Çarşamba, Ekim 07, 2009

"STRUMA karanlıkta bir ninni" adlı kitap üzerine

STRUMA
KARANLIKTA BİR NİNNİ
Yazar : Hakan AKDOĞAN

Kitap; bir tarafta Sevgilisi Samuel ile evlenip bir süreliğine İstanbul'da yaşamış olan Carol’un sevgilisine bir şekilde ulaştırdığı anı defterinden; Struma adlı ölüm gemisi ile yeni umutlara açılan ya da açıldığını zanneden yaklaşık 800 kişilik bir Yahudi topluluğu, diğer tarafta ise Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen 12 Eylül Faşist darbesinin; yarattığı işkencehaneler ve işkenceleri, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler anlatılırken; tarihin karanlık bu iki sayfasına yazar kendi penceresinden bakmaktadır.

II. Dünya Savaşı'nın Hitler ve Faşizmi eliyle karanlık günlerinde, bir şeklide büyük bedeller karşılığında hatta nerede ise tüm maddi varlıkları karşılığında yeni bir hayat yeni bir ülke umudu ile yola çıkan Struma adlı bir gemi ile, Köstence'den hareketle boğazlardan geçerek İsrail’i hedefleyen ancak İstanbul kıyılarına kadar sürebilen büyük zorluk ve meşakkatlerle dolu yolculuk. “Lanetliler gemisine” dönüşen ve en nihayetinde Karadeniz’in karanlık suları dibinde son bulacaktır.

Diğer tarafta ise; “ABD nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar eliyle estirilen 12 eylül terörü neticesinde İşkence, ihanet ve direniş ve ölümlerle sonuçlanan; bu yolların kesişme noktaları neresiydi peki.

Daha doğru, daha mutlu ve daha huzurlu bir ülke arayışı ya da ülkelerinin veya yaşadıkları toprakların açık ya da gizli işgaline karşı çıkışları veya başkaldırışları idi herhalde; her iki tarafın da… Ama ortak payda; ister fiziki ya da ister gelecek olsun ne yazık ki yokoluş idi ...

Ama ne yazık ki yine vicdanları nasır tutmuş, yaşam hakkı yakarışlarına karşı toplumsal bir sağırlık; ve medya eliyle yapılan dezenfarmasyon yanıltma güdüleme ve propaganda hülasa beyin yıkama çalışmaları karşısında yazar’ı kahramanın ağzından: “İnsan beynine yapılan bu acımasız saldırının yarattığı tahribatı düşünsene. Bu yüklemeyi peş peşe yapsalar insanı çıldırtabilir. Yavaş yavaş zehirliyorlar bizi. Derinden derinden. Bunların yanında bir de tiranlar toplumsal rahatsızlıkları insanları eğlenceye boğarak örtbas etmeye çabalarken en az reklamlar kadar kirletiyorlar beyinleri. Bunun etkisini de katınca o ünlü sirozlu karaciğer ile temiz karaciğer fotoğrafları arasındaki fark gibi oluyor televizyon mağduru ile diğerlerinin beyni" söyletmeye yöneltmiştir.

Bir başka yerde sürgünün ve savaşın acımasızlığını anlatmak için ise: “Amerikalılar Bağdat’ı bombalarken Keşmir’e kara kar yağıyordu. Keşmirliler bunun nedenini anlayabildilermi? Hayır. O beyaz kar taneciklerine Irak’ta atılan bombaların artıkları yapışmıştı. Kara kara dönüştürmüştü. Keşmir’deki insanlar Tanrı’nın onlara inançları konusunda daha iyi düşünmeleri için mesaj yolladığına inanmışlardı” dedirterek, bir başka yanılmışlıkları sergilemeye çalışmıştır.
Çaresizlik karşısında hayatların nasıl önemsenmediği ya da öenmsenemediğini ya da özgürce yaşanılacağını düşündükleri topraklara varabilmek için, Struma adlı geminin bu seyahate elverişsiz olmasına rağmen kaçmak ve kurtulmak için başka çare olmadığını: “Kaçış… Yaşamımın anahtar kelimesi” diyerek başka bir tanımlama yapmaktadır.

- Nerede ise hipnotize olmuştum. Korktum.
- Hitler’in yaptığı gibi. Saniyede geçen her yirmi dört karenin yirmidördüncüsüne gamalı haç koydurtarak insanları bilinçaltından da etkilemeyi düşünmüş. Şimdi reklamlarda yirmi beş kare kullandıklarını söyledi geçen bir uzman. Amaç insanların daha çok dikkatini çekmekmiş. Bebeklerin reklamlara olan düşkünlüğünün nedeni de buymuş. Onlar yirmibeşinci kareyi yakalayabiliyorlarmış.
Propaganda ve güdüleme konusunun işte zirve yaptığı nokta.
Diğer taraftan işkencenin doruk yaptığı nokta için ise:
“Komutanım itiraf ettiremedik” anonsunu duydum telsizden. Cevap, “dersini verin” oldu. Koşturmalrı duyduk…. Son olarak “yakarım ulan şerefsiz. Adını söyle” diye haykırdı bir adam. “Ben Erdal Uslu” dedi Erdal. Sonra baş aşağı asılı Erdal’ın başının altına yerleştirdikleri piknik tüpünü ateşlediler. Bir çığlık duyduk. Sonra bir koku. Ancak öyle kabul ettirebilirlerdi başka bir ismi ona. O, Erdal Uslu’ydu. Sait Yıldırım değil.
- Sonra ne oldu
- Öldü. Kaçmaya çalışırken vurulmuş.
….

Şimdi artık bir taşla iki kuş vurulmuş hem Erdal Uslu hem de Sait Yıldırım’dan kurtulmuşlardı.

- DAL?
- Evet. “Derin Araştırma Laboratuarı”. Beni beş değişik yerde işkenceye tabi tuttular. Belki on değişik yerde sorguladılar. Her seferinde farklı işkenceciler, farklı teknikler deniyorlardı. Ben kişilikle ilgili olduğunu düşünüyordum bunun. İşkenceciler kişiliklerine göre yöntem seçiyorlardı. Ankara’nın kışında tazyikli soğuk su. En az eksi beş derece. Elbette zatürre. Testisleri patlatmak için sıkılan su. Çıldırtıcı bir acı. Elektrik peşinden. Dişlerden, tırnaklardan, saçlardan, penisten. Sonra gözlr bantlıyken kan gelene kadar kulağa tokatlar, yumruklar. “DAL” dan sonra Mamak. Hepsi içinde en can acıtanı falakadan sonra sırtına binip yuzlu suda yürütmeleriydi…
Özetle;
- Amaç düşündürmemek
- Elbette. Medya, susturucu gibi takıldı insanlara. Başkalarının hayatlarını gözetliyorlar, onların yaptıklarıyla yaşıyorlar. Şöhret tadında toplum sakızı. Çiğnenip atıldıktan sonra yenisi atılacak ağızlara…

Muhteşem tespiti ile yazar; propaganda, güdüleme, motivasyon, tenkil ve kişiliksizleştirme sürecinin; zor kullanma ile başlayıp ve gönüllü katlanmaya-rıza göstermeye nasıl vardığını ele almakta…

Uluslararası örgütlerin bütün girişimlerine rağmen Cumhuriyet hükümetinin katı tutumu değişmez ancak bunun bir istisnası olabilirdi ve oldu. Yardım örgütlerinin çağrılarına kulaklarını ve vicdanlarını kapatan hükümet, büyük bir şirketin ricasını kırmayacak, Çok muhtemel ki araya Koç'un girmesiyle bir Yahudi ailesi serbest bırakılacaktır. Yoksul Yahudilerin esamesi okunmaz tabii, ne gam. Geminin İstanbul'da demirli olmasına ise Cumhuriyet Hükümetin misafirperverliği yada konuyu bir insani mesele görmesi değil, geminin motorlarının bir türlü onarılamamasıdır. Ve sonra zaman zaman koca koca adamlar çıkacaklar 600 yıl önce biz bunlara kucak açtık ve İspanya’dan engizisyon baskısından kurtardıklarını söyleyecekler. Nasıl bir ikiyüzlülük nasıl bir riyakarlık .

Ama aslında bir başka ve önemli bir gerekçe var; Yahudileri yok etmek isteyen Nazi Almanya’sı Yahudilerin Filistin’e ulaşmasını istemesine rağmen hatta bu konuda girişimlerde bulunmasına rağmen, İngilizlerin Arap politikasına farklı yaklaşımlarından ötürü bir türlü sonuçlanmayan yolculuk… Hatta bir çelişki …

Kitabı okurken sürekli olarak 12 eylül işkencehanelerinde işkence görenlerin feryatları ile Struma gemisinde yaşamını yitiren insanların seslerinin sürekli olarak beni rahatsız ettiğini söylemeliyim ve hemen eklemeliyim ki; her nerede ve her nedenle olursa olsun bu tür olayları yaptıranları, buna bir şekilde katliam yapıcı olarak katılanları ve en önemlisi be gelişmeler karşısında seslerini çıkarmayanları ve dahası olayların varlığını ve vahametini bilip te “ne yapabilirdim ki” diyerek vicdanlarınının ateşini düşürmeye çalışanların tarih önünde sırası ile; sorumlulukları ve vicdani rahatsızlıkları bitmeyecektir. Bu yaşanmış olayların daha da tarihin derinliklerine bırakılmaması, bu olaylarla yüzleşilmesi daha sı da sorumlularının yargılanması insanı bir arınma için kaçınılmazdır.

UNUTMAYALIM VE UNUTTURMAYALIM

Pazar, Ekim 04, 2009

"SON ADA" Zülfü Lİvaneli romanı üzerine

Zülfü Livaneli, “Son Ada” adlı alegorik romanında, Ada halkının başına gelenleri, halkın iktidar ve güç karşısındaki davranışını sürekli güçlüden yana artan biçimde yana çıkma şeklinde bir kurgu içinde,
Düşsel bir adada ve ancak rüyalarda olabilecek kadar iyi işleyen düzen ve iyi işleyişin yarattığı huzur ortamında, ada’nın sahibinin yerleşmek üzere daha 39 dostuna komşu olması izni vermesi ile oluşan bu 40 kişilik toplulukta her şey mükemmel gitmektedir. Birbirleriyle çok iyi geçinen ve anlaşan, en az ile yetinmeyi kabullenmiş bu topluluk, adaya has kaynaklarla beslenerek geçiniyorlar. Ada dışından getirilecek bazı gereksinimler için de çam fıstığı üretimi yapılmakta olup tek gelir kaynakları olan bu ürün yılda bir kez tüm adalıların imece usulü yaptıkları hasat ile tam anlamı ile bir şölen şeklinde geçmektedir. Sadece yaşamı asgari düzeyde yürütebilmenin gereksinimlerin temini ve karşılanması için yapılan bu çalışmalar kolektif tarzda yürürken, birey ve toplum hayatında savaşların ve kavgaların temel nedeni sayılacak olan özel mülkiyet ve sahiplenmelerin yarattığı bencil davranışlarının hiçbir emaresi görünmemekte olup yöneten ve yönetilenlerin olmadığı bu Ada da hiç kimse hiç kimseye adı ile hitap etmemekte ve herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir. Diğer taraftan asgari gereksinimlerin karşılanması söz konusu olunca da doğa ya ve çevreye müdahale ihtiyacı oluşmamıştır, her türlü bitki ve hayvan ise adada yaşayan ada sakinleri içinde barış ve uyum içinde yaşamaktadırlar.

Ada sakinleri, gerek bireysel gerekse de toplumsal anlamda iyi insanlar olup, bu iyilikleri saflık düzeyindedir; maalesef bu saf ve politik hile düzen desise karşısında davranışları, ellerindeki mutluluğu bir daha geri gelmemek üzere kaybetmelerine yol açacaktır.

Komşulardan birinin vefatı neticesinde, satılan evinin emekliye ayrılmış olan darbeci devlet başkanı tarafından satın alınması ve adaya yerleşmesi ile bu büyülü ortam ve ilişkiler bozulacaktır. Ancak asıl kızılca kıyamet ise doğaya müdahale edilip doğanın dengelerinin bozulmasıyla oluşacaktır. Darbeci başkan, adanın en güzel koylarının martılar tarafından işgal edilmiş olmasını tespit edip behemehâl bu işgalden kurtuluş planları yapması ve buralara beş yıldızlı oteller yapılması halinde, topluluk zenginleşir ve martı işgalinden de böylece kurtulmayı planlar. Görünürde olmayan özel mülkiyet duygusunu kaşıyarak işe başlayan darbeci başkan öncelikle adanın mülkiyetini elinde bulunduran 1 numarayı yanına çeker, buradaki tılsımlı düzenin bozulabileceğini öne süren bir iki cılız ses ise, devlet başkanının gücü ve otoriter yaklaşımı karşısında daha fazla direnemez ve martı katliamına karar verilir. Bu noktadan itibaren martılardan kurtulmak için adaya tilkiler getirilir, tilki popülâsyonu artar martı popülâsyonu azalır yılanlar çoğalır vs vs… Artık doğanın çivisi yerinden çıkmış dengeler bozulmuş ve bu gidiş adanın sonunu hazırlamaktadır.

Adada yaşayanların yaşadıkları ve bu başlarına gelenler, genelde toplulukların güç ve iktidar karşısında nasıl bir tutum takındıklarını göstermektedir. Romanın gizli kahramanı Yazar bir gün romanı anlatan kişiye hitaben dile getirir: “siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapatmaya hakkın yok. Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dini ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun!” İşte Yazarın bu sözlerde dile getirdiği; alegoriyi roman boyunca, Zülfü Livaneli politik mesajlarla birlikte süsleyerek vermiş olup bu kabil politik paralellikler yanında romanda çevreci yaklaşımlar da ciddi ciddi önemli bir yer tutmaktadır. Çevreye ve insana duyarlılık birbirinden hiç ayrılmamış ve roman boyunca dikkat genellikle ada halkının özelliklerine çekilmemiş olup, genel bir halk kavramı yaklaşımı ada sakinlerini temsil etmiştir.

Ben severek ve hızlı okudum, akıcı ve sürükleyici olan bir roman,

İyi okumalar

"AŞK" Elif Şafak kitabı üzerine

Elif Şafak; “Aşk” adlı romanında Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin 1200 yıllarda geçen ilahi aşkını anlatırken kitabın kahramanları evli 3 çocuk annesi Ella’nın İskoç sufi Aziz ile arasındaki dünyevi aşklarını anlatıyor da anlatıyor..

Yazarın romanı hakkında görüşleri;
Elif Şafak; “Bu roman tek bir roman değil roman içinde roman, hikaye içinde hikaye, aşk içinde aşk... Ben aslında aşktan yola çıktım. Aşkı anlamaya çalışan ve anlatan bir roman yazmak istedim. Ama hem dünyevi hem ilahi boyutlarıyla, hem dününe bakan hem bugününe bakan bir roman yazmak istedim. Belki hem batıyı hem doğuyu içine alan farklı gibi duran hatta bazen zıt gibi duran unsurları buluşturan bir bağ olarak aldım aşkı ve yola çıkış noktam da bu oldu.”
“Romanı yazarken bulabildiğim tüm Türkçe, İngilizce ve kısmen İspanyolca kaynakları okudum. Uzun süre okuyorum o benim içimde birikiyor. Ama ne olursa olsun, bu benim algıladığım kadarıyla orada Mevlana var, benim algıladığım kadarıyla Şems var. Herkes anlayabildiği kadarıyla anlıyor ve anlatıyor. Hiçbir zaman esas Mevlana budur esas Mevlevilik budur demek istemem. Bu bir roman, bir kurgu, bu benim hayal gücüm.”
“Kitabın önemli saç ayaklarından birisi Şems ve Mevlana arasında geçenler. Bence çok derin olan ruhani bir bağ var. Ben orada çok ciddi ve derin manevi dostluk ve yoldaşlık olduğunu düşünüyorum”
“Benim tasavvufla olan ilgim bundan 14-15 sene önce başladı. Beni takip eden okurlar bilirler, her romanımda aslında bir unsur olarak, alt akıntı olarak tasavvuf vardı. Ama bu sefer belki su üstüne çıktı, belki bu anlamda kalbimi açtım. Bir anlamda belki benim içimde birikiyordu ama fiilen masa başına oturup yazmam bir sene sürdü”
diyerek, Mevlana'nın söylediği,
" Biz dile söze bakmayız.
Gönle hale bakarız,
Edep bilenler başkadır,
Canı ruhu yanmış aşıklar başka.
Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.
Aşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de."
Sözü üzerinde düşünülmesini isteyen ve aslında okuru da bu yönde düşünmeye zorlayan Elif Şafak hem romanının tanıtımını yapıyor, hem de aşkın kendisince nasıl algılandığını tariflemeye çalışıyor sanki ve bir taraftan da kendi ifadesine göre de, Ella Aziz Mevlana Şems üzerinden aşkı kendi yaşıyormuşcasına gönülden sevdiği karakterler üzerinden Mevleviliğe ve Tasavvufa yazdığı 40 kuralla da sanki ayrı bir manifesto hazırlıyor.

Kitaptan bazı notlar:
“giden her bir Şems-i tebrizi için başka bir asırda ,başka bir mekanda ,bilinmedik bir isim altında bir Şems daha gelir..
Kimisi Şems olarak doğar .
Kimisi Şems olarak ölür”

“kendini bildi bileli durgun bir göldü Ella’nın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi, nicedir tercihleri, ihtiyaçları tüm alışkanlıkları tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı, öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan”

“ella: ''ben senin gibi sufi değilim'' Aziz gülümser ''sufi değilsin, biliyorum'' dedi ''olmanda gerekmiyor, Sadece rumi ol yeter'' Aziz’in aşkıda kendisi gibiydi, Esaretten değil, özgürlükten besleniyordu! herşey olması gereken zamanda olur”

“o gece sevinç içinde yatağıma yattım. Kalbim bir deli davul kesilmiş, güm güm atıyordu. Nereden bilirdim o an kadın kısmının ezelden beri yaptığı en büyük hatayı yaptığımı? Aşık oldukları adamı sevgileri aracılığıyla değiştirebileceklerini zannetmek, biz kadınlara özgü kadim bir gafletmiş”

"Bir taş, nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi; çıkardığı tıp sesi akıntının ortasında kaybolur. Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peydah olur, halka tomurcuklanır; tomurcuk şekillenir, açar da açar; tomurcuk katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Nehir alışıktır karmaşaya, deli dolu akışa. Atılan taşı içine alır, benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Gel gelelim göl hazır değildir böyle dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, taa dibinden sarsmaya. Göl, taşla buluştuktan sonra, bir daha eskisi gibi olmaz, olamaz."

Değerlendirme
Elif Şafak; romanında, gösterdiği Sufilik ve Tasavvuf edebiyatı çabaları; bu haliyle tam tamına günümüze denk düşen yarı dini yarı kutsal ama modern hayattan da fazlaca kopmadan, dinin içinde kalarak ama dinin hiyerarşisine sadık kalmadan ama alternatif ruhsal durumlar yaratarak modaya ayak uydurmuş bulunmakta olup, ticari kaygılara ve öngörülere tamamen sadık kalarak, gururlu ama sıradan bir aşk edebiyatı ve günümüz cinsiyet putlarına tapınan çağdaş görünümlü ama çağdaş olmayan kölelere, ilim ve irfan geçmişimizin göz ardı edilerek konunun da saygınlığından ve önemimden yararlanılarak ucuz ama sofistike yaklaşımlar ile sunulan aşk edebiyatı.

Sonuç
Bu romanın okunmaması bir eksiklik değil. Okumasanız da olur. Çünkü ben. “okudum da ne oldu, ne kazandım” diye kendi kendime sorduğumda kocaman bir “HİÇ” cevabı veriyorum. Sonuçta tamamen ticari kaygılarla üretilmiş banal roman..

Cumartesi, Ekim 03, 2009

BASKIYA RAĞMEN GAZETECİLİĞİ SÜRDÜRMEK

Taraf gazetesinde 06.09.2009 tarihinde aşağıda verilen haber bir sürü gözden kaçmıştır.

2009 “Leipzig Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü” Taraf’ın “baskıya rağmen sürdürdüğü cesur habercilik” nedeniyle Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’la birlikte bir İtalyan ve bir Hırvat gazeteciye verildi. 2009 Leipzig Medya Ödülü’nün gerekçesinden: Taraf araştırmacı gazeteciliğiyle öne çıktı. Cesur haberleriyle hükümette ve orduda düşman kazandı. İlan alamasa da, baskılar sürse de idealist, tavizsiz yoluna devam ediyor.

Bu ödül neden verilmiş peki;

Ödülle ilgili açıklamada, “Türkiye’deki yabancı gazetecilerin nezdinde, idealist ve tavizsiz tavrıyla çok değerli bir gazete” olarak tanımlanan Taraf ‘ın, “cesur haberciliği ile hem hükümette hem de orduda düşmanlar kazandığı” belirtilerek, “ilan verenler Taraf’tan uzak duruyorlar, resmi makamlar Taraf’ı düzenli olarak suçluyorlar ve bunun sonucu olarak, gazete çok ciddi ekonomik sorunlar yaşıyor. Taraf, Genel Yayın Yönetmeni Altan’ın idaresinde, bütün bu sorunlara rağmen yoluna devam ediyor.” denildi.

Gerçekte ise bu ödül verilme işi neden ihdas edilmiş peki;
Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (Doğu Almanya) 9 Ekim 1989’da başlayan devrim karşıtı gösterileri, sosyalizmin çözülüşünde “dönüm noktası” kabul ederek “bu anıyı yaşatmayı” hedef edinen bu ödül Leipzig Bankası Medya Vakfı tarafından 2001 yılından bu yana düzenli olarak verilmektedir.

Bizce Ahmet Altan bu ödülü hak etmiştir.
Batı Bloğu tarafından demir perde gerisi diye tanımlanarak savaş açılan ve bu uğurda bloğun başta Türkiye olmak üzere, sınırda bulunan ülkeleri tarafından inanılmaz kayıplar vermek uğruna yürütülen “Karşı devrim sürecini”, bize “barışçıl devrim” olarak yutturmaya kalkan bir yaklaşımın ürünü olan ödülün, sola ve sosyalizme ait değerleri tukaka göstermeyi hedefleyen ve sosyalizm düşmanlığına “sol” maskesi takarak/giyerek devam etme iddiasında olan ve bu uğurda muhteşem hüner sahibi olan Taraf’ın genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’ın bu ödülü alması rastlantı değildir ve kesinlikle bizim anladığımız anlamda cesur gazetecilik karşılığında verilen bir ödül olarak görülemez, eğer bunlar gerçekten “cesur gazeteciliği” ödüllendirseler idi Ahmet Altan en son sıralarda yer alarak nal toplardı, Türkiye’deki cesur gazeteciler liginde. Dolayısı ile gerek esin gerekse de ihdas kaynak ve gerekçelerine uygun olarak bu ödüle bakıldığında; aslında kimlerin ve hangi siyasi görüşlerin ödüllendirildiği kolaylıkla anlaşılacak olup zaten Ahmet Altan’ın arkasında kimlerin olduğu da herkes tarafından bilinmektedir. Sol ve Sosyalizm revaçta iken solcu ve sosyalist olacaksınız, liberalizm revaçta olunca liberal olacaksınız, ılımlı islam revaçta olacak ılımlı İslam(fetocu) olacaksınız, sevsinler sizin cesurluğunuzu ve hatta size bu ödülü layık görenleri de sevsinler. Ödülün misyonuna ve ülkemizin ödül verenler tarafından önemine bakarsak bu ödül için uygun insanların içinde ilk 10 a girebilecek kişi olduğu için Ahmet Altan bizce de bu ödülü hak etmiştir.

Ahmet Altan yaptığı iş hakkında “böyle bir şey yapmak için deli olmak gerekir” diyor peki bu doğru bir ifademidir? Gazeteye bu haberler bir yerlerden servis ediliyor; peki, nereden servis edilebilir diye şöyle azıcık düşünüyoruz; devletin derinliklerindeki F tipi örgütlenmelerin istihbaratçı uzantıları, ABD ve İsrail bağlantılı mahfiller başta olmak üzere soroz vakıfları, ABD nin think tank kuruluşları ile tüm gayri yasal odaklar öncelikle aklımıza geliyorsa, siz bunların servis ettiklerini yayınlıyorsanız ve size bu haber servislerini yapan birilerinin diğer alanlardaki uzantısı birileri de size “cesur gazeteci” diyor ve ödüllendiriyorsa ve biz de bunu doğru kabul ediyorsak yani sokak ağzı ile yutuyorsak, bence Ahmet Altan bizi, yani onun gibi düşünen ve yaşayanların dışındaki herkesi hem deli hem aptal yerine koyuyor demektir.

Taraf hukuki ifade ve lisan-ı münasiple söyleyecek olursak, kuşku dolu mali yapısının her unsurunu yayın politikasına taşıyan bir tutum izlediği sürece, neyin “taraf”ı olduğu hatta neyin iflah olmaz taraftarı olduğunu gizleyemeyecek durumdadır. Hele bugünlerde yaptıklarını koca koca “Profesör” ünvanlı, bazı Ahmet Altan benzerleri, başta da kardeşi Mehmet Altan olmak üzere, destekliyorlar diye de kendisini çok haklı ve doğru bir çizgide imiş gibi düşünüyorsa da unutmamak gerek ki biz şu ahir ömrümüzde Kenan Evren’e fahri doktora sunabilmek için sıraya girmiş bir sürü profesör gördük o ödüller bugün artık verenlerin yakalarında “yalakalık yaftası” olmaktan öteye geçememiştir

Ne yazık ki; dünya egemenleri tarafından yürütülen psikolojik savaşın karargahı “taraf” gazetesidir ve onun kaptan köşkünde oturan Ahmet Altan’da bu savaşın kurmay başkanıdır, yönettiği gazete de AKP – AB – ABD ve Ilımlı İslam Cemaat’ini arkasına alarak, “demokrat” lık kisvesi altında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü “demokrat”, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı “devrimci”, Fethullah Gülen’i “mazlum”, AKP’yi “ilerici” ilan etmekte, zaman zaman da Kürtlerin ağzına da bir parmak bal çalarak günün modasına uymaktadır.
Acaba bu Ahmet’in yaşı yada hafızası sadece 28 şubat darbesini mi hatırlamaya yetiyor, neden 12 mart’ı artık ağzına almıyor, 12 eylülü ağzına almıyor, bu nasıl cesurluk bu nasıl bir taraflık, acaba kendisine göre artık 12 eylül de sindirilebilir ve içselleştirilebilir, hulasa “ilerici ve demokrat bir ihtilal” mı ki, 28 şubat’a verip veriştirdiklerinin hiç birisini 12 eylül için yazamıyor. Yoksa o tarihlerdeki Silahlı Kuvvetlerinin başındaki kişi, Anayasaya, yasalara, nizamlara, ahlaka, vicdana uygun planlar hazırladı ve tatbik etti, de mi bunlarla ilgilenmiyor bu demokrat zat artık?

Aslında ne o ne bu; Ahmet Altan kendisinin ettiği ve artık veciz bir söz olarak Türkiye siyasi hayatında yerini alan aşağıdaki sözde kendisini çok iyi tanımlamış bulunmaktadır.
“Bir çift kadın memesine vatanı satabilirim”
İşte Ahmet Altan budur.

Belki de; “Ben bir fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben de onlardan biriyim” diyen Burhan Belge’den çok etkilenmiştir, belki de öncüllerinden sayılabilecek Ali Kemal den etkilenmiştir, bilemiyoruz tabii ki kendisi bunu açıklarsa memnun oluruz.