Salı, Temmuz 29, 2008

BİR ŞEHİR ANCAK BU KADAR KÖTÜ YÖNETİLEBİLİR

Türkiye’nin en liyakatsız, en basiretsiz ve maalesef tüm en olumsuz sıfatlarını hakeden kadrolarını işbaşına getiren iktidar olarak tarihteki yerini çoktan almıştır AKP...
İşte bu kadroların en önde gelenlerinden birisidir: İ. Melih Gökçek ve bu öncenin bozkurtu şimdinin akkurtu “mangalda kül bırakmayan”* yalancı somun pehlivanı zat için söylenebilecek o kadar çok şey vardır ki; gündemin dayatması ve konunun önemine binaen oluşturulan özet aşağıdadır. Eksik kalanlar içinde bu yalancı somun pehlivanından da özür dilerim...

Üniversiteye saldırıların arttığı ve YÖK Başkanı olarak da malum zatın YÖK’ün başına otumasını takiben; başlatılan topyekün Üniversite saldırısı kapsamından bir cüz sayılmak üzere ODTÜ’nün imar durumu bahanesiyle; ceza ve yıkım uygulaması ile korkutarak ne koparırsam tarzı alışkanlığından gelen bir uygulama başlatmak istedi ancak bu sefer “baltayı taşa mı vurdu” dersiniz, yoksa “caminin duvarına mı siğdi” dersiniz; her sıkıştığında yaptığı üzere thames-trader kamyon şöförlüğünü (bu marka kamyonlar direksiyon büyüklükleri ile ünlüdür) yeniden göstererek değme dansözlere taş çıkartırcasına kıvırarak çark etmiştir. ODTÜ arazisinden koparacağı araziler üzerine yapılacak konut-alışveriş merkezleri gibi büyük projelerin ve buradan kendisine ve biat ettiği vakfa gelecek büyük nemaların hayali ile yanıp tutuşurken bir anda inanılmaz bir direnç ve tepki görünce de muhtemelen korkarak taktik değiştirmiş ve yıkmayacağız demeye başlamıştır. Sonuç olarak ODTÜ’ yü yıkma konusunda “biz ODTÜ’yü yıkmayacağız” açıklaması yapan İ. M. Gökçek efendinin; Güven’i, Özveri’si, Tecrübe’si yememiştir bu saldırıyı devam ettirmeye ve ricat etmiştir. Ben şimdi kendisine sesleniyorum “hadi yiğitsen yık da görelim” hodri meydan Melih efendi hodri meydan..
Başkentin su sorunu;
Geçen yıl ASKİ’de çalışan liyakatlı AKP kadrolarından yalancı somun pehlivanları; yaptıkları su rezervi öngörüleri ve hesaplarını yanlış yaptıkları için yanlış su vermeler yada su kesmeler yapılarak; inanılmaz şekilde şebeke hasarlarına ve sel baskınlarına neden olunmuştur. Ve bu somun pehlivanları İ. Melih Gökçek’in arkalarında olduklarını düşünerek her türlü sallamaya devam ettiler ama maalesef mezkur zatın arkalarında olmadığını, tüm suçun kendilerinde olduğu beyanı ile, işlerinden atıldıklarında anladılar.
Kızılırmak suyu maalesef her türlü ağır metal ile Ankaralıların kullanımında; gerçi bu konular İ. Melih Gökçek için sıradan konulardır, dün gibi hatırlanacağı üzere aynı siyasi geleneğin temsilcisi bir bakan’da daha önce “bak içiyorum birşey olmuyor” diye TV lerde bardak bardak çay içerek Çernobil nÜkleer santralı etkilerini küçük göstermeğe çalışmıştır, ama ne yazık ki; özellikle Karadeniz Bölgesinde bu palavraların bedeli çok ağır ödenmektedir Karadenizliler tarafından.
"Bu 2-3 ay içinde vatandaşlarımız diğer şehirlere giderek anne ve babalarını ziyaret etseler iyi olur. Ankara boşalır. Böylece su tasarrufu yapılır" gibi bir takım lafa benzer şeyler ederek; “mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirim” diyerek tarihe de altın harflerle geçen paşanın hemen dizinin dibinde yer almayı becermiştir.
İ. Melih Gökçek su tasarrufu konusunda bir leğen içerisinde banyo yapılarak su tasarrufu nasıl yapılırı da Ankara’lılara tüm ısrarlara rağmen uygulamalı göstermemiş olsa da; Çağdaş ve Avrupa başkenti Belediye Başkanı nasıl olunur, dosta düşmana göstermiş oldu.
İ. Melih Gökçek baktı ki insanlar şehir dışındaki aile büyüklerini ziyarete gitmiyorlar yeni bir yöntem ihdas ederek ve de ağırlıklı muhaliflerinin ikamet ettiği özel olarak su satılmayacak apartmanlar ve siteler tespit ederek Ankara’nın su sorununa çözüm aramış ve sonuçta da bu ilginç yöntemle tarihteki yerini garantilemiştir.
500 milyon usd karşılığında, AKP Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığını aldığı yolunda iddialar olmasına rağmen konu ile ilgili tüm ısrarlara rağmen ne İ. Melih Gökçek ne de AKP yöneticileri açıklama yapmamıştır.
Ekibindeki Şehir ve Bölge plancılarının diplomalarını tüm iddialara rağmen kasaptan aldıkları kesinleşmemiş olsa bile, en azından bir kez yaşamları boyunca bilgisayar oyunu olan simcity’i hiç oynamamış oldukları açık ve kesindir, çünkü bu oyunda bile yol yaptıkça artan cazibeye bağlı olarak trafik sıkışıklığının daha da artacağını görmüş olurlar ve tedbirli davranırlar idi; bunu bir kenara bırakın çağdaş şehircilik ancak insan ağırlıklı tercihlerin yapılmasına dayalıdır anlayışını bile düşünemeyecek kadar hırsları akılları önüne geçmiş ve toplu taşıma yerine Ankara’nın içini tam bir otoyola çevirecek yollar yapılmıştır.
İ.Melih Gokcek'in süper çalışmalarından birisi de "pembe andezit (Ankara taşı) ile kaldırım döşetiyorum" diye böbürlenip; bu taşları kısmen İspanya'dan ithal ettirmesi konusundaki dedikoduların önüne bir türlü geçilememektedir. Bu taşlar Ankara'nın otuz kilometre ötesinde, Gölbaşı’nda ki ocaklarda bol miktarda üretilmekte iken, İspanya'dan getirtilmesi iddialarının doğru olmadığı konusunda maalesef bugüne kadar herhangi bir açıklama olmamış ve hiç kimse buna akıl sır erdirememiştir.
Ağaçlandırma çalışmalarında İtalya artık Türkiye’de İ. Melih Gökçek sayesinde bir marka bir bayrak oldu, aslında memleketin her yerinden her çeşit ağaç bulunma ihtimali varken, ağaç tihal edilmesi de, hırsın ne büyük olduğunun göstergesidir, ayrıca bu ağaçlar Ankara iklimine uymadığı ve bol miktarda kuruduğu için, tekrar yurt içi kaynaklara dönüldüğünü beyan etmesi ise; tam anlamı ile bir İ. Melih Gökçek uygulaması/fiyaskosu olarak anılacaktır.
Ankara’nın havası; uzun yıllarca verilen mücadele sonucunda tam düzeldi herşey yoluna girdi denildiği bir anda; kaçak kömüre göz yumulması yada yakalanan kaçak kömürün Anakara’lılara dağıtılarak yeniden havanın kötüleşmesi ise tamamen konuşulmaz bir konu haline gelmiştir maalesef... Nerede ise tüm basının kendisine muhalif olduğunu ilan eden İ. Melih Gökçek ise basının bu konuda herhangi birşey yazmamasını bir türlü izah edememektedir.
Çayyolu metrosu için müthiş bir para harcanmasına ve 2004 ten itibaren en az 5 defa açılış tarihi vermesine rağmen çalışmaların nerede ise tamamen durması konusunda; yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceği iddiasında bulunanların, nedense İ. Melih Gökçek’e madem elektro-mekanik aksamı satın almayarak Metroyu çalışır hale getirmeyecektin neden bu büyüklükte bir meblağ parayı kredi olarak kullandın ve kıt kaynakları israf ederek bu ülkenin parasını faiz ödemeye harcıyorsun diye sormamsı da ayrıca öenmli bir tuhaflıktır. Ama yer yer kaçamak savunmalarında sürekli kendisine açılan davalardan şikayetçi olan bu yalancı somun pehlivanına ise kimse “yahu gerçekten neden herkes seninle mahkemelik oluyor acaba” diye sormaz bilinmemektedir. Oysa sorunun cevabı son derece basit ve kısadır; “çünkü AKP ve İ. Melih Gökçek sürekli yasal yollar dışına tevessül etmiştir yada yaptıkları herşeyin yasal sayılması beklemişlerdir”.
Eskişehir yolunda 4 yılda 5 kez istinat duvarı ve kaldırım sökülerek yeniden yapıldı; ve ne yazık ki kimse ne sivil toplum kuruluşları nede ilgili anayasal ve yasal kuruluşlardan “Ankara’lının parasını neden plansız ve programsız çalışarak çarçur ediyorsun” itirazı yada soruşturması gelmemesi de merak konusu olup olup ayrıca manidardır da haklarında iyi düşünülebilmesi açısından. Hani bu işlerin parasını İ. Melih Gökçek kendi cebinden ödüyor ise sorun oluşturmaz tabii ki...
Eskişehir yolunda; yanlış projelendirmeden daha doğrusu projesiz çalışmaktan ötürü defaatle çökmeler oldu ,ama kimse bu kadrolar nasıl liyakatlı ve ehliyetli kadrolardır diyen olmadı....
EGO için otobüs alımlarında; MAN ve Mercedes firmaları arasındaki tercihte; gerek firmalardan gerekse de vatandaşlardan ve diğer politikacılardan önemli iddialar gündeme geldi ise de kimse layıkı ile konunun üstüne gitmemiştir, hani yetimin hakkını yedirmediğini iddia eden merkezi iktidar sahipleri ve necip Türk milletinin bağımsız basınının temsilcileri neredesiniz, yoksa erketedemisiniz.
Ankaraspor’a kamunun parasını aktaran ve bu konuda da hiç bir eleştiriye uğramayan İ.Melih Gökçek ve ona bu konuda herhangi bir eleştiride bulunmayan necip Türk basınının ahfadları için artık laf söyleyip te lafı da zay etmemek gerekmektedir herhalde... “Efendim bu güne kadar hiç değerlendirilmemiş bir takım uygulamaları yarattık ve oradan kulube para aktarıyoruz” diye savunmalarına alkış tutan avanaklara da ayrıca sözümüz kalmamıştır. Yahu bu ne aymazlıktır diyen de yok maalesef...
İ. Melih Gökçek ve liyakatlı kadroları başta Mithatpaşa ve Meşrutiyet caddelerini boydan boya gereksiz ve zevksiz şehir estetiğinden yoksun; bir sürü yaya üst geçidi ile donatarak paraları inanılmaz şekilde çarçur etmiş olmanın yanında, kullanmanın pratik olmadığı, yada niyetlenip de bu geçiti kullanmak isterseniz de, sizin bu zorlu tırmanışınızı "aa adama bak, köprüyü kullanıyor, bakalım karşıya geçebilecek mi?" sözleri ile geçitin etrafında meraklı bir kalabalık birikecektir buna inanın. önce boş bulduğu her yere çeşmeler ve havuzlar ve fıskiyelerle donattı, sonra yol kenarlarına, refüj etraflarına siyah babalar dikilerek aralarına demirden prangalar çekilmiş ve şehrin dekoru tamamlanmış ve belli ki yurdum insanının her türlü engeli canı pahasına aşma azmi gözardı edilmiş. Neyse uzatmayalım darısı; 30-40 metre arayla sıra sıra köprülerin başına diyelim... Vallahi danışmanı yada gaz vericisi de Erman Toroğlu gibi hıyardan anlayanlarda olursa deyme keyfine Başkanın artık...
Kızılayda; Kızılay’ı tamamen taşıtlara tahsis etmek için yaya üst geçitlerini kapatıp, konu ile ilgili uyduruk oylama yaptırıp; oylamaya zorla, tehditle; esnaf ve şöförler seferber edilerek; bu deli saçması İ. Melih Gökçek oyununa alet olmuşlardır, hatta hatta 7 yaşında oy nedir bilmeyen çocuklar, Kızılayı ilk defa gören teyzeler, oylamayı Belediye Başkanlığı seçimi sanan dedelerin oylamaya otobüslerle bedava taşınarak getirilmesindeki ve hangi sandıkta hangi esnafın, hangi şöförlerin oy kullanacağının belirlenerek katılım ve başarının ölçümü konusundaki uygulama ayrıca taktire şayan bulunmuştur. İnşallah İ. Melih Gökçek seçilmeye devam eder de benzer uygulamaları ulus ve diğer meydanlarda da görürüz.
İstimlakler doğru düzgün ve plan ve proğram çerçevesinde yapılmadığı için trilyonlar harcanarak 4 yada 5 şeritli yollar bu yüzden yer yer 2 şeride düşüyor,ama ne gam ne keder İ. Melih Gökçek böbürlenmeye devam ediyor.
Havaalanı yolu neresinden tutarsan tut tam bir uyduruk iş ve fiyasko ama ne gam ne tasa; gelsin pirinç gelsin kömür her şey yolunda olsun necip Türk milleti için memleket elden gidyormuş kimim umrunda...
İ. Melih Gökçek alt geçit rezaletleri sayesinde şehir diye birşey bırakmadı, şehri otobanlar ile donatarak Ankara’nın yerleşim karakterini öldürmüş ve haklı olarak da yakınları tarafından Köprülü İ. Melih Gökçek ünvanına layık görülmüş ve bir yıl içinde en çok köprülü kavşak yaparak ta; mezkur konuda “Guinness rekorlar kitabı”na girmeyi hak ettiğini de beyan etmiştir bir TV proğramında.
Şimdi Avrupa başkenti diye övünen İ. Melih Gökçek; maalesef Ankara’yı tankercilerin başkenti yapmış durumdadır. Nerede ise tankerlerin tamamının 63 (Urfa)– 02 (Adıyaman)- 03(Afyon) plakalı olması tesadüf mü acaba? Yoksa derin yada sığ tarikat ilişkilerinin sonucumudur bütün bu istihdamlar? Üstüne üstlük bu ihaleden nemalanma konusunda da ciddi ciddi dedikodular kulaktan kulağa yayılmaktadır.
Gerek Büyükşehir Belediyesi gerekse de Büyükşehir Belediyesine bağlı tüm BİT’ler (Belediye İktisadi Teşebbüsleri) tarafından ihalesi yapılan bütün işler için Malum Vakfa uğranılması maalesef bir zorunluluk haline gelmiştir, mezkur vakıftan vize almaksızın ihalenin uhdenizde kalması bir yana ihaleye katılmak için bile girişimde bulunamazsınız, ama daha da tuhaf olan bu konuda herkesin bilgi sahibi olmasına rağmen sessiz kalmayı tercih etmesidir.
AKP’nin liyakatlı kadrolarından BELPA genel müdürü Yalçın Beyaz konusunda ortaya çıkan Ankara’nın İSKİ’si diye söz edilen, zimmet ve yolsuzluklardan sonra; özellikle de Mekke’de aldığı yüzbinlerce dolarlık devre mülkten sonra, yine bu mangalda kül bırakmayan yalancı somun pehlivanı İ. Melih Gökçek, kendisine erketelik yapan basının da yardımı ile “o zaten babadan zengindir” diye abuk subuk açıklamalar yaparak konuyu kapatmıştır. Oysa sonradan ortaya çıktığı üzere bu muhteremin, gece bekçisi olarak THA da çalıştığıda ortaya çıkınca iş işten geçmiş maalesef herkes konuyu unutmuş basın da erketeliğe devam ederek konuyu bir daha kesinlikle yazmamıştır. İşte İ. Melih Gökçek böyle bir adama sahip çıkmıştır ve kimse de çıkıp yahu bir üçkağıtçıya “o zaten babadan zengindir” diyerek neden sahip çıktın dememiştir.
SHÇEK’daki çalışmaları sırasındaki polis raporlarına bağlanmış olan herkes için yüzkızartıcı suç sayılan dedikodularıda şimdilik yazmak istemiyorum.
Bir tarihlerde İ. Melih Gökçek’in pavyon işletmecisi olduğu yönünde çok ciddi dedikodular olduğunuda tarihe not olarak düşmeliyiz.
Vakti zamanında tükürüğüyle meşhur olan heykel eleştirmenide (katliamcısı) olan İ. Melih Gökçek; kendi sanatını icra ederek Ankarayı lacivert-turuncu-yeşil renk kombinasyonuyla donatırken, kendi inanışına göre heykeller günah olduğundan her tarafa havuz yapalım diyerek; hatta köprülerin altına bile yaptırmayı ihmal etmedi. Ankaralılar artık içine tükürülen heykellerin değil, havuzlarında çırılçıplak insanların olduğu bir şehir göreceklerdir. İ. Melih Gökçek havuz, fıskiye ve jakuzi fantazisi sayesinde Ankaralıların hayal gücünü Amerikan playboylarından bir adım daha öteye taşımayı beceren birisi olarakta tarihte yerini şimdiden almıştır.
İ.Melih Gökçek politikaya MHP’ de başlayan, ANAP’ta devam eden, sonra tekrar MHP’ye dönen, REFAH ve FAZİLET’le yükselen ve kendi kurmaya çalıştığı (doğrusu ele geçirmeye çalıştığı) DP deneyinden sonra da AKP’de politik yaşamını taçlandırılması olan tüy dikme ritüelinin ise sonuçlanması/nihayetlenmesi ise (not: parti değiştirme ile ilgili yarışmada meşhur Fırıldak Kubi 2. olabilmiştir) Ankara’nın kurtuluş günü olarak ilan edilecektir. Aksi taktirde bir daha seçilirse Ankara diye bir sehrinin kalmayacağı aşikardır.
Ankara'nın göbeğine, Sıhhıye'ye dünyanın en abuk köprüsünü yaptırarak köprücülük tarihine "u köprü" olarak geçmesine neden olarak özelde Ankara Belediyecilik genelde de Dünya Belediyecilik tarihi literatüründe haklı olarak anılması ve yer almayı haketmiş olan İ. Melih Gökçek, bu müstesna yapıyı görmemiş olanlar için de mutlaka geziler düzenlenmeli ve gezenlerin izlenimlerinden oluşan kitaplar yazdırmalı ve gezilerden mahrum kalanlara zorla okutulmalıdır ki yurdum insanının köprü kültürü gelişsin ve bir yapı bu kadar mı çirkin bu kadar mı fonksiyonluktan uzak olur diye düşünenlere de ciddi bir ders vermiş olsun. Ayrıca köprünün yapılması sırasında köprünün testlerini yapmak için müşavirlik sözleşmesi imzalayan firmanın test neticelerini olumlu bulmamasından ve imalatların yenilenmesi talebinden ötürü de sözleşmesinin feshedlmesini müteakip müşavir firma yetkililerinin hala köprünün, bu test sonuçları nedeni ile; altından ve üstünden ne yaya ne de araçla geçmediklerini de tarihe ben not olarak düşmüş olayım ki anlayın siz ne önemli bir eser kazanmış Başkent...
Öksuz çocuklara yardım için gittiği bir açık arttırmada (müzayedede) bir yağlıboya tablo alan, ancak en yüksek fiyatı veridkten sonra bir türlü teklif ettiği bedeli ödemeyen (parayi vermeyen) ve tabloyu alırken alkış yağmuruna tutulan gösterişsever, bir somun pehlivanı olarak ta ayrıca anılmayı haketmiştir İ. Melih Gökçek...

Vallahi daha yazılacak çok şey var ama yayınlayacak yer bulmak çok zor olduğundan diğer başarı, beceri ve ehliyetleri başka yazıların konusu yapmak üzere şimdilik sonuçlandırıyoru ve;
Kendisinden bir daha seçilmesi halinde ise de;
1. Ankara’lıların evlerinden sokağa çıkışlarını ücretlendirebilmek için apartman, ev ve işyerlerinin kapılarına turnike koymasını beklemekteyiz ve yanlız tarifelerde özellikle de kendisine oy verenleri gözetmesi hassasiyetinide göstereceğinden emin olmalıyız.. Hatta günün farklı saatlerine uygun olmak üzere de tarife düzenlemesi de baklentimizdir. Belki de ev numaraları çift sayıyla bitenler sokağa ayın çift günlerinde tek sayıyla bitenler de ayın tek günlerinde çıkabilirler sokağa. böylelikle de otoyollarda arabaların hareketlerini engellememiş olurlar ve kentte yaşamanın araçların da hakkı.olduğu anlaşılır böylece...
2. Artık ekmeklerin eczanelerde satılmasını da kendisinden bekler iken nöbetçi eczane düzenlemesinde oluşacak hassasiyetleride gözönüne almasını salık veririz, İ. Melih Gökçek’e...

İşte “bu mangalda kül bırakmayan”* bu polemikçibaşına (tartışma tarzı, kenar mahalle karısı modeli ve düzeyi olan) belli ki ancak kendisi düzeyinde olan polemikçiler ile karşı çıkılabilir.


* Çok ünlü bir Osmanlı sözü ve yeniçerilerin askerliğe elverişli olup olmadığının tespiti için kullanılmış bir uygulamadır.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

UFUK URAS İLE DAYANIŞMA


Ufuk Uras Secmenlerinden Yeni Kampanya adı altında bana aşağıdaki yazı yada duyuru gelmiştir.

“22 Temmuz secimlerinde yaptiklari imeceyle Ufuk Uras’i meclise gondermeyi basaran secmenleri yeni bir kampanya baslatti. “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyen secmenleri Ufuk Uras'in aciklamalarini, haberlerini ve meclis calismalarini merak edenleri Ufuk Uras E-posta Iletisim Grubu’na katilmaya davet ediyorlar. 1670 uyeye ulasan Ufuk Uras Iletisim Grubuna uye olmak isteyenlerin e-posta adreslerinin ufukmoderator@ yahoo.com adresine iletilmesi yeterli.
Ufuk Uras Secmen Koordinasyonu Iletisim Calisma Grubu cagrisini su sozlerle bitiriyor: “Katılın sesimiz cogalsın. Katilin esitligin, ozgurlugun, demokrasinin, sosyal haklarin, kadinlarin, cevrenin, barisin ve kardesligin sesini hep birlikte yayalim...”

Umayorum ki bu konuda bu girişim “bizi daha da enayi yerine koyma” girişimi değil de ciddi bir girişim olsun ve bu güne kadar Sn. Vekil (kimin vekili ise artık-pek bizimkine benzetemiyorum ya) eline yüzüne bulaştırdıklarını silme fırsatı bulsun, sonrasına da biz bakarız yeniden.

Yani kalkacaksınız; “ORTAK AKIL HAREKETİ” adı altında sanki “KUVVAYI İNZİBATİYE”nin sivil örgütlenmesi gibi örgütlenen yobaz ve gericilerle birlikte eylemler düzenleyeceksiniz, sürekli Sn. Vekil’i davet eden TV kanallarının TV7, Samanyolu TV, TV 24, Kanal A ve Ülke TV olmasından hiç kuşku duymadan hatta hiçbir sakınca görmeden “elinde tuzluk her elimdeki salatalık diyene koşmak” türü yerinizde duramayacaksınız, sözde “darbelere ve cuntalara karşıyız” diye darbecilerin değirmenine su taşıyacaksınız, sözde demokrasi talep ediyoruz diye “türbanın kadını özgürleştireceğini” savunacaksınız, yarım ağızla ama korkarak “ne refahyol ne de postal” diye mitingler düzenledik diye övünerek size iktidar tarafından tanınan özgürlük çerçevesinde konuşacaksınız, darbeye karşıyız diyerek 12 eylülcülerle kolkola girerek sözde ve def i bela kabilinden sayılmak kaydı ile “demokrasi” mitingleri düzenleyeceksiniz, Cumhurbaşkanını halk seçmeli diyerek “DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANINI” içinize sindirebileceğinizi de aldığınız çağrıya 1 (yazıyla da bir) dakika bile düşünmeden icabet edeceksiniz, “Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur” ve “1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.”diye bağıran Nazlı Ilıcak, Abdurrahman Dilipak gibi sahibinin sesi gerici-faşist ve yobazların peşine gitmekten beis duymayacaksınız, AKP nin sol kanat hucümcusu olmaktan bir nebze yüzünüzün kızarmasını bir kenara koyun karşı sahada hucum pres yapmanın erdeminden dem vuracaksınız, AKP nin ne kadar AB ci ve ne kadar ABD ci olduğunu sanki görmezden gelerek demokrasi talebinin varolması gibi bir sanının Sn. Vekilde olmasının ne kadar güç izah edilebileceği açıkken bile Fettullah Gülen’in Yargıtay Genel Kurulunda beraat kararının onanması ardından “Yargının kararı. Bir şey diyemeyeceğim. Hayırlısı neyse o olsun” diyerek konunun bir yargı kararrı olduğuna vurgu yaparken “AKP nin kapatılması davası açan Yargıtay Cumhuriyet Bassavcısının girişimi” karşısında adeta bir kaplan edası ile saldırmasına ses çıkarmayacaksınız,

Bir de üstüne üstlük çıkıp “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyeceksiniz ki bu “MART KEDİSİ” tavırlı politika yapılmasına insanları davet ederek ve hatta bu günlerde gerici-yobaz cemaatlerin ve tarikatların değirmenine ihtiyaçları olan suyu “komünizm ile mücadele dernekleri” kökenli hasımlarımıza yardım olsun diye bize taşıttıracaksınız.

Size ayrıca da bir tavsiye; hani meşhur “aslı varken kimse kopyesine meyletmez” sözünden hareketle, “SİZE O TARAFTAN OY VE DESTEK GELMEZ” ya iyi biliirsiniz , size oradan oy gelmeyeceği aşikarken; sahi, bu yaklaşımınızla da karşı taraftan ne bekliyorsunuz siz...

Sn. Vekil; sanki CHP ve Kemalizm bugünün konusunu oluşturuyormuş gibi bütün siyasi stratejinizi bunlara saldırmak üzerine kurmuş ve kesinlikle AKP, MHP için ise sadece ayıp olmasın ve def i bela kabilinden bir iki kelime döktürüyorsun.... Şimdi CHP ve Kemalizm konusundaki görüşlerinin yanlış olduğunu ispat etmek gibi beyhude bir çaba göstermeyeceğim; aksine büyük ölçüde hemfikir olmamıza rağmen Marksizmin temel önermelerinden " zaman, mekan ve teknik terakki" mütalaası ile "somut durumların somut analizi" gibi önemli faktörleri gözönünde bulurdurmama gibi fahiş bir hata içinde bulunduğundan da iddialarının geçerliliği en azından bugün için tarafınca sarfedilen beyhude bir çabadır. Oysaki sizden beklenen günlük politikadaki kayıkçı kavgalarına taraf olmamanız iken tam da içine bodozlama daldınız hadi daldınız diyelim ve kabullenelim de madem böyle yaptınız yahu insaf allahaşkına yaşınız da, analiz yeteneğinin de; müsait olmasına rağmen İran’dan TUDEH’ten de mi ders almadın da yerli mollaların değirmenine su taşıyorsun... Daha detaylı yazmak mümkün ama gerek yok gerekli mesajı aldığınızı düşünüyorum. Ve bilin ki sizi bu ülkenin devrimcileri desteklemeyeceklerdir; sizi ve sizin gibileri destekçileriniz "yeni mürteciler", " yeni şafak" ve "Vakit" gazetesi yazar ve finansörleri ile başbaşa bırakacaktır . Öyle kendinize "hakiki solcu" yada "özsolcu" yaftaları asmakla yada demekle ve dedirtmekle de solcu olunmaz ayrıca.

YOK ARTIK SN. UFUK URAS O KADAR DA DEĞİL

Hani biliyorsunuz; Sn. Aziz NESİN’in ifadesi ile nüfusumuzun önemli bir kısmı aptal, ama o aptallar genellikle bizim cenahta değil. Başka kapıya lütfen... Ve yine lütfen sadece top oynadığınız takımı değil aynı zamanda top oynadığınız sahayı da değiştirin... Olsa olsa yarattığınız bu romantik ortamda ancak küçük bir öğrenci kitlesi peşinizden gelebilir zannederim, oysa sizi iyi bilen ve en önemlisi düşmanı iyi bilen (komünizmle mücadele dernekleri geleneğinden gelen herkes), 12 mart ve 12 eylül tezgahlarından geçen ve sırtımızdan hala atamadığımız gerçek deli gömleği (sizin tariflediğiniz ama hedeflediğiniz değil) ile dolaşanlar sizin adınızı artık pek ağızlarına almazlar sanıyorum. Olsa olsa “AKP'ye övgüler düzmüş; Onların iktidarı nimettir, at gözlüğüyle bakmayan tek partidir' demiş olan Baskın Oran gibiler arkanızdan gelebilir yada siz o gibilerin peşinden gidersiniz...
Hayırlı yolculuklar size...
İlişmeyin başkalarına lütfen....

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

OYUNA DALMAK

Futbolda “oyuna dalmak” diye bir deyim vardır ve genellikle bu söz oyun içerisinde bir futbolcunun oyunun akışına kapılarak; maçın genel gidişinde kendisinin taktik ve teknik görev pozisyonunu yitirmesi ve oyunu oyuncu olarak değil de oyunun içindeki seyirci gibi seyretmesi halini tariflemek üzere kullanılır. “Oyuna dalan” oyuncu artık oyunun aktif bir parçası olmanın ötesine geçmiş, oynanan oyunun büyüsüne kapılmış, oyuna katkı sunmaktan düşmüştür. Bu nedenle de; “oyuna dalan” oyuncu, kenarda bulunan teknik direktör tarafından; yerini kaybeden yada hamle üstünlüğünü kaybeden yada fizik ve güç ayarlama üstünlüğünü kaybeden yada rakip olarak eşleştiği oyuncuyu, oyuna dalmasından ötürü kaybettiği için; sık sık uyarılır. Peki oyuncular “oyuna dalınca” ne olur da teknik direktörler, sık sık futbolcularına bağırarak bu konuda en büyük yırtınmayı ve çırpınmayı göstererek; tespit edilen veya verilen taktiğe uygun oynaması konusunda uyarıda bulunurlar; bilindiği üzere her teknik direktörün bir oyun planı vardır ve, bu plan 90 dakika, bazen de 120 dakika hatta penaltılar ile sonuç tayin edilecekse penaltı atışlarını da kapsamakta olup, maçın skorunun bütün sevap yada vebalinin teknik direktöre kalmasının en büyük nedeni olmaktadır. Her teknik direktör bu plan içerisinde; sahip olunan uyuncu kalite ve seviyesine bağlı olarak ta; top kontrolu, adam kontrolu, alan kontrolu gibi uygulamaları ayrı ayrı yada oyun içerisinde belli dönemlerde hepsini birden futbolcularından isteyebilir, bu şekilde de taktik ve staretejisini sahaya yansıtmaya çalışır.
Teknik direktörler; 21. yüzyılda, futbolcularındaki oyun ve taktik zekayı, plan uygulama soğukkanlılığını ve profesyonelliğinin seviyesini; iletişimin, bilgi erişiminin-paylaşımının ve bilimin ilgili birimlerine hızlı ulaşabilme konusunda katedilen müthiş gelişmeyide kullanarak arttırmaya çalışırlar. Tabii ki bu futbolun sadece saha içinde sonuç alınmasının mümkün olabileceği durumlarda önem arzeder ve geçerlidir, aksi taktirde bunun dışında oluşan gelişmeler bütün bu tarifleri geçersiz kılar ve bu dış müdahalelere uygun sonuçlar oluşur. Ancak konumuz gereği sonuç almanın sadece saha içi tarafını oluşturan ve oyuncular ile oyun planı ve bu plan uygulamalarının başarısı yada başarısızlığı ile sınırlı olan tarafını kapsamaktadır. Peki doğru taktik plan yapabilen teknik direktörler; neden, bu planı sahaya tam layığı ile yansıtabilecek, tüm evrelerini sahada uygulayabilecek futbolcuları olsa bile, başarılı sonuçlar alamazlar ve bu olumsuz sonucu, futbolcuların plan uygulama zaaflarına ve başarısızlıklarına, hakeme, federasyona, karşı takımın yönetimine, karşı takımın iyi niyetli olmamasına, sahaya ve havaya vs. vs. gibi nedenlere bağlarda neden asla kendilerinin planının yürümemesine yada planın işleyebilmesi için oyun içerisinde ufak tefek yada köklü değişiklikleri yapamayarak, literatürde oyun okuma denen becerilerinin olmamasına bağlamazlar işte bu anşalılabilir değildir. Oyunu okuma konusunda yeterince başarı gösterememiş bu insanlar, oyuna gerekli müdahaleleri yapamamaları onların beceriksizliklerini mi gösterir ki acaba? Yoksa yukarıda bahsedildiği biçimde nasıl ki futbolcular oyuna dalarlar ve planlanan görevlerini yapamazlar ise; teknik direktörlerde mi oyuna dalarlar ve tribündeki seyirci gibi oyunu seyretmeye başlarlar. Herkes futbolcuların oyuna dalmamaları, oyun disiplini denen plan uygulama profesyonelliğine bakarak diğer taraftan da teknik direktörlerin oyuna dalmamaları konusunda makine düzeni içinde oyun planları var diyerek Almanya’yı örnek göstermektedirler. Oyun oynamada soğukkanlılığı yitirmemek, sinirlere hakim olabilmek hülasa planı disiplinli uygulama konusunda başarılı olabilmenin en önemli yanının ise oyuna dalmadan bir adım geride kalarak olayı dışından izleyerek planın uygulanmasının denetlenmesinini temin etmekten geçtiği aşikardır. Dolayısı ile oyuna dalan futbolcuyu teknik direktör uyandırabilir ve yönlendirebilir de eğer teknik direktör oyuna dalarsa ne yapılabilir işte bu muamma.

Acaba şirket yönetimleri, dernek yönetimleri, vakıf yönetimleri ve ülke yönetimleri de böyle birşey midir? “Oyuna dalan” izleyici konuma düşen yöneticiler, bakanlar yada başbakanlar olabilir mi? Anlık yangın söndürme derdi ve telaşına düşerek, soğukkanlılığı yitirip yangın çıkmasının önüne geçilmesi çalışmalarından uzaklaşabilirler mi?

Peki teknik direktörler; futbolcuların, bırakın planın bir parçası olmayı becermek için çaba sarfetmeyi tam tersi bir durumda ne yaparlar? Bu futbolcuları nasıl tanımlarlar? Bu futbolcular şikeci durumuna düşmezler mi? Teknik direktörler bir sonraki maçta artık bu çaba sarfetmeyen hatta şikeci izlenimi veren bu futbolculara kadrolarında yer verirlermi? Eğer bu tür futbolculara kadrolarında tekrar yer verirlerse; şike şüphesine ortak olurlar mı? Peki bu durumdaki takımların maç kazanabilme ihtimalleri varmıdır? Eee vardır tabiiki, futbol tıpkı diğer faaliyetler gibi; şans faktörleri ve saha dışı oyunları da bol miktarda yürütülen bir oyundur. FİFA ve UEFA gibi kurumlarda gözardı edilmemelidir ayrıca...
Falan filan...

Yoksa ülkemiz böyle bir süreçten mi geçiyor? Ülkemizde kim teknik direktör, kimler antrenör, kimler futbolcu, kimler yönetici ve en önemlisi kimler şikeci belli değil mi? Belli ise niye bu “melekler dişi mi erkek mi?” geyiklerini aratmayan TV tartışmaları? Niye bu köşe yazıları?

Salı, Temmuz 08, 2008

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ


11 HAZİRAN 1919

Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”


Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunuda göstermektedir ve umarız tüm güç sahipleri buradaki bu önemli detayı yakalayabilirler.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ-2

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 2
“Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alınarak devamı varsayıldığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan özet, 1. bölümünü oluşturmaktadır.” Diyerek yazımızın 1. bölümünü sonlandırmış idik. Aslında bugünkü hükümet edenlerin liyakatlarının en temel karinesini oluşturan DP Adnan Menderes döneminin 2. bölümünü sıcak gündem dolayısı ile fazlaca anlaşılamayacağından bir süre sonra yazmayı planlamış idim, yine de bunların cemazıyel-evveli bugünlerde çok önem arzettiğinden ve belki de bindirilmiş kıtaların dikkatini çeker diye yazdım.

30 Mayıs 1954: Ateşli Muhalefet lideri ve bugünkü MHP milletvekili Deniz Bölükbaşının da babası Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir ili, ceza olarak il olmaktan çıkarılarak ilçe yapıldı ve bununla da yetinilmedi bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu. Bu konuda hep rakiplerine saldırı malzemesi olarak kullandıkları “halkı cezalandırma” uygulamalarının prototipini oluşturmuşlardır;
14 Haziran 1954: Yapılan genel seçimlerde muhalefet partisi CHP’ye siz oy mu verirsiniz diyerek, Malatya halkını da cezalandırma amacı güderek Malatya’yı bölerek Adıyaman ilini oluşturmuşlardır. DURMAK YOK KİNE DEVAM misali, ne diyorlardı “bu kin bizim politikamızı şekillendiriyor” İŞTE KİN İŞTE POLİTİKA ve İŞTE ÖRNEK;
1955 yılında TBMM parti meclis grubunda yaptığı bir konuşmada Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor : “Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda Anayasa’yı bile değiştirebilir ve Hilafeti getirebilirsiniz” Bu yobaz zihniyetin bugünkü versiyonu ne demektedir “tabii ki değişecek ulan, milletin temsilcileri isterse değişir” diyerek ne kadar liyakat ehli olduklarını ispat etmekte ve cumhuriyet ile kavgalarının itilaf fırkasından beri hiç tavissiz devam etmekte olduğunu hiç çekinmeden de beyan etmektedirler.
8 Nisan 1955: İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı ve Kahve alanlar, mahalle muhtarlarının hazırladıkları karneleri imzalamışlardır. Hani karne CHP nin işi idi, gözün aydın CHP işte size DP karneleri haydi kullanın gerçi kullanmamanız bilmediğinizden değil ama neyse konu siz değilsiniz.
Ağustos 1956: Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Rize'de dükkân sahiplerinin ellerini sıkınca, bu durum derhal bağımsız yargı(!!!) tarafından yasadışı gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır. Nasıl bir demokrasi ise bu, işte bindirilmiş kıtaların peşine takılan yurdum insanı bunu bir görse, acaba görmediğinden mi ondan da ben pek emin olamıyorum ya, neyse...
5 Eylül 1955: Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin bir tertibi olduğu ortaya çıktığı üzere; İstanbul Ekspress Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’deki evine bomba atıldığı haberi yayınlanarak bugünkü mütareke basınının öncülleri olarak tarihteki yerleri almaya hak kazanmışlardır.
6-7 Eylül 1955: Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, gerici-yobaz ve faşistlerin ağırlıklı bulunduğu “Kıbrıs Türktür” cemiyetinin İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği mitingi, 6-7 Eylül olaylarını başlattı ve çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar diğer kentlere de sıçrayınca TBMM olağanüstü toplanarak methedile methedile bitirilemeyen DP Hükümeti kendi tertibi olan olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, bir taşta iki kuş vurarak onlardan da kurtulmak amacıyla yeni bir planı uygulamaya koymuştur. Emniyet Amirlikleri’nce komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu. Bugünlerde nefretle hatırladığımız ama bu sefer içimizdekileri hedef alan SİVAS KATLİAMInı planlanlayanlarda öncüllerini hiç aratmayacak organizasyonlara imza atabileceklerini kanıtlamışlardır.
10 Eylül 1955: Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen yinede İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş görevlerinden istifa etmelerine rağmen bugünkü ardılları bu örnek almamaktadırlar.
15 Ekim 1955: Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihrac edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. Gençler mantıkları almayacağı için konuyu anlamakta zorlanabilirler ama o günleri yaşayanlar yada o günlerin olaylarını okuyanlara ne demeli... Ama biz yinede hatırlatalım siyasiler hakkında özelde de iktidardakiler için bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkum olmakta ve yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi.
24 Ekim 1955: Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası olan Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları zararlar dolayısıyla, İzmir'deki Yunan Konsolosluğu'na, adeta kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak suçluluk psikozu içerisindeki hükümet adına resmi özür yerine geçmek üzere Yunan Bayrağı çekti ve uluslarası düzeyde özel ve güzel bir yalakalık yapmıştır. Tıpkı bugün çocuklarının yaptığı gibi yalakalıkgibi.. İşte cemazıyel-evveliniz bay iktidardakiler ...
8 Nisan 1956: Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, "Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik"le suçladı. Bakınız bunu güzel örnek almışlar ve gerçekten de DP nin devamı olduklarını kanıtlamışlardır.
31 Mayıs 1957: Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapanmış, 720 işçi işsiz kalmış ama bunlar bunu örnek saymadıklarından belki de kendi kusurları saymadıklarından olsa gerek hiç sözünü etmeden geçiştirirler.
20 Ekim 1957: DP’nin din istismarı hızlanıyor. Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir kâbe yapacağız” dedi.
27 Ekim 1957: Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 419, % 41,1’ini alan CHP: 173, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı.
1 Kasım 1957: Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
30 Nisan 1958: Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda'dan koyun eti dışalımı yapıldı.
2 Haziran 1958: İnönü'nün, İstanbul CHP Merkezi'nde yaptığı basın toplantısındaki demecine yayın yasağı konuldu.
16 Temmuz 1958: Ortadoğu'daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı. Bugünkü hükümet edici AKP ve yandaşları gerçekten DP ve Adnan Menderes takipçisi imişler bu bir kez daha bu konuda kendini gösteriyor.
19 Temmuz 1958: Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi. Sıkışınca muhaliflere çatanlar buna çok dikket etmeliler işte bakın nasıl katıksız bir takip var.
2 Agustos 1958: Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısıyla, Cumhuriyet tarihinin en yuksek orandaki devalüasyonu yapilarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon orani yüzde 221 oldu. Bugün yere göğe sığdıramadıkları DP ve Adnan Menderes’ten böyle miras aldılar işte...
6 Eylül 1958: Başbakan Adnan Menderes, "İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…" diyerek muhalefeti tehdit etti.
21 Eylül 1958: Başbakan Menderes, CHP'nin parti olmadığını, İsmet İnönü'nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyleyerek sanki 2007 deki ardıllarının nasıl taklitçi olduklarının daha o günden ipuçlarını vermişler.
19 Ekim 1958: Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Afyon-Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılanarak, Menderes özel bir destek vermek istemiştir Said-i Nursî’ye. Ayrıca Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da gerekli yerlere pervasızca talimat vererek kağıt tahsisi yapmıştı.
13 Temmuz 1959: Trabzon'da bu yere göğe sığdırılamayan DP ve Adnan Menderes hükümeti kararı ile, bir Amerikan üssü kuruldu.
10 Ocak 1960: Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim,Müslüman vekillerle görüştüm.. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili)Tevfik ileri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim…. Saidi Nursî “ Ama ne takip ne örnek alış değil mi? Bu kadar katıksızını ve insafsızını ancak bunlar yapar
12 Nisan 1960: DP Grubu yayımladığı bir bildiri ile CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve bunların üstesinden gelmeyi amaçlayan ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat Komisyonunu kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyor ve derhal yaklaşık 500 Halkevi ve 4500 Halkodası bir taşınmaz ve taşınır mal yığını şeklinde Hazine’ye geçer. Milli Korunma Kanunu’nun polis ve mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine başvurulur. Tıpkı bugünkü maliye Bakanı ardıllarının yaptığı gibi. Çalışma yaşamlarında 25 yılı dolduran memurlar “görülen lüzum üzerine“ Bakanlık emrine alınarak emekliye sevk edilirler. İşte AKP ve Tayyip Erdoğan hükümeti kadrolaşma konusunda kimden ilim irfan feyz almıştır açıkça ortada...
27 Nisan 1960: Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin münakaşalardan sonra kabul edilirken; tartışmalardan ötürü de 12 CHP Milletvekili 3 ve 6 , İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alınarak oturumdan çıkarılma cezası alan CHP’liler direnince de genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu. Demek ki bugünkü tüm anti demokratik uygulamaların prototipini DP ve Adnan Menderes hükümeti oluşturuyormuş, tıpkı ABD deki Mc Carthy örneği gibi, tabii ki de bu konuda durmak yok yola devam edilmeli...
28 Nisan 1960: TBMM görüşmelerini haber yapmaya kalkışan tüm gazeteler toplatıldı. Tabii o zaman bu kadar paraları olmadığından satın alma yerine kapama işlemine tabi tutuyorlardı şimdi ise satın alarak susturuyorlar, eeeeeee devir finas oyunları devri yaa. Babalar gibi alıyorlar işte...
22 Mayıs 1960: Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. Yani hani asker ve TSK hep bunların karşısında idi, tam bir büyük yalana dayalı propaganda...

Ama ne demişti propagandanın babası Faşist Hitler’in Faşist bakanı Göbels: “ Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”

Bugün tüm yobaz-gerici, hurafe-safsatacı, bağnaz ve hanedanlık özentisi güruhun organize oldukları; başta HAK-İŞ, MEMUR-SEN, MÜSİAD, MAZLUM-DER, İLİM YAYMA CEMİYETİ, GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI ve HUKUKÇULAR BİRLİĞİ olmak üzere bu iktidar öncesi sürekli olarak ve de özellikle Cuma namazları çıkışında batı dünyasının müslümanlar üzerinde yaptıkları zulmü yalandan olduğu şimdi çok net anlaşılan cami önlerinde gösteriler yaparak protesto ederlerdi, şimdi nerde bu kuruluşun adamları sayıları artmasına karşın sesleri çıkmaz oldu, acaba nema konusu mu var, yoksa özellikle IRAK’ta en büyük destekçileri ABD bombaları ile öldürülen 1.000.000 dan fazla müslüman insan onları ilgilendirmiyormu yoksa? Gerçi bunların öncülleri ve itibarlı abilerinden olan Mehmet Şevki Eygi ne demişti kanlı Pazar öncesi yazısında “ABD Müslümanların 2. kabesidir” ve sonrasında commerzbank ta hesabına 350.000 $ yatırıldığınıda unutmadık hatırlıyoruz.
İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur. Ama nedendir bunları görmezden gelerek; keçinin koyunu davrandığı gibi davranmaya devam ediyorsunuz.