Cuma, Ekim 31, 2008

"HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ" Bir kitap

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına tanıklık eden tek gazeteci olan Burhan Dodanlı; o geceye ait tanıklıklarını derlediği bu kitabını daha önce 1978 yılında “DARAAĞACI” adı ile yayınlamış aslında kendi ifadesine göre ancak kitap hemen yasaklanıyor ve toplatılıyor.
Yazar; Deniz Gezmiş’in savunmasındaki;
“bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden bir kuşak olarak, mahkeme heyeti olan sizler dâhil hepiniz suçlusunuz!”
Cümleden esinlenerek kitabı “HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ” adı ile yeniden Mayıs 2008 de yayınlıyor. Kitap genellikle bugüne kadar yazılanların bir tekrarıdır doğal olarak, zaten ne kalmıştı ki yazılmayan ya da yazılamayan bu konu ile ilgili olarak…
Ancak; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın infazları nasıl izlediği konusundaki bilgiler daha önceleri çok fazla yazılan bir şey değildi; Yazar bununla ilgili şu bilgileri vermektedir;

İdam kararı verildikten sonraki tüm aşamaları izlediğini ve bu sırada idam kararlarını veren Ankara 1 No’ lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi ile de sık sık diyalogunun olduğunu aktararak, şunları söylüyor: “Ali Paşa’ya, “eğer bu verdiğiniz karar kesinleşir, Yargıtay’dan geçerse, Meclis’ten geçer ve onaylanırsa idam safhasını Ajans muhabirleri olarak izleyebilir miyiz” dedim. Önce “mümkün değil” karşılığını verdi. Sonra “ama sen bütün duruşmaları takip eden bir muhabir olarak o gün idamın infaz edileceği yerin kapısına kadar gelebilirsen, söz seni içeri alacağım” dedi. “Paşam, o nasıl olacak” dedim, “karışmam, eğer gelebilirsen” karşılığını verdi.

Nihayet geldik 5 Mayıs 1972 Cuma gününe... Öğleden sonra 3 arkadaş çıktık biz ajanstan, Askeri Yargıtay’a gittik. Şimdiki Ankara Radyosu’nun yanındaki Türk Hava Kurumu’nun tam arkasındaki binaydı. Tüm hâkimlerle tanışıyoruz, odalarına giriyoruz. Her gün “buyurun, çay için” derken, o gün “şimdi çalışıyoruz, meşgulüz” dediler. Biz de ne olacağını biliyoruz. Bizi dışarı çıkardılar, ama gitmedik, kapının önünde bekledik. Saat 17.15’te bir memur koltuğunun altında defterle çıktı. “Nereye gidiyorsunuz” diye sorunca, savcılığa gittiğimizi söyledik. Askeri Yargıtay’da kararın düzeltilmesi istemi reddedildi, o nedenle de infaz savcılığına gidiyor, o belli. Hemen birimiz oraya gittik, ikimiz Ajans’a geldik. Müdürümüz Adnan Bey vardı, ona bahsettik, bunu eşinize dahi söylemeyin, hele ajanstaki arkadaşlarınıza hiç söylemeyin dedi. Bunun üzerine konuyu sakladık.”
Arkadaşı Hasan Şahan’ın kalp rahatsızlığı olduğunu ve idam gecesi yaşanacaklara tahammül edemeyeceğini söyleyerek, bir arkadaşının da nöbetçi muhabir olarak kaldığının, kendisinin tek başına yola çıktığını beyan etmektedir.
O dönemde gece 24.00’ten itibaren sokağa çıkma yasağının uygulandığını belirten Dodanlı, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Akşamüzeri Anadolu Ajansı’nın arabasıyla yola çıktık. Ancak Samanpazarı’nda bizi çevirdiler. Bana, “Nereye gidiyorsunuz” diye sordular. Onlara, “evime gidiyorum, kartım var” dedim. Cezaevine yakın olduğu için Dörtyol’da oturduğumu söyledim. Sonra, “beni Ali Paşa’ya götürün, ona bir mesajım var” dedim. Oraya vardık. Yaklaşık 5 dakika sonra Ali Elverdi geldi, çabuk çabuk konuşurdu, “kim beni arıyor” diye sordu. Komando erlerinin arasında duruyordum. “Sen misin, gel, gel” dedi. İçeriye aldı beni. Sonra, “sen deli misin, nasıl yaparsın bunu” diye sordu ve bu durumdan kimseye bahsetmememi istedi. 28 yıl bahsetmedim, ajansta dahi Ali Elverdi’nin isminden kimseye söz etmedim. 28 yıl sonra Nisan 2000 de bir televizyon programına çıkacaktım ve kendisini aradım. “Paşam, ben televizyona çıkacağım, seni oraya kim soktu derler, çok ısrar ederlerse isminizi açıklayabilir miyim” dedim. “bu kadar yıldan sonra, yasağın yasal takibi zaman aşımına uğradı, dilersen açıklayabilirsin” karşılığını verince rahatladım.”

Diğer taraftan; duruşmaların sürdüğü sıralarda yazar;
“sıcak bir yaz günü, duruşma salonuna getirilen Deniz’in paçasının arkasındaki ıslaklık dikkatimi çekince, kuru havadaki bu ıslaklık aklıma takılmış ve sorup nedenini öğrenmiştim” diyerek yaşanan ve çokça da yazılmayan olayı anlatmıştır. “işte o gün mahkemeye getirilirken Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in içinde bulunduğu ambulans tipi zırhlı araç, elektrik kontağından çıktığı söylenen bir nedenle yolda yanmaya başlamıştı. Kortejdeki muhafız arabasında bulunan erlerden biri, sızan dumanı algılamakta biraz daha gecikseymiş, dediklerine göre, üç arkadaş mahkemeye gelmeden, yanıp gideceklermiş. Durum fark edilince, hemen yanan araba sollanıp durdurulmuş, sonra da söndürme işine girişilmiş. Ancak, bunun bir kaçırma planı olabileceğini de hesaplayan muhafız komutanı, söndürme işine girişmeden etrafta gerekli önlemi almış. Boşta kalan iki-üç er de arabaya su sıkmışlar. Sonra erlerden biri, ellerinin yanması pahasına kızgın kapıyı açmış ve üç arkadaşı kurtarmıştır”

RMÇ
Ankara; 31.10.2008

Çarşamba, Ekim 22, 2008

BİR KİTAP “AĞRI’NIN DERİNLİĞİ”

Ece Temelkuran’ın; başta bizatihi kendisininde dâhil olduğu Dünyadaki herkese unutmak/unutulmak ve hatırlamak/hatırlanmak ve insanoğlunun eğer varsa tabii ki, bu sorunun üzerine ve çözüm arayışlarına katkı sağlamak adına yazılmış ve yine yazarın kendi ifadesine göre ne Türkler ne de Ermeniler için yazılmış aslında, ancak öteki olarak görüleni yakınlaştırmak misyonunu elden bırakmadan yaratmaya çalıştığı empati ile genelde tüm dünya insanlarına ama özelde de Türklere ve Ermenilere ezberlerini gözden geçirmelerini zımmen salık vermekte olan, bir kitap ancak bu kadar akıcı olabilir dedirten ve büyük bir zevk ve keyifle okunabilecek; Erivan’dan başlayıp Amerika’da biten yolculuğu sırasında, Ermenilerle (Ermenistan Ermenisinden başlayıp diaspora Ermenisinin eli purolu sonradan görmelerine kadar) gerçekleştirdiği röportajlarını yayınladığı kitabı “AĞRININ DERİNLİĞİ”.

Ermeni meselesi çok karışık ve herkesin çok kolaylıkla ve rahatlıkla konuşması mümkün olmayan bir tarihsel vaka olmakla birlikte, mutlaka üzerine konuşulacaksa eğer, derinlemesine ve kapsamlı bilgi sahibi olmadan konuşulmayacak kadar derin ama aynı zamanda bir o kadar da nazik bir konudur ve yazarın kendi ifadesi ile de; "Dünya kocaman bir hikâyedir. O hikâyenin neresine düşer senin varlığın, herhalde bu meraktır insanı geçmişe baktıran." yaklaşımı ile bu konuyu hikâye etmeyi ve bu hikâyede öyle ya da böyle bir şekilde atalarından dolayı ya da kendisine ezberletilenlerden dolayı bir rol bulmuş insanların; kimi zaman ezberlerini İncil ya da Kuran hatim edercesine nefes almadan sıralamaları ise inanılmaz ve bir o kadar da aşılmaz duvarlar örmektedir öngörülen empatinin oluşmasını engelleyen, kimi zaman da eğer hikâye içerisinde Ermeni rolünde isek Türkleri 1915 tehcir ve soykırım penceresinden görüyor eğer hikâye içerisinde Türk rolünde isek Ermenileri düşman ile işbirliği yapmış büyük çaplı Türk katliamları gerçekleştirmiş penceresinden görebiliyoruz sadece. Ne diyor yazar “Çünkü dedim ya, dünya büyük bir hikaye. Size anlatılmış bir hikâye. Bir dua gibi ezberliyoruz onu hepimiz. Tıpkı anlamadan okuduğumuz dualar gibi, ayıklamadan... Çünkü... Bilirsiniz duaları değiştirenlere ne yaparlar.”
Bugün; genelde tüm insanoğlu, özelde de biz, yani bölge halkları öyle ya da böyle bir hikâyenin parçaları olarak bu hikâyelerde aile, aşiret, millet ya da dindaş biçimlerinden biri çerçevesinde örgütlenerek ve en önemlisi devletlerimiz tarafından sistemli ve düzenli olarak rollerimizi bizden istendiği biçimde yapmamız konusunda teçhiz ve tedris edildik ve sonuca bakınca da bu sürecin bitmemiş halen devam etmekte olduğuda aşikârdır. Sadece bu hikâyelerde rolümüz var diye de dünyada bırakın yüzlerini görmeyi haklarında doğru dürüst herhangi bir bilgi sahibi olmadığımız milyonlarca düşmanımız olduğuna inandık ya da inandırıldık ama en önemlisi de düşman tarifi günün ve ihtiyaçların durum ve gereğine uygun olarak sürekli değiştirilerek yeni roller de almaya devam etmekteyiz. Evet, Ermeniler ve Türklerde bu rollere inandılar ve onlar da sayıyorlar birbirlerini en büyük düşman, ama düşünseler bir sağduyulu ve aklıselim galip gelebilse bir, kırabilseler bir kafalardaki prangaları, bir atabilseler kendilerine giydirilen deli gömleğini anlayacaklar tüm bu hikâyelerin dostluk ve kardeşlik yanında önemsiz olduğunu ve anlayıverecekler “en büyük düşman ötekidir” aldatmacasının ya da güdülemesinin nasıl bir yalan olduğunu, nasıl bir sonuç doğurduğunu hepimize tümüyle ve faturanın büyüklüğünü. İnsanlar bir sarılabilseler birbirlerine tüm önyargılardan arınmış vaziyette, bunca yıldır "en büyük düşman" bildiği, ama onunla aynı topraklara ait ve aynı kültüre ait olduğunu, aynı şeylere sevindiklerini, aynı şeyleri yediklerini ve içtiklerini bir bilseler; bu tanıyamadığı ve bilemediği insanların; yani bir Ermeni’nin Türk’e ya da bir Türk'ün Ermeni’ye sarılabilmesinin yaratacağı sinerjinin sorunun çözümüne yapacağı katkıyı bir anlayabilseler, neler olur neler.
Ama bırakmıyor ki yakamızı, çocukluğumuzdan beri bizlerde oluşturulan paradigma; işte yarı şaka yarı ciddi küçücük kafalar bu kabil şarkılarla şartlandırılırsa teçhiz ve tedris edilirse de işte bunu senaryo haline dönüştürenlerde biliyorlar neler olur neler.
Bir iki üçler yaşasın Türkler,
Dört beş altı Polonya battı,
Yedi sekiz dokuz Alman domuz
On onbir oniki İtalya tilki,
onüç ondört onbeş Rumlar kalleş
Onaltı onyedi onsekiz
Hapı yuttu Portekiz.

Ne diyor; Ermenilerin en yaşlı kadın şairi Silva Gabudikyan “Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi!.”

Kitabın bir yerinde bir Türk garsonun ağzından "babam hiç anlatmazdı aslında. Ama büyük amcalar filan anlatırdı. Bizim köyde olmamış. Ama Kürt köylerinde filan, Ermeni çocukları doldurup sepetlere suya atmışlar. Kadınlar en güzel olanlarını almışlar. Adamların topraklarının üzerine oturmuşlar. Bizim köylerde yapmamışlar tabi, yan köyde olmuş yani. İşlerine yarayacak adamları, sanatı olanları kenara ayırmışlar. Bizim köyde de vardı mesela ayakkabı tamircisi bir tane. Yani şimdi bu insanlar Alevi’yim, Kürt’üm, Türk’üm demiş yaşamak için. Ondan söylüyorum yani, Türkiye’de bence çoğu insanın kökünde başka şeyler var. Araştırmak lazım." diye aktarıyor Ece Temelkuran; ama garsonun anlattıklarının hep başka köyle ilgili olması ama her nedense ayakkabı tamircisinin kendi köyünde bulunuyor olmasına aldırmıyor olması, garsonun yaşanan muhtemel acıların ayıbının üzerinde kalmasını istememesinden midir acaba? Yoksa kendisine anlatılmış hikâyenin değiştirilemez dua kabilinden telakki edilmesi ya da ezberlediği duanın anlaşılmasının kendisi için gerekli olmadığının ifadesinin bir başka yolumudur acaba, olmuşsa da kötü şeyler öteki köylerde olmuştur ya da bu diğer köylere ötelenmelidir. İşte tam da bu yüzden kötülüklerin hep "yan köyde" olması gerekir, kan ve gözyaşı hep yan köyde akar, suçlar ve kötülükler hep oraya aittir ve orada bulunur, acı ve vahşet hep orada yaşanmıştır aksi takdirde kendi köyünde olduğunu söylenirse bir gün hatta bu ispatlanırsa işte bütün ezber bozulur hikâye değişir ve dananın kuyruğu kopar. İşte bu kabul edilemez ve işte bu içselleştirilemez ve makul değildir. Makul olmayan da zinhar reddedilmelidir.

Erivan’daki bir toplantıda kadeh kaldırılırken “şerefe” sözcüğünü duyunca “Ancak şerefsizler, kadeh kaldırırken böyle bir söze ihtiyaç duyar” diye tepki gösteren Soykırım Müzesi'nin müdür yardımcısı Ermeniden, diasporanın kalbi Fransa’da soykırımın reddinin yasaklanmasının Meclis’te yasa haline gelmesini sağlayan, kırgınlığını acımasız bir öfkeye dönüştüren hatta öfkesini intikama dönüştüren eskiden ASALA’nın içinde yer alan Ermeniye, oradan da Amerika’da “Türkiye, Ermenilere tazminat ödemeyi kabul ederse mesele kalmaz, fiyatta anlaşırız, bu fiyatı saptayacak uzmanlar var, Türkiye soykırım yaptığını kabul etse, tazminatı Amerikalılar ve Avrupa Birliği öder, sonsuz acımız için sonlu bir rakam istiyoruz” diyen Ermeniye kadar pek çok farklı düşünen ve yorum yapan ve karşımızda hiç te homojen olmayan bir Ermeni topluluğu olduğunu fark ediyoruz bu röportaj kitabında.

Kitabın sonlarında bir yerde diyor ki; Ece Temelkuran “ ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi ” ne denir ki bu sözün üstüne.

Eğer “Duvarda bir Ararat resmi, yanında da bir Che Guevara. Uzun saçlı, rocker işletmeci yaklaşıp ‘hoş geldiniz’ diyor İngilizce.
‘Nereden geldiniz?’
‘İstanbul’dan.’
Bozuluyor:
‘Konstantinopol demek mi istediniz?’
‘Size öylesi iyi geliyorsa öyle olsun. Aynı yerden bahsediyoruz nasılsa.’
Sakinleşmiyor adam. Ararat’ın resmini gösteriyor:
‘Konstantinopol’ü de, bu dağı da bizden çaldınız.’
‘Ben mi?’ diyorum gülerek, ‘Ben kimsenin dağını çalmadım.’
Gülmesini bekliyorum, ama gülecek gibi değil:
‘Türk değil misiniz?’
Duraklıyorum. Türk?
‘Türksün işte. Ararat’ı çaldınız bizden.’
Che’nin resmini gösteriyorum gülerek:
‘Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın önünde bir dağın kime ait olduğunun kavgasını yapmak sizce de biraz tuhaf değil mi?’
‘Soykırımı tanımıyorsanız lütfen bu barı terk edin.”
gibi inanılmaz gerginliği yansıtan ve 1915 in kötü mirasını yansıtan röportaj girişimleri ile;
Anadolu’dan göç eden Ermenilerin kırlangıçlara benzetilmesi nedeniyle Erivan’daki soykırım anıtının bulunduğu tepeye “Kırlangıç Yuvası” denmesi ve Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan Ece Temelkuran’a da latife olması kabilinden:
“Siz hanımefendi, iki halk arasında uçmaya çalışan kırlangıçlara benziyorsunuz. Ama halklarımızın birer alınyazısı var. Hiçbirimiz o alınyazısından kurtulamayız.”
Denmesine kadar inanılmaz keyifli anekdotlarının bulunduğu bu eserin okunması herkes için büyük bir kazanç olacaktır eminim

ANKARA
22.10.2008


Pazar, Ekim 12, 2008

FRANKFURT KİTAP FUARI ve ERTUĞRUL GÜNAY

Frankfurt Kitap Fuarı, 1949 yılından bu yana her yıl düzenlenen, Dünya'nın en büyük ve kapsamlı kitap fuarı olarak kabul edilen, yayın ve elektronik yayıncılık alanında faaliyet gösteren kuruluşların katıldığı bu fuara bu sene Türkiye onur konuğu olarak katılmaktadır.

Türk edebiyatı, "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla 15-19 ekim 2008 tarihlerinde düzenlenecek fuarda 250 etkinlikle, kitap fuarı boyunca okura tanıtılacak olup; fuar süresince de 100'den fazla ülkeden 7.000 yayıncıyı buluşturan ve her yılda sadece son 2 gününün halka açık olmasına ve kitap satışının sadece son gün yapılmasına rağmen 300.000 dolayında insanın ziyaret ettiği ve edebiyat, sanat, bilim, kültür, iş, dil, din konularında muhtelif ülkelerin önde gelen yazar, araştırmacı, bilim adamları ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla yaklaşık 3.000'den fazla açık oturum, söyleşi, panel ve konferans düzenlenerek dünya edebiyatçıları ve özellikle de yayıncıları arasında muhteşem bir iletişime yol açmaktadır.
Türkiye; daha önce 1980 ve 2002 yılında konuk ülke olarak davet edilmesine karşın; ilkinde cuntanın protesto edilmesi nedeni, sonrakinde ise 10 milyon euro’luk bütçeyi tahsis etmemesi nedeni katılamadığı ve bu yıl "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla onur konuğu olarak katılacağı Frankfurt Kitap Fuarı'na ilişkin hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Peki uzun yıllardır özellikle de “Refahyol” hükümetinden bu yana Fettullah Gülen’in direk ya da grubu ile kontrolü altında tuttuğu “Yazarlar Birliği” vasıtası ile organize ettiği, hatta “Refahyol” döneminde Kültür Bakanlığı'nın organize ettiği Türkiye standında Basın Yayın Birliği, Diyanet Vakfı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların yayımladığı daha çok ve ağırlıklı olarak dini içerikli kitaplar yer almış, önemli ölçüde tarafsız olunmasını isteyen yayınevlerinin kitaplarını Türkiye standından çekmişti, hatta o dönemde Türkiye standında ezan okunup namaz kılındığı da iddia edilmiş ve bu kabil skandal olaylar yaşanmıştı.

2007 seçimlerinden sonra oluşan, yeni oluşan hükümetteki Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay bütün bu olan biten olumsuz olaylara son vermiş mi peki? Muhalif olmanın yakıcı ve üzücü sonuçlarına katlanmaktansa yobaz olmanın ama nimet ve nema sahibi olmanın yakıcı ve de özellikle itici sonuçlarından pay almayı yeğlemesinden Sn. Bakan; bırakın bu olumsuz uygulamaları sonlandırmayı düzeltmek için bile en ufak bir çaba sarf etmemiştir, böyle bir çabaya lütfedip ve zahmet buyurup girmemesi bir kenara konuyu daha içinden çıkılmaz tartışmalara boğmak için özellikle de çaba sarf etmektedir görüldüğü kadarı ile. Ertuğrul Günay; itilmişliğin yarattığı küskünlük ve güçlü esen tarikat rüzgarları karşısında zayıf psikolojisi ile daha fazla direnemeyerek bir anlamda takdir-i ilahisinin sonucu giyabi olan müritliğini vicahiye çevirerek, AKP hükümetinin önemli ve ağır toplarından biri olarak tarikat dünyasındaki yerini sağlamlaştırmış ve Frankfurt Kitap Fuarı nedeni ile her yıl artarak süregelen tartışmalara bu yıl kendisi de eksik olmasın tüy dikmek kabilinden özellikle de Türkiye’nin “konuk ülke” statüsü nedeniyle, hükümet kanadının etkinliğe fazlasıyla müdahil olması tutumu, tartışmaların dozunu biraz daha yükseltti. O kadar ki; Sn. Bakan; Türkiye’nin Konuk Ülke olarak davetiyle ilgili toplantıda, Fuar’ın Alman yetkilisinin konuşmasında Türkiye’den “Nazım Hikmet’in ülkesi” diye söz edip, Nazım Hikmet’ten dizeler söylemesine rağmen, Onur Konuğu Türkiye Projesi Genel Koordinatörü Ahmet Arı, konuşmasını Kuran’dan ayetlerle yapmış olmasını sanki teyit etmek adına, bizatihi kendisinin önceden katılacağını defaatle belirtmesine rağmen yine tüm dünyada tanınan Fazıl Say’ın bir eseri olan ve çok değerli sanatçımız Genco Erkal’ın da yer aldığı “Nazım Hikmet Oratoryosunun”, Moskova'da seslendirildiğini ve beğeni topladığını, Nâzım'ın Rusya'yla ilişkileri bakımından anlamlı olduğunu ve esasende ideolojik olarak oraya uygun düştüğünü ve yakıştığını ama Almanya'ya o kadar uygun düşmeyeceğini ve iptal edileceğini ve yerine de “Yunus Emre Oratoryosunun” gideceğini TRT 2 deki bir programda söylemesi; anlamlıdır. Bütün bu açıklamalar ve karar değişiklikleri anlaşılabilir şeyler tabii ki Sn. Bakan ve mensubu olduğu iktidarın 6 yıllık icraatlarına bakınca, hele hele içerideki tarikat ehli ve mensupları ellerini ovuştura ovuştura ve kıs kıs gülerek izlemektedirler durumu büyük gururun sahip ve takipçileri olarak, ancak yine de konunun uluslar arası boyutunu da düşünerek olsa gerek, “ya bu değişikliklerin Bakanlığımızla ilgisi yok” yada “tertip komitesinin kararına saygı duymak gerekir” “Nazım Hikmet Oratoryosu bütçe yüzünden proğramdan çıkarılmıştır” gibisinden sade suya tirit ve karından konuşmaları da yapmaktadırlar bıkmadan usanmadan. Ama hepimiz biliyoruz ki büyük Şair Nazım Hikmet’in gölgesinde kalmaktan korkan bu örümcek kafalılar ve onların yalaka ve yardakçıların bu oyunu ne ilk ne de sondur.

Eleştirmen Füsun Akatlı, bardağı taşıran bu son damla değişikliği üzerine, PEN üyelerine hitaben yazdığı mektupta, “bugünün koşulları altında Frankfurt Kitap Fuarı'na katılmanın benim dünya görüşüme, politik duruşuma ve konjonktürel karar verme zemininde yapmam gereken seçime aykırı olacağı sonucuna vardım, bu sığlıkta bir Kültür Bakanlığı yaklaşımının Franfurt Kitap Fuarın'da Türkiye'yi temsil ettiğine görgü tanığı olmak istemem doğrusu. Cumhuriyet'le kavgalı bir iktidarın kültür çıkartmasının ne aktörlerinden biri olmayı içime sindirebilirim, ne figürasyonunda yer almayı” diyerek durumun vehametini açıklamış ve çağdaş insanın nasıl ve nerede durması gerektiğine dair doğru bir örnek oluşturmuştur.

İşte yukarıdaki eleştirilerin benzerlerini dün yapan, Ertuğrul Günay, onay ve iradeleri doğrultusunda; Stand kurma işinin tekrardan “Basın Yayın Birliği'ne” verilmesinin ardından, Frankfurt Kitap Fuarında; dinimi öğreniyorum, namaz hocası, pratik din bilgileri, nasıl abdest alınır, dua kitabı, evrim aldatmacası gibi kitap ve yayınlarla Ülke olarak temsil edileceğimiz için son derece mutlu olsa gerek bugün.


12.10.2008
Ankara