Pazartesi, Nisan 29, 2013

ÇEVRE ve MÜHENDİSLİĞİ ÜZERİNE

Çevre mühendisliği, doğal kaynakların doğru ve yerinde kullanımının insan sağlığına ve ihtiyaçlarına uygun olabilmesi dikkati ile doğaya ve dengelerine azami özen ve hassasiyeti gösterme beceri, yetenek ve ahlakını bilimsel değer düsturu kabul eden bir mühendislik disiplinidir ve asla da mensupları tarafından kanunlara uygun doğa nasıl kirletilir, sömürülür hatta yok edilir kampanyalarının bilimsel aleti değildir. Siz bakmayın bazı çevrelerde; temiz su temini, atık su arıtma, toprak kirliliğini önleme, hava kirliliğinin kontrolü, katı atık bertarafı vs vs gibi disiplin tariflerine, bunun böyle algılanmasını isteyen çevreler böyle diktelerle uğraşırlar oysa çevre mühendisliği disiplini, doğanın; insan yaşamı ile uyum içerisinde dengeli ve ölçülü, yenilenebilirlik ahlak ve disiplinine helak getirmeden, doğal ortam ve dengelere saygı gösterilerek asıl olanın kirliliklere yol açmadan kaynak kullanımının yol ve yöntemlerini uygular olmasının iştigal alanıdır. Yoksa sermaye sahiplerinin kendi varlıklarını ve değerlerini büyütmesi adına doğanın yok edilmesi ya da yenilenebilme kabiliyetinin yitirilmesinin ardından timsah gözyaşları içerisinde, ahlarla vahlarla kirletilenlerin temizlenmesinin yöntemlerinin bulunması değildir bu bilim dalı, ayrıca olmamalıdır da… Tüm diğer mühendislik disiplinleri doğanın sunduğu kaynakları, şüphesiz ki bilimsel ve ahlaki bir ölçü dâhilinde nasıl kullanırımın yolunu arar ve açarken, “Çevre Mühendisliği” disiplini ise doğanın ve doğal kaynakların tüketilmesini değil doğanın sahip olduğu ve insanoğluna sunduğu değerlerin ölçülü ve minimal kullanımını ve insanın doğadan aldığının asla ve kata yenilenebilirliğin üstünde olmamasına özen gösterme üzerine kafa yoran ve doğadan alındığı kadar geri verilmesinin yöntemini arayandır ve anlamayanlar için bir kez daha yineleyelim olmalıdır da…
 
Âdemoğlunun doğanın sunduklarının sınırsız olduğunu anlamadığı ve ne yazık ki görünür bir gelecekte de anlayamayacağının aşikâr olduğu bu ortamda, bıkmadan usanmadan yeni yaşam kurallarının belirlenmesi, kaynakların kullanımında azami tasarrufa gidilmesi gereğinin tayin ve tespiti, daha az tüketilerek yaşanabilmesinin yollarının aranmasının gereği, dünya nüfusunun geldiği nokta ve ne yazık ki bugün muktedirlerin sömürülecek genç ve ucuz emek yaratmak adına yaptıkları yaygaraya bakarak ta gelinecek noktanın katmerleşeceği düşünülürse, minimal yaşama geçmenin kaçınılmazlığı ortadadır. Bugün alışıla gelen ve bilinen yaşam kurallarının sunduğu konforun artarak devam etmesi halinde doğanın ve sunduğu kaynakların takatinin ne kadar daha sürebileceği üzerine bilimsel çalışmalar yapan insanlara adam gibi kulak verirse eğer tablonun ne kadar karanlık olduğunu ve ne kadar hızlı hareket edilmesi gerektiğini görecektir Âdemoğlu… Muktedirlerin düşüncesiz hatta acımasız kara propagandası altında bunların görülebilmesi ihtimalinin yüksek olduğu düşünmek safdillik olur diye düşünüyorum, ancakkkkk doğanın hızlı ve ahlaksız tüketiminin yarattığı doğa intikamlarının, su ve sel baskınlarının, büyük kitle ölümlerine yol açan depremlerin ve salgın hastalıkların, muhtemel ozon tabakası delinmesinin yaratacağı kitlesel kanser vakalarının yaşanması vs vs aklı başa devşirmeye yol açacaktır, çünkü en ilkel ama en kalıcı öğrenme yöntemi olan “dene-yanıl”ı aşamamış durumdayız, be adam işte olma ihtimali olan şeyler ortada, önlem alsana desen de kar etmiyor…
Konu ile ilgili daha sayfalarca yazmak mümkün ama bu kadar ile iktifa edip, muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de korumak adına tekrar önümüze dayatılanlara ve bu uğurda söylenen yalanlara hadi yalan demeyelim diyorum ama bilgisizliğe mi diyelim, yoksa bizi Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dış dünya ile yeni tanışmış kabilelere mi benzetiyorlar diyelim, vallahi bilemiyorum… Ancak bildiğim kadarıyla her 3 durumda rezalettir…
Çeşme’ye karşı açılan bu ahlaksız ekonomik saldırının, özür dileyerek diyeceğim, ama daha hafif bir kelime bulamıyorum da ondan, erketeliğine soyunan, hangi yalan ile bizi kandırabileceğinin planını bile doğru dürüst yapmamış, ancak öncüllerinden ve maaşını aldığı ekipten iyi ilim, irfan ve feyz aldığı görüntüsü veren ve aynı zamanda canım yurdum insanının zayıf noktalarını iyi hatim ettiği her halinden belli olan ve kartvizitinde ne yazık ki “Çevre Mühendisi” yazan vatandaş özetle ne diyor;
“Proje sahası Orman arazisi içinde bulunmaktadır, bu nedenle şahıs arazisinin kullanımına gerek kalmamaktadır” ,
“Karadağ RES projesi İlçenin ihtiyacı olan elektrik enerjisinin üretilmesini sağlayacak ve aynı zamanda İlçede daha güçlü ve kaliteli turizm ve yatırım imkânları sağlayacaktır”, “İlçe halkının temiz enerjiye erişimi güvence altına alınmış olacaktır”,
“hem inşaat sırasında hem de işletme sırasında İlçe’mizde iş olanağı sağlayarak istihdama katkı sağlayacaktır. Her iki aşamada da projeye sahibi şirket çalışanlarını yerel halktan sağlamayı tercih etmektedir. İstihdamın yanı sıra projenin, taşeronlar ve satın almalar ile de yerel ekonomiye çok önemli katkıları olacaktır”,
“Proje yatırım çerçevesinde bu tepe ilgili Kurum ve Kuruluşlar’dan izin almak sureti ile ağaçlandırma kampanyası çerçevesinde Karadağ’ın ağaçlandırılması planlamaktadır. Bu proje ile birlikte, Karadağ bundan sonra Yeşildağ olarak Çeşme’ye ve Çeşme yarımadasına bir nevi akciğer görevi görecektir”…
 
Bu görüşlerin hangisinden başlayayım değerlendirmeye ya da toptan görmezden mi geleyim, bu mühendislikten ziyade piyasa kalfalığı düzeyindeki (tüm kalfalardan özür dileyerek yazıyorum” ucuz yaklaşımı…
Ben haddimi bilirim; bu kartvizitinde ne yazık ki “Çevre Mühendisi” yazan vatandaşın mühendisliğini tartışmayı ne haddim ne de hakkım olarak görürüm, ona diploma verenler bu alanda faaliyet gösterme konusunda kendisini yeterli bulmuşlar demek ki, ne yapalım, ama mühendisliğe “mühendis yemini” ile sadık kalması gerektiği konusunda yeminin metnini hatırlatarak her türlü eleştiriyi yapmaya kendimi mezun ve hak sahibi görüyorum. Nasıldı Mühendis yemini; “Bana verilen mühendislik unvanına daima layık olmaya, onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun onları ancak iyiye kullanmaya, yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendimi ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” Şimdi bu mezkûr meslektaşım çıkıp kendimi maddi olarak yükseltiyorum tam da bu nedenle mühendis yemini ettim diyebilir, kendisine neyi yakıştırıyorsa onu yapmaya yetki ve hak sahibidir, bize ancak Allah selamet versin demek düşer. Ancak mühendis yeminine bağlı değil de, dert; dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmak adına gözleri, cüzdanları ve kasaları bir türlü doymayan ve dolmayan patrona bağlılık ve sadakat temelinde mühendis postu altından çanak yalama tekliflerini bizim önümüze nimet diye koyma ise, işte buna itirazımız ve şiddetli tepkimiz vardır, olacaktır da… Mühendislik ve müsveddeliğinin* karıştırıldığı her durumda itiraz etmeyi de “haddini bilmeyene haddini bildirmeyen haddini bilmeyendir” prensibinin bir gereği olarak görmekteyim.
 
Şimdi gelelim; janjanlı kelamın eleştirilerine; mesele şahıs arazisi üstünde olması ya da olmaması değil ki, derdimiz de şahıs arazileri elden gidiyor biçiminde değil, ayrıca arazinin Orman arazisinde olması daha da kötüdür ya, ormanı yok etme riski taşıyor, ancak bunların dışında bir anlamı var sözlerinin başında söylediği cümle ile birleşince daha anlamlı ve dolayısıyla daha tehlikeli ve tehditkar oluyor, ne diyor konuşmanın başında bu muhterem; “santralın kurulumu için resmi kuruluşlardan olumlu görüşmeler ve izinler alındığını” bu cümlenin ardına koyarsanız arazinin mülkiyet sorununu, Türkçe meali şu hale geliyor, “yukarıdakilerle iş tamam”… Bu elektriğin Çeşme’nin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere üretilmeyeceğini bilebilecek kadar bi adamız biz kardeşim, bırak bize salak muamelesini, velev ki sen ürettiğin enerjiyi devlete sattın, “enterkonnekte şebekeye” vereceksin, oradan TEİAŞ ve TEDAŞ ile vatandaşa ulaşacak, ya da özel anlaşmalarla özel sektöre satacaksın ama iletim sistemi aynı ama çocuğun dediğinin Türkçe meali şu, “bi karışmayın ya kolay ve az yatırımla bi para kazanacağız”… Gelelim “Yeşildağ” meselesine, adama sorarlar sen orman arazisini ve doğal SİT alanını bozuyorsun, bırak bu sonradan yeşillendireceğim numaralarını… Esas ise Canım Yudumun insanının en önem verdiği ve de ne yazık ki bu duruma getirildiğinden ötürü de dar anlamda çok haklı olduğu, kendisine iş ve aş verileceği vaadine, işte buna diyebilecek bir lafım olamaz, sen burayı verdikten sonra bunun karşılığı 3 ya da 5 kişiye istihdam olarak dönecek diye destek verilecekse, o da destek vereceklerin sorunu… Bu boyutuna yönelikte çok da uzun yazabilirim ama yer ve yen dar geliyor gayri…
 
Yalnız böylesine pespaye ve demode görüşleri bize matah bir şeymiş gibi anlattığına göre çocukta kabahat yok Vallahi, bunları yiyebileceğimizi düşündüğü için kabahat bizde demek biz böyle bir izlenim veriyoruz, sevsinler senin mühendisliğini… Adama derler, enerji kararlılığı açısından toplam üretilen enerji içinde rüzgâr enerjisi payının % 15 ten fazla olmaması gerekir, Canım yurdumun da meskûn mahaller dışındaki alanları bu oranın çok üstünde bir potansiyele haizdir, git oraları bitir ve hala gereksinim var ise buraya da gelirsin, o zaman kimse ses çıkarmaz…
 
Ancak; aslolan sıkıntı, küçük bir grup idealist ve yurdunu karşılıksız seveni hariç tutarsak, kimsenin enerji tasarrufundan bahsetmiyor olmasıdır, muktedirler ve onların çok büyük ölçüde kara propagandasının etkisinde kalanlar daha çok enerji üretilmesini istiyor gibi görünmesindedir, tüketilsin ve sonuçta daha çok üretilsin ki sermayedarlar daha çok kazansın, kimin umuruna kayıp ve kaçağın toplam üretilen enerjinin %33 üne vardığı, ne gam ne tasa, yaşasın tüketim sloganı ile aslında dünyanın tükendiğini ne zaman anlayacağız, umalım ve dileyelim ki bu kadar kötü kullanılan hatta saldırılan doğanın intikamı vahim olmasın…
 
*Müsvedde: Bir şeyin kötü benzeri. (Türk Dil Kurumu büyük Türkçe sözlük)

Pazar, Nisan 21, 2013

UMARIM ANLAŞILMIŞTIR: ÇEŞME’YE KIYMAYIN

Çeşme’nin yakıcı sorunu olarak önümüze hiçte gereği olmadan dayatılan, adeta Çeşme’nin bağrına hançer saplama planı gibi duran, tamamen rekreasyon alanı olması gerekirken, sadece estetik kaygılarla bile olsa karşı durulması gereken, “Karadağ’a RES projesi yatırımı” konusunda, belki de Çeşme tarihinde ilk kez, yerel iktidar CHP ve muhalefet AKP birlikte hareket kararı almış bulunmaktadır, hepsine teşekkürler, umarım ileride herhangi bir karar değişikliği oluşmaz…
Çeşme Belediye Meclisi Nisan ayı olağan toplantısında, öğrenildiği kadarıyla her 2 parti meclis gruplarının ayrı verdikleri önerge ile Çeşme’nin Sakız Adasına hakim muhteşem manzaralı ve Çeşme ve Çiftlikköy’ü etkilemesi çok muhtemel ve Karadağ’a yapılması planlanan ve her türlü gerekli ön izinleri alınan Rüzgâr Enerji Santraline (RES), karşı durma kararına varmışlar ve Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’na konuyla ilgili olarak, her makam nezdinde girişimde bulunmaya ve nihayetinde de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) ile mahkemeleşmeye haiz, yer yer siyasetin cilveleri gereği karşılıklı söz düelloları yaşanmış olmasına karşın, grup kararları ile destek vermişlerdir. Yalnız daha önce belediye meclis gündemine geldiği sırada reddedilen, ancak EPDK nezdinde yapılan girişimlerle tekrar ısıtılan ve lisansı alınan bu proje için yatırımcı neden bu kadar ısrarcı herkesin malumudur, iştah kabarmış ya bir kere hedef burası ve hedefe kilitlenmişler…
Çeşme ve Ovacık vadilerine hakim tepeler olan; Karadağ, Mamur Baba, Çeşmeköy tepeleri ve Kızılkaya, Okman Enerji, ABK, Tivmikli ve Egenda firmalarına teslim edilmek istenmektedir, üstelik karar vericiler ve kanun yapıcılar kanunlarda bugünlerin düşünüldüğü izlenimi verircesine, satır aralarına ya da maddeler arasına her türlü boşluk eklenerek ya da bırakılarak, başta proje büyüklüklerindeki limitler değiştirilerek ÇED ve SİT alanları olmak üzere her türlü yaklaşım ile ilgili olası kurumsal karşı duruşların önüne de geçilmek istenmiştir sanki, deveye hendek atlatmak adına… Diğer taraftan Firmalardan birisinin yetkililerinin vatandaşlara sunum yapılırken davranışına bakarmısınız, “bu proje ile birlikte, Karadağ bundan sonra Yeşildağ Çeşme’ye ve Çeşme yarımadasına bir nevi akciğer görevi yapacaktır”, bu ne nobranlık bu ne bilgiçlik, eeee haklı tabii ki çocuk, Afrika’nın balta girmemiş ormanındaki ağaç kadar bile bilgili değiliz gözünde, pes doğrusu, hele başka bir yerde “proje orman sahasında kalıyor, bu nedenle şahıs arazisi kullanımına gerek yoktur” vallahi haklı, gördü tabii karşısındaki kazmaları frene basmadan atmış yokuş aşağı boşa gidiyor, sanki dert şahısların arazilerinin kamulaştırılmasıymış gibi düşünmemizi istiyor ya, kimse de demiyor çocuğa, hadi kalk git şuradan, dalga mı geçiyorsun… Peki şahıs arazileri üzerinde orman yönetiminin hak iddia ettiği durumlardaki saldırganlığı, tavizsiz tutumunu aramıyormuyuz bu konuda, arıyoruz şüphesiz, peki neden herhangi bir karşı duruş göstermiyor orman yönetimi, hadi onu da düşünün bakalım…
Şimdi geriye dönülüp bakılması gereken algılamaların başında, kendilerini kaybedircesine özel sektöre tapıcı insanlar ve yönetimler yaratmanın görüleceği çok açıktır, başta bugünlerde emekli Cumbaba olarak gerdan kıran muhterem olmak üzere, ardılı şişman zat ve bunların muhtelif takipçi ve yoldaşları o kadar kutsadılar ki bu özel sektörcülüğü, yer yer adeta kendilerinden geçerek kurumsal kontrol ve denetimi, sanki canım Yurdumun garip vatandaşı yaratmışçasına, kahrolsun bürokrasi diyerek, sanki gereksiz birşeymişcesine adeta işverenler için hiçbir kayıt, denetim ve kontrol istenmiyordu ve canım Yurdum insanı da bunlara onay verdi durdu ve vermeye de devam ediyor sanki doğrusu buymuşçasına, memleket de bu kabil yatırımcılara tahsis edilmiş sanki… İşte böyle sonradan görme işverenlerin goygoyluğunda koskoca ülke ekonomisi şekillendirilmeye çalışılırsa olacağı buydu, şimdi hiçbir işveren nerdeyse tamamen denetimsiz kontrolsüz iş yapabilme peşinde, son birkaç yılda nerdeyse 5 kez SİT uygulamaları değiştirilirse hemde sadece bu kabil yatırımcılar lehine kim ne yapabilir, böylesine şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalar ile aşılamayan bürokrasi de atamalar yoluyla aşılıyordu, eeeeeeee ne de olsa artık durmak yok idi prensip… Bir de Yurdum İnsanının algılaması varya kahroluyorum vallahi, neymiş, bunlar para sahibi imiş paralarını buraya yatırım olarak getiriyormuş, muş mış ve müş vs. vs. yahu emin olun ki bunlar ceplerinden 1 TL koymazlar, o kadar koymazlar ki “özsermaye”yide kredi içinden devşirmeye çalışırlar, eeeeee nasıl olsa ürettiğini kendin satamıyorsan bile gel devlet garantisi de var yaklaşımı sayesinde 2 ila 7 yıl içinde projeler amorti olabiliyor, daha ne istiyorsunuz, sonraki minimum 42 yıl paralar çuvallara, pasta üstü çilek bu olsa gerek…
Bu tür dayatmaların görsel, estetik ve kentleşme açısından sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize ve estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vs. vs…
Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…
Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…

Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:

Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Salı, Nisan 16, 2013

HAYVANSEVERLERE MÜJDE KEDİ KÖPEK NÜFUSU İNSAN NÜFUSUNU GEÇMEK ÜZERE

Necip Milletimizin en iyi ve sıkıntı duymadan yaptığı işlerden biride, herhangi bir vicdani sorumluluk taşınmadığı için olsa gerek, hatta bunları aç bilaç sokağa kim bırakıyor diye kızarak, sokakta kedi köpek beslemektir. Tabii sokakta hayvan beslemek nasıl olsa, herhangi bir vicdani, ahlaki ve toplumsal bir sorumlulukta getirmiyor, tek sorumluluğunuz evinizde artan ya da hoşlanmadığınız yemekleri ya da fazlaca iddialı olacak ama kaldığınız otelin açık mutfağından çıkardığınız yiyecekleri bu hayvanlara vermek olunca, gel keyfim gel… Tabii ki başkasının alanında sadece artan yemeklerinizle kedi köpek beslemek kolay, ortalığı plastik kab kaçaktan geçilmez hale getirdiğiniz yetmiyor, yemek artıkları artık yollarda hijnenik ve estetik sorunlar oluşturmaya başladı.
Ne kadar kolay yazlıkçıları hedef alan açıklamalarda bulunmak biraz dikkatli etrafınıza bakın göreceksiniz kışlıkçıların durumunu, özetle “hep bir hallı Turhallıyız yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” gibidir bizim hallarımız…
Ne diyor Çeşme Belediyesi Veteriner Hekimi İsmail Ekmekçioğlu; “yazlıkçılar servet ödeyerek bir heves uğruna aldıkları hayvanları, yaz bitip artık kışlaklarına dönerlerken, yaz döneminde sahip olunan hoş bir tatil anısı biçimiyle kaderlerine terk ettiklerini” her fırsatta beyan etmektedir. Terk edilen bu hayvanların bir kısmı için Çeşme Belediyesi hayvan barınağı tesis ettiğini ve bu tesiste hayvanların doğal ortamda yaşıyor gibi yaşayabildiklerini, beslendiklerini, veterinerlik hizmetlerinden faydalandıklarını ancak olanakların sınırlı olması nedeniyle başka çözümlerin üretilmesi gerektiğini de belirtmeden geçemiyorlar.
Şimdi konunun uzmanlarının konu ile ilgili yaptıkları değerlendirmelere bir bakalım; bir dişi köpeğin doğurganlık yaşamı boyunca doğurduğu yavrular ve bu yavruların da üremesi nedeniyle köpek popülâsyonunun yaklaşık 67.000 e varmasının mümkün olmasından bahsetmektedirler. Diğer taraftan kedi popülâsyonu konusunda ise konunun uzmanları 6-7 yıl içerisinde ortalama 73.000, hatta yüz binlere varan yavrulamaların gerçekleşeceğini belirtmekte ve rekorun ise 400.000 in üzerinde olduğunun da altı çizilmektedir. Kısaca verilen bu kedi köpek nüfus artışlarının ne kadar ciddi bir sorun ile karşı karşıya olunduğunun ifadesi olmakla birlikte, neden ciddi ciddi önlemlerin alınmasının kaçınılmazlığını adeta ispat etmektedir.
Çevre uzmanları; dünya genelinde bugüne kadar bulunabilen en mükemmel olmasa bile en rasyonel çözümün, kedi ve köpeklerin erken dönemlerde kısırlaştırmalarla doğaya salınarak üremenin bu boyutta olmasının engellenmesi ve hayvan sayısının sahipli ve özel yerlerde kontrol altına alınması olduğunu ifade etmekte ve erken dönemde yapılacak kısırlaştırmaların fahiş üremenin önlenmesi ve netice itibariyle istenmeyen, beklenmeyen, sahiplenilmeyen ya da terk edilen kedi köpek sayısının azalmasına ya da kontrol altına alınmasına neden olacaktır. Yine aynı uzmanlara göre, acil ve etkili bir çözüm bulunamaması halinde başta ve özellikle hayvanseverlerin hatta hayvan sevmezlerin hiç arzu etmediği, görmek istemediği, kontrol edilemez şekilde ve muhtemelen bu durumdan zarar görmüş ya da zarar görme ihtimali bulunan sivil güçlerce ciddi bir itlaf uygulaması günün birinde yaşanabilir, işte tam da bu nedenle yol yakın iken akla ve vicdana uygun davranışa herkesin yaklaşması gerekmektedir. Yoksa yıllar önce Deli Turan diye bilinen ve köpek itlaf ekibi olarak çalışan kişi benzeri kişilerin bulunması gibi bir abuk durum önerecek hali yoktur kimsenin ama çözüm arama konusunda da herkesin çaba bekleme hakkı olduğunu düşünüyorum ayrıca soğuk kış gecelerinde sokakta 10 lu ya da 20 li gruplu köpek saldırısına uğrayan ya da saldırıya uğrama korkusu taşıyan her insanın bu tür itlaflara onay vermesine kolayca yol açacağı da açıktır.
Diğer taraftan;  unutulmamalıdır ki kedi köpek, popülasyonunun kontrol altına alınamaması halinde, diğer memeli hayvanların da neden olabilecek olmasına rağmen başta mezkur hayvanların öldürücü hastalık olan kuduzun en önemli aracı olmaktadırlar, evlerde besleniyor olsa bile yüzlerce değişik kist hastalıklarına yol açmaktadırlar. Bilindiği ya da küçücük bir araştırma ile öğrenileceği üzere, Dünya’da her yıl yaklaşık 50.000 civarında insan kuduz yüzünden hayatını kaybetmektedir ve gelinen bu vahim tablo karşısında da milyonlarca insan da bu ölümcül hastalığın tehdidi altında hayatına devam etmekte olup ve ne yazık ki canım Yurdum da kuduz vakalarında Avrupa ülkeleri arasında 1. sırada hatta tek ülkedir denilirse de yanlış olmayacak durumdadır. Mezkûr vakaların istatistikî veçhesine de bakılınca; kentlerde köpek ve kedi popülasyonunun artışına uygun ve anlamlı bir artış gösterdiği kolayca görülecektir. Yine bir Sağlık Bakanlığı kaynaklı istatistiki netice daha bulunmaktadır kuduz vakaları açısından yapılan çalışmalar kapsamında, ne yazık ki, başta İzmir olmak üzere tüm Ege Bölgesi ciddi bir tehdit altındadır.
Ancak, unutulmamalıdır ki, kuduz vakalarının tek gerekçesi mezkûr hayvanların olmadığı kesindir ve özellikle kedi popülasyonunun tamamen yok edilmesi halinde ise, başta fare olmak üzere diğer kemirgen popülasyonun artışı nasıl olur, bunlarla mücadele nasıl olur, burada yeni kimyasal mücadele artışı yaşanır mı bilmiyorum, hep uzman çalışmaları gerektiren durumdur bunlar…
Kontrol konusunda çalışma yapılmasının doğru olmadığını savunanlara da bir hatırlatma; bizde olduğu gibi hiçbir gelişmiş ülkede elinizde köpek, kentin merkezi alanlarında dolaşamazsınız, gidin görün öykündüğünüz ülkeler ve şehirler ile oranın ahalisinin davranışına bir bakın bakalım. Parklar var, özel alanlar var, eeee şehri insana açmaz da tam tersine araç ve hayvan trafiğine açarsanız gelinecek nokta burasıdır, hoş geldiniz derler adama… Şimdi bu iddialar karşısında; yok köpekten korkan insan vücudunda bir salgı oluşurmuş köpek bunu düşman olarak algılarmış gibi bir dolu abuk ve subuk açıklamalar ile konuya bilimsel türban giydirmeye de kimse çalışmasın lütfen, komik olunuyor Vallahi…
Her yıl 5.000 kişi trafik kazalarında yaşamını yitirir ses çıkmaz, 30 yıldır yaklaşık 45.000 kişi öldürüldü ses çıkmaz bu hayvan sevicilerin bir bölümünden, ama olsun insanın ne önemi var ki!!!!!. Üniversitelerde öğrenciler gruplar halinde dövülürken, sokakta açız diye bağıran işçi ve memurlar gazlanırken, joplanırken, su ile ıslatılırken ses vermeyeceksin, sonra kalkıp hayvan sever olacaksın, manidar bir durum oluşturmaktadır… Kurban bayramlarında hayvanlar ortalık yerlerde kesilir, ses çıkarma görmezlikten gel, devlet büyüklerini karşılayacağız diye yüzlerce hayvan kesilmesini görmezden gel… Canım yurdumda sahipli hayvanlarda sahipsizdir aslında, çünkü necip milletimiz hayvanını başkasının da alanı olan alanda büyütür besler, gezinmesini sağlar, yani bir aşı yaptırıp sokağa salınca köpek sahipli mi oluyor Allahaşkına… Hayvan seviciler, “sokakta hic bir sekilde sahipsiz hayvan kalmamasına yönelik çalışmalar yapılıyor” gibi bir takım süslü kelimeler kullanarak durumu aslından daha önemsiz göstermeye çalışıyorlar ya, bayılıyorum bu mantığa, yahu tabii ki sokaklar bu sahipsiz ve başıboş bırakılan hayvanlardan kurtarılmalıdır… Fena mı olur yine eskisi gibi sokaklar, ama bu ama şu nedenle insanlara saldıran köpeklerin yerine, bisikletleri ya da motorsikletleri ile dolaşan insanlarla dolu olsa…
Modern dünyada insan ilişkileri; içine sürüklenilen güvensiz ortama doğru orantılı olarak evcil hayvanların insan yaşamında rol almaları ve insan yaşamı içinde yer ve önemleri artmakta olup evcil hayvanların işlev ve görevlerinin de değişmesine neden olmuşlardır. İnsan yaşamında kedi ve köpekler evin bir parçası haline gelmektedir ve kontrollü popülasyonlarıyla klasik görevleri şehri zararlı kemirgenlerden korumanın ötesine geçmiş ve sadece kentlinin psikolojik sorunlarına çözüm aramanın bir aracı haline gelmiştir. O kadar ki hatta kedilerle birlikte olmanın kan basıncı üzerinde olumlu etkilerinden ciddi ciddi bahsedilmektedir… Sokak hayvanlarına karşı olanlar da, psikolojik destek kabilinden bir dolu yalnız kalmış insanın psikolojisinin düzeltileceği yer olarak hepimizin ortak alanı sokakları da uygun görmesinler diyorlar…
Ortada ciddi bir sorun var, kimse çözüm üretmek peşinde değil herkes mevcut durumun sürmesini istiyor gibi, çıkın sokağa da sorun bu kentlerde yaşayanlara bakalım, sıkıntının boyutunu nasıl anlatacaklar size… Sokaktaki bazı 2 ayaklı hayvanlara da bu kadar serbestlik fazladır diyebilir bir başkası, katılmıyorsam namerdim valla…
Yoksa her konuda olduğu üzere, Kamu olarak; kendi okulunu kendin yap, kendi yolunu kendin yap, fakire yardım yap, hastaneye yardım yap, camiye yardım yap vs vs gibi kampanyalarla bu tür sorumlulukları da at üstünden, tıpkı bu konuda gösterilen kayıtsızlık örneği, ama vergi toplamaktan da geri durma ve ülkeyi yönetiyorum de sonra, ohh ne ala memleket be, sevsinler sizi…

Pazar, Nisan 07, 2013

SÜRGÜNLER (TEHCİR) BEŞİĞİ ANADOLU

Canım yurdum, bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Mübadele adı altında Ortodoks ve Müslüman nüfusun göç ettirilmesi, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir coğrafya olup, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin siyasal çizgisine ve oluşturdukları sisteme ve bunların beklentilerine uygun olarak, her birisinde de tabii ki sürülenleri sürekli suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir.
Siz bakmayın, başta Süleyman Demirel olmak üzere, devletin önemli makamlarında görev yapmış mühim zevatın, kendilerinden kırmızı plakalar ile donatılmış yetkileri ellerinden alınmış ve artık devletin gücünü kullanamaz hale geldikleri dönemlerde hukuka uygun işlemlerin yapılmadığı iddialarına, kendilerinin hükümranlığı altındaki dönemler için her şey hukuka uygundu iddialarına, bunlar sadece bizi aptal yerine koydukları, hafızalarımızın balık hafızası olduğunun tespitini iyi yaptıkları için bu kabil gudubet lafları etmektedirler.
Canım Yurdum ne yazık ki hiçbir zaman normal hukuk kurallarıyla yönetilemedi, İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs Mahkemeleri, Devlet güvenlik mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler vs. vs. hep muktedirler adına ve onların uluslar arası müstevlilerinin çıkarları uğruna işler yapmaktan çekinmediler, çekinmemekteler… Tek dert sürekli kendi amaçlarına uygun hukuk kurguları yaratarak, bu rezalete uyum göstermeyenleri, itiraz edenleri ya da direnenleri yok ederek toplumsal zapt-u rapt… Toplu sürgünler, tek tek sürgünler, Kalebentlikler, neler yaşandı neler, bu zapt-u rapt adına… Canım Yurdumun insanı tarihinin öğrendikçe faşizmi anlatırken örnek olarak Avrupalara gitme ihtiyacı duymamaktadır artık, öz be öz yerli faşist diktatörleri vardı, çok şükür…
Normal zaman denilen dönemlerde; işkenceden ölenlere yönelik bir soruşturma açılmıyor olması bir yana işkencede ölen yüzlerce insanı hangi normal hukuk sistemi normal karşılıyor olabilir, Allahaşıkına. Peki, Doğan Öz adlı savcı ile başlayan, bilim adamları, Mühendisler, Avukatlar, Sendikacılar, Öğretmenler başta olmak üzere yüzlerce katliam için ne yaptı bu normal hukuk düzeni, sadece bahane üretmenin dışında Allahaşkına… Bu ulu Türk büyüklerinin hezeyan içinde parmak kaldırmaları ile Deniz, Hüseyin, Yusuf idam edilmedi mi? Sadece onlar yapınca normal hukuk düzeni oluyor, kendilerine yapılırsa anormal hukuk düzeni, tam bir kepazelik işte… Bu normal hukuk düzeni ne yaptı Kahramanmaraş katliamı için, Çorum katliamı için 70 li yıllarda, peki aynı normal hukuk düzeni Sivas’ta yakılan insanlar için ne yaptı, hikâye bunlar hikâye, geçin bunları… İnsanların canları alınırken, malları gasp edilirken hukuk hukuk diyerek inanılmaz boyutta kara propagandaya başvurdular, her biri faşist Almanya’nın “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Göebbells” oldular, bizde yedikçe pişirdiler pişirdiler koydular önümüze…
Eskiden de her şey ama her şey; bir aşağı, bir yukarı hukuksuz idi sonrada her şey aynı şekilde hukuksuzdur, tek fark zamana ve ihtiyaca bağlı uygulamanın şiddeti olmaktadır, öncede yargısız infazlar diz boyuydu, sonrası da diz boyuydu. Ahir ömrümüzde çağdaş hukuk kurallarının uygulanacağını görme umudumu yitirdim gayri…
Yazımızın konusunu bu uygulamalardan sadece bir tanesi oluşturacaktır; Sıkıyönetim komutanlarının emirleri ile kendilerinden şüphelenilen (aslında kendileri gibi düşünmeyen) kişilerin sürgünleri ve komutanlık sınırları dışına gönderilme kararları…
Padişah yetkisinin, kuralsızlıklar manzumesi halinde sıradan insanlara verilmesi, hayatın tanzimi, iyi öğretim görmemiş demiyorum aslında iyi okullarda öğretim görmüş olmalarına rağmen eğitilmemiş bu zevatın 2 dudağının arasından çıkacak kelama terk edilirse, neler olabileceğini çok fazlaca anlatmaya gerek yoktur sanırım. Mezkûr yetki için, hiçbir siyasi, yok ben vermedim yok şöyle yok böyle demesin, bu yasa ile tanınmış bir durumdur, istemiyorsan ya da uygun görmüyorsan iptal edersin gider ama nerde, gelin misali hem ağlar hem gider hesabı işte…
Bizler Canım Yurdumun sıkıyönetim mahkemeleri (cunta dönemi demiyorum) uygulamaları içinde, işkenceci güvenlik kuvvetleri için hiçbir işlem yapmayan ama müvekkillerinin doktor raporu ile tespit edilmiş olmasına istinaden gördükleri işkenceler için suç duyurusunda bulunan avukatların güvenlik kuvvetlerine hakaretten ve güvenlik kuvvetlerini görev yapamaz hale getirmekten cezalandırıldığına tanık olduk. Fazla savunma yapıldı, gereksiz uzunlukta savunma yapıldı gibi abukluklarla avukatların tutuklandığına ya da sıkıyönetim bölgesi dışına çıkarılmalarına tanık olduk… Savunma yaptı diye avukat tutuklamak ta çağdaş hukuktan sayıldı yukarıda pozisyonları zikredilen zevat tarafından… Sıkıyönetim bölgesi sınırları dışına adam sürme diye “çağdaş hukuk” normunu da yeniden keşfetmişti, tıpkı Dersim’de olduğu üzere, sıkıyönetimin apoletli karar vericileri, hani normaldi bu hukuk düzeni, adam şüphelendiği adamı alıyor sıkıyönetim sınırları dışına çıkarma kararı veriyor üstelik bu kararın temyizi de yok gidiyorsun sana uygun görülen ile ya da ilçeye, sabah akşam karakola imzaya gidiyorsun, yahu sen orada nerede kalırsın, ne yer ne içersin kararı veren gestapo subayı kılıklı herifin ne umuruna, istersen orada geber… Sıkıyönetim komutanlarına kanun dilediği ve istediği insanları kendi sorumluluk bölgesine sürme yetkisi verdi, bu damı normal hukuktu ey zalimler ve destekçileri… Bu ülke öylesine garabet kararlara tanık ve alışkandır ki, sıkıyönetim komutanı talimatı ile avukatlık yetkisi bile kaldıran barolar oldu, ne diyelim bunlar normal hukuk düzeni (!!!) işleri tabii ki… Kamu görevlilerine işten el çektirme yine sıkıyönetim yasasının komutanlara verdiği bir yetkiydi, tam rezalet bir uygulama… Yeter ki komutan, emniyet ve asayiş bakımından gerek görsün, fertleri, aileleri, ya da grupları istediği yere sürmeye, ya da kendi sorumluluk sınırları içinde ikamet etmekten men etmeye kanunen yetkilidir, hadi siz şimdi kalkın bize o dönemde adalet daha adaletli dağıtılıyordu deyin, biz de size inanalım. Ha birde sakın şöyleydi böyleydi diye gak guk etmeyin, deyin evet ayıptı ama korktuk, imkânlarımızı kaybetmek istemedik vs. vs… Sakın ola o gün lazımdı bugün lazım değil gibi garabet savunmalarda yapmayın, sizin muhaliflerinizde çıkar, o gün lazım değildi bugün lazım der, konu tıkanır gider, bu olağanüstülük hiçbir zaman lazım değildir, lazım olmamalıdır…
Görüldüğü üzere, üzerinde muhalifleri ya da muvafıkları açısından “doğrudur” ya da “yanlıştır” değerlendirmesiyle çok tartışılan bu kabil bireysel ya da kitlesel sürgünler, Dersim sürgünlerinde de “kanun” marifetiyle kendisini göstermekte, peki, Dersim öncesinde ya da sonrasında yok mu, olmaz olur mu, durmak yok yola devam. Sür gitsin baba sür gitsin…
Doğal olmayan onlarca çeşit mahkemeler kuracaksınız, sonra bizim dönemimizde normal hukuk uygulandı diyeceksiniz, bu iddialara kargalar bile güler, hem de karakargalar bilesiniz… Bu aynı zevat, sıkıyönetim mahkemelerini kaldırdı yerine devlet güvenlik mahkemelerini kurdu, devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı yerine özel yetkili mahkemeleri kurdu, kolayca görüleceği üzere, muktedirlerin yürütmeleri nasıl ki isim olarak değişiyordu, hukukun müşahhas yüzü mahkemelerde sadece isim olarak değişiyordu,
Sonuç olarak; şimdilerde konjonktüre uygun düşmediği tespit edilen dün bizzat destek verenlerin bugün köstek vermesi ile, “28 Şubat” 1000 yıl sür(e)medi ama, istibdat ya da 12 Mart ya da 12 Eylülün, görünen o ki, insanlık var oldukça var edilmesi konusunda muktedirlerin gizli bir andının olduğu her halinden anlaşılmaktadır.
İşte değiştiği söylenen, iddia edilen hukukun durumu budur ve hiciv üstad-ı azamı Neyzen Tevfik’in Mustafa Kemal ile sohbetlerinden birinde, kendisine “Eee, Neyzen sen Osmanlı istibdadını da gördün, yaşadın, şimdi Cumhuriyeti de yaşıyorsun, sence değişikliler var mı” diye sorulması üzerine,“Olmaz mı Paşam, Olmaz mı” deyince paşa da çok sevinir ama Neyzen “eskiden sormadan asarlardı, şimdi ise sorarak asıyorlar” deyince buz gibi bir ortam oluşmuştur ve sanki bizim hikâyenin tespitini yapmıştır üstad-ı azam…