Çarşamba, Ekim 22, 2008

BİR KİTAP “AĞRI’NIN DERİNLİĞİ”

Ece Temelkuran’ın; başta bizatihi kendisininde dâhil olduğu Dünyadaki herkese unutmak/unutulmak ve hatırlamak/hatırlanmak ve insanoğlunun eğer varsa tabii ki, bu sorunun üzerine ve çözüm arayışlarına katkı sağlamak adına yazılmış ve yine yazarın kendi ifadesine göre ne Türkler ne de Ermeniler için yazılmış aslında, ancak öteki olarak görüleni yakınlaştırmak misyonunu elden bırakmadan yaratmaya çalıştığı empati ile genelde tüm dünya insanlarına ama özelde de Türklere ve Ermenilere ezberlerini gözden geçirmelerini zımmen salık vermekte olan, bir kitap ancak bu kadar akıcı olabilir dedirten ve büyük bir zevk ve keyifle okunabilecek; Erivan’dan başlayıp Amerika’da biten yolculuğu sırasında, Ermenilerle (Ermenistan Ermenisinden başlayıp diaspora Ermenisinin eli purolu sonradan görmelerine kadar) gerçekleştirdiği röportajlarını yayınladığı kitabı “AĞRININ DERİNLİĞİ”.

Ermeni meselesi çok karışık ve herkesin çok kolaylıkla ve rahatlıkla konuşması mümkün olmayan bir tarihsel vaka olmakla birlikte, mutlaka üzerine konuşulacaksa eğer, derinlemesine ve kapsamlı bilgi sahibi olmadan konuşulmayacak kadar derin ama aynı zamanda bir o kadar da nazik bir konudur ve yazarın kendi ifadesi ile de; "Dünya kocaman bir hikâyedir. O hikâyenin neresine düşer senin varlığın, herhalde bu meraktır insanı geçmişe baktıran." yaklaşımı ile bu konuyu hikâye etmeyi ve bu hikâyede öyle ya da böyle bir şekilde atalarından dolayı ya da kendisine ezberletilenlerden dolayı bir rol bulmuş insanların; kimi zaman ezberlerini İncil ya da Kuran hatim edercesine nefes almadan sıralamaları ise inanılmaz ve bir o kadar da aşılmaz duvarlar örmektedir öngörülen empatinin oluşmasını engelleyen, kimi zaman da eğer hikâye içerisinde Ermeni rolünde isek Türkleri 1915 tehcir ve soykırım penceresinden görüyor eğer hikâye içerisinde Türk rolünde isek Ermenileri düşman ile işbirliği yapmış büyük çaplı Türk katliamları gerçekleştirmiş penceresinden görebiliyoruz sadece. Ne diyor yazar “Çünkü dedim ya, dünya büyük bir hikaye. Size anlatılmış bir hikâye. Bir dua gibi ezberliyoruz onu hepimiz. Tıpkı anlamadan okuduğumuz dualar gibi, ayıklamadan... Çünkü... Bilirsiniz duaları değiştirenlere ne yaparlar.”
Bugün; genelde tüm insanoğlu, özelde de biz, yani bölge halkları öyle ya da böyle bir hikâyenin parçaları olarak bu hikâyelerde aile, aşiret, millet ya da dindaş biçimlerinden biri çerçevesinde örgütlenerek ve en önemlisi devletlerimiz tarafından sistemli ve düzenli olarak rollerimizi bizden istendiği biçimde yapmamız konusunda teçhiz ve tedris edildik ve sonuca bakınca da bu sürecin bitmemiş halen devam etmekte olduğuda aşikârdır. Sadece bu hikâyelerde rolümüz var diye de dünyada bırakın yüzlerini görmeyi haklarında doğru dürüst herhangi bir bilgi sahibi olmadığımız milyonlarca düşmanımız olduğuna inandık ya da inandırıldık ama en önemlisi de düşman tarifi günün ve ihtiyaçların durum ve gereğine uygun olarak sürekli değiştirilerek yeni roller de almaya devam etmekteyiz. Evet, Ermeniler ve Türklerde bu rollere inandılar ve onlar da sayıyorlar birbirlerini en büyük düşman, ama düşünseler bir sağduyulu ve aklıselim galip gelebilse bir, kırabilseler bir kafalardaki prangaları, bir atabilseler kendilerine giydirilen deli gömleğini anlayacaklar tüm bu hikâyelerin dostluk ve kardeşlik yanında önemsiz olduğunu ve anlayıverecekler “en büyük düşman ötekidir” aldatmacasının ya da güdülemesinin nasıl bir yalan olduğunu, nasıl bir sonuç doğurduğunu hepimize tümüyle ve faturanın büyüklüğünü. İnsanlar bir sarılabilseler birbirlerine tüm önyargılardan arınmış vaziyette, bunca yıldır "en büyük düşman" bildiği, ama onunla aynı topraklara ait ve aynı kültüre ait olduğunu, aynı şeylere sevindiklerini, aynı şeyleri yediklerini ve içtiklerini bir bilseler; bu tanıyamadığı ve bilemediği insanların; yani bir Ermeni’nin Türk’e ya da bir Türk'ün Ermeni’ye sarılabilmesinin yaratacağı sinerjinin sorunun çözümüne yapacağı katkıyı bir anlayabilseler, neler olur neler.
Ama bırakmıyor ki yakamızı, çocukluğumuzdan beri bizlerde oluşturulan paradigma; işte yarı şaka yarı ciddi küçücük kafalar bu kabil şarkılarla şartlandırılırsa teçhiz ve tedris edilirse de işte bunu senaryo haline dönüştürenlerde biliyorlar neler olur neler.
Bir iki üçler yaşasın Türkler,
Dört beş altı Polonya battı,
Yedi sekiz dokuz Alman domuz
On onbir oniki İtalya tilki,
onüç ondört onbeş Rumlar kalleş
Onaltı onyedi onsekiz
Hapı yuttu Portekiz.

Ne diyor; Ermenilerin en yaşlı kadın şairi Silva Gabudikyan “Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi!.”

Kitabın bir yerinde bir Türk garsonun ağzından "babam hiç anlatmazdı aslında. Ama büyük amcalar filan anlatırdı. Bizim köyde olmamış. Ama Kürt köylerinde filan, Ermeni çocukları doldurup sepetlere suya atmışlar. Kadınlar en güzel olanlarını almışlar. Adamların topraklarının üzerine oturmuşlar. Bizim köylerde yapmamışlar tabi, yan köyde olmuş yani. İşlerine yarayacak adamları, sanatı olanları kenara ayırmışlar. Bizim köyde de vardı mesela ayakkabı tamircisi bir tane. Yani şimdi bu insanlar Alevi’yim, Kürt’üm, Türk’üm demiş yaşamak için. Ondan söylüyorum yani, Türkiye’de bence çoğu insanın kökünde başka şeyler var. Araştırmak lazım." diye aktarıyor Ece Temelkuran; ama garsonun anlattıklarının hep başka köyle ilgili olması ama her nedense ayakkabı tamircisinin kendi köyünde bulunuyor olmasına aldırmıyor olması, garsonun yaşanan muhtemel acıların ayıbının üzerinde kalmasını istememesinden midir acaba? Yoksa kendisine anlatılmış hikâyenin değiştirilemez dua kabilinden telakki edilmesi ya da ezberlediği duanın anlaşılmasının kendisi için gerekli olmadığının ifadesinin bir başka yolumudur acaba, olmuşsa da kötü şeyler öteki köylerde olmuştur ya da bu diğer köylere ötelenmelidir. İşte tam da bu yüzden kötülüklerin hep "yan köyde" olması gerekir, kan ve gözyaşı hep yan köyde akar, suçlar ve kötülükler hep oraya aittir ve orada bulunur, acı ve vahşet hep orada yaşanmıştır aksi takdirde kendi köyünde olduğunu söylenirse bir gün hatta bu ispatlanırsa işte bütün ezber bozulur hikâye değişir ve dananın kuyruğu kopar. İşte bu kabul edilemez ve işte bu içselleştirilemez ve makul değildir. Makul olmayan da zinhar reddedilmelidir.

Erivan’daki bir toplantıda kadeh kaldırılırken “şerefe” sözcüğünü duyunca “Ancak şerefsizler, kadeh kaldırırken böyle bir söze ihtiyaç duyar” diye tepki gösteren Soykırım Müzesi'nin müdür yardımcısı Ermeniden, diasporanın kalbi Fransa’da soykırımın reddinin yasaklanmasının Meclis’te yasa haline gelmesini sağlayan, kırgınlığını acımasız bir öfkeye dönüştüren hatta öfkesini intikama dönüştüren eskiden ASALA’nın içinde yer alan Ermeniye, oradan da Amerika’da “Türkiye, Ermenilere tazminat ödemeyi kabul ederse mesele kalmaz, fiyatta anlaşırız, bu fiyatı saptayacak uzmanlar var, Türkiye soykırım yaptığını kabul etse, tazminatı Amerikalılar ve Avrupa Birliği öder, sonsuz acımız için sonlu bir rakam istiyoruz” diyen Ermeniye kadar pek çok farklı düşünen ve yorum yapan ve karşımızda hiç te homojen olmayan bir Ermeni topluluğu olduğunu fark ediyoruz bu röportaj kitabında.

Kitabın sonlarında bir yerde diyor ki; Ece Temelkuran “ ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi ” ne denir ki bu sözün üstüne.

Eğer “Duvarda bir Ararat resmi, yanında da bir Che Guevara. Uzun saçlı, rocker işletmeci yaklaşıp ‘hoş geldiniz’ diyor İngilizce.
‘Nereden geldiniz?’
‘İstanbul’dan.’
Bozuluyor:
‘Konstantinopol demek mi istediniz?’
‘Size öylesi iyi geliyorsa öyle olsun. Aynı yerden bahsediyoruz nasılsa.’
Sakinleşmiyor adam. Ararat’ın resmini gösteriyor:
‘Konstantinopol’ü de, bu dağı da bizden çaldınız.’
‘Ben mi?’ diyorum gülerek, ‘Ben kimsenin dağını çalmadım.’
Gülmesini bekliyorum, ama gülecek gibi değil:
‘Türk değil misiniz?’
Duraklıyorum. Türk?
‘Türksün işte. Ararat’ı çaldınız bizden.’
Che’nin resmini gösteriyorum gülerek:
‘Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın önünde bir dağın kime ait olduğunun kavgasını yapmak sizce de biraz tuhaf değil mi?’
‘Soykırımı tanımıyorsanız lütfen bu barı terk edin.”
gibi inanılmaz gerginliği yansıtan ve 1915 in kötü mirasını yansıtan röportaj girişimleri ile;
Anadolu’dan göç eden Ermenilerin kırlangıçlara benzetilmesi nedeniyle Erivan’daki soykırım anıtının bulunduğu tepeye “Kırlangıç Yuvası” denmesi ve Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan Ece Temelkuran’a da latife olması kabilinden:
“Siz hanımefendi, iki halk arasında uçmaya çalışan kırlangıçlara benziyorsunuz. Ama halklarımızın birer alınyazısı var. Hiçbirimiz o alınyazısından kurtulamayız.”
Denmesine kadar inanılmaz keyifli anekdotlarının bulunduğu bu eserin okunması herkes için büyük bir kazanç olacaktır eminim

ANKARA
22.10.2008


Hiç yorum yok: