Cuma, Nisan 25, 2014

DOĞA MI KORUNACAK?


Malum ve çok bilinip az hatırlanan hikâye; “Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla çok az balık yakalamış olması nedeniyle konuşur. “neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
“Şu an bunları yapıyorum zaten senyör!..”

Yukarıdaki kıssadan, vatandaş teorik olarak ne hisse çıkarır bilemem ama yaşadıkları hayata bakarak pratik olarak ne hisse çıkardıklarını görerek kahroluyorum. İFRAT… İFRAT… İFRAT… Ne adına ifrat, sözde konfor adına yaratılan motivasyonun (güdülemenin), sömürüye türban oluşturması adına… Konfor artıyor, doğa batıyor, ne gam ne tasa…

Isısı birkaç derece düşük tutulmuş ya da azaltılmış evlerde hayat sürme tercihi neden yapılmaz ki? Neden klimalarla iklimlendirilmiş ortamlarda yaşama tercihi yapılır? Neden soğuk havalarda evimizde otururken, biraz daha kalın, sıcak havalarda ise ince giyinme tercihi yapmayız? Örneğin, “Herkes içlik giysin yeni HES’lere ihtiyaç kalmaz” diye bir ileti dolaşmakta “facebook” ta, katılmamak ne mümkün, çünkü bu yüzyılda yaşayanların konforu uğruna önümüzdeki yüzyılların, gelecek nesillere zindan edilmesi söz konusu… Ama kimin umurunda, ne gam ne tasa…

Neden “derin dondurucularda” büyük enerji tüketimlerine rağmen gıda saklama ihtiyacı duyar insanoğlu? Oysaki “derin dondurucular” çıktı, gıda koruma teknolojileri gelişti de ne oldu, kimyasal proseslerin hastalıklara neden olduğu bu kadar ayan beyan bilinirken, özellikle hücre hastalıkları bu kadar fazla artmış iken, neden hala derin dondurucu kullanma ısrarı sürmekte? Oysaki sadece doğal ortamlarında ve hücre yazılımlarına uygun şartlarda yetişmiş sebze, meyve tüketiminden ne zarar gördü de insanoğlu şartlar bu kadar manipüle edildi?  Bir arkadaşımın annesi hala klasik mevsiminde sebze meyve yemektedir ki, bence doğrusu da budur, üstelik damak tadı üstüne methiyeler düzülen “gastronomi” programları hatta kitapları el üstünde tutulurken, mevsiminde yetişmemişliğin oluşturduğu bu kabil lezzetsizliklere neden katlanır insanoğlu…

Yürüme mesafesindeki yerlere mutlaka yürünmeli iddiasını sürekli canlı tutmalıyız bence… Yürüyerek gidilip işlerimizin halledileceği yerlere bile araç ile gitme tercihi ne kadar akli bir yoldur acaba? Yürüyerek gidilecek yerlere araç ile gidip, sonra spor yapıyoruz adına kilometrelerce yol yürüme tercihi nasıl bir tercihtir acaba? Bizlerin yürüyerek gittiği okullara şimdi çocuklarımızı servislerle gönderiyoruz, ne kadar doğru yapıyoruz acaba? Konfor adına otobüsler boş gidip gelmekte, yakıta mı yanarsın egzost ile yaratılan hava kirliliğine mi… Toplu taşıma yerine bireysel ulaşımın kutsanması, sürekli “batı”da 1.000 kişiye düşen otomobil sayısına ulaşamamış olmanın hayıflanması ne kadar ahlaki acaba? Yürümek yerine araç kullanma arttı ya da mezkûr zevatın iddiasına göre konfor arttı ama sonuçta bel kalınlıklarımız da arttı sağlık bozuldu vs. vs… Bu tüketime, bu hoyratlığa, bu görgüsüzlüğe, bu kahredici doğa tahribatına, bu alçakça talana, hülasa bu konfora, ne doğa, ne can, ne imkân, ne de üretim dayanır…

“Biz çevrecinin daniskasıyız” diyerek yaratılan yanılsama ortamında, adeta kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı keser sözünü doğrulatırcasına sadece gölgesini satacakları ağacı korumaya çalışarak,   tam anlamı ile bir talan ortamı oluşmaktadır. Tılsımlı söz; “daha çok üretim” yerine “daha az tüketim” ya da “daha ekonomik tüketim” ya da en doğrusu “ihtiyaç kadar tüketim” olmalı ve kutsal kelam ilan edilmeli bence…

Sürekli reklâm, sürekli tüketimin pohpohlanması, sürekli marka olalım palavraları üstünden maksat kapitalist sömürü, yaşasın artan üretimin yarattığı muktedirlerin cebine dolan kârlar… Kapitalizm ve muktedirler, bize, üretimin ihtiyaçtan fazla yapılarak abartılı tüketilmesinin kutsiyeti üstüne nutuklar atarak, yarattıkları büyülü, tılsımlı ve göz boyayıcı ortamda, daha çok artı değer, daha çok sömürü yaratılmış, sonuçta da muktedirler için ve adına tek yol sömürmek ve tüketim toplumu yaratmaktır murat ve bu aynı zamanda caiz ve mubahtır… Kapitalizmin, insanoğlunun kollektif bilinçaltını kontrol altına alarak hatta ele geçirerek, yarattığı bu uyuşmuşluk ve uyuşukluk hali sürmeye devam etmekte ve aynı zamanda da doğanın katline yeni fermanlar yazılmaktadır…

Azıcık çaba ve uğraşı, azıcık para ve imkân, azıcık dert ve kaygı ile doğaya uygun ama son derece mutlu bir hayat sürmek mümkün iken edilgen ve tepkisiz kalarak, fiziki ve akli atalet içinde, her geçen gün sefalet ve çaresizliğe gark olunmasının kanıksanmasını anlamak ve kabullenmek nasıl bu kadar kolay olur acaba?

Yazının başındaki balıkçının yerine koyun kendinizi bir an ve daha fazla konfor ve şaaşa, debdebe için, maddiyat elde etmek adına geçen zamanın bedelinin, kocaman bir yaşam olduğunu görün lütfen…

 

Cumartesi, Nisan 19, 2014

OTOPARK ve PAZARYERİ PROJELERİ


Çeşme’de yerel seçim çalışmaları sırasında, aday adaylarının çok yoğun bir şekilde proje sunumları arasında öne çıkan birkaç projelerden biri “otopark” diğeri de “Pazaryeri” idi. Evet görünürde ve de ne yazık ki ısrarla tekrarlandığı için de, gerçekmiş gibi görünen bir problem söz konusudur ama çözüm önerileri de ne yazık ki kalıcı olmaktan çok uzak ama janjanlı sunumu nedeniyle de bir o kadar da parlak idi. Bazı aday adayları; otopark sorunun çözümü için, “Çeşme şehir stadı”nı ve terk edilmiş “Hükümet Konağı”nın bulunduğu alanı, kendi projeleri için uygulama hedefi seçmişler ve “Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne ait Çeşme Stadı’nı, Bakanlıktan talep edeceğiz. İstemeyi bileceğiz, eğer vermezlerse Belediye Meclisi’nden alacağımız kararla istimlâk edeceğiz. 2 katlı otopark, üzerine de pazaryerimizi yapacağız, Maliye Hazinesine ait çok büyük, Spor imarlı yerler var, oraya bir spor kompleksi yapacağız..” diye de vaatte bulunmuşlar ve anlaşılan o ki, planlar ve projeler detaylı hazırlanmış, “1000 araç kapasiteli otopark Çeşme Merkez’i ziyarete gelen misafirlerimizin otopark çilesini sona erdirecek.” denilerek kapasite tayinleri bile netleşmiş idi. “Pazaryeri” içinde, “Otoparkın üstüne yapılacak modern pazaryeri ile yaz kış üreticinin, pazarcının ürünlerini temiz ve düzenli bir ortamda tüketiciye ulaştırması hedeflenmiştir” denilmekte idi.  

Bir politikacının, talip olduğu makamın icraatlarına uygun projeler düşünmesinde ve bunları vaat etmesinde bir sakınca olmadığı gibi son derecede takdire şayandır, üstünde çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs…

“Çeşme’nin en acil çözülmesi gereken sorunlarının başında pazaryeri ve otopark geliyor” sözü doğru mu, peki? Evet, Çeşme’de araçların park edilmesi diye bir sorun var, ama bunun çözümü park yeri icat edilerek mi çözülecek, yoksa çağdaş şehircilik gerekleri mucibince şehir içi, kent merkezi araçlara mı, gerçek sahipleri insanlara mı bırakılmalı sorusu karşısında verdiği cevaptaki gibi tartışmasız, insana bırakılmalıdır, yani araçların şehir içine minimum düzeyde girme ihtiyacı duyacak şekilde düzenlemeler yapılmalıdır… Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık atlı arabalarla insanlar merkeze taşınmalı olamıyorsa da akülü araçlar ile yerine getirilmelidir bu işlemler…

Gelişmiş hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taş trafiğine rağmen… Hele vakıf iş hanı altına otopark yapalım diyen bir grup olduğu anlaşılıyor ki; anlamak ve anlatmak mümkün değildir bu zevatı… Yahu be adam buraya kadar sen araçların gelmesi için cazibe yaratırsan bu defa da yeni yol ihtiyacı çıkması halinde ne yapacaksın… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Gökçek gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Bu zevat “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” tezinin katıksız ve insafsız taraftarıdırlar ve bu yüzden de canım yurdum çağdaşlaşma hızında yakalanamıyor!!! Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır.

Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yumması açıktır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Denizi ilk doldurur iken eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısı geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır.

Eski Hükümet konağı’nın yerine bırakın otopark yapmayı, Çeşme’yi daha çok yansıtacak, belki de çok önceleri yıkılmış olan kale yakınındaki hükümet konağına benzer bir taş bina yapılabilir hatta bana göre de yapılmalıdır ve “Hükümet Konağı” olarak ta hizmet vermelidir. Arkasındaki cezaevi şehrin kimlik ve ruhunun korunması adına da muhafaza edilmelidir ayrıca…

İstanbul – İzmir otoyolunun tamamlanması ile birlikte, Çeşme’nin bekleyen “İmar sorunu” kontrolsüz aşılırsa, burada artacak taşıt trafiğinin şimdiden düşünülerek, Çeşme’nin ve Alaçatı’nın şehir içine yaklaşılan yerlerine, şehir periferinde olmak kaydıyla büyük otoparklar oluşturulmalı ve buradan çeşitli güzergâhlar ile ulaşımı temin edilmelidir.

Sabah yürüyüş adına, spor adına kilometrelerce yürüyen bazıları ise küçücük ilçemiz içerisinde bile otomobil kullanmakta beis görmemektedirler.

Çokta taraftar olmamama rağmen, taşıtları ile gelecek insan sayısını azaltmanın bir başka yolu da olabileceği görünen “hava ulaşımı” konusuna kalıcı ve hızlı bir çözüm bulunmalıdır. Belki de bazılarının önerdiği gibi “hakkı bokunu” kurtarması hayalde bile kurulamayacak “çılgın proje”ler olmamak kaydı ile deniz ulaşımına çözüm bulunmalıdır.

Kapalı Pazaryeri modasının da geçmiş olmasına rağmen ısrarla takip edilmesini de anlayamıyorum, Pazaryeri dediğinizin sadece alışveriş alanı olmadığını birileri bu yöneticilerimize ya da yönetici adaylarımıza anlatmalı… Gidin görün, öykündüğünüz Avrupa’da Pazaryerlerinin nasıl olduğunu diyesi geliyor adamın, Barcelona gibi çok tarihsel Pazaryerlerini bir kenara bırakır isek, kimse bu kabil yerler için yeni talepte ve ısrarda bulunmuyor… Pazaryeri, Pazar kurulduğu günden itibaren yeni Pazar gününe kadar tekrar eski fonksiyonuna döner ve dönmeli, oysaki özel Pazaryeri kurarsanız burası sadece bu amaçla kullanılır bir daha ki Pazar gününe kadar kullanılmaz…

Bir taraftan taşıt trafiği hukuk kuralları fazlaca zorlanarak hızını ve yönünü sınırlamakta ve düzenlemekte bariyerler kullanacaksın hem de taşıt trafiğinin artmasına da alkış tutacaksın, tam bize yaraşan bir “yaman çelişkidir”…

Stadımıza dokunmayın, Eski Hükümet Konağını yeniden ve bölgemize uygun taş bina olarak yeniden inşa edin, mümkünse Pazaryerini Çeşme Merkezindeki Cumhuriyet Meydanına taşıyın… Pandofilya’yı yeniden eski haline getirin, bankaların merkezden uzaklaştırılmasının yollarını arayın, burada insanlar yeniden, tıpkı eskisi gibi oralara gelerek eğlensin…

Bunları niye mi yazıyorum, hiç işte, biz tarihe not düşelim de…

Pazar, Nisan 13, 2014

AGORA


-         Evet, ama aslında ben ptolemy’i eleştiriyordum. Çember üstünde çemberle her şeyi karıştırdığı için eleştiriyordum. Bilemiyorum, belki de basit bir cevap aradığımdandır.
-         Hayır. Gökyüzü basit olmalı.
-         Bu durumda ben haklımıyım?
-         Ya gezegenler için… Çok daha basit açıklama varsa?
-         Var… Ama çok saçma ve eskidir. Bu yüzden kimse itibar etmez.
-         Hangi teoriymiş bu?
-         Aristarchus’tan mı söz ediyorsun?
-         Aristarchus dünyanın hareket ettiğini gezegenlerin garip davranışının göz aldanmasından başka bir şey olmadığını bunun hareketimiz ve Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi sonucu oluştuğunu ileri sürdü.
-         Güneş merkezli model.
-         Doğru. Güneş tabiri caizse Yıldızların kralıymış gibi merkezde olmalı.
-         Bu durumda Dünya sadece… Bir başka gezegen olmuş olur. Çalışmaları ana kütüphaneyi telef eden yangında kayboldu. İşte bu yüzden buraya çok dikkat etmeliyiz. Kütüphanemiz insanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şeydir.
-         Ama o zaman yere bir şey bıraktığımızda…
-         Konuşan kim?
-         Affedin beni Hanımefendi… Dinliyordum da…
-         Konuş Davus
-         Dünya hareket ediyorsa, bir şeyi her bıraktığımızda arkanıza düşmesi gerek, rüzgâr her zaman karşıdan gelmeli, kuşlar uçarken yollarını kaybetmeli…
-         Size Aristarchus’un hipotezinin mantıklı olmadığını söylemiştim…
-         Bu söylediklerinin çürütülebileceğini hissediyorum. Ama şu ana nasıl çürütülebilir bilmiyorum…

Yer, Mısır İskenderiye, tarih, M.S. 3 yüzyıl, Paganlar ile Hıristiyanların çatışmalarının neticesinde Paganların, Hıristiyanlar tarafından “Serapeum ve Kütüphanesi” ne sığınmak zorunda kaldıkları sırada tartışmalarını aktaran bir rep, “Vali” asi olarak görülen Paganların, Kütüphaneyi terk etmeleri halinde, başlarına bir şey gelmeyeceği garantisini verir ve ilaveten Hıristiyanların Kütüphaneye girmelerine izin vermeleri ve istedikleri bir şekilde kütüphaneyi talan etmelerine ses çıkarmamaları halinde can emniyetlerinin teminat altında olduğunu açıklayınca;
-         Neyi bekliyoruz… Her şeyi yok edecekler… Çığlıkları yayılır paganların arasında…
Vali devamla; paganların düzenli bir şekilde kütüphaneyi terk etmeleri halinde kendilerine evlerine kadar eşlik edileceği açıklamasını yaparken;
-         Kitaplar… Kitaplar… Diyerek en önemli eserleri kurtarma telaşı başlamıştır, kütüphane içindekilerde…
Birden Vali ve askerlerinin ayrılmaya başladığı ve artık dışarıdaki Hıristiyan kalabalığının kapılara yüklendiği, kapıların kırılması ile birlikte “tanrı tektir” nidaları ile kütüphane ve müştemilatı yerle bir edilir… Tüm kitaplar büyük yığınlar halinde yakılır, yakılır… İnsanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şey diye nitelenen “Kütüphane” artık yoktur…

Yukarıdaki anlatılanlar 2009 yılı yapımı “Agora” isimli filmden… Vahşet değil mi? Paganlara düşmanlığın ve bu nedenle saldırının anlaşılabileceği bir dönem ama kitaplarda mı pagan? Yoksa hedef kendilerinin düşüncelerine aykırı iddia ve bilimsel izahları olanları kitapları ile birlikte yok etmek mi? Ama gerekçe her ne ise; Hıristiyan hâkimiyetine geçen kentte, yaşanan büyük travma ve trajedi sonucu uzun süre bir sükunet dönemi yaşanmıştır. Tıpkı tarihteki benzer ardılları gibi yapılan katliamlar ve talandan sonra, yaratılan korku ve dehşet tablosu karşısında yaşanan sahte barış dönemlerinde olduğu gibi… Ancak saldırının pusuya yattığını göremeyen ya da görmek istemeyen ve kendilerine dokunulmadığından, bu yaşanan cinnet ortamına ses çıkarmayan “Museviler” bir vade sonra, ne yazık ki, aynı akıbete uğrayacaklardır. Tıpkı sonra Medine de başlarına geldiği üzere…

Bilindiği üzere; M.Ö. 3. yüzyılda Makedonyalı İmparator Büyük İskender tarafından kurulmuş olan “İskenderiye Kütüphanesi” sadece kütüphane değildir aynı zamanda fizik, kimya, astronomi, tıp, matematik, geometri ve felsefe bilimlerinin de tedrisine elverişli ortamın bulunmasının yanında çok kapsamlı botanik bahçesi ve rasathanenin de varlığı söz konusudur. Anlaşıldığı kadarıyla, burası bugünkü anlamıyla bir kütüphane olmakla birlikte, yüksek tahsil verilen bir okul ve aynı zamanda bir akademi hüviyetindedir. Kütüphane ve akademi, günümüz bilimine de referanslar oluşturan araştırmalar yapan bilim adamlarının yetiştiği ve öğretim verdiği bir zemin olmuştur.  Arşimet suyun kaldırma kuvvetini, Eratosthenes dünyanın çapı ile ilgili bilgileri, Euclid geometrinin kurallarını, bu akademi ve kütüphanede yaptığı araştırma ve çalışmalarla açıklamışlardır.

Yazımızın konusunu oluşturan, “İskenderiye kütüphanesinin yakılarak talan ve yok edilmesi” konusunda yine tarihte çeşitli rivayetlerin bulunduğu aşikâr olmakla birlikte, en fazla öne çıkanlar; ünlü Roma İmparatoru Julius Sezar ya da Hıristiyan İmparator Theodosius ya da Mısır’ı fetheden Müslüman komutan Amr İbn Ül As olmuştur. Sonuçta, ister o, ister bu olsun burayı yakan ve talan eden, özünde hep “dine mugayir ve hurafe şeyler” in varlığı öne sürülerek, insanoğlunun damla damla biriktirdiği bu kadim bilgelik kaynağının yok edilmesine neden olunmuştur.

Kütüphaneler ve bilim nezdinde; bilim, bilgi, kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendine benzemeyen, kendine biat etmeyen; bidayetten beri doğmanın hedefine, hep yok edilmek, talan edilmek üzere, cehaletten gözü kararmış kitlelerin önüne atılmıştır. İnsanoğlunun geldiği nokta itibariyle artık çok şükür ki, kütüphaneler yakılmıyor, kütüphanelerdeki kitaplar yakılıyor, tıpkı geçmişte, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Cengiz Hanın, Katolik kilisesinin, Nazilerin vs. vs. yaptığı üzere. Gerçi yolunu şaşıran ve ancak cehennem zebanileri olacak insan postundakilerin, kitap yakanların birgün mutlaka insan da yakacakları iddiasına karine oluşturması kabilinden, ne yazık ki 20. yüzyılda Sivas’ta yaptıkları gibi otele doluşmuş insanları yakmak gibi sapıklıkları ara sıra olsa da, kütüphaneleri kurtardık, çok şükür…

Peki, unutuldu mu, modern dünya için insanlık suçu kabilinden yaşanan 12 Eylül Faşist darbesinin ve onun başı Kenan Evren tarafından, başta TDK arşivleri olmak üzere, SEKA’da kâğıt hamuru yapılarak yeniden değerlendirmek üzere sevk edilen yüzbinlerce belgenin ve kitabın yok edilişi… Peki, unutuldu mu, demokrasi getiriyoruz diye Irak’a giren ABD işgal kuvvetleri tarafından Bağdat müzesi ve kütüphanesinin yağmalanması ve yok edilmesi… Peki, unutuldu mu daha dün “Milli Kütüphanenin” 147 ton kitap ve dokümanı, tarihi çok eskiye dayanan yazılı eserleri, kilosu 15 kuruştan hurdacılara sattıkları ve buradan müzadeyecilerin eliyle de sahaf ve koleksiyonerlere çok büyük bedeller karşılığında satıldığı…

Daha çok örnek yazılabilir bu konuda ancak bu kadar ile iktifa edip, dini ve siyasi taassup nelere kadir demekten kendimi alamıyorum…

Pazar, Nisan 06, 2014

BEN BİR İNSANIM


Boğazımı sıkıyorlar… Gırtlağımı sıkıyorlar… Bir el gırtlağımı yakalamış iyice sıkıyor… Sanki koparacak… Her yanıma darbeler iniyor… Zor nefes alıyorum. Boğazıma soğuk sivri bir metal dayanıyor… Konuş, yoksa gırtlağını keseceğim, boğazını keseceğim… Nefes nefeseyim… İşkencecilerin her biri bir tehdit savuruyor… Bıçak deriyi yırtıyor… İşkenceciler pür dikkat… Keseceğim lan keseceğim konuş, diyor… Sessizlik içindeyim… Bıçağın ucunu biraz daha batırıyor işkenceci… Gene sessizim… Konuş ulan, konuş, konuş geberteceğim… Kan sızıyor boğazımdan…

Cinsel organıma bir şey bağlanıyor, metal soğukluğunda bir tel olduğunu anlıyorum... Sol ayağımın küçük parmağına da bir tel kablo bağlanıyor... Kablo bağlanan yerlere bir sıvı dökülüyor... Islanıyorum... Serinlik içimi ürpertiyor... Çevir değirmenci, çevir, diyor şef...

Vücudumun ağırlığı kollarımı kopartacak gibi ağrımaya başlıyor... Oysa daha bir iki dakika bile olmadı...

Birden cinsel organımdan, sol ayağımdan, kablonun bağlı bulunduğu yerden müthiş bir şok... Burkulma... Parçalanma duyuyorum... Sarsılıyorum... Avazım çıktığı kadar bağırıyorum... Kendi sesime kendim ürküyorum... Ürkünç çığlıklar atıyorum...

Kollarım tel tel kopuyor… Bütün sinirlerim kollarıma, boynuma toplanmış parçalanıyor… Omuzlarımdan boynuma doğru müthiş bir acı, sanki boynum kopuyor… Elektrik şokları… Şoklar… Avazım çıktığı kadar çığlık çığlığa bağırıyorum… Kollarım, içim, sinirlerim, damarlarım, etlerim parçalanıyor. Sanki bir burgu ile tüm vücudum parçalanıyor. Tüm vücudum sinire kesmiş… Sinirler bir matkapla buruluyor, parçalanıyor… Dayanılacak gibi değil… Çığlıklarım o kadar yaban ki, kendim dinleyip ürperiyorum.

M…tıma bir şey zorluyorlar... Acı ve bitkinlikten ne yaptıklarını anlamıyorum... Acıdan, yorgunluktan ayrılan ağzıma katı bir şey sokuyorlar... Hep birlikte iğrenç bir biçimde gülüyorlar... Ye bakalım b…nu... Ye bakalım b…nu... Tadı nasıl? K…ndan çıkardık ağzına soktuk... Ye bakalım... Tadı nasıl, tadı?

Manyeto şokları duruyor... Kabloyu dolaştırmayı bırakıyorlar. Bu kez kabloyu m…tıma sokuyorlar... Şoklar m…tımdan tüm barsaklarımı sarıyor... Barsaklarım, midem, tüm iç organlarım parçalanıyor...

Ayağa kaldırıyorlar... Başımdan serpe serpe su döküyorlar... Su buz gibi... İşkenceden, gerilimden, tekmelerden, yumruklardan yanan vücuduma bu kez buz gibi su bıçak gibi işliyor... Bir yere sürükleyip tutuyorlar... Bütün vücuduma buz gibi ayaz çarpıyor... Titriyorum... Ayaz iliklerime işliyor... Ayaz her yanımı bıçak gibi kesiyor... Zangır zangır titriyorum... Titrememi durdurmam mümkün değil...

Gel bakalım koca t…klı, t…kların nasılmış bakalım... Hayalarımı avuçluyor... Epey de varmış... Gülüşmeler insana ürküntü veren hırıltılar gibi... Yumurtalarımı avucunda yakalamaya çalışıyor, ellerin işinde usta olduğu anlaşılıyor... Parmaklarının arasında sıkışıyor yumurtamın biri, sıkışıyor... Acı, sıkıştıkça artıyor... Kasıldıkça kasılıyorum... Acı çekişimi izlediklerini anlıyorum... Yumurta kayıyor… Tekrar yakalıyor, sıkıyor sıkıyor… Hayalarım patlayacak gibi. İnliyorum… Ah çekiyorum, yumurtam kayıyor… Rahatlıyorum… Polisin eli usta mı, usta… Kim bilir kaç haya sıktı, ezdi… Bu kez yumurtalarımın ikisini birden sıkıyor… Tek tek sıkıyor… Acı gittikçe artıyor… Yumurtalarım patlayacak gibi dayanılmaz bir acı…

Artık s…n de çalışmayacak ib.., diyor işkenceci... Çocuğun da olmayacak... Burada erkekliğin de bitti senin, erkekliğin bitti... Değer mi oğlum buna...

Sabaha karşı ablamı alıp getirdiklerini anlıyorum... Ablama benim için işkence yapacaklar... Yapmayın, ah... Çığlıklar... Tiz çığlıklar... Vallahi bilmiyorum... Nerede kaldığını bilmiyorum... Bilmiyorum... Çığlık, çığlık, ablamın çığlıkları beynimi, yüreğimi tırmalıyor... Ne yapabilirim? Çaresizim... Soyun, diyorlar ablama… Hayır, hayır yapamam diyor… Sizin ananız, bacınız yok mu? Hayır yapamam… Çığlık, çığlık…

Düşünüyorum, dünyada acaba kendi nesline, insan kadar türlü türlü aletler icat ederek, işkence yapan, acı veren bir varlık var mıdır? İşkenceciler acaba gerçekten insan mıdır? İnsanlık sevgisi taşımak ne güzel, ne yüce bir duygu… İnsanları çok seviyorum!

İşkencecilerde bir yorgunluk, kızgınlık, sinirlilik... İçim yırtılırcasına elektrik şokları sonucu boşaldı... Ağzım köpükler içinde... Neredeyse askıda uyuyorum, gözlerim kapanıyor... Bu o…pu çocuğu burada uyuyor, diyerek başıma vuruyorlar... Öyle uykusuz ve halsizim ki...

Uykusuzum... Yakalandığımdan bu yana uyutmadılar... Bitkinim... Gözü bağlı bir odaya alıyorlar... Oda önceki gibi halı ya da halıfleks kaplı... İçerisi gene kalabalık gibi... Gene ne tekliflerde bulunacaklar bakalım, diyorum... Çok yaşlanmış, diyor biri benim için... Beni daha önceden tanıyor olmalı, diye düşünüyorum... Evet, ben de onu tanıyorum. Bu Kemal Yazıcıoğlu... Tabancasını eline alıyor... Bir mekanizma sesi geliyor... Namlu kulağımda... Namlu şakağımda... Namlu ağzımda... Ama öyle yorgunum ki yere kendiliğimden çöküyorum... Saçımdan çekip kaldırıyorlar, bırakınca yeniden yığılıyorum... Boş çuval gibiyim... Saçlarımı yolmaya başlıyor... Favorimden yukarı doğru şakaklarımdan yukarı doğru, boyun kısmımdan, önden saçlarımı tutam tutam yoluyorlar... Saçlarımdan kıvılcım çıkıyor, fazla elektrik vermişsiniz diyor Kemal Yazıcıoğlu, özellikle acıyan bölgeleri yoluyorlar... Bıyıklarıma el attı... Bıyıklarımı yoluyor şimdi... Sanki suratımı koparıyorlar, Memduh bedava tıraş yapıyoruz Memduh, diyorlar... Yarı yarıya saçım azaldı... Yorgunluk ve bitkinlikten acıya bile tepki gösteremiyorum. Başımdan ve yüzümden kanlar sızdığını hissediyorum... Sürükleyerek çıkartıyorlar odadan...

Ben bir insanım, diyorum…
Ben bir insanım…
Ben bir insanım ey işkenceciler…
Ben bir insanım…

Yukarıdaki satırlar Yazar, Mahmut Memduh UYAN’ın “BEN BİR İNSANIM” adlı belgesel tadındaki kitabından ve bir direnişin tanıklığı olarak, insan sevgisinin, yoldaşlığın sınırsız fedakârlığı ile vücudun fizik ve kimyasının özellikle de insan sinirinin dayanma gücünün adeta test edildiği bir süreci gözler önüne seriyor. Canım Yurdumda; uzun süre, iğrençliğin ordinaryüslüğünün ispatı kabilinden, çok büyük bir çoğunluk tarafından duymazdan, bilmezden ve görmezden gelindi, işkence ve bu ahlaksız tutsaklıklar, adeta yaşanan bu insanlık dramına ve suçlarına ahlaki açıdan ortaklık edercesine… Bu belgesel anlatı, insan hakları savaşı, bir onur direnişine davet olup her kim olunursa olunsun ve zaman ve koşul öngörmeksizin çığlık niteliğindedir, dün bugün ve yarın için…  

Salı, Nisan 01, 2014

NEYMİŞ…


08.03.2014 Tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/ adresindeki bloğumda yayınlanmış olan aşağıdaki yazımı günün önemine binaen tekrar yayınlamak istiyorum… Efendim durumu tam izah etmiyor diyenlere, sadece “karar yanlış” ve “çekimserler” arasındaki değişikliğe bakmalarını öneririm…


KARAR KOLAY DEĞİŞMEZ

Mesleğe başladığımız yıllarda; çalışmaktan büyük onur duyduğum, mesleki ve sosyal yaşamıma büyük katkıları olması nedeniyle müteşekkir olduğum ve her zaman olacağım, mesleğimizin adeta yegâne okulu sayılan STFA bünyesinde çalışanların teknik ve idari gelişimleri için yoğun yürütülen eğitim çalışmaları kapsamında “Beşeri ilişkiler semineri”ne katılmış ve seminer çerçevesinde bir dolu konu başlığı içinde karar oluşumu üstüne bir çalışmadan bahsetmek istiyorum bu yazımda…

İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; “mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere; seminere katılanların çok önemli bir bölümü değerlendirme ve karar için kendilerinin önüne konulan ilk veri ile yetinmişler, artık ilk verinin tam tersi olarak gelen diğer bilgileri göz önünde tutmaksızın ve ilave hiçbir değerlendirme yapmaksızın karar sahibidirler ve karar değişikliğini asla düşünmemişlerdir. Tek bilgi ile karar vermekte beis görmeyen bir toplum olduğumuzun şahane görüntüsü olabilecek bu yaşanmışlıktan hareketle, insanların ve toplumların yaptıkları seçimleri, aldıkları kararları cansiperane savunduklarını ve kolay kolay değiştirmedikleri bilim çevrelerinin de tespit ve teslim ettiği bir gerçektir bilineceği üzere… Kararında ısrar edenlerin durumunu izah ederken, durumu “kalp gözleri kapalı”, “akılları sağır” gibi tılsımlı ve uhrevi tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar konuyu hafife almaktan başka bir şey olmamakla birlikte muktedirlerin değirmenine su taşımaktır aynı zamanda da… Kafamızda, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan büyüklüğe evrilirken, ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, siyasi partilerin, devlet büyüklerinin ya da takip ettiğimiz gazetelerin ya da yayınların sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak ve tekrarlatarak, ezberleterek; oluşturduğu algılama düzeneği ya da filtresi, hülasa neyi nasıl algılamamıza, neyi kendimize daha yakın hissetmemize, benimsememize ya da reddetmemize yol açan “bakış açısı”dır bu. Bu bakış açısına “paradigma” da denilmekte ve insanın, bir olayı ve durumu ya da kavramı, anlaması ve yorumlaması esnasında kendine özgü olan akli ve ahlaki değerler dizisidir… Ahlak, özgürlük, eşitlik ve sevgi üstüne oluşturduğumuz tüm yaklaşımlar sahip olduğumuz bu akli filtrelerin eseri olup tüm hayatımız buna uygun bir biçimde sürmektedir…

Gerçeğin ne olduğu ve ne olmadığı ile nelerin nasıl olması ya da olmaması gerektiği konusunda sahip olduğumuz algılama filtrelerimiz yani paradigmalarımız; neyin iyi, neyin kötü, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu tayin etmemizi temin eden süreçte öne çıkar günlük hayatımızı şekillendirir ve genel tutum ve davranışlarımız ile beşeri ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çevremizi, olayları ve dünyamızı olduğu gibi değil “ayaklarımızın dibi dünyanın merkezidir” yorumuyla-algılamasıyla, kendi bakış açımızla ve görebildiğimiz kadarıyla anlayabilir, anlayabildiğimiz kadarıyla yorumlar ve anlatır ve aktarırız. Bir bakıma da; “medeniyetler beşiği Anadolunun” yarattığı ve durumu anlatmak üzere kullandığı “at gözlüğü takma” sözü durumun tercümanıdır. Tüm bu bilimsel yaklaşımlar ve hayatın içinden imbiklenen atasözlerinin bize verdiği yegâne ders ise; insan hep nakıstır ve çaba göstermediği sürece bunun katmerleşeceğidir. Cehaletin katmerleşmesinin yaratacağı sonucun ne olduğu konusu ise herkesin malumudur.

Dünya gerçeğinin; bizim algılama düzeneğimizdeki defolar neticesinde, tam tersine varacak bir biçimde algılanıyor olmasının en canlı, en güncel ve en muhteşem örneği ise; “Abi çalıyor ama Allah var çalışıyor”, yaklaşımıdır, Allah selamet versin… Şu günlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin, özgür kafa, özgür vicdan ile merhamet ve sevgi duyguları olduğunu zinhar unutmadan, herkeste bulunan bu duyguların üstüne çöreklenen sevgisizliğin, merhametsizliğin, akıl ve vicdan esaretinin son bulması dileğiyle, bugünlerde bir dostumdan öğrendiğim güzel bir sözle yazımı sonlandırıyorum: “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi biliyorlar”…

Bilmem tam anlatabildin mi; yoksa kararlar kolay değişmez…