu anlayış kendini ortaya koymaksızın kalamazdı ve nitekim koydu da. (sayfa 101)

Amacımız iyi anlaşılsın. Böyle bir tutumu hiç de doğru bulmuyoruz. Sözkonusu olan; ister Ermeniler, ister Türkler olsun ortak sorumluluk diye bir şey yoktur. Kimi Osmanlı devlet memurlarının Ermenilere Suriye’deki tutumu, bağışlanamaz, hoşgörülemez olmayı bugün de sürdürmektedir. Bunlar cürümdür ve zaten bazıları da cezalandırılmıştır. Ama, tarihi bir durumu yargılayabilmek için ilkin durumu anlamak ve sorunun tüm öğelerini de anlamak gerekir. Ermenilerin yol açtığı “antipati”, kulkusuz, bu öğelerden biriydi. Yazık ki, Anadolu’da profesyonel devrimciler tarafından işlenmiş olan cinayetlerin bedelini, kendi halinde ve kesinlikle masum kimseler olan ve nakledilen Ermeniler ödedi. (sayfa 103)

Ağustos 1914 te, Türklerin savaş ilanından önce bir İttihat ve Terakki kurulu, Taşnak Kongresi’ne savaş patlarsa ilerde, Ermenilerin yaşadıkları toprakların tümünü Osmanlı İmparatorluğu’na bağlamak amacıyla Rus hatlarının gerisinde bir Ermeni partizanları ağı kurmayı önerdi. Bu öneri reddedildi, fakat yine de bu öneriyi yapanların gerçekten böylesine tümüyle uzak bulunmaları karşısında şaşkınlığa düşmemek imkansızdır. İttihat veTerakki’nin Taşşnak kongresindeki bu girişimi, elde aydınlatıcı bilgi bulunmaması nedeniyle kesin değildir. (sayfa 107)

Aynı savruklukla, aynı lojistik destek yokluğuyla, Çanakkale savaşında da karşılaşılacaktır. Savaş sırasında Türkiye’deki Alman askeri heyetinin başı olan General Liman von Sanders bunu Tayleryan davası sırasında şu sözlerle anlatacaktır. “Gelibolu savaşından sonra sadece benim ordumda binlerce kişi eksik beslenme nedeniyle açlıktan öldü”. Dolayısıyla, demek ki, Osmanlı İmparatorluğunun yaşamını sürdürebilmesi bakımından başta gelen bir önemi olan, başkente iki yüz km uzaklıktaki bir harekat alanında ister karadan ister denizden ikmal edilebilecek bir yerde, İstanbul’u savunan Türk ordusu ikmal yetersizliği nedeniyle ölüme mahkum edilmiş oluyordu. (sayfa 111-112)

Bundan elli yıl sonra bir başka Fransız tarihçi, Jean-Paul Roux birinci dünya savaşından sonra gerçekten bağımsız bir devlet kurmaya dayanan Ermeni düşü konusunda şunları yazmaktadır.
“Böylesine büyük bir felaketten (Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması) yalnız onların, yararlanmamış olmaları nedeniyle acı duymalarının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Gerçekleşmesi olanaksız düşleri de öylesine kanlı olmasaydı belki gülümsemeyle karşılanabilirdi” (sayfa 113)

Aynı gözlemler, kendini Ermenistan konusunda, sadece, kimi zaman yanıltmak amacını güden ağır bir adli formalizme başvuran, belirli bir ideolojinin hizmetindeki bir araç olarak ortaya koyan sözde “halklar mahkemesi” için de geçerlidir. (sayfa 119)

İngiliz Welsh ise, buna çok haklı olarak şunları ekliyor: “Yıllarca önce, Roma antlaşmasından çok önce cereyan etmiş olaylar için yüklenilmiş sorumlulukları belirlemek Avrupa Parlamentosu’nun görevi değildir. Biz Avrupa Topluluğunun parlamentosuyuz. Salt yetkili bir mahkeme gibi davranmamız ya da kendimizi tarihsel olayların yargıcı ilan emdeyiz” (sayfa 126)

Oysa, Ermenilerin yandaşları, sürekli yineleme ve abartma yoluyla kurban sayısını arttırma sonucu halkı ürkütecek ve eski bir doğu atasözünü değerlendirerek, en yüksekte yer almayı başarırlar. Bu atasözü şudur: “ Bir yalana 24 saatlik bir öncelik tanıyın, onu alt etmek için yüz yıl gerekecektir. (sayfa 132)

Cuma, Kasım 13, 2009

Taner Akçam'ın " TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU" kitabından pasajlar.

Taner Akçam'ın " TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU" kitabından pasajlar.
Türk ulusal kimliğinin oluşması, İmparatorluğun kaybedilen büyük topraklar ile giderek küçülmesi üst üste birleşince ortaya çıkan korku sonucu, kimilerie göre katliam kimilerine göre tehcir ortaya çıkıyor. Ama, gerek amele taburlarında gerekse de tehcir anında yollarda açlık ve hastalık sonucunda kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni öteki dünyaya tehcir ettirmeyi gerçekleştirmiş bir ırkın ahfadıyız, netekim. Yazar şüphesiz kendi araştırmaları sonucu yargılarına dayalı yazmış bu kitabı ama sanki ciddi ciddi bir Amerikan ve Fransız etkisi de sırıtıyor gibi.


TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU
TANER AKÇAM


Sözkonusu tabunun altında, Türk, Kürt, Ermeni yüzbinlerce insanın karşılıklı kıyımlar ortamında ölmüş, öldürülmüş olması gibi korkunç bir gerçeklik, başta Anadolu olmak üzere tüm Ön Asya halklarının birlikte yaşama kültüründe, yaratılmış devasa bir tahribat vardır, insanların "biz" ve "onlar" diye iki düşman safta "taraf" olmaya sürüklendikleri bir ortamın, bir dönemin ürünüdür bu bilanço. (yayınevinden )

I. Dünya Savaşı arifesinde, o zamanki Anadolu nüfusunun tahminen yüzde 20-30'unu oluşturan Ermeniler ile Pontus ve Batı Anadolu Rumlarının binlerce yıldır yaşadıkları Anadolu topraklarından adetâ silinmiş olmaları, her şey bir yana, başlıbaşına bir sosyolojik-kültürel depremdir. Pontus ve Ege Rumları özellikle Kurtuluş Savaşı esnasında yerel Müslüman halkla küçük çaplı bir iç savaş yaşadıktan sonra ya göç etmiş ya da "mübadele" ile Yunanistan'a sığınmıştır.
Bugünkü Yunanistan nüfusunun önemli bir kısmı bu insanlardan, onların çocuklarından oluşmaktadır.(sayfa 10)

Pontus-Ege Rumları ve Ermeniler, bin yıla yakındır Türklerle, çok daha uzun süreden beri Kürt ve Lazlarla aynı şehirlerde, yanyana köylerde, hattâ birçok yerde aynı köy ve kasabada içice yaşamış, çağdaş toplumlara kıyasla -halk düzeyinde-üst derecede hoşgörülü bir ortak yaşam kültürünü birlikte oluşturmuşlardır. Hal böyleyken, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayıp birdenbire denebilecek denli hızla akan bir sürecin içinde Müslüman halklarla bu Hıristiyan azınlık halklar birbirlerini ölümcül düşmanları gibi görmeye zorlandıkları bir anafora sürüklenmişlerdir. (sayfa 12)

Resmî Türk kaynaklarının bile 300.000 olarak verdiği, dönemin resmî Osmanlı kaynaklarında 800.000 olarak geçen ölümler, hemen hemen tüm eserlerde, "hava koşulları, yaşlılık, açlık" gibi nedenlerle izah edilmekte ve haklı gösterilmektedir. Bu bir insanlık ayıbıdır.
Çünkü, bir yılda bu kadar insanın "istenmeyerek bile olsa" ölmüş olmasından duyulması gereken üzüntünün zerresini bile bu eserlerde bulmak mümkün değildir.
Kendi rakamlarıyla bile 300.000 insanın ölümü, büyük bir rahatlıkla, "hakettiler" biçiminde izah edilmektedir.'Bir yıl içinde 300.000 insanın ölmesinin (güne vurulduğunda neredeyse gün başına 1.000 kişi düşmektedir) korkunçluğu üzerine düşünmek, bu tür olayların nasıl engellenebileceği üzerine açıkça tartışmak yerine, "kulaklarına küpe olsun, yoksa yine yaparız" türünden bir tavır, bu eserlerin tümüne egemendir. Sebepleri ne olursa olsun ortada olan bir barbarlığa karşı çıkmak, bundan üzüntü duymak yerine, bunu doğru bulmak, savunmak tercih ediliyor.(sayfa 22)

1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve Selanik'de sokaklara dökülen yığınlar, söyleyecek bir milli marşları olmadığını farkederler ve Meşrutiyeti Fransız Milli marşıyla kutlarlar.
Ulusal kimlik üzerine ciddi ciddi düşünülmeye başlanması ancak 20. yüzyıl başlarıdır. Macar Şarkiyatçısı Vambery, 1898 yılında yazdığı bir kitapta, "İstanbul'daki Türkler arasında Türk milliyetçiliği sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen bir tek kişiye rastlamadım," der.(4) Türk milliyetçiliğinin düşün babası sayılan Ziya Gökalp 1896 yılında, Leon Cahun'un Türkler üzerine yazdıklarını okuduktan sonra eski Türk tarihine ilgi duymaya başlar, "..İstanbul'a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap sanki Türkçülük ülküsünü özendirmek üzere yazılmış gibidir." (sayfa 37)

Konuyla ilgilenen tüm bilimadamları, İslam'ın Türk ulusal kimliğinin oluşmasına yaptığı bu "olumsuz" etkiden söz ederler. Vambery'e göre İslam, "ulussuzlaştırma (ulus olmayı eritme) eğiliminde hiçbir yerde... Osmanlı Türklerinde olduğu kadar büyük bir başarıya ulaşmadı." Benzeri tespitleri Lewis'de de buluruz: "İslamlığı kabul eden uluslar arasında hiçbiri, kendi ayrı özdeşliğini İslam ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gitmedi." Böylece bütün İslamlık öncesi Türk geçmişi, "unutulmuş ve İslamlık içinde silinmiştir...Hatta Türk adının kendisi ve ifade ettiği varlık bile bir anlamda İslami niteliktedir. (sayfa 38)

Osmanlıların büyük bir imparatorluk olması, kendi tarih bilinçlerini de etkilemiştir; Vatan ve Millet gibi kavramlara son derece yabancıdırlar. Bu nedenle Batı'da gelişen milliyetçiliği Osmanlı yöneticileri hiçbir zaman anlamadılar.
Anladıklarını iddia edilebileceği durumlarda bile bunu "başıbozuk serserilerin" eylemleri olarak algıladılar. Fransız Devrimi'ne karşı takınılan tutum bu konuda bir örnek olarak verilebilir. Osmanlı yöneticilerine göre devrim, "bir fitne ve fesat ateşidir." III. Selim dönemi Reisülküttap'larından Ali Efendi, Fransız Devrimi üzerine hazırladığı uzunca bir raporunda, devrim önderlerini, "ortalığı karıştıran birtakım iğrenç kişiler... kışkırtıcılar... bozuk amaçlılar" olarak tanımlar. Bu raporu Tarih-i Cevdet'de aktaran Cevdet Paşa'nın kendisi de, aradan yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, devrim üzerine Ali Efendi'den farklı düşünmez. Devrim önderleri, "alçaklar" ve "serserilerdir". Devrim, "sözün ayağa düşme(si), işin serserilerin elinde kalması(dır)." (sayfa 39)

Bu bağlamda verilebilecek ilginç bir örnek, Bulgar ulusal ayaklanmalarının Osmanlı yöneticilerince algılanış biçimidir. Ayaklanmaların ulusal içeriğine hiçbir biçimde değinmeyen yöneticiler, bunları, ya "Rus kışkırtması" ya da yıllarca belli olanaklara sahip azınlıkların kıymet bilmezlikleri olarak değerlendirmişlerdir. Hiçbir yazışmada ya da belgede, sözkonusu olanın milli nitelikte bir ayaklanma olduğuna dair bir değerlendirmenin bulunmuyor oluşu gerçekten ilginçtir. (sayfa 40)


Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi, Halil Menteşe anılarında, Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek zorunda oldukları için, Millet Meclisinde "Biz Türküz" demeye cesaret edemediklerini aktarıyor. Balkan Harbi'ne kadar yönetici nitelikleri gereği Türkçülük yapamayan İttihat Terakki, bünyesindeki azınlıkların büyük bir kısmını kaybedince "zincirlerinden boşandı", "İttihat Terakki'nin Türkçülük akımı bu savaşın dumanları içinden sanki fışkırdı. 'Ben varım' diyemeyen Türkler, bu sözleri Balkan Harbi sonunda söyleyebildiler." Ve bu geç kalmanın verdiği telaş ile birlikte son derece hızla Türkleşme politikalarına başladılar. (sayfa 40)


Türkleşmeyi hızlandırmak amacıyla kurulan bu örgütlerden Türk Gücü, programına "Türk ırkını çöküşten kurtarmayı" amaç edindiklerini yazıyor ve son derece ırkçı, saldırgan bir dil kullanmaktan çekinmiyordu. Derneğin amacı için şunlar söylenir:
"Türk Gücü ta Karakurum'da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükemedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün, dağınık Türk kuvvetini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk'ün o açık alnını yeniden yükseltecek, o yılmaz keskin gözünü yine parlatacak, o geniş göğsünü yeniden kabartacak, Dernek'in meydancısı, Ocak'ın bekçisi, Yurd'un koruyucusu, Turan'ın akıncısı olacak!
Türk'ün o demir pençesi yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek. (sayfa 41)


Osmanlılardaki bu yaygın Türk düşmanlığı genellikle şu nedenlere bağlanır:
• Devşirmeler: Osmanlı devlet adamının kimliğidir bu. Hıristiyan çocukların, küçük yaşta toplanarak, merkezî okullarda eğitilmeleri ile oluşan Osmanlı merkezî bürokrasisi, Türklere iyi gözle bakmamış ve onu daima aşağılamıştır. Hatta, imparatorluğun gerilemesini yönetim mekanizmalarına "Türklerin sızması" ile açıklayan yöneticiler dahi olmuştur.
• Timur yenilgisi: Anadolu Türk beyleri 1402 yılındaki savaşta, Osmanlıya "ihanet" ederek Timur'un yanına geçmişler ve böylece Osmanlının yenilgisine yol açmışlardır. "Osmanlı devşirme devlet erkanı, Timur önündeki yenilginin hanedana verdiği kompleksi ve bu yenilgiden doğan acıları sömürerek... Anadolu Türküne karşı güvensizlik duygusu... (ve) hınç aşılamaya çalışmışlardır."
• Arap İslam bilimi: Osmanlı toplumundaki Türk düşmanlığının ve aşağılanmasının önemli nedenlerinden birisi de Arap-İslam bilimiydi. Osmanlı Medreselerinde, Türkleri aşağılayan ve onları hayvanlarla eşdeğer gören Arap-İslam eserleri eğitim sisteminin temelini oluşturuyordu. Arap-İslam aleminde Türkler, özellikle Kur'an yorumlarında insanlık düşmanı canavarlar sürüsü, insanlığa felaket getirici bir ırk şeklinde tasvir edilmişlerdir. Muhammed'e ait olduğu söylenen bazı hadislere tüm bu eserlerde yer verilmiştir. "Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzeyen (yayvan suratlı) Türk'lere karşı savaşmadıkça hüküm günü gelmeyecektir." Türkleri aşağılayan ve hayvan yerine koyan bu ve benzeri ifadelere, hemen hemen bütün İslami temel eserlerde rastlamak mümkündür. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: Türkler'in diyarı, "küfrün ve fitnenin kaynağı"dır. Türkler "çengel gibi tırnaklı, vahşi hayvanlarınkine benzer azı ve yan dişleri olan, köpek dişlerine benzeyen dişleri bulunan, çeneleri develerin çenelerine benzeyen, vücutlarının tümü kıl ile kaplı olan, ve bir şey yedikleri zaman katırların ve kısrakların çıkardığı ses gibi dişlerinin tıkırdadığı duyulan" yaratıklardır. (sayfa 45)


Osmanlı tarihinin ürünü olarak gelişen, bu Türkleri aşağılayan ve hor gören bakış, "dış tarih"çe de pekiştirilmiştir. Gerek Ortaçağ gerek Yakın Çağ tarihinin Türkleri, "barbar, şiddet düşkünü yaratıklar" olarak tanımlayan eserlerle dolu olduğunu biliyoruz. Örneğin, Rönesans dönemini tarayan Esther Kafe, bu dönemin eserlerinde, "hoyrat, kösnül ve hayvan insan"; Muhammed'in ümmetine yaraşır "bu iffetsiz, kokuşmuş, iğrenç köpek"; "küflü ağzını yalnız çok kutsal Hıristiyan dinine karşı bağırmak, saldırmak" için açan Türk efsanelerinin bir biri arkasından geçit yaptığını söylenmektedir.
Tüm bir Ortaçağa egemen olan, bu barbar, şiddet düşkünü, hayvana yakın Türk tanımının Yakın Çağ'da da devam ettiğini biliyoruz. Gerek Spengler, Danilevski, Toynbeegibi tanınmış tarihçi veya medeniyet teorisyenlerinde, gerekse birçok çağdaş yazarda bu kanının tekrar ettiğini görüyoruz. Örneğin Danilevski için Türkler, "tarihin en olumsuz etmenleri"dir. Ünlü Fransız tarihçisi Renan Türkleri "zekadan yoksun, kaba ve hoyrat bir kavim" olarak görür. Hürriyet savaşçısı olarak hepimizin kalplerinde yer etmiş Voltaire mektuplarında defalarca, Türklerden, "bu zorbalar", "bu çapulcu insanlar" olarak bahseder.Türklerle savaş halinde olan Çariçe II. Katerina'ya yazdığı bir mektupta, "Hiç olmazsa birkaç Türk öldürerek size yardımcı olmak isterdim," diyerek, bunu yapamadığı için üzüntülerini bildirir. (sayfa 46)


Dönemin İngiliz Başbakanı Lloyd George, Türklerden daima hakaret ve nefret dolu bir dille söz eder. Örneğin Kasım 1914'de Türkleri, "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlar. Bu nedenle, Türklerin olası bir zaferini, "Asya'dan Avrupa'ya taşınacak olan... talan, zulüm ve cinayet meşalesi" olarak niteler. Savaşın sonlarına doğru, 29 Haziran 1917'de, bir nutkunda, Türklerin, eski medeniyet beşiği olan Mezepotamya'yı çöle, Ermenistan'ı mezbahaya çevirdiğini söyler. Bu medeniyet beşiği yerler, "Türklerin yakıp yıkıcı zorbalığına bırakılmayacaktır," der. (sayfa 49)


Örneğin, 1911 yılında, Trablusgarp'ın İtalyanlarca işgali üzerine Enver Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komite üyelerini savaşa ikna etmek için şunları söylüyordu: "Öyle hareket etmeliyiz ki, medeni Avrupa'ya bizim barbar olmadığımızı ve hürmet edilmeye layık insanlar olduğumuzu göster(meliyiz)." Bu nedenle de savaşacağız ve "ya galip geleceğiz yahut da ölürsek şerefimizle öleceğiz. (sayfa 50)


Toplumsal bir paranoyadır bu. Güçlü bir "anlaşılamama" sendromu ve "yalnızlık" psikolojisi her türlü davranışımızı belirtiyor gibidir. "Türkler lisan, ilim ve sanatlarıyla cihan medeniyetine en evvel, en büyük hizmetleri ifâ etmiş oldukları halde bütün bu medeni hizmetleri unutularak, muhtelif maksatlarla tarih nazarında haksız olarak meskut ve ehemmiyetsiz gösterilmeye çalışılmıştır."
Maarif Vekili Esat Beyefendinin, 1932 yılında, Birinci Tarih Kongresi açış konuşmasında söylediği bu sözlerin, bugün dahi çoğumuzun ruh halini yansıttığını söylersem abartmış mı olurum? (sayfa 50)


Osmanlılık, İslamcılık gibi düşüncelerin egemen olduğu dönemlerde bile, bu düşünceleri savunanlar, bu düşüncelerle Türk egemenliğini kastettiklerini hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak bir biçimde tekrar etmişlerdir. Bu nedenle, dilde ve edebiyatta ilk Türkçülük çabalarına girenlerle, Osmanlıcı veya islamcıların aynı kişiler olması bir tesadüf değildir. Dönemin tartışmalarına atıfta bulunan Ahmet Rasim bizim için önemli olan şu tesbiti yapmaktadır. "O tarihlerde, yani 1278'den, yani 'Tasvir-i Efkârın yayımlanmaya başlamasından itibaren Millet-i Osmaniye terkibinin açık karşılığı Türk' idi."( sayfa 51)


Türk Ulusal kimliği yok olmak, ortadan kalkmak korkusu ile birlikte gelişmiştir. Osmanlılar, bir tarihçimizin deyimiyle, "imparatorluğun en uzun yüz yılı" olan son yüz yılını, "ha bugün, ha yarın" yok olacakları, parçalanacakları korkusu içinde geçirmişlerdir. "Şark Sorunu" olarak bilmen ve tüm bir 19. yüzyıl Avrupa diplomasisini uğraştıran sorun, Osmanlı İmparatorluğu'nun, emperyalist güçler arasında nasıl parçalanacağı sorunundan başka bir şey değildi. Osmanlı "Hasta Adam”dı ve bu "hasta" sadece büyük devletler kendi aralarında anlaşamadıkları için yaşamını sürdürebiliyordu. (sayfa 55)


8-9 Haziran'da İngiliz ve Rus yöneticileri Reval'de buluşurlar. Gerek Rus gerek Batılı kaynaklarda toplantının tutanaklarına ilişkin yapılan açıklamalarda, bu toplantıda, Osmanlı imparatorluğu ve onun parçalanması meselesinin görüşüldüğüne dair tek bir kanıt yeralmaz. Ama. ilginçtir, bu görüşme, "Türkiye'de... İngiltere ile Rusya arasında Türkiye'nin taksimi üzerine artık kesin karara varıldığı şeklinde akset(miştir)." Dış müdahale ve parçalanma korkusu ve iki ezeli düşman (İngiltere ve Rusya) anlaşamadığı için imparatorluğun ayakta kaldığına inanç o denli güçlüdür ki, bu iki ülkenin yakınlaşması tam bir panik yaratmıştır. (sayfa 56)


Hıristiyan ahaliye karşı gelişen nefret duyguları Tanzimat öncesi başlamış olmakla birlikte, özellikle "genel eşitlik" prensibinin ilan edildiği Islahat Fermanı ile tepe noktasına ulaşmıştır. "Reformlarla Müslüman halkın zimmîlerle eşitliğinin ilan edilmesi, Müslümanların dinî hislerini incitmişti." Nitekim Cevdet Paşa, Fermanın ilan edildiği gün üzerine şunları yazacaktır: "Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime kâffe-i hukukta müsavi olmak lazım geldi. (sayfa 58)



Bu ise ehl-i İslama pek ziyade dokundu... birçoğu, 'Ehl-i İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür' deyi söylenmeye başladılar." Kendilerinden aşağı olan din gruplarıyla eşit sayılmayı Müslümanlar hakaret olarak kabul ediyorlardı. Nitekim, "Atalarımızın kanlarıyla kazandığı kutsal haklarımızı kaybettik. Yönetici olmaya alışkın halk, şimdi haklarını kaybediyor," düşüncesi bir tek "cahil, bilgisiz halkın değil, devlet adamlarının da (düşüncesidir)." (sayfa 59)


Yusuf Akçura'nın sözleriyle özetlersek, Hıristiyanlarla, "karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyorlardı. Zira, altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddi neticesi olarak, o zamana kadar adeta inhisara aldıkları memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lazım gelecekti." (sayfa 60)


Daha düne kadar ikinci sınıf vatandaş sayılan Hıristiyanların eşit sayılmaları yetmiyormuş gibi, hem yabancı devletlerin himayesinden yararlanarak ayrıcalıklar elde etmeleri ve iktisaden iyi duruma gelmeleri hem de savaşlara katılmamaları buna karşılık savaşların tüm acısı ve yükünür Müslüman ahalice çekilmesi, Müslümanların nefret duygularını iyice körüklemiştir. 19. yüzyıl sonlarına doğru bir günlük gazetede yeralanlar bu nefret ve kıskançlığı son derece açık yansıtır: "Onlar (Türkler) Girit'te öldürtülür, Sisam'da kestirilir, Rumeli'de kırdırtılır, Yemen'de doğratılır, Havran'da biçtirilir, Basra'da boğdurulurdu. Oralara Rum, Ermeni, Bulgar, Ulah, Yahudi, Arap, Arnavut... gönderilecek değildi ya! Onlar evlerinde yurtlarında, çadırlarında otursunlar, işleri güçleriyle uğraşsınlar, zengin olsunlar, evlensinler, çoğalsınlardı. Onları kızdırmaya, onların aziz canlarını sıkmaya, nazik bedenlerini yormaya gelmezdi. Aksi halde onları nasıl Osmanlılığa ısındırabilirdik? Onları memnun etmeliydik ki lütfedip kerem edip Osmanlı kalsınlar." (sayfa 61)


Müslümanların, Hıristiyanlar karşısındaki egemen konumlarını sürekli kaybetmeleri süreci de farklı yaşanmadı. "500 yıl efendiliğini ettiğimiz, sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar ve meyhaneci Yunanlılar karşısında" iktidarımızı kaybetmek onurumuza öylesine dokunuyordu ki, iktidarı barışçı biçimde terketmeyeceğimiz, çok kanın döküleceği açık açık ilan edilmekteydi. Müsavat (eşitlik) prensibinin fiilî icrasında Hıristiyanların Müslümanları fersah fersah geçmiş olmasından şikayet eden Ziya Paşa, bu durumu Müslümanlar için dayanılmaz saymaktadır: "Millet-i Islamiye şimdiye kadar dayandı durdu ise de iş tahammül ve sabır olunamayacak ve namus ve gayret-i İslamiye kaldıramayacak mertebelere yaklaştığından bir gün olur bıçak kemiğe dayanır, gemi azıya alacak olur." Ali Suavi bu tehditte daha da ileri gider ve Müslümanların, "mahkûmu olan bir kavmin (Hıristiyanların) daha ziyade mümtaz olmasını çekemedikten başka, kendine hakim olduğunu hiçbir vakit kabul edemez. Her şeyi gözüne alır,bunu için çok kanlar döker," der. Nitekim öyle de olur. Tüm bir 19. yüzyılda, iktidarı kaybetmenin verdiği öfkeyle Hıristiyanlara yönelik Müslüman saldırıları, ayaklanmaları gözlenir. 1844 Lübnan, 1855 Mekke, 1858 Cidde ve Suriye olayları bu nitelikteki ayaklanmalardan sadece bazılarıdır. 1856-61 Sırp ayaklanmalarının bir nedeni de Müslümanların egemen durumlarını kaybetmeyi hazmedememeleridir. (sayfa 67)



Sürekli yenilgiler ve toprak kayıpları sonucu güçsüz ve zayıf bir konuma düşüldükçe geçmişin büyük ve şaşaalı günlerine duyulan özlem artar. Örneğin, Balkan Savaşı ile İstanbul'un kaybedilme tehlikesinin yaşanması sonucu İstanbul'un fethedilmesi kutlanmaya başlanır. Fatih'lerin, Kanunilerin torunları olduğumuz, kahraman atalarımıza layık olacağımız gazetelerin, törenlerin değişmez konulan arasında yer alır.
Bu gösterilerden birisini aktaran Tekin Alp, "sanki İstanbul ikinci defa fetih ediliyordu" diyor. içinde bulunulan güçsüzlüğe ve çaresizliğe geçmişin büyüklüğü ile teselli aranır gibidir.
Bugün bile bu ruh halinden çıktığımız kolayca iddia edilemez. Batı karşısında, bizden birçok bakımdan üstün olduğu için duyduğumuz aşağılık kompleksi ile, "ah bir zamanlar biz neydik," diyen bir öfkenin veya hayıflanmanın karmaşası bir ruh halinin bizlere egemen olduğunu söylersek abartmış olmayız. (sayfa 74)


İşte Türklük"ve Türkçülük de, 500 yıllık efendiliğini ettiğimiz, "sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar, meyhaneci Yunanlılar" karşısında oynanan gururumuzun canlanması için çıkış yolu olarak savunuldu.
Bu nedenle Türk ulusçuluğu Batılılar tarafından onuruyla oynanmasına, ezilme ve aşağılanmasına neden olduğuna inandığı azınlık uluslara, içine düşürüldüğü durumun intikamını almak duygusuyla yanaştı. Deyim yerindeyse "fırsat kolladı" ve dış devletlerin desteklerinin olmadığı noktada da katliamlar yapmaktan çekinmedi. (sayfa 75)



Özellikle 1840'lar sonrası, Hıristiyan topraklarındaki baskı ve katliamlardan kurtulmak için, "...geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli daralan sınırlarına yetişmeye çalışan" insanların sayısı milyonları bulur. Sadece 1855-66 yıllan arasında Kırım Savaşı nedeniyle Anadolu ve Rumeli'ye göç edenlerin sayısı bir milyon dolayındadır. Sırp, Girit isyanları gibi ayaklanmaların sonucu, yüzbinlerce insan canlarını kurtarmak için "varlıksız ve perişan bir halde" yerini yurdunu terkederek Anadolu'ya gelirler. Özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus savaşındaki göçler ve göç sırasındaki katliamlar son derece dramatik boyutlar alır. Bunu 1912 Balkan Harbi sırasındaki Müslüman katliamları ve göçler takip eder.
Anadolu'ya binbir zorlukla kaçmayı başaran bu göçmenler bilinçli bir seçimle yerleştirildikleri yeni bölgelerde, kurdukları dernekler, yayın organlarıyla, yaşadıklarını canlı tutmaya çalışırlar, başlarına gelenlerin intikamını alma duygusunu hiçbir zaman terk etmezler. (sayfa 76)



Balkan Harbi sonrası İstanbul'a gelen göçmenlerin kurdukları bir derneğin yayımladığı bir şiir buna bir örnek olarak verilebilir. "Kulağına Küpe Olsun" adlı şiir, "Ey Müslüman kendini hiç avutma! / Yüreğini öç almadan soğutma," dizeleriyle bitmektedir. Yayın organının başında, "Bulgar Mezalimi, İntikam Levhası" yazısı okunmaktadır. Bu bile tek başına, göçmenlerin içinde bulunduğu ruh halini bildirmeye yeter. Bu nedenle, bu insanlar, katliamlardan kurtulmuş zavallılar olmanın ötesinde, aynı zamanda Anadolu'da kitleler halinde katledilecek diğer azınlıkların (başta Ermenilerin) gönüllü cellatları da olacaklardır. 1878-1904 yıllan arasında, sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğunu söylersek, göçlerin ve sonuçlarının boyutları konusunda bir bilgi sahibi oluruz.(sayfa 77)


Bir tek Enver Paşa'nın duygulan değildir bunlar. Balkan yenilgisinin hemen arkasından, dönemin basınına da aynı ruh hali egemendir. "Ah, vah", "Sana Doymadan" dizeleriyle kaybedilen topraklar üzerine şiirler düzülüyor, "Kin" başlıklı şiirler yayımlanıyordu. "Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam.../Evladının bugünkü adı Sadi intikam" Hazmedilmemiş mağlubiyetin acısı tüm bir toplumu sarmıştır. Çocuklar bile intikam duygusuyla dolup taşmaktadırlar. (sayfa 79)


Görüldüğü gibi, sürekli toprak kaybetmenin Osmanlı-Türk yöneticilerde yarattığı intikam duygusu, özellikle bu topraklarda yaşayan, "dünkü uşaklara", azınlıklara yöneliktir. Ve Birinci Dünya Savaşı'nda, Bulgar'dan, Yunan'dan alınamayan bu intikam, "emperyalistlerle işbirliği yaparak bizi arkadan vuran, nankör Ermeni'den" alınacaktır, imparatorluk içinde var olan diğer halklar da, örneğin Araplar da bu intikam duygusundan nasiplerini alacaklardır: "Bağdat düşmüştür. Osmanlı ordusu kenti terk etme hazırlığı ve telaşı içindedir... Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa oradadır. Bu sırada Miralay Bekir Sami'nin emriyle halk bir meydana toplanmaktadır. Bekir Sami Bey elinde makineli tüfekle halkın üzerine ateş etmektedir.(sayfa 80)


Karabekir Paşa sorar:
'Bekir Bey ne yapıyorsun? Bu halkın ne günahı var?' Bekir Sami Bey'den aldığı yanıt şu olmuştur: 'Dört yüz yıllık Osmanlı Tarihinin Hesabını görüyorum'." (sayfa 81)



Bulgar ayaklanmalarında da tablo aynıdır: "Olay derhal Avrupa'ya büyük bir gürültüyle yansıtıldı. Tabii öldürülen Türklerden ve ilk saldırıların Bulgarlardan geldiğinden hiç bahsedilmedi. Fanatik Türkler durup dururken saldırıya geçmiş ve masum Hıristiyanları yok etmişlerdi." Ermenilerin de benzeri metodlara başvurdukları sıkça aktarılır. Bu doğrultudaki bilgiler, Türk kaynaklarınca büyük bir zevkle aktarılır, İngiltere Büyükelçisi Sir P. Currie bir raporunda, "(Ermeni) İhtilalcilerin(in) ilk amacı kargaşalıklar çıkartmak ve üzerlerine insanlık dışı misillemeler çekerek bu yoldan Devletlerin insanlık adına müdahalelerine yolaçmaktı," der. Abdülhamit de aynı şeyleri söyler, "Ermenilerin gözle görünen amaçları, Türkleri kışkırtmak ve ondan sonra kendilerini bastırmak için üzerlerine kuvvet gelince, zulüm gördüklerini ileri sürerek Avrupa ve özellikle İngiltere'nin acımasını üzerlerine çekmektir." Robert College'in kurucusu ve ilk yöneticisi Dr.Hamlin de, 23 Aralık 1893'de bir Amerikan gazetesinde, Ermeni İhtilalcisi ağzından, onların taktiklerini şöyle aktarır: "...Hınçak çeteleri, Türkleri ve Kürtleri öldürmek, köylerini yakmak için fırsat gözleyecekler ve sonra dağlara kaçacaklardır. Bunun üzerine kuduran Müslümanlar, ayaklanarak savunmasız Ermenilere saldıracak ve bunları öylesine bir canavarlıkla öldüreceklerdir ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına memleketi işgal etmek üzere ileri atılacaktır."(sayfa 84)


Kendisini “yok etmeye” yönelik çabaların, “insan hakları”, “ evrensel insanlık” adına yapılıyor olması bu kavramlara düşman bir ulusal ruh halinin oluşmasına yol açıyordu. Bu noktada da, Fransız işgaline karşı da oluşan Alman ulusal kimliği ile ilginç bir paralellik söz konusudur; “Diğer ülkelerdeki orta sınıfların muhafazakar-milliyetçi kesimleri insanlık ve ahlaki idealleri ulusal ideallerle sürekli birleştirmeye çalışmışlardır. Alman orta sınıfların bununla kıyaslanabilecek kesimleri bu uzlaşmayı bir kenara atmışlardır. Bunlar, sıkça bir zafer edasıyla, yükselen orta sınıfların, yanlışlığı artık iyice teşhir edilmiş olan hümanist ve ahlaki ideallerine karşı çıkmışlardır. Bu nedenle Alman liberallerden, F. Naumann, Türklerin batıdan gelen her türlü reform önerisine tepki göstermesini anlayışla karşılıyor ve bunun Napolyon işgali nedeniyle aydınlanma fikirlerine tepki gösteren Almanların ruh haliyle aynı olduğunu söylüyordu. (sayfa 89)


Kendisinin karşısında parçalanmasını ve dağılmasını isteyen, egemenliği altındaki Hiristiyan halklar ve emperyalist devletlerden oluşan geniş bir koalisyonla uğraşmak zorunda kalmak, Türk ulusal kimliğinin oluşumunu önemli ölçüde belirlemiştir. Dağılan bir imparatorluğun mensubu olmaları, vatanın elden gittiği ve kurtarılması gerektiğini bir fikri sabit halinde zihinlere yerleşmiştir. “Bir fesad coşmuştur gidiyor, Girid gitti, Trablusgarb gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor… Bu hafta haritaya baktım, çoğu gitti azı kaldı” (sayfa 90)


İmparatorluğun sürekli bir parçalanma süreci içinde olması, çevresinin kendisinin mahfını isteyen güçlerce çevrilmiş olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, Osmanlı- Türk insanında büyük bir korku psikozunun oluşmasına yol açmıştır… Uzun yıllar sadrazamlık yapmış olan Kamil Paşa bu duyguyu 1911 yılında yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir; “ Osmanlı Devleti yalnız başına kalarak diğer devlet ve milletlerin ,ihtiraslarına ve saldırılarına maruz bir halde, yani tek başına kalmıştır… Bu gidişatın sonu, Allah göstermesin taksimdir” (sayfa 91-92)


1916 kongresinde Talat Paşa, konuşmasında; “ Herkes bize düşman olduğunu söylemektedir. Çevremizi saran bu düşmanların amaçlarının ise bizi öldürmektir. Biz Pan-İslamizm yapmadık, belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Düşmanlarda yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Pan-Turanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler” demiştir. (sayfa 92)

Örneğin, Abdülhamit, Ermenilerin son derece zengin olduklarını, Osmanlı memurlarının üçte birini oluşturduklarını, az vergi verip, askerlik yapmadıklarını söyledikten sonra, “Ermeniler , dejenere olmuş topluluktur… Ermeniler daima uşak durumundadırlar” demektedir. Ermenilerinin iyi konumlarının onların iktisadi güçlerinden kaynaklandığını söyleyen Abdülhamit, bu gücü kırmak için de Ermeniler üzerine yoğun bir baskı politikası uygular. Bu doğrultuda, Ermeni burjuvazisine darbe vuracak kararlar çıkartır ve tüm vilayetlere yollanan emirle, Ermeni tüccar, borsacı vb. sıkı denetim ve kontrol altına aldırtmıştır. (sayfa 97)

Abdülhamit’in sözlerinde çok güzel ifade edilir. “Yunanistan’ın ve Romanya’nın alınmasıyla” der sultan, “Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, ırbistan ve Mısır’ın kaybı bizden ellerimiz götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler. Bu toptan imhanın başlangızı anlamına gelir ve buna karşı tüm gücümüzle kendimizi korumak zorundayız” (sayfa 98)

“Çevresine daha çok değişik Müslüman milletlerden uzmanlar toplamış, devlet kadrolarında Hiristiyan sayısını azaltıp Müslümanları çoğaltmıştır… Avrupalıların silahlandırdığı Hiristiyan cemaatlere karşı Müslüman grupları silahlandırarak onlara savunma hakkı tanımış ve devletin onlardan yana olduğu kanısını yaratmıştır. Eskisi gibi, Avrupa istediği için Müslümanları cezalandırmamış, cezalandırsa da ödül denilebilecek cezalar uygulamıştır” Görüldüğü gibi, Abdülhamit Müslüman halkı silahlandırarak, yaratılan çeşitli vesilelerle Ermeni halkın üzerine saldırtmaktadır. Katliamlara katılanlara sonradan verilen cezalar da yazarın söylediği gibi ödül niteliğindedir. ( sayfa 99)

Osmanlılarda İslami temelde “ırkçı” söylemlerin varlığına rağmen, Ermeni ırkının toptan imhası gibi ırkçı bir programdan söz etmek zordur. Hatta savaşın ilk aylarında bile, Ermenilerle olan tüm çelişki ve gerilimlere rağmen, “ittihat ve terakki partisinin, imparatorluktaki Ermenilerin yok edilmesi gibi bir karar aldığına dair… herhangi bir işaret yoktur” Konu üzerine araştırma yapanlar bu doğrultuda bir kararın şubat sonu, mart başı verilmiş olduğu kanaatindedirler. O halde Osmanlıları bu yönde bir karar almaya iten faktörlerin neler olduğu sorusu önem kazanmaktadır. (sayfa 100)

Gerçekten de, Ermeni kırımına değişik bir özellik veren şey onun görünüşteki düzensizliği ve sistemsizliğidir. İlk görünüşte, merkezi bir yok etme planı yerine, yerel yöneticilerin suistimallerinden veya kontrol edilemeyen halk kitlelerinin saldırılarından oluşmuş istenmeyen katliamlar dizisinin sözkonusu olduğu izlenimi ortaya çıkabilmektedir. Her konvoydan hayatta kalanların sayısı refakatçi görevlilerinin insanlıklarına ve iyi niyetlerine bağlı idi. Bu bağlamda verilmiş herhangi kesin bir emir de yoktu. Yok etme planı oldukça belirsizdi. Gerekli olan konvoylardaki insan sayısını, resmi tehcir tezini haklı çıkartacak derecede, öldürme, kaçırma ve yetersiz beslenme ile son derece sınırlı boyuta indirmekti” (sayfa 105-106)

Bizim için bu tartışmanın ilginç yanı, merkezi olarak planlanmış kitlesel bir kırımın olup olmadığı değildir. İki yıla yakın bir zaman süresini kapsayan sürgünler sırasında açlık ve susuzluğa terk edilerek veya kitleler halinde katledilerek öldürülen Ermenilerin, Bahattin Şakir’in telgrafında da belirttiği gibi, merkezi bir emirle yok edildiklerini kanıtlayacak bol miktarda malzeme mevcuttur. (sayfa 106)

Ermenilerin güvenilmez ve kuşkulu halk grubu olarak ilan edilmeleri savaştan önce başlar. Daha 6 eylül 1914’de Osmanlı Hükümeti, “Ermenilerin kalabalık olduğu vilayetlere bir şifre tamim göndererek, Ermeni siyasi parti başkanları ve elebaşlarının hareketlerinin devamlı kontrol altında tutulması talimatını” verir. Savaşın çıkması ile birlikte, Osmanlı ordusundan son derece yaygın olan askerden kaçmalar tabii ki Ermeniler arasında da görülür. Ermenilerin askerden kaçtıkları ve dağlarda çeteler oluşturarak güvenliği tehlikeye soktukları Osmanlı-Türk tezlerinde sürgünün önemli bir gerekçesi olarak sıkça ileri sürülür. Oysa askerden kaçma Birinci Dünya savaşında o denli yaygındır ki, Liman von Sanders anılarında, “Anadolu dağlarında, köylerinde 200.000 asker kaçağı dolaşır. Bunlar, silâhaltındaki orduya eşittir…” (sayfa 107)

Ermeni katliamında ırkçı düşüncenin rolü nedir? Konuya ilişkin bazı çalışmalarda, Türk ırkçılığının katliamda belirleyici rol oynadığı ileri sürülür. Burada aksini iddia edeceğim. Türklerde, Ermenilere yönelik, Yahudi örneğinde olduğu gibi, onarlın ırk olarak ortadan kaldırılması gerektiğini savunan bir fikri bulmak zordur. 1880 ler sonrası geliştiğini söylediğimiz anti-semitizm benzeri ideolojik eğilimlere rağmen, Ermenilerin ırk olarak imhasını amaçlayan ırkçı bir düşünce toplumsal olarak gelişmemiştir. (sayfa 114)

Osmanlı yönetici kadrolarında da ırkçılığın fazla belirleyici olmadığını ileri sürebiliriz. Bu konuda, biraz garip ve inanılmaz gibi görünen bri örnek verilebilir. Bogos Nubar paşa, Rus Ermenilerinin temsilcisidir ve Rusya tarafından 1914 reform planının gerçekleştirilmesi görüşmelerine de katılmaktadır. Sadrazam Sait Halim Paşa, 10 şubat 1914 te Nubar Paşaya Osmanlı hükümetinde bakanlık teklif eder. “Başkanlığını ettiğim hükümette bir nazırlık kabul etmek suretiyle kararlaştırılmış ıslahatın yürürlüğe konulması için bana… yardımda bulunacak olursanız ekselanslarınıza minnettar kalırım,” der. Nubar Paşa, “ Türk siyasi hayatı üzerine hiçbir tecrübesi olmadığı ve Türkçe bilmediği” için bu teklifi reddeder. Biraz garip görünen bu olaya, Sait halim Paşa’nın zaten etkisi olmayan bir figür olduğu veya olayın kötü bir taktik olduğu vb. ititrazları yapılabilir, ama bunun en azından, ırkçı ideolojinin zayıflığını gösteren benzeri birçok kanıttan bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz. (sayfa 115)

Gerçekten bir takım ideolojik tercihlere sonuna kadar bağlı kalmak ve bu ideolojinin gereklerini yerine getirmek gibi bir davranış Osmanlı-Türk yöneticilerine son derece yabancıdır. Eylemlerin hareket ettiricisi “ideolojisizlik ideolojisidir. Celal byar’ın ittihat ve terakki kadroları üzerine söylediği şu harika sözler bu konuda herhangi bir yorumu gereksiz kılar; “ İttihat ve Terakki Cemiyetinin belli başlı üyeleri arasında Tanzimat’ın Osmanlılık politikasına sadık kalanlar olduğu gibi ümmetçilik veya İslamcılık, Türkçülük ve milliyetçilik siyasetini güden şahsiyet sahibi insanlar da vardı. Bunlar daha çok devlet ricali ve büyük rütbeli memurlar arasında bulunurdu” (sayfa 116)

Osmanlı-Türk yöneticilerinin devlet yönetme felsefesinin ilginç bir örneği de yazılı belgelerle kurmuş oldukları ilişki biçimidir. Hatta onların, merkezi planlanmış katliam eylemini, aşırı pragmatizm olarak tanımladığımız felsefeleri sayesinde, bu derece bulanıklıkta bırakmayı başardıklarını söyleyebiliriz. Burada, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yönetim zihniyetlerini anlayamayan bazı batılı ve Ermeni araştırmacıların ilginç bir tuzağa düştüklerinden dahi söz edebiliriz. Yazılı belgelerle, yaşanan olaylar arasında doğrudan ilişki kurmak isteyen batılı araştırmacılar, Ermenilerin toptan yok edilme planını ve bu plana ilişkin emirleri aramakta, bunların olmadığı durumda ise imha edildikleri fikrinden hareket etmektedirler. Hatta, belge bulmak baskısı altında kalarak, sahte oldukları iddia edilen bazı belgeleri yayınlayanlar dahi olmuştur. (sayfa 118-119)

Oysa Osmanlı-İslam dünyasında yazılı belgelerle kurulmuş son derece fonksiyonel bir ilişki sözkonusudur. Yazılı belgeler sadece yaşanan gerçekleri değil, gerçekleri manuple etme araçları olarak da kullanılmışlardır. “işi kitabına uydurmak”, İslamın “hileyi şeriye” geleneğinin de bir devamı olarak, Osmanlı-Türk yöneticilerinde önemli bir yönetim felsefesi haline gelmiştir. Bir sosyalbilimcimiz bunu, “ bürokratik dünya görüşü” olarak tanımlamakta ve bu davranışın gizli ve kimsenin gözüne çarpmayan bir temeli olduğundan söz etmektedir. O da kağıt üzerinde düzenlilik sağlamak uğruna toplumsal gerçekleri hasıraltı etmektir.(sayfa 119)

Sınırlı sayıda var olmalarına rağmen, konuya ilişkin bilinen resmi belgelerden de, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yazılı belgelerle kurdukları ilişkinin mantığını okuyabilmek mümkündür. Yukarı da da belirtiğimiz gibi kararlar önce sözlü alınmış ve daha sonra olaya “resmi” bir karakter verilmiştir. Fakat resmen tehcir kararı almalarına rağmen, yöneticiler, kendi elçiliklerine yolladıkları genelgelerde, bu tür iddiaların tümüyle iftira olduğunu belirtmekten geri durmazlar. İtilaf devletleri, 6 haziranda Osmanlı devletine bir nota verirler ve Ermenilerin yok edilmekte olduğunu ve “Türkiye’nin insanlık ve medeniyete karşı işlediği bu cinayetlerden dolayı gerek Osmanlı Hükümeti üyelerini ve gerek bu katliamlara katılmış ve katılacak olanları şahsen sorumlu tutacaklarını” bildirirler. Bu bildiriye cevap veren Babıali, kendi elçiliklerine yolladığı bir genelge de şunları söyler; “Erzurum. Tercan, Eğin, Sasun, Bitlis, Muş ve Kilikya Ermenilerine karşı Osmanlı hükümetince hiçbir tedbir alınmamıştır. Çünkü baysallığı (güvenliği) bozacak bir davranışta bulunmamışlardır… İtilaf devletlerinin ileri sürdükleri birer yalandan ibarettir”. Görüldüğü gibi Hükümet konuya ilişkin almış olduğu resmi karar rağmen kendi elçilerine bile açıkça yalan söylemekten çekinmemektedir. (sayfa 120)

Aynı mantığı günümüzde işkence pratiğinde de gözlemlemekteyiz. Resmi yazışmalardan kalkarak Türkiye’de işkence olduğunu ispat etmeye çalışmak oldukça zordur. Hatta aksi daha kolay ispat edilebilir. Devlet işkenceye kesin karşıdır ve işkence yapan memurların üstüne çok sert gitmekte ve ihmali görülen memurları cezalandırmaktan çekinmemektedir. Gerçekten de öyledir. İçişleri veya Adalet bakanlıkları tarafından yayımlanan, işkencenin kanunen yasak olduğu veya işkence yapanların cezalandırılacaklarını üzerine onlarca kararname bulunabilir. Yüzlerce polise karşı işkence yaptıkları için dava açılmış, içlerinden onlarcasına çeşitli hapis cezaları verilmiştir. Bu resmi belgelerden kalkarak Türkiye’de işkencenin yasak olduğu ve yapılan işkencelerin münferit bazı olaylar olup, yapanlar hakkında derhal soruşturma yapıldığı ispat edilebilir. (sayfa 121)

İddia ettiğim şey, konuya ilişkin hiçbir yazılı belgenin olmamış olduğu veya hiçbir belgenin yakılmadığı değildir. Nitekim 1919 yılında İstanbul Divan-ı Harp soruşturmalarında sanıklar, İttihat ve Terakki merkez komitesine ait evrakların Dr. Nazım tarafından alındığını söylerler. Bu belgeler muhtemelen imha edilmişlerdir. Nitekim, Şevket Süreyya da Talat Paşa’nın yurt dışına kaçmadan önce, bri dostunun Arnavutköy kıyısındaki yalısında bir bavul evrağı yaktığını nakleder. (sayfa 121-122)

Gerçekten de Anadolu’nun Hiristiyan azınlıklara kaptırılması başta İttihatçılar olamk üzere Osmanlı-Türk yöneticilerinin en büyük korkusuydu. Bu nedenle bölgenin hiristiyanlardan temizlenmesi ne Ermenilerle ne de brinci dünya savaşı ile sınırlı bir olaydı. Özellikle balkan harbi sonrası Anadolu’nun Türkleştirilmesi hükümet politikalarının merkezini oluşturmuştur. (sayfa 122)

Yapılması gereken, Anadolu’daki Ermenilerin sayısını problem teşkil etmeyecek bir boyuta indirmek ve hiç değilse Anadolu’yu “temiz”, “sağlam” bir sığınak olarak örgütlemekti. Talat ve Enver’in bu doğrultuda söyledikleri onlarca söz vardır. Burada sadece Talat Pşa’dan bir örnek vermekle yetinelim. “imparatorluğun içindeki bu değişik unsurlar her zaman Türkiye’ye karşı tertiplere giriştiler… Bu düşmanlıkları yüzünden sürekli toprak yitirdik. Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Bosna, Hersek, Mısır ve Trablusgarb gitti. Böylece İmparatorluk hemen hemen yok olma noktasına gelecek kadar ufaldı. Elimizde kalanla yaşamımızı sürdürmek istiyorsak, bu yabancı halklardan kurtulunmalıdır” (sayfa 131)

Katliama ilişkin suçluluk duygusunun oluşmamış olmasının önemli bir diğer nedeni de, katliamın bir “cezalandırma eylemi” olarak ele alınmasıdır. Sivil toplum düzeyinde katliam reddedilmemekte ama daha çok “suç ve cezalandırma” mantığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Ermenilerin birtakım suçları işledikleri bunun için de cezalandırıldıkları savunulmaktadır. Burada İslami “kısas” ilkesinin derin izlerini görmekteyiz. (sayfa 141)





Çarşamba, Ekim 07, 2009

"STRUMA karanlıkta bir ninni" adlı kitap üzerine

STRUMA
KARANLIKTA BİR NİNNİ
Yazar : Hakan AKDOĞAN

Kitap; bir tarafta Sevgilisi Samuel ile evlenip bir süreliğine İstanbul'da yaşamış olan Carol’un sevgilisine bir şekilde ulaştırdığı anı defterinden; Struma adlı ölüm gemisi ile yeni umutlara açılan ya da açıldığını zanneden yaklaşık 800 kişilik bir Yahudi topluluğu, diğer tarafta ise Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen 12 Eylül Faşist darbesinin; yarattığı işkencehaneler ve işkenceleri, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler anlatılırken; tarihin karanlık bu iki sayfasına yazar kendi penceresinden bakmaktadır.

II. Dünya Savaşı'nın Hitler ve Faşizmi eliyle karanlık günlerinde, bir şeklide büyük bedeller karşılığında hatta nerede ise tüm maddi varlıkları karşılığında yeni bir hayat yeni bir ülke umudu ile yola çıkan Struma adlı bir gemi ile, Köstence'den hareketle boğazlardan geçerek İsrail’i hedefleyen ancak İstanbul kıyılarına kadar sürebilen büyük zorluk ve meşakkatlerle dolu yolculuk. “Lanetliler gemisine” dönüşen ve en nihayetinde Karadeniz’in karanlık suları dibinde son bulacaktır.

Diğer tarafta ise; “ABD nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar eliyle estirilen 12 eylül terörü neticesinde İşkence, ihanet ve direniş ve ölümlerle sonuçlanan; bu yolların kesişme noktaları neresiydi peki.

Daha doğru, daha mutlu ve daha huzurlu bir ülke arayışı ya da ülkelerinin veya yaşadıkları toprakların açık ya da gizli işgaline karşı çıkışları veya başkaldırışları idi herhalde; her iki tarafın da… Ama ortak payda; ister fiziki ya da ister gelecek olsun ne yazık ki yokoluş idi ...

Ama ne yazık ki yine vicdanları nasır tutmuş, yaşam hakkı yakarışlarına karşı toplumsal bir sağırlık; ve medya eliyle yapılan dezenfarmasyon yanıltma güdüleme ve propaganda hülasa beyin yıkama çalışmaları karşısında yazar’ı kahramanın ağzından: “İnsan beynine yapılan bu acımasız saldırının yarattığı tahribatı düşünsene. Bu yüklemeyi peş peşe yapsalar insanı çıldırtabilir. Yavaş yavaş zehirliyorlar bizi. Derinden derinden. Bunların yanında bir de tiranlar toplumsal rahatsızlıkları insanları eğlenceye boğarak örtbas etmeye çabalarken en az reklamlar kadar kirletiyorlar beyinleri. Bunun etkisini de katınca o ünlü sirozlu karaciğer ile temiz karaciğer fotoğrafları arasındaki fark gibi oluyor televizyon mağduru ile diğerlerinin beyni" söyletmeye yöneltmiştir.

Bir başka yerde sürgünün ve savaşın acımasızlığını anlatmak için ise: “Amerikalılar Bağdat’ı bombalarken Keşmir’e kara kar yağıyordu. Keşmirliler bunun nedenini anlayabildilermi? Hayır. O beyaz kar taneciklerine Irak’ta atılan bombaların artıkları yapışmıştı. Kara kara dönüştürmüştü. Keşmir’deki insanlar Tanrı’nın onlara inançları konusunda daha iyi düşünmeleri için mesaj yolladığına inanmışlardı” dedirterek, bir başka yanılmışlıkları sergilemeye çalışmıştır.
Çaresizlik karşısında hayatların nasıl önemsenmediği ya da öenmsenemediğini ya da özgürce yaşanılacağını düşündükleri topraklara varabilmek için, Struma adlı geminin bu seyahate elverişsiz olmasına rağmen kaçmak ve kurtulmak için başka çare olmadığını: “Kaçış… Yaşamımın anahtar kelimesi” diyerek başka bir tanımlama yapmaktadır.

- Nerede ise hipnotize olmuştum. Korktum.
- Hitler’in yaptığı gibi. Saniyede geçen her yirmi dört karenin yirmidördüncüsüne gamalı haç koydurtarak insanları bilinçaltından da etkilemeyi düşünmüş. Şimdi reklamlarda yirmi beş kare kullandıklarını söyledi geçen bir uzman. Amaç insanların daha çok dikkatini çekmekmiş. Bebeklerin reklamlara olan düşkünlüğünün nedeni de buymuş. Onlar yirmibeşinci kareyi yakalayabiliyorlarmış.
Propaganda ve güdüleme konusunun işte zirve yaptığı nokta.
Diğer taraftan işkencenin doruk yaptığı nokta için ise:
“Komutanım itiraf ettiremedik” anonsunu duydum telsizden. Cevap, “dersini verin” oldu. Koşturmalrı duyduk…. Son olarak “yakarım ulan şerefsiz. Adını söyle” diye haykırdı bir adam. “Ben Erdal Uslu” dedi Erdal. Sonra baş aşağı asılı Erdal’ın başının altına yerleştirdikleri piknik tüpünü ateşlediler. Bir çığlık duyduk. Sonra bir koku. Ancak öyle kabul ettirebilirlerdi başka bir ismi ona. O, Erdal Uslu’ydu. Sait Yıldırım değil.
- Sonra ne oldu
- Öldü. Kaçmaya çalışırken vurulmuş.
….

Şimdi artık bir taşla iki kuş vurulmuş hem Erdal Uslu hem de Sait Yıldırım’dan kurtulmuşlardı.

- DAL?
- Evet. “Derin Araştırma Laboratuarı”. Beni beş değişik yerde işkenceye tabi tuttular. Belki on değişik yerde sorguladılar. Her seferinde farklı işkenceciler, farklı teknikler deniyorlardı. Ben kişilikle ilgili olduğunu düşünüyordum bunun. İşkenceciler kişiliklerine göre yöntem seçiyorlardı. Ankara’nın kışında tazyikli soğuk su. En az eksi beş derece. Elbette zatürre. Testisleri patlatmak için sıkılan su. Çıldırtıcı bir acı. Elektrik peşinden. Dişlerden, tırnaklardan, saçlardan, penisten. Sonra gözlr bantlıyken kan gelene kadar kulağa tokatlar, yumruklar. “DAL” dan sonra Mamak. Hepsi içinde en can acıtanı falakadan sonra sırtına binip yuzlu suda yürütmeleriydi…
Özetle;
- Amaç düşündürmemek
- Elbette. Medya, susturucu gibi takıldı insanlara. Başkalarının hayatlarını gözetliyorlar, onların yaptıklarıyla yaşıyorlar. Şöhret tadında toplum sakızı. Çiğnenip atıldıktan sonra yenisi atılacak ağızlara…

Muhteşem tespiti ile yazar; propaganda, güdüleme, motivasyon, tenkil ve kişiliksizleştirme sürecinin; zor kullanma ile başlayıp ve gönüllü katlanmaya-rıza göstermeye nasıl vardığını ele almakta…

Uluslararası örgütlerin bütün girişimlerine rağmen Cumhuriyet hükümetinin katı tutumu değişmez ancak bunun bir istisnası olabilirdi ve oldu. Yardım örgütlerinin çağrılarına kulaklarını ve vicdanlarını kapatan hükümet, büyük bir şirketin ricasını kırmayacak, Çok muhtemel ki araya Koç'un girmesiyle bir Yahudi ailesi serbest bırakılacaktır. Yoksul Yahudilerin esamesi okunmaz tabii, ne gam. Geminin İstanbul'da demirli olmasına ise Cumhuriyet Hükümetin misafirperverliği yada konuyu bir insani mesele görmesi değil, geminin motorlarının bir türlü onarılamamasıdır. Ve sonra zaman zaman koca koca adamlar çıkacaklar 600 yıl önce biz bunlara kucak açtık ve İspanya’dan engizisyon baskısından kurtardıklarını söyleyecekler. Nasıl bir ikiyüzlülük nasıl bir riyakarlık .

Ama aslında bir başka ve önemli bir gerekçe var; Yahudileri yok etmek isteyen Nazi Almanya’sı Yahudilerin Filistin’e ulaşmasını istemesine rağmen hatta bu konuda girişimlerde bulunmasına rağmen, İngilizlerin Arap politikasına farklı yaklaşımlarından ötürü bir türlü sonuçlanmayan yolculuk… Hatta bir çelişki …

Kitabı okurken sürekli olarak 12 eylül işkencehanelerinde işkence görenlerin feryatları ile Struma gemisinde yaşamını yitiren insanların seslerinin sürekli olarak beni rahatsız ettiğini söylemeliyim ve hemen eklemeliyim ki; her nerede ve her nedenle olursa olsun bu tür olayları yaptıranları, buna bir şekilde katliam yapıcı olarak katılanları ve en önemlisi be gelişmeler karşısında seslerini çıkarmayanları ve dahası olayların varlığını ve vahametini bilip te “ne yapabilirdim ki” diyerek vicdanlarınının ateşini düşürmeye çalışanların tarih önünde sırası ile; sorumlulukları ve vicdani rahatsızlıkları bitmeyecektir. Bu yaşanmış olayların daha da tarihin derinliklerine bırakılmaması, bu olaylarla yüzleşilmesi daha sı da sorumlularının yargılanması insanı bir arınma için kaçınılmazdır.

UNUTMAYALIM VE UNUTTURMAYALIM

Pazar, Ekim 04, 2009

"SON ADA" Zülfü Lİvaneli romanı üzerine

Zülfü Livaneli, “Son Ada” adlı alegorik romanında, Ada halkının başına gelenleri, halkın iktidar ve güç karşısındaki davranışını sürekli güçlüden yana artan biçimde yana çıkma şeklinde bir kurgu içinde,
Düşsel bir adada ve ancak rüyalarda olabilecek kadar iyi işleyen düzen ve iyi işleyişin yarattığı huzur ortamında, ada’nın sahibinin yerleşmek üzere daha 39 dostuna komşu olması izni vermesi ile oluşan bu 40 kişilik toplulukta her şey mükemmel gitmektedir. Birbirleriyle çok iyi geçinen ve anlaşan, en az ile yetinmeyi kabullenmiş bu topluluk, adaya has kaynaklarla beslenerek geçiniyorlar. Ada dışından getirilecek bazı gereksinimler için de çam fıstığı üretimi yapılmakta olup tek gelir kaynakları olan bu ürün yılda bir kez tüm adalıların imece usulü yaptıkları hasat ile tam anlamı ile bir şölen şeklinde geçmektedir. Sadece yaşamı asgari düzeyde yürütebilmenin gereksinimlerin temini ve karşılanması için yapılan bu çalışmalar kolektif tarzda yürürken, birey ve toplum hayatında savaşların ve kavgaların temel nedeni sayılacak olan özel mülkiyet ve sahiplenmelerin yarattığı bencil davranışlarının hiçbir emaresi görünmemekte olup yöneten ve yönetilenlerin olmadığı bu Ada da hiç kimse hiç kimseye adı ile hitap etmemekte ve herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir. Diğer taraftan asgari gereksinimlerin karşılanması söz konusu olunca da doğa ya ve çevreye müdahale ihtiyacı oluşmamıştır, her türlü bitki ve hayvan ise adada yaşayan ada sakinleri içinde barış ve uyum içinde yaşamaktadırlar.

Ada sakinleri, gerek bireysel gerekse de toplumsal anlamda iyi insanlar olup, bu iyilikleri saflık düzeyindedir; maalesef bu saf ve politik hile düzen desise karşısında davranışları, ellerindeki mutluluğu bir daha geri gelmemek üzere kaybetmelerine yol açacaktır.

Komşulardan birinin vefatı neticesinde, satılan evinin emekliye ayrılmış olan darbeci devlet başkanı tarafından satın alınması ve adaya yerleşmesi ile bu büyülü ortam ve ilişkiler bozulacaktır. Ancak asıl kızılca kıyamet ise doğaya müdahale edilip doğanın dengelerinin bozulmasıyla oluşacaktır. Darbeci başkan, adanın en güzel koylarının martılar tarafından işgal edilmiş olmasını tespit edip behemehâl bu işgalden kurtuluş planları yapması ve buralara beş yıldızlı oteller yapılması halinde, topluluk zenginleşir ve martı işgalinden de böylece kurtulmayı planlar. Görünürde olmayan özel mülkiyet duygusunu kaşıyarak işe başlayan darbeci başkan öncelikle adanın mülkiyetini elinde bulunduran 1 numarayı yanına çeker, buradaki tılsımlı düzenin bozulabileceğini öne süren bir iki cılız ses ise, devlet başkanının gücü ve otoriter yaklaşımı karşısında daha fazla direnemez ve martı katliamına karar verilir. Bu noktadan itibaren martılardan kurtulmak için adaya tilkiler getirilir, tilki popülâsyonu artar martı popülâsyonu azalır yılanlar çoğalır vs vs… Artık doğanın çivisi yerinden çıkmış dengeler bozulmuş ve bu gidiş adanın sonunu hazırlamaktadır.

Adada yaşayanların yaşadıkları ve bu başlarına gelenler, genelde toplulukların güç ve iktidar karşısında nasıl bir tutum takındıklarını göstermektedir. Romanın gizli kahramanı Yazar bir gün romanı anlatan kişiye hitaben dile getirir: “siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapatmaya hakkın yok. Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dini ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun!” İşte Yazarın bu sözlerde dile getirdiği; alegoriyi roman boyunca, Zülfü Livaneli politik mesajlarla birlikte süsleyerek vermiş olup bu kabil politik paralellikler yanında romanda çevreci yaklaşımlar da ciddi ciddi önemli bir yer tutmaktadır. Çevreye ve insana duyarlılık birbirinden hiç ayrılmamış ve roman boyunca dikkat genellikle ada halkının özelliklerine çekilmemiş olup, genel bir halk kavramı yaklaşımı ada sakinlerini temsil etmiştir.

Ben severek ve hızlı okudum, akıcı ve sürükleyici olan bir roman,

İyi okumalar

"AŞK" Elif Şafak kitabı üzerine

Elif Şafak; “Aşk” adlı romanında Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin 1200 yıllarda geçen ilahi aşkını anlatırken kitabın kahramanları evli 3 çocuk annesi Ella’nın İskoç sufi Aziz ile arasındaki dünyevi aşklarını anlatıyor da anlatıyor..

Yazarın romanı hakkında görüşleri;
Elif Şafak; “Bu roman tek bir roman değil roman içinde roman, hikaye içinde hikaye, aşk içinde aşk... Ben aslında aşktan yola çıktım. Aşkı anlamaya çalışan ve anlatan bir roman yazmak istedim. Ama hem dünyevi hem ilahi boyutlarıyla, hem dününe bakan hem bugününe bakan bir roman yazmak istedim. Belki hem batıyı hem doğuyu içine alan farklı gibi duran hatta bazen zıt gibi duran unsurları buluşturan bir bağ olarak aldım aşkı ve yola çıkış noktam da bu oldu.”
“Romanı yazarken bulabildiğim tüm Türkçe, İngilizce ve kısmen İspanyolca kaynakları okudum. Uzun süre okuyorum o benim içimde birikiyor. Ama ne olursa olsun, bu benim algıladığım kadarıyla orada Mevlana var, benim algıladığım kadarıyla Şems var. Herkes anlayabildiği kadarıyla anlıyor ve anlatıyor. Hiçbir zaman esas Mevlana budur esas Mevlevilik budur demek istemem. Bu bir roman, bir kurgu, bu benim hayal gücüm.”
“Kitabın önemli saç ayaklarından birisi Şems ve Mevlana arasında geçenler. Bence çok derin olan ruhani bir bağ var. Ben orada çok ciddi ve derin manevi dostluk ve yoldaşlık olduğunu düşünüyorum”
“Benim tasavvufla olan ilgim bundan 14-15 sene önce başladı. Beni takip eden okurlar bilirler, her romanımda aslında bir unsur olarak, alt akıntı olarak tasavvuf vardı. Ama bu sefer belki su üstüne çıktı, belki bu anlamda kalbimi açtım. Bir anlamda belki benim içimde birikiyordu ama fiilen masa başına oturup yazmam bir sene sürdü”
diyerek, Mevlana'nın söylediği,
" Biz dile söze bakmayız.
Gönle hale bakarız,
Edep bilenler başkadır,
Canı ruhu yanmış aşıklar başka.
Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.
Aşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de."
Sözü üzerinde düşünülmesini isteyen ve aslında okuru da bu yönde düşünmeye zorlayan Elif Şafak hem romanının tanıtımını yapıyor, hem de aşkın kendisince nasıl algılandığını tariflemeye çalışıyor sanki ve bir taraftan da kendi ifadesine göre de, Ella Aziz Mevlana Şems üzerinden aşkı kendi yaşıyormuşcasına gönülden sevdiği karakterler üzerinden Mevleviliğe ve Tasavvufa yazdığı 40 kuralla da sanki ayrı bir manifesto hazırlıyor.

Kitaptan bazı notlar:
“giden her bir Şems-i tebrizi için başka bir asırda ,başka bir mekanda ,bilinmedik bir isim altında bir Şems daha gelir..
Kimisi Şems olarak doğar .
Kimisi Şems olarak ölür”

“kendini bildi bileli durgun bir göldü Ella’nın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi, nicedir tercihleri, ihtiyaçları tüm alışkanlıkları tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı, öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan”

“ella: ''ben senin gibi sufi değilim'' Aziz gülümser ''sufi değilsin, biliyorum'' dedi ''olmanda gerekmiyor, Sadece rumi ol yeter'' Aziz’in aşkıda kendisi gibiydi, Esaretten değil, özgürlükten besleniyordu! herşey olması gereken zamanda olur”

“o gece sevinç içinde yatağıma yattım. Kalbim bir deli davul kesilmiş, güm güm atıyordu. Nereden bilirdim o an kadın kısmının ezelden beri yaptığı en büyük hatayı yaptığımı? Aşık oldukları adamı sevgileri aracılığıyla değiştirebileceklerini zannetmek, biz kadınlara özgü kadim bir gafletmiş”

"Bir taş, nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi; çıkardığı tıp sesi akıntının ortasında kaybolur. Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peydah olur, halka tomurcuklanır; tomurcuk şekillenir, açar da açar; tomurcuk katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Nehir alışıktır karmaşaya, deli dolu akışa. Atılan taşı içine alır, benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Gel gelelim göl hazır değildir böyle dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, taa dibinden sarsmaya. Göl, taşla buluştuktan sonra, bir daha eskisi gibi olmaz, olamaz."

Değerlendirme
Elif Şafak; romanında, gösterdiği Sufilik ve Tasavvuf edebiyatı çabaları; bu haliyle tam tamına günümüze denk düşen yarı dini yarı kutsal ama modern hayattan da fazlaca kopmadan, dinin içinde kalarak ama dinin hiyerarşisine sadık kalmadan ama alternatif ruhsal durumlar yaratarak modaya ayak uydurmuş bulunmakta olup, ticari kaygılara ve öngörülere tamamen sadık kalarak, gururlu ama sıradan bir aşk edebiyatı ve günümüz cinsiyet putlarına tapınan çağdaş görünümlü ama çağdaş olmayan kölelere, ilim ve irfan geçmişimizin göz ardı edilerek konunun da saygınlığından ve önemimden yararlanılarak ucuz ama sofistike yaklaşımlar ile sunulan aşk edebiyatı.

Sonuç
Bu romanın okunmaması bir eksiklik değil. Okumasanız da olur. Çünkü ben. “okudum da ne oldu, ne kazandım” diye kendi kendime sorduğumda kocaman bir “HİÇ” cevabı veriyorum. Sonuçta tamamen ticari kaygılarla üretilmiş banal roman..

Cumartesi, Ekim 03, 2009

BASKIYA RAĞMEN GAZETECİLİĞİ SÜRDÜRMEK

Taraf gazetesinde 06.09.2009 tarihinde aşağıda verilen haber bir sürü gözden kaçmıştır.

2009 “Leipzig Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü” Taraf’ın “baskıya rağmen sürdürdüğü cesur habercilik” nedeniyle Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’la birlikte bir İtalyan ve bir Hırvat gazeteciye verildi. 2009 Leipzig Medya Ödülü’nün gerekçesinden: Taraf araştırmacı gazeteciliğiyle öne çıktı. Cesur haberleriyle hükümette ve orduda düşman kazandı. İlan alamasa da, baskılar sürse de idealist, tavizsiz yoluna devam ediyor.

Bu ödül neden verilmiş peki;

Ödülle ilgili açıklamada, “Türkiye’deki yabancı gazetecilerin nezdinde, idealist ve tavizsiz tavrıyla çok değerli bir gazete” olarak tanımlanan Taraf ‘ın, “cesur haberciliği ile hem hükümette hem de orduda düşmanlar kazandığı” belirtilerek, “ilan verenler Taraf’tan uzak duruyorlar, resmi makamlar Taraf’ı düzenli olarak suçluyorlar ve bunun sonucu olarak, gazete çok ciddi ekonomik sorunlar yaşıyor. Taraf, Genel Yayın Yönetmeni Altan’ın idaresinde, bütün bu sorunlara rağmen yoluna devam ediyor.” denildi.

Gerçekte ise bu ödül verilme işi neden ihdas edilmiş peki;
Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (Doğu Almanya) 9 Ekim 1989’da başlayan devrim karşıtı gösterileri, sosyalizmin çözülüşünde “dönüm noktası” kabul ederek “bu anıyı yaşatmayı” hedef edinen bu ödül Leipzig Bankası Medya Vakfı tarafından 2001 yılından bu yana düzenli olarak verilmektedir.

Bizce Ahmet Altan bu ödülü hak etmiştir.
Batı Bloğu tarafından demir perde gerisi diye tanımlanarak savaş açılan ve bu uğurda bloğun başta Türkiye olmak üzere, sınırda bulunan ülkeleri tarafından inanılmaz kayıplar vermek uğruna yürütülen “Karşı devrim sürecini”, bize “barışçıl devrim” olarak yutturmaya kalkan bir yaklaşımın ürünü olan ödülün, sola ve sosyalizme ait değerleri tukaka göstermeyi hedefleyen ve sosyalizm düşmanlığına “sol” maskesi takarak/giyerek devam etme iddiasında olan ve bu uğurda muhteşem hüner sahibi olan Taraf’ın genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’ın bu ödülü alması rastlantı değildir ve kesinlikle bizim anladığımız anlamda cesur gazetecilik karşılığında verilen bir ödül olarak görülemez, eğer bunlar gerçekten “cesur gazeteciliği” ödüllendirseler idi Ahmet Altan en son sıralarda yer alarak nal toplardı, Türkiye’deki cesur gazeteciler liginde. Dolayısı ile gerek esin gerekse de ihdas kaynak ve gerekçelerine uygun olarak bu ödüle bakıldığında; aslında kimlerin ve hangi siyasi görüşlerin ödüllendirildiği kolaylıkla anlaşılacak olup zaten Ahmet Altan’ın arkasında kimlerin olduğu da herkes tarafından bilinmektedir. Sol ve Sosyalizm revaçta iken solcu ve sosyalist olacaksınız, liberalizm revaçta olunca liberal olacaksınız, ılımlı islam revaçta olacak ılımlı İslam(fetocu) olacaksınız, sevsinler sizin cesurluğunuzu ve hatta size bu ödülü layık görenleri de sevsinler. Ödülün misyonuna ve ülkemizin ödül verenler tarafından önemine bakarsak bu ödül için uygun insanların içinde ilk 10 a girebilecek kişi olduğu için Ahmet Altan bizce de bu ödülü hak etmiştir.

Ahmet Altan yaptığı iş hakkında “böyle bir şey yapmak için deli olmak gerekir” diyor peki bu doğru bir ifademidir? Gazeteye bu haberler bir yerlerden servis ediliyor; peki, nereden servis edilebilir diye şöyle azıcık düşünüyoruz; devletin derinliklerindeki F tipi örgütlenmelerin istihbaratçı uzantıları, ABD ve İsrail bağlantılı mahfiller başta olmak üzere soroz vakıfları, ABD nin think tank kuruluşları ile tüm gayri yasal odaklar öncelikle aklımıza geliyorsa, siz bunların servis ettiklerini yayınlıyorsanız ve size bu haber servislerini yapan birilerinin diğer alanlardaki uzantısı birileri de size “cesur gazeteci” diyor ve ödüllendiriyorsa ve biz de bunu doğru kabul ediyorsak yani sokak ağzı ile yutuyorsak, bence Ahmet Altan bizi, yani onun gibi düşünen ve yaşayanların dışındaki herkesi hem deli hem aptal yerine koyuyor demektir.

Taraf hukuki ifade ve lisan-ı münasiple söyleyecek olursak, kuşku dolu mali yapısının her unsurunu yayın politikasına taşıyan bir tutum izlediği sürece, neyin “taraf”ı olduğu hatta neyin iflah olmaz taraftarı olduğunu gizleyemeyecek durumdadır. Hele bugünlerde yaptıklarını koca koca “Profesör” ünvanlı, bazı Ahmet Altan benzerleri, başta da kardeşi Mehmet Altan olmak üzere, destekliyorlar diye de kendisini çok haklı ve doğru bir çizgide imiş gibi düşünüyorsa da unutmamak gerek ki biz şu ahir ömrümüzde Kenan Evren’e fahri doktora sunabilmek için sıraya girmiş bir sürü profesör gördük o ödüller bugün artık verenlerin yakalarında “yalakalık yaftası” olmaktan öteye geçememiştir

Ne yazık ki; dünya egemenleri tarafından yürütülen psikolojik savaşın karargahı “taraf” gazetesidir ve onun kaptan köşkünde oturan Ahmet Altan’da bu savaşın kurmay başkanıdır, yönettiği gazete de AKP – AB – ABD ve Ilımlı İslam Cemaat’ini arkasına alarak, “demokrat” lık kisvesi altında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü “demokrat”, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı “devrimci”, Fethullah Gülen’i “mazlum”, AKP’yi “ilerici” ilan etmekte, zaman zaman da Kürtlerin ağzına da bir parmak bal çalarak günün modasına uymaktadır.
Acaba bu Ahmet’in yaşı yada hafızası sadece 28 şubat darbesini mi hatırlamaya yetiyor, neden 12 mart’ı artık ağzına almıyor, 12 eylülü ağzına almıyor, bu nasıl cesurluk bu nasıl bir taraflık, acaba kendisine göre artık 12 eylül de sindirilebilir ve içselleştirilebilir, hulasa “ilerici ve demokrat bir ihtilal” mı ki, 28 şubat’a verip veriştirdiklerinin hiç birisini 12 eylül için yazamıyor. Yoksa o tarihlerdeki Silahlı Kuvvetlerinin başındaki kişi, Anayasaya, yasalara, nizamlara, ahlaka, vicdana uygun planlar hazırladı ve tatbik etti, de mi bunlarla ilgilenmiyor bu demokrat zat artık?

Aslında ne o ne bu; Ahmet Altan kendisinin ettiği ve artık veciz bir söz olarak Türkiye siyasi hayatında yerini alan aşağıdaki sözde kendisini çok iyi tanımlamış bulunmaktadır.
“Bir çift kadın memesine vatanı satabilirim”
İşte Ahmet Altan budur.

Belki de; “Ben bir fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben de onlardan biriyim” diyen Burhan Belge’den çok etkilenmiştir, belki de öncüllerinden sayılabilecek Ali Kemal den etkilenmiştir, bilemiyoruz tabii ki kendisi bunu açıklarsa memnun oluruz.

Pazartesi, Eylül 28, 2009

ILISU BARAJINDAKİ İNADIN ANLAMI NEDİR

Tarihi yaklaşık 15.000 yıl öncelerine dayanan ve ortaçağ dünyasının kültür, ticaret ve siyaset odaklarına da merkezlik yapmış, görkemli ve gizemli ve doğu ile batının buluştuğu bir dinler mozaiği bir antik kent olan Hasankeyf Şehrini sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı, ülkemizin önemli bir kültür mirasını olan 20 farklı kültürün izini barındıran ve UNESCO’nun 10 dünya mirası kriterinden 9’unu karşılayan bu antik kenti ortadan kaldırmanın yanında, yaklaşık 85.000 kişiyi evsiz barksız bırakacak ve borç batağı içindeki ülkemize de oluşacak faiz yükü hariç yine yaklaşık 2 milyar dolar kredi borcu getirecektir. Ilısu Barajı'nın tamamlanması ile birlikte tarihi mağaralar, camiler, saraylar, kiliseler gibi tarihi ve kültürel değerler sulara gömülmekle kalmayacak, dünyada sadece Dicle-Fırat su sisteminde yaşayan ve “GAP Doğal Hayatı Koruma Derneği” tarafından hazırlanan raporda da açıkça belirtildiği üzere; nadir yaban hayvanlarının neslinin tükeneceği ve Hasankeyf ve Dicle havzasının yırtıcı kuşlar için doğal göç koridoru olduğu ve dünyada az bulunduğu tespit edilen bu çeşit türlerin bulunduğu alanların bu bölgede olması nedeni ile de buradaki yaban hayatının da biteceği aşikardır.
Sadece 50 yıllık ömür biçilen Ilısu Barajı, her ne kadar iktidarlar tarafından enerji amaçlı yapılacağı iddia edilse de, amaç aynen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun diğer bölgelerinde yapılması planlanan barajlarda olduğu üzere, geçit vermez dağların arasında geçit vermez barajlar/denizler oluşturmaktır.
Ayrıca diyelim ki; 1971 lerden beri burada bu barajın yapılmasının planın yapanların “ekonomiye önemli katkısı çok büyük olacaktır” savı doğrudur, yıllık yaklaşık 300.000.000 ABD doları gelir için neler feda edilmektedir. 85.000 kişiyi topraklarından alıp bir başka yere her şeyleri ile taşıyacaksınız ve tüm karayolu ve demiryolu ulaşımlarını yeni durumlara göre yeniden yapacaksınız(yaklaşık maliyeti 3,5 ya da 4 milyar ABD dolarıdır), finansmanın yıllık faiz maliyeti ise 100.000.000 ABD dolarıdır, antik kentin sular altında kalması ile turizm baltalanarak Hasankeyf halkını işsiz bırakacak ve önemli bir gelir kaybı oluşturacaktır, ülkemizin doğa ve çevreye, kültür miraslarına ve tarihe duyarsız ve cahil-cühela ülke imajını katmerleştirerek bu konudaki ünümüzü pekiştirecektir, baraj tamamlandığında şu anda tarım yapılabilen 6.000 hektar alan sular altında kalacak ve iddia edilen 121.000 hektar alanın ıslahı ve aynı verimlilik seviyesine getirilmesin maliyeti de yaklaşık 5 milyar ABD dolarıdır, kaybedilen habitat değerlerinin bedeli ise hesaplanamayacak kadar fazladır ve bu hesabın konusuna maalesef herhangi bir figür olarak girememiştir, ayrıca ki en önemlisi üretilecek enerji yıllık Ülkemizin üretimin yaklaşık %7 si ya da % 8 i düzeyinde olup, gerek kaçak kullanım gerekse de enerji nakil hatlarındaki kayıp bazı verilere göre % 22 bazı verilere göre ise %30 düzeyinde olup bunun nasıl bir katkı olduğunu da şu andan itibaren tartışmalı hale getirmektedir. Oysa; uluslararası ÇED Raporu'ndaki bilgilere göre ve uluslararası tarafsız kredi kuruluşlarının hesaplarına göre Ilısu Barajı gayri-ekonomik olan ve çevresel ve toplumsal bedeli büyük, "hatalı bir proje" gibi göründüğü çok açıktan beyan edilmektedir.

Bugünlerde yöreye odaklı açılımın; konunun geçmişini bu açıdan bir kez daha gözden geçirmemizi ve sırası ile önce bölgede kalkınma ve yatırım teraneleri ya da seferberlikleri, bilahare de barajlar silsileleri ile geçit vermez su alanları oluşturularak karşılıklı intikallerde zorlukların yaratılması ve nihayetinde de emperyalizmin dikte edeceği ve devletin derinliklerinde fobi haline gelmiş konunun dayatılması kaçınılmaz olacak ve işte o zaman bu gelişmelere karşılıklı alet olanlar ızdırap çekeceklerdir. Diğer taraftan; önceleri Hasankeyf’i sulara kaptırmam diyen Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2006 yılında temeli atılmış olan barajın yapımcı firmaları arasında olan CENGİZ İnşaat ve NUROL İnşaat akıllara çok şey getiriyor olması bir yana bu çok tartışmalı ve gayri-ekonomik projeyi başta; Hasankeyf'liler, Batman'lılar, Diyarbakır'lılar, Mardin’liler olmak üzere tüm Türkiye, yerli ve yabancı aydınlar, göbek bağı olmayan tüm mühendis, arkeolog, sosyolog, antropolog, sivil toplum gönüllüleri, hekimler, ekonomistler, kısacası bütün yurtseverler yıllardır istemediklerini ve behemahal iptalini tüm ulusal ve uluslararası platformlarda beyan etmektedirler.

Ilısu Barajı’nın yapımına bu nedenlerle karşı çıkanları, projenin finansmanını sağlayacak uluslararası finans kuruluşlarının değişmiş olması ya da projeyi finanse etmekten çekilmiş olduklarını açıklamış olmalarını “Türkiye’yi sevmeyen, bölge insanının kalkınmasını istemeyenler” olarak suçlayanları da tarih layık oldukları şekilde anımsayacak olup, Çevre ve Orman Bakan’ının “Ilusu Barajı iş imkanı sağlayacaktır, bölgeyi canlandıracaktır” açıklamaları ise daha önce yapılmış ve maalesef gerçek olmayan açıklamalardan öteye gitmeyen açıklamalar olarak anımsayacak olup ve bu projenin gerçekleşmesi için büyük çabalar gösteren çokuluslu müteahhitleri, çokuluslu finans kuruluşları, teknoloji satanları, hizmet sunanları ve bunların yerli ve yabancı işbirlikçilerini, hülasa emperyalizmin tüm bu saldırı araçlarını kabul etmekten, onların istediklerini yerine getiren olmaktan ve hatta şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit etmekten öteye geçemeyecektir.

Evet yetki, iktidar ve karar sahipleri gelin bu inadınızdan vazgeçin artık…

Pazar, Eylül 13, 2009

Bir Kitap: LİMON AĞACI

Kitap: LİMON AĞACI
Yazar: Sandy Tolan

Yazar Sandy Tolan’ın gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı kitapta, İsrail ve Filistin arasındaki trajik çatışma ve çarpışmaları anlatırken diğer yandan da ilişkileri derinlemesine olmasa bile sorgulamaktadır. Yazar Sandy Tolan Limon Ağaçlı Evi arayıp bulmuş ve gerçek hayat hikayesini bu tanıklığa dayandırarak bu tarihi öyküyü yer yer kendi empatisini de ekleyerek kitabı okurlarına sunmaktadır. Bir zamanlar Arap şehri olan (Yahudi olmayan), Ramla`daki 1936 yılında bir Arap aile reisi Ahmed Khairi ve arkadaşı Benson Solli`nin yardımıyla yapılan bu küçük taş evi merkez alarak ve 1948 yılında İsraillilerin işgali sonrası Eshkinazi ailesinin yerleştiği ev adeta bütün bu öykünün empati merkezini oluşturmaktadır.
Temelde kendi öz vatanlarını kurmak adına temelleri atılan İsrail devletinin; sonunda yine aynı topraklarda kendi devletlerini kurmak için yanıp tutuşan bir Filistin devletini yaratmasının öyküsü. Bulgaristan’da başlayan Naziler tarafından evlerinden sürülme sürecinin, yine kendisi gibi ama bu sefer kendini ait hissettiği devlet tarafından sürülmüş bir Filistinli ailenin evinde oturuyor olmanın Dalia’ya derinden etkileri ve kendisinde yarattığı empatik durumların yer yer ağır bastığı ve yer yer de varlığı için göçtüğü bu topraklarda inanılmaz bir batılı desteği ile savaşan İsrail’in, yaşadığı topraklardan sürülmek yada kayıtsız şartsız biat istenmesine karşı varlığı ve birliği için savaş vermek zorunda kalan Filistinliler ile çatışmasının kendi penceresinden tanıklığı.
İsrail’in terör diye iddia ettiği, Filistin’in yasal direnişi diye direttiği bu ortamın tarifleri arasındaki çok hassas bir çizginin varlığı tartışılmaz olup, modern ve demokratik dünyanın işgal ve direniş ikilemi olarak kabul ettiği iddiaları sağlıksız ve bulanık ama bir o kadar da gaddar ve dayatmacı saldırı değerleri üzerine oturtulmuş bir İsrail yaratma savaşı ile tam ne olduğunun kendileri açısından da mükemmel bir tanımı yapılamamış ama en azından kendi doğdukları topraklarda yaşamak isteyen Filistin’in direnişi ve yer yer haklı olsalar bile kendilerine çevrilen silahların yarattığı bir karabasana dönüşme öyküdür aynı zamanda.
Limon Ağacı kitabı böyle bir savaşı, İsrail-Filistin çatışmasını sorguluyor. 1948’de Nazi katliamından kaçan Yahudi bir ailenin öyküsü. İsrail’e göç eden aileye, Ramla şehrinde bir ev verilir. Evin eski sahiplerinin yemek masalarındaki sıcak çorbayı bile içmeden bırakıp kaçacak kadar korkak, Filistinli bir aile olduğu anlatılır ve Dalia’nın küçüklüğü, evin arka bahçesindeki limon ağacı ve bu ağacın gölgesinde dinlediği korkak ve ödlek Filistinlilere ait öykülerle doludur ne zamanki bir gün evin kapısı çalınır ve evin eski sahibinin oğlu Filistinli Beşir kapıda görünür ve babasının kendi elleriyle inşa ettiği evi ve arka bahçesine diktiği limon ağacını görmek istediğini söyler, işte o zaman evin eski sahiplerinin İsrail ordusu tarafından silah zoruyla bir gece evlerinden atıldığını öğrenir işte o zaman kendisine anlatılan korkak ve ödlek Filistinli masalı çöker ve bu Dalia’nın dinlediği hikâyelerden çok, hem de çok farklıdır. Tel Aviv Universitesi`nde bir öğrenci olan Dalia ziyarete gelen bu 3 Filistinli genci eve kabul eder ve evin eski sahiplerini çocuğu Beşir ile yeni sahiplerinin çocuğu Dalia’nın aynı odayı benim odam deyip sahiplendikleri evin ve bahçedeki limon ağacını fon yapan tüm bu hikâye Beşir ve Dalia`nın diyalogu 1917 Balfour Bildirisi ile başlayan, 1922 ve 1936 yılları arasında İngiliz kolonisi olma dönemini içeren, 30 Kasım 1947 Birleşmiş Milletler’in Filistin’de biri Arap, diğeri Yahudi olmak üzere iki ayrı devlet oluşacak şeklindeki Genel Kurul kararı sonrası inanılmaz bir boğazlaşma ve kan akıtma temelinde bir örgütlenme ve çeteleşme süreci olarak ve bir tarafı ile de İsrail tarihini anlatır. Bitmek tükenmek bilmeyen boğuşma, terör ve mezalim.

Muayyen dönemlerde ölüm hasadı yapan İsrail, dünya için sadece ve sadece bir ölüm skoru tutma, özellikle de en büyük terörist ABD için de çocuk askerlerin İsrail’i yıkacakları vıdıvıdısı üzerine kopan fırtına, diğer taraftan da acının çifte su verilmişliğinin merkezi Filistin ve direnişi, parçalanmışlığı, satılmışlığı, başta Arap dünyası olmak üzere sahipsizliği ve en nihayetinde de Filistin artık istedikleri olmadığı için olanı isteyen bir halk ile dolu bir coğrafya haline gelmiştir.

Kitaptan yansıyan ve her şeye karşın diyaloğu yürüten bu kişilerin çok anlamlı bulduğum bir cümlesi:
“Ve bizi bağlayan şey ne? Bizi ayıran şeyle aynı. Bu ülke…”


Pazar, Nisan 05, 2009

CAN DÜNDAR’DAN MUSTAFA FİLMİ


Bir yanda; kahramanın değerini düşürerek savunulan konunun ya da gerçekleştirilen devrimlerin değerinin düşürülmesini hedeflemek gibi oldu bitti yaratan ve bunu avuçlarını ovuşturarak izleyen bir grup, diğer yanda ise Bekçi filmindeki Balkan savaşının kahramanlarından Kolağası Hasan Bey’in torunu olan Murtaza gibi “Gördüm kurs, aldım sıkı terbiye amirlerimden, sen de görseydin kurs, alsaydın amirlerinden sıkı terbiye, böyle cayıl cayıl konuşmaz idin” ve “Yukarda Allah, Ankara’da devlet ve hükümet, burada da ben” gibi sadece kahramanlık muhabbetlerinin yapılmasını isteyen ve bunun dışındaki her türlü yaklaşımı reddeden bir grup mevzilenmişler birbirlerine salvo atışlara devam etmektedirler.
Aslında bu film ve Can Dündar ne yaparsa yapsın ne yeni Mustafa Kemal düşmanı yaratabilir ne de Mustafa Kemal dostu yaratabilir bundan önceki benzerlerinde de olduğu gibi herkes kendi mevziinde kalmaya devam edecektir sadece olsa olsa mevzilerinde kılıçları bilemeye devam edecek ve karşılıklı kinleri arttırmaya ve biriktirmeye devam edeceklerdir.
Can Dündar “Tüm kurumlar canı gönülden bu belgesele destek verdiler, Cumhurbaşkanlığı, Atatürk’ün tüm arşivini açtı, özel yazışmaları dâhil buna ya da annesinin ona yazdığı tüm mektuplar dahil, Genelkurmay tüm hatıraları not defterleri fotoğraf arşivi buna dahil, Dışişleri bütün yurtdışı örgütünü harekete geçirdi, yurtdışında en büyük desteği onlardan aldık, diplomatlar yardımcı oldu Yapı Kredinin elinde olağan üstü bir fotoğraf albümü var, Atatürk’ün çok özel fotoğrafları var, ve hakikaten hangi kapıyı çalsak, Türk Tarih Kurumundan tutun, her yerden büyük ilgi ve destek gördük” diyerek katkı sunanları sıralıyor.
Atatürkçülüğün yılmaz bekçisi olduğunu durmadan yineleyen Silahlı kuvvetlerin açtığı arşiv ne anlama geliyor acaba? Karşı cepheye destek anlamına gelebilir mi acaba? Yoksa başka görünmeyen mutabakatların sonucumudur? Yoksa Can Dündar Fettullah ve Said-i Nursi ile ilgili film yapıyor da onun idmanlarını mı yapıyor acaba? Derin devleti temsil ettiği izlenimini uzun yıllardan beri veren Çukurova grubuna ait Türkcell neden sponsorluktan çekildi, acaba Can Dündar kendilerini futbol deyimi ile ters köşeye mi yatırdı? Hani Türkcell “bizim her siyasi düşünceden ve inanıştan müşterilerimiz var” açıklaması yaptığında neden genel olarak sanki filmde dindar kesimi hedef alan bir durum olduğu gibi bir algılama oluştu acaba? Bazı Atatürkçü olduğu bilinen Dernek okulları baştan daha film vizyona çıkmadan toplu bilet alırken vizyon sonrası ise bazı milli eğitim müdürlüklerinin tavsiye kararları ise; acaba ortaya çıkan sonucu teyit etme çabalarından öte anlam da taşıyor mu?
Can Dündar’ın nasıl bir Mustafa sorusuna verdiği cevap “Ben doğrusu seyircinin şaşıracağına inanıyorum, çünkü biliyorsunuz piyasa da yüzlerce Mustafa var, yüzlerce Mustafa Kemal var Atatürk var hangisi doğru hangisi gerçek herkesin bir Atatürkçülüğü var ben diyemem ki işte bu asıl Mustafa kemal diyemem bu da benim Mustafam”
Evet bu film olsa olsa Can Dündarın “MUSTAFA” sı, Pop kültürü ile her şeyin magazinleştirilmesini bir kez daha görüyoruz hem de nerede ise herkesin ittifakla iyi belgeselci diye yere göğe sığdıramadığı Can Dündar yapıyor.
Ancak bugüne kadar “Mustafa” filmi ile ilgili yorumlara, açıklamalara bakılınca çok açık bir şekilde görülecektir kim ki yeni Osmanlıcı, kim ki Saidi Nursi ci, kim ki gerici ve yobaz filme tam bir şaheser muamelesi yapmıştır. Artık bunun üzerine de ilaveten film “yok şu siyasi cenahı memnun etmek için yapılmıştır” “yok şu dinli yada dinsiz çevreleri memnun etmek için yapılmıştır” yaygarasını bırakalım beğenenler ve eleştirenlerin ait oldukları cenahlara bakalım yeter.
Ne yazık ki bu format bir ABD (USA) Formatıdır, ve maalesef ki Lenin, Che, Stalin ve Mao başta olmak üzere bir sürü önemli lider için bu kabil belgesel filmler yapılıyor ve ince ince karalamalara bizzat filmin kendisi başta olmak üzere yaratılan tartışma ortamı hazırlanıyor ve kişisel değerleri ve önemi yerlerde sürünür hale getirilip, yaratılan değerlerin bir hiçmiş gibi gösterilmesi amaçlanıyor.
Diğer taraftan ise; Can Dündar enteresan bir şey yapıyor ve Mustafa Kemal’in Karlsbad anılarından aşağıdaki bölümü alıp hedef şaşırtma anlamına da gelebilecek bir biçimde bir yaklaşım gösteriyor: Mustafa Kemal; “Bir Türk hanımın buradaki durumu göstererek sorduğu soruya karşılık diyor ki: "Bu hayatın bizde yerleşmesi ne kadar zor"..
Mustafa Kemal: "Ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile belirteyim. Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir anda bir "Coup" ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor” İşte size tüm devrimci liderlerin düşüncesi benzeri bir yaklaşım. Aslında bunu da bu belgeselin içine yine Can Dündar yerleştiriyor bu açıdan bakınca ihtilalci birinin sevinmesi gerekmektedir, kanımca… Anlaşılacağı üzere Can Dündar da birtakım akli gelgitlerin içinde öylesine bunalmış ki birden karşı tarafa da yaranma içgüdüsü ile davranmaktadır yer yer…
Ayrıca ben müzik uzmanı değilim ama iyi bir dinleyici olduğumdan olsa gerek, Dünya çapında bir müzisyen olan Goran Bregoviç’in müziklerini sanki Mustafa Kemal’in “Mustafa” olduğu dönemde karga kovalamasından esinlenerek filmin başından sonuna kadar karga sesini andıran bir müzik yapmış… Yine bana göre kurgu da kötü diyebilirim açıkçası, Sinematografi açısından ise tam bir rezalet; ama ben burada keserek haddimi bileyim dedim, çünkü işin bu tarafı tam bir teknik konu…
Diğer taraftan Fransa’dan Suriye’ye kadar gezildiği söylenmesi ise sponsora, eğer gerçekten bahsedilen yerlere gidildi ise tam bir kazıktır, çünkü bu konuda bilgi ve belge niteliği taşıyan her şey fazlası ile bu ülkede mevcuttur.
"Buda Nazım Hikmet’in muhteşem şiirleştirdiği hali ile benim “MUSTAFA”m

Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı



SON SÖZ 1:
Mustafa Kemal’i öğrenmek için en iyisi biz Tarih kitaplarını ve Nutuk’u mutlaka ve ziyadesiyle okuyalım.
SON SÖZ 2:
Normalde size ufacık da olsa bir hediye verilse teşekkür edersiniz ama size yoktan var edilen bir ülke sunana teşekkür etmiyorsunuz.
SON SÖZ 3:
Bir İngiliz sözü var “bilerek eksik bilgi vermek yalan söylemek” gibi bir şeydir. Bunu Can Dündar iyi bilenlerdendir.
ÖNERİ:
Can Dündar adını hemen JAN DİNDAR olarak değiştirsin yoksa tren kaçacak…