Salı, Haziran 24, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 1

22 Temmuz 2007 tarihinde iktidar partisi AKP, Recep Tayyip Erdoğan’ı 1950-1960 döneminin DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes ile özdeşleştirerek, AKP nin de DP nin devamı olduğunu ima ederek seçimlere girmeyi önemli bir seçim kozu olarak tespit etmiş ve bunu yaygın olarakta kullanmıştır. Bu tespit ve tercihin temelinde, toplumun hafıza kısalığına, toplumsal belleğin kısıtlılığına yada sık sık silinerek yeniden güncellendiğine, yalanın büyüklüğünden kaynaklanan yoğun propaganda altında doğruları yitirdiğine ve değer ölçüleri altüst olmuş olmasına duyulan büyük ve sarsılmaz güven bulunmaktadır.

Aşağıda çokta imrenerek, ama maalesefte yalanın büyüklüğünün yarattığı etkinin sonucu olarak toplumun önemli bir kısmınıda buna inandırdıkları Demokrat Parti tarihinden kısa bir özet bulunmaktadır. O dönemi yaşamamış, yaşamışta hatırlamayan, yaşamışta hatırlamak istemeyen, yaşamamış ama okumayan, okuyupta kafası karışanlar için, kısa bir hatırlatma yapıp bugün karşı karşıya kalınan, Türkiye’nin ortaçağ karanlığına sürüklenme çabalarının tarihsel kökenlerinin nerelerde saklı olduğunu özetleyelim dedik.

29 Mayıs 1950: Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” diyerek 50 yıl sonra yobazizm adına olacakların temelini atmıştır
6 Haziran 1950: DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden alarak 50 yıl sonrada hedeflerinin neler olması gerektiğini haleflerine göstermekte tereddür etmemiştir.
25 Eylül 1950: 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar Türkiye’ye ait olmak üzere ve TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşı’na gönderilerek, başta ABD olmak üzere Batı’nın gözünde makbul olabilmek için ve gerektiğinde onların desteğini alabilmek için, onlar için en geçerli ihraç malımız kabul edilen Mehmetçik’in uluslar arası düzeyde ilk pazarlanışıdır, sonrası 50 yıllık dönemde halefleri tarafından sürekli gündeme getirilmiştir.
3 Aralık 1950: Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılarak sonradan sürekli tartışılan kuran kurslarına imama hatiplere yol açılarak sadece ve sadece bugünlerin temeli sayılacak adımlar atılmıştır.
12 Aralık 1950: Büyük bir öykünme ile sahip çıkılan DP Hükümeti herhangi bir yargı kararı olmaksızın CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye irat kaydederek haleflerine başta CHP olmak üzere Atatürk’ün mirasına nasıl saldırılması gerektiğinin ipuçlarını vermiştir.
13 Mart 1951: DP’nin İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün Halife Abdülmecit gibi sınır dışı edilmesini talep ederek saldırıların ne kadar cüretkar olması gerektiğine dair müthiş ve unutulmaz örnekler vermiştir.
25 Mart 1951: Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıklayarak, ABD ye nasıl sadakatle bağlı olduklarının kendi disiplini içerisinde ne kadar acımasız olunması gerektiğini günümüzün ilgili bakanına uygulamaları ile miras bırakmıştır. Allah için günümüzün bakanıda öncüllerinin bıraktığı bu bayrağı daha da yukarıya taşıyarak yobazizm takipçiliğinin ne kadar yılmaz bir savunucusu olduğunu göstermiştir.
22 Haziran 1950: İktidar olmanın köredici sarhoşluğu ile DP iktidarı; öncülü İtilaf partisinin mirası olan cumhuriyet düşmanlığını, cumhuriyetin yaşayan ardıllarından adı bir stadyuma verilen İsmet İnönü’nün adının zikredilmemesi için İstanbul İnönü Stadı'nın adı Mithatpaşa Stadı olarak değiştirilerek bir kez daha göstermiş ve bu düşmanlığının boyutunu ve hiç bitmeyeceğini bu konuda da insan hakları ve demokrasinin de engel olamayacağını bir kez daha ilan etmişlerdir.
1 Ağustos 1951: Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıkararak bugünkü ardıllarına bu memleketin babalar gibi satılabileceğinin mirasını bırakmışlar ve ardılları da bu utanç abidesi uygulamaları bugünde artan en hafif deyimi ile aymazlıkla devam ettirmektedirler.
9 Ekim 1951: Yere göğe sığdırılmayan ve sürekli mevcut iktidar ve benzerleri tarafından öykülenilen DP iktidarı iktidara gelişlerinin üstünden henüz 1 yıl yeni geçmiş iken nerede ise 0(sıfır) olan Devlet iç borçlarını kısa bir sürede 2 milyar 565 milyon liraya yükselterek, bugünkü ardıllarına inanılmaz bir güç ve cesaret mirası bırakmışlardır.
4 Kasım 1951: İlkokulların ders programlarına din dersi konularak toplumun tamamen imamlardan oluşturulmasının yolu açılmış oldu.
21 Ocak 1952 :
Yere göre sığdıramadıkları ve ne yazık ki matah bir dönemmiş gibi de sürekli olarak; Dinci-Zorba partiler tarafından örnek gösterilen ve devamı olmakla övünülen bu DP hükümeti, ABD ye sadakat ve belki de müstevlileri ile tehvit olunan ikballerinin garantisi için, Türkiye’yi ne askeri ne de siyasi olarak hiçte ilgilendirmediği halde girilen Kore savaşında; 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğu Milli Savunma Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. Ve maalesef bugünkü ardıllarda zırt-pırt şuraya yada buraya asker göndeririz fiyakası içinde ikbal garantileri açısından ABD ye sadakat gösterilerinde bulunmaktadırlar.
5 Haziran 1952: Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin Lozan Antlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekmektedir. Antlaşma hükmü böyle olmasına rağmen; yere göğe sığdırılamayan ve sürekli öykülenilen DP hükümeti ve başı Adnan Menderes ilk kez ABD’den özel bir uçakla gönderilen ve bugünkü sonuçlarına bakılınca da amacın ne olduğu orta karar zeka sahibi herkes tarafından anlaşılabilecek olan; Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ve Başbakan Adnan Menderes tarafından ziyaret edilerek elinin öpülmesi ise tam anlamı ile müstevliler ile ikbal tevhididir; tek kelime ile herhalde ve bugün yapılan yasal düzenleme girişimleride ardıllarınında ikbal konusunda nasıl iştah sahibi olduklarının açık göstergesi olsa gerektir.
24 Aralık 1952: “Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklindeki gerekçesi ile yapılan yasa önerisi sayesinde 1945 yılında türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırılarak, 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya konulmuş ve anayasadaki öztürkçe kelimeler tamamen ayıklanmış ve “bakanlıklar”, “vekalet” , Genelkurmay Başkanlığı” ise “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirilerek öncülleri İtilaf Partisinin beklentilerine ne kadar uygun çalıştıklarının ve devir aldıkları mirasın nasıl tavizsiz takip edildiğinin bir kanıtı olmuştur.
9 Nisan 1953: Yere göğe sığdırılamayan herkesin de öykündüğü DP hükümetinin Maliye Bakanı Hasan Polatkan, döviz açığının 553 milyon dolar olduğunu açıkladı. Bizde kendisini bugünkü ardılları nezdinde kutluyoruz, çünkü memleketi borç batağı içine sokmalarına rağmen bu mızrağı bu çuvala sokabildikleri için.
14 Aralık 1953: DP Hükümeti, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkarır ve ardılları bu hareketide demokratik bulduklarından memleketi ortaçağ karanlığına sürekleme cesareti gösteren partilerinin kapanması davasına feveran ederler haklı olarak. Ama bu sefer ardılları inanılmaz şekilde yabancı destek alırlar sadece sadece bu destekçilerin ülke içindeki ikballaerine karşılık.
7 Mart 1954: Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis'te kabul edilerek bugün iktidarda bulunan ardıllarının da hazırladıkları yasaların meclisten önce ABD ve AB yetkililerine göstererek onay almalarının müthiş bir örneğini oluşturmaktadırlar.
8 Mart 1954: Basını sıkı kontrol altına alan ve özünde kendilerinden olmayan basını hedef alan basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedilerek bugünkü iktidardaki ardıllarının dayattığı üzere bunlar ne beyan ederlerse o kanun olur beklentisinin öncülü olmuşlardır.
14 Mart 1954: Kendilerinden olmayana kin o kadar büyüktür ki; DP’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar'a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanarak bugünde basındaki aracıları ve muhbirleri aracılığı ile yaptıklarına güzel bir örnek oluşturmaktadır bu davranışlar; ama hafızaları sıfırlanan ve cesaretleri kırılan vatandaşlara bunun demokrasi olduğu yalanı büyük bir ustalıkla anlatılmaktadır.
2 Mayıs 1954: Genel seçimler yapılır ve oyların %57,6’sını alan DP 503 milletvekilini TBMM ye gönderirken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabilmiştir.

Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alındığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan yukarıdaki özet, mezkur partinin iktidarda kaldığı 10 yıllık sürecin 1. bölümünü oluşturmaktadır.

Aslında bügün hükümet eden partinin 2. adamı Mehmet Mir Dangır Fırat “Devrimler nedeniyle travma yaşandı dedim. Yalan mı, yanlış mı? Ben kötü niyetle o sözleri kullanmadım. Devrimler kötü demedim ama bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislamlık sona ermedi mi? diyerek AKP nin gerçek niyetinin Şeyhülislamlığı geriye getirmek, fiiliyatta uygulamada olan tekke ve zaviyeleri de yasal bir duruma kavuşturmak istediğinin açık kanıtı değilmidir.

İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Ve bunula ister övünün ister yerinin taktir sizin.

Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur ve ben de bunu yazmaya sonraki yazılarda da devam edeceğim.

Perşembe, Haziran 12, 2008

VAN GÖLÜ’nün incisi İNCİ KEFALI







Uzun zaman önce muhtemelen de; İZTV’de izlediğim bir belgesel de, dünyada bir başka örneği olmadığını öğrendiğim inci kefalı hakkında ve özellikle de üreme sürecini gerçekleştirdiği müthiş nehir sularına çıkma macerası hakkında geniş sayılabilecek bilgi sahibi olmuş ve işte tamda o günden beri aşağıda izlenimlerimi aktaracağım seyahati gerçekleştirme fırsatı arar hale gelmiştim.
Ve nihayet birkaç yıldır planladığım, bu büyüleyici serüveni canlı olarak izleme şansına sahip olabildim.
Van Gölü; deniz seviyesinden 1.646 metre yüksekte ve 3.700 km2 lik alanı kaplayan, en derin yeri 450 mt olan bir içdeniz sayılabilecek, lav seti gölü olup suyu sodalı ve tuzludur. Erek, Nemrut ve Süphan Dağı ile çevrelenen göl harika manzaralar oluşturmaktadır. Van Gölü'nün sodalı suyunda sadece bir doğa harikası olarak nitelenebilecek bol yumurtalı bir balık türü olan inci kefalı yaşayabilmekte ve bunun dışında da herhangi bir canlı yaşayamamakta, Van; inci kefalının ana vatanı olup ayrıca bölge ekonomisine de bir hayli katkı sunmaktadır. Çeşitli zamanlarda ve kaynaklarda özellikle de bazı nitelikli tartışma programlarından adını öğrendiğim Sn. Prof. Dr. Mustafa Sarı hoca’nın önderliğinde; bu nesli maalesef ölçüsüz ve sınırsız avlanma nedeni ile tükenme noktasına gelen inci kefalı, başta Doğa Gözcüleri Derneği olmak üzere ve bilahare de ilgili Jandarma Komutanlığı, Van Valiliği, Erciş Kaymakamlığı, Çelebibağı Belediye Başkanlıklarının destek ve katılımları ve uygulamaları ile bugün tekrar korunarak kullanılmaya hazır önemli bir ekonomik değer oluşturmaktadır. Bütün bu değerli bilgileri orada bulunduğum sürede Van İli Kültür Turizm Müdürlüğüne vekalet eden Sn. Salih Tatlı’dan alırken de; aslında türkçe dil uyumuna uygun olmasına rağmen tekrarla hatalı olarak söylediğim “inci kefali” biçiminden “inci kefalı” biçimine dönüştürmekte de zorlandım açıkçası. İnci kefalının
ekonomik ve besin değeri üzerine, anatomik yapısına yönelik bir sürü daha bilgi aktarmak mümkün ama bunlara hiç gerek olmadığı kanaatindeyim.
Bu ömrü en fazla 7 yıl olan, 3 yaşından da itibaren üreme faaliyetlerine başlayan inci kefalı; yılın büyük bölümünü Van Gölünün uygun bölgelerinde geçirmekte olup, göl suyunun sıcaklığının 13 C yi geçtiği zaman ki, bu yaklaşık olarak yılın nisan ayı ortalarından itibaren gerçekleşmektedir, görece soğuk ve kar sularının beslediği derelerin ağızlarına gelerek tatlı su ortamına alıştıktan sonra da yumurtlamanın gerçekleşmesi için derelerin memba taraflarına büyük, zor ve meşakkatli bir yolculuk başlatmaktadırlar. Derelerin su akımlarının görece yavaşladığı, hafif çakıllı ve kumlu bölgelerine; çakıllara veya kumlara sürtünerek, yumurtlarını bırakarak, artık görevini tamamlamanın rahatlığı içinde, buraya gelmek için harcadığı çabayı da bu sefer de tam tersi istikamette göstererek tekrar Van Gölünün uygun ortamına dönmektedirler.
Buraya kadar aktardığım bu bilgileri, herhangi bir şekilde yazılı ve görsel basında bulmak mümkündür ama konunun asıl tılsımlı, büyülü ve muhteşem tarafı ise bu sürecin önemli bir bölümünü oluşturan; tatlı suya alışmak için bekledikleri ve yeterince de bekledikten sonra harekete geçmeleri, karşılaştıkları doğal engelleri aşarken de kimi zaman sıçrayarak kimi zaman yer yer de 30 dereceye varan ve suyun nispeten çok az derin olduğu bölgelerdeki kayalara sürtünerek çıkmaları muhteşem ve izlemeye doyulamayan bir keyif vermektedir insana. Tam bir gün boyunca bu harika doğa olayını izlemek için, büyülenmişcesine ve nerede ise gözümü ayırmaksızın; beklemekte olan onbinlerce balığı ve yeterince bekleyip te harekete geçen diğer binlercesini Van İli Erciş İlçesi yakınlarındaki Balıkbendi bölgesinde; Erciş açık cezaevi infaz kurumu iş yurdu tarafından işletilen “endemik Van Gölü inci kefalı izleme noktasında”, geçirmenin inanılmaz mutluluğunu yaşamış bulunmaktayım. İnci kefalının; defalarca sıçrayıp başaramadığı ama asla vazgeçmediği hatta bu uğurda harcanan çabanın fazlalığı nedeni ile de ölümle sonuçlanmasını
yada kısa ama çok ve inanılmaz emek harcanarak katedilen bir mesafeden sonra bir kayanın duldasında dinlenmesini, ve tekrar yola koyulmasının dayanılmaz büyüsünü yazıya maalesef bu kadar aktarabiliyorum. Ve diyorum ki; bu doğa olayı birinin yazısından yada film ve videolarından takip edilerek yeterince keyif alınması mümkün olmayan bir olaydır; ve her doğa severin, hatta herkesin yaşamı boyunca en az bir kez izlemesi gereklidir. Bu nedenle tatil yada gezi planı yapan herkesin; genellikle Mayıs başı ve haziran sonu için bu harika ve müthiş olaya tanıklık etmeleri gereklidir.
Bu müthiş doğa olayına tanık olmanın mutluluğu yanında orada yaşadığım birkaç ironi dolu ama eğitimde durumumuzun ve bu kabil olaylar karşısında nasıl davrandığımızın tespiti sayılabilecek birkaç gözlemimden bahsetmem kaçınılmaz olmuştur..
Van insanının ve özellikle de yabancılara gösterdiği, cana yakın tutum örneklerinden olmak üzere; yanıma gelerek, gerek İnci kefalı ile ilgili bilgiler vermek gerekse de yöresel sıkıntılar merkezli yakınmalarda bulunan ve emekli bir devlet memuru olduğunu öğrendiğim vatandaşımız; yöre insanının asla kurallara uymadığı avlanmanın yasak olduğu sürede de inci kefalını avlamaya hatta bekledikleri yerden torbalarla toplamaya devam ettiklerinden dem vurarak piknik yapmakta oldukları yere beni davet edip çay ikramında bulundukları sırada ailenin en küçüğü olduğunu tahmin ettiğim 12 – 13 yaşlarında bir delikanlının gelerek beni çay içmeye davet edene; belli ki aile reisi, “ baba, baba, tam bir torba balık toplamıştım ki jandarma elimden aldı ve imha etti” demesi de tam bir komedi idi açıkçası.
Ayrıca; yine beni yabancı görmelerinden ve merak etmelerinden olsa gerek, yanıma gelen ve müthiş doğa olayını izlerken de yaklaşık 1,5 yada 2 saat konuştuğumuz vatandaşımız ise; inci kefalının bu üreme amaçlı serüvenini izlemeye, hatta kendi deyimi ile de “taaaa Ankara’dan” gelmiş olmamı pek inandırıcı bulmadığından olsa gerek yada “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımı ile bu konuştuğumuz süre
içinde “abi sen gerçekten inci kefalini izlemeye mi geldin” sorusunu en az 10 defa tekrarlayıp durdu. Belli ki içinde bulunduğu ortam kendisi için olabildiğince sıradan ve kanıksanmış bir durumdur.
Diğer taraftan; inci kefalının bu müthiş serüveni süresince avlanma yasağı konusunda tedbir almak ve koruma yapma görevini üstlenen jandarma ise; belli ki üst kademelerin konunun ciddiyetini kavradığı kadar sahada görev yapanlara kavratamamış, çünkü izlediğim noktanın ve nehrin tam karşısında gencin birinin torba torba balık toplamasını jandarmaya göstermemim üzerine jandarma eri hemen koştu, bağırdı çağırdı ama nafile genc avlanmakdan vazgeçmedi ne yazık ki er onu durdurmaktan vazgeçti, bunun üzerine bende jandarma erine biraz sert tarzda konuşunca “işimiz gücümüz bitti balıkla uğraşıyoruz artık” gibi birşeyler dedi, bende buna mukabil “dua et ki, böyle yararlı bir faaliyette bulunuyorsun” deyince, sonradan Ankara’lı olduğunu öğrendiğim bu sempatik er yanıma geldi ve askerlikten ve özellikle inci kefalinden konuşunca, maalesef jandarma eri de “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımını gösterdi ama konuşmamızın sonunda en azından nezaketen da olsa, bu müthiş doğa olayının çok önemli olduğunu kabul etti.

Cumartesi, Mayıs 31, 2008

BAZI ŞEYLER ADAMIN AYAĞINA DOLANIR İŞTE

ETME BULMA DÜNYASI

22 temmuz seçimlerinden sonra; 60. hükümetin kurulmasını müteakip Başbakan Recep Tayyip Erdoğaneylem planı” nı ıklamış ve bu planın yazımıza da konu olan tarafını, yani Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) ve halen Devlete ait bulunan Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası’nın İstanbul’a taşınacaklarını ilan etmiş idi.

T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması konusunda en önemli ve büyük gerekçeyi ise, birlikte çalışmakta olduğu bankaların tamamının merkezlerinin İstanbul'da bulunması ve İstanbul’un adeta bir finans merkezi olması nedeni ile de sadece T.C. Merkez Bankasının değil; Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası gibi devlete ait bulunan bankaların da T.C. Merkez Bankası ile birlikte hareket etmesi, oluşturmakta idi bu ıklamaya göre. Gerçi bu ıklamalardaki gerekçe de kimselere pek inandırıcı gelmemişti doğrusu.

Aslında son günlerde çok tartışılan T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması niyeti ve isteği yeni bir konu değil. Bu niyet ve istek ilk defa; 1987-1993 yılları arasında T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saracoğlu tarafından gündeme getirilmiş ve sonradan yerine gelen Bülent Gültekin ve Yaman Törüner döneminde de konu ile ilgili bir hayli detay çalışma ve plan da yapılmıştı ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakat gereği Leventteki arsa satın alınmıştı. Hatta o günlerde Merkez Bankasında çalışan bir dostumdan öğrendiğim kadarı ile de; yapılması planlanan Genel Merkez binası önce 36 kata göre düzenlenmiş olup, bilahare Silahlı Kuvvetlerin burada İstanbul için kendi savunma sistem ve planları neticesinde kat sayısının 30 ile sınırlı olmasının uygun olacağı beyanı üzerine de, 30 kata kadar azaltılarak yeniden düzenlenmiş idi.

TCMB 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" adı altında özel hukuk tüzel kişiliğine sahip ve özel sermayenin de katılması ile bir anonim ortaklık şeklinde kurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki; daha en başında kuruluş aşamasında, bile Bankanın bağımsızlığına ve özerkliğine özen göstermiş kurucuları; ve, bu titizlik adına bile yansımıştır, başka bir deyişle T.C. Merkez Bankasının sıradan ve diğer bankalar gibi bir banka olmadığı ık olup kar amacı gütmeyen ve devletin milli parayı ve para politikasını yönetme yetkisi verdiği bir kuruluş olması nedeni ile de devletin temel organlarından biri olmuştur. Bu nedenle kamuoyunun ortak görüşü olarakta T.C. Merkez Bankası devletin başkentinde olması yönündedir ve diğer bankalarlayaslanarak ta Onlar İstanbul’a taşındı biz de T.C. Merkez Bankasını İstanbul’a taşımalıyız” gibi bir yaklaşım; mevduat bankacılığı yapmayan, ülkenin parasına ve para politikasına yön veren ve en temel amacı da para piyasasını ve paranın dolaşımını düzenlemek, hazine işlemlerini yerine getirmek, Türk parasının değerini korumak olan bankanın bu ödevleri yerine getirirken de, Hükümet ve diğer devlet kurumları ile eşgüdüm içinde çalışması gerekmekte olduğundan, çok kolay izah edilebilmekten uzak kalmaktadır.

Bunların yanında tali olarak değerlendirilebilecek olan; Çalışanların; ki yaklaşık 20.000 civarında olduğu bilinmektedir, mevcut kurulu düzenlerini bir anda bozacak olmaları toplumsal sorunlara yol açacağı gibi ve bilindiği üzere büyük çoğunluğunun İstanbul’a taşınmak istememesi nedeni ile de ciddi anlamda banka ısından uzman eleman sorununa yol açacağı kesindir. Hiç bir şekilde ekonomik ve sosyal gerekçelerle ıklanamayacak bu inadın dayatması taşınma isteği; aileleri ile birlikte yaklaşık 80.000 kişinin bir anda yerinden ve yurdundan oynatılması anlamına geldiği gibi, Megakent İstanbul’a da yaratacağı sorunlar ve olumsuzluklar da hiç te küçümsenecek gibi değildir.

T.C.Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması; T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saraçoğlu ve halefleri tarafından gündeme getirilmesine hatta konu ile ilgili bir hayli de detay çalışma, plan da yapılmasına ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakatlara dayalı olarakta yukarıda bahsedildiği biçimi ile de plan düzenlemeleri yapılmasına rağmen, acaba neden Leventte satın alınan arsaya gerekli inşaatların yapılmasına; Belediyenin de onayını alma aşamasında bizzat Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkmıştır, diye sorulacak olursa; başta Levent olmak üzere bu taşınmanın İstanbul’a yaratacağı olumsuz etkilerden ötürü bir belediye başkanı olması nedeni ıklanmıştır o dönemde.

Geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye başkanlığı döneminde T.C. Merkez Bankasının bu boyutu ile taşınmasına karşı çıkması ve bugün de T.C. Merkez Bankasının taşınmasını “Bu konuda kararımızı verdik, hatta yerleri de belirlenmiştir. Kanunsa kanun çıkartırız” biçimi ile savunması, o günlerde İstanbul’a göç edenlerden ve taşınanlardan vize istenmesine kadar geliştirdiği radikal tavrının tekzibi anlamına gelen bu uygulamanın izahı nedir acaba? O gün radikal biçimde insanların iş vebulmak adına Megakente gelmesine karşı çıkan Recep Tayyip Erdoğan; kendi deyimi ile de değişmedi ise, acaba kendi özgür iradesi dışında bir takım dayatmalar ile mi karşı karşıya yoksa bizzatihi kendisi başta olmak üzere bir tarafta Osmanlıcı özlemli diğer tarafta ise de Malezyadan İran’a kadar bir sürü ülkeyi kendisine model seçmiş ve Türkiye Cumhuriyetine savaş açmış bazı tarikat ve cemaetlerin Ankara’nın başkent olmasını hala içine sindirememiş olmuş olması ve son tahlilde İstanbul’u başkent ilan etme hesaplarının bir parçasımı dır bu eylem?

İşte bazı şeyler böylesa süreli düşünülür ise; birgün insanın ayağına dolanır o şeyler. Etme bulma dünyası işte.

Salı, Mayıs 27, 2008

ÖZEL GÜVENLİKTE TEHLİKELİ GELİŞMELER ve TIRMANIŞLAR

Türkiye 20. yüzyılın son 10 yılında özel güvenlik kavramı ile tanıştı ve yurttaşlarımızın o güne kadar sadece Hollywood filmlerinde seyretmiş oldukları özel güvenlikçilerin güncel yaşamlarına girmelerine ise son 3 yılda tanık olmuşlardır.

Önceleri yurttaşlarımız; özelleştirmelerin dünyada insanların özgürleşmesinin en önemli araçlarından olduğu ve bu uğurda yapılacak her çalışmanıp kutsanmasının gereği gibi tamamen yalan olan bilgi bombardumanı altında gerçeklerden uzaklaştırılıp, rüya aleminin büyüsüne kapılmışlardır. Konunun özel güvenlik ile ilgili boyutu ise; öncelikle MOBESE ve Telefon izleme-dinleme gibi sistemlerin batı uygarlığının ve çağdaşlığının bir unsuruymuşçasına, ama asla neden toplumun bu güvensiz koşullarda yaşamasını engellemediklerini yada engelleyemediklerini ve neden toplumun bu detayda izlenmesinin gereğinin tartışılmasına izin vermeksizin, temelde de devletin militarist yapısının her geçen gün artan gereksinimlerine uygun olarak toplumun zaptu rapt edilme oldu bittisi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Önceleri bu tür yapılanmalara çağdaş yaşamın gereği imiş gibi alıştık ve bu yeni ortam uzun erimde de; yurttaşlarımızın daralan yaşam alanları, sosyal yıkım saldırıları, artan işsizlik ve açlık karşısında pozisyon alabilecekleri de gözetilerek teşkilatlandırılan ve elit kesimlere daha güvenlikli yaşam ve çalışma ortamları hazırlama adına özel güvenlik şirketlerine geçiş için uygun ortam yaratmış oldu ve giderek daha organize Özel güvenlik şirketleri büyük alış-veriş merkezleri, bankalar, metrolar, büyük sanayi siteleri ve fabrikalar, toplu konut siteleri, liseler-üniversiteler derken de neredeyse hayatımızın her alan ve bölümünde karşımıza çıkmakta ve yaşamımızın doğal bir parçası gibi kanıksanır olmuştur. Ve belki de; bazılarının deyimi ile kontrolsuz ordu da denilen bu özel güvenlik şirketleri, kaba öncülleri durumunda olan lejyonerler, paralı asker uygulamalarından uzun yıllar içerisinde çıkartılan sonuçlara uygun olarak ve çağımızda da dünya patronlarına karşı çıkılabilecek noktalarda da alınması gereken önlemler çerçevesinde yada yarın öbür gün yaşanabilecek muhtemel iç savaşlarda tıpkı Irak ve Afganistan da ki benzerleri gibi pozisyon almalarının aracı olarakta sahne alacaklardır.

Esasen Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan bir raporda da; “çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren özel güvenlik şirketlerinin, uluslararası hukuku dikkate almadan faaliyet gösteren, “modern zamanların paralı askerlerine” dönüşmekte olduğu uyarılarında bulunulmakta ve Hükümetlerin, aslında silahlı kolluk kuvvetlerinin yapması gereken işleri, özel şirketlere ihale ettiklerine dikkat çekilen raporda, bu özel şirketlerin herhangi bir yargı denetimi ya da hesap verme mekanizması olmaksızın faaliyet gösterdikleri vurgulanmaktadır.

Özel güvenlik açısından ülkemizdeki durum ise bütün arabeskliği ve çekiciliği ile yaşanmakta olup; kısa geçmişi ise de kamuoyu tarafında kaygı ile izlenmektedir. Bu konunun önemli bir tarafını da ki bu yazımızın asıl önemli tarafını oluşturacak kısmı olan, 5188 sayılı özel güvanlik yasası ile düzenlenen 5. madde ye istinaden ilgili alanda yabancıların göstereceği faaliyetleri kapsamakta olup “Yabancı kişilerin özel güvenlik şirketi kurabilmesi ve yabancı şirketlerin Türkiye'de özel güvenlik hizmeti verebilmesi mütekabiliyet esasına tâbidir” denilmektedir. Bir devletin, başka bir devletin yurttaşlarına uyguladığı hukuki ya da fiili bir davranış şekline karşılık, diğer devletin de aynı şekilde davranması demek olan mütekabiliyet konumuz çerçevesinde bir TC Yurttaşının muhatap ülkelerde benzer faaliyetleri göstereceği anlamında anlaşılmaktadır. Ne varki bırakın çalışmanın uygun ortamını, turistik seyahatlaerin bile ne büyük zorluklarla alınabildiği herkesin malum olduğu vize uygulamasına (işkencesine) tabi iken; yabancı özel güvenlik şirketleri için ülkemizin büyük bir potansiyel oluşturduğu anlamak için çok fazla da zeki olmanın gerekmediği açıktır; yeter ki normal düzeyde gören gözünüz, normal düzeyde işleyen bayniniz olsun... Sanki; nerede ise ekonomik faaliyetlerin tamamına hakim olan global sermaye artık yaptığımız yatırım ve faaliyetlerimizin güvenliğinide kendimizin sağlaması en uygun yoldur mütalaası ile; Ülkemizi yönettiğini iddia edenlerden yerel ve ulusal güçlerin ilgili alanı boşaltmalrını istemiş ve sanki başarmışlar gibi de bir tablonun ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

Zaten konu TBMM koridorlarına taşınmış ve bazı ciddi feryatlarının oluşmasına başlanmıştır ve bazı milletvekilleri artık bu konunun önü alınamaz egemenlik sorunlarına yol açacağını haykırmaya başlamışlardır. Ülkemizde kurulmuş ve stratejik öneme haiz kurumların güvenliğini sağlamakta olan özel güvenlik şirketlerine satın alma yolu ile sahip olan yabancı şirketler ki; bunların çok büyük bir çoğunluğunun global sermayenin finanse ettiği ABD ve İsrail kökenli oldukları konu ile ilgili herkes tarafından bilinmektedir, yine mezkur yasaya istinaden düzenlenen ilgili yönetmeliğin “alarm merkezleri” başlığı altında düzenlenen maddesine göre “Alarm Merkezi Kurma ve İzleme merkezleri” kurulmasına olanak tanımasına istinaden fiili istihbarat toplamaya hak kazanmış sayılmaktadırlar. “Alarm merkezleri, alarm sistemleri aracılığıyla sürekli olarak yapılan izleme sırasında gelen ihbarları değerlendirir ve teknik bakımdan doğrulanan ihbarları sorumluluk bölgesindeki genel kolluğa en kısa zamanda bildirir” amir hükmü çerçevesinde izleme yada bilgi toplama sırasında edindiği bilgileri işledikten sonra ilave olarak ekonomiye çevirse ve genel kolluğa bildirmese kimin nasıl haberi olacaktır acaba.
İzleme ve dinleme konusunda inanılmaz teknolojik atılımlar katedilen bu süreçte ve de özellikle ekonomik operasyonların yapılmasında global sermayenin geleceği etkin durum yeterince açık iken konu ile ilgili yetkililerin sesinin çıkmaması da konuyu bir hayli tetikleyip; yerli özel güvenlik şirketlerinin de mezkur satınalmacılar nezdinde girişimlerini arttırmalarına yol açmaktadır.

Günümüz itibari ile sayıları 950 ile 1.000 arasında olduğu bilinen bu özel güvenlik şirketleri/orduları personel sayısı itibari ile de 350.000 personele ulaşmış bulunmakta ve Silahli Kuvvetler ve Emniyet güçlerinden sonra 3. büyük güç olmuştur.

Güvenlik hizmetleri yerli yada yabancı özel şirketlere bırakılamayacak kadar mahrem olup aynı zamanda da hassas, stratejik ve kritik bir konu olması nedeni ile behemahal ilgili tüm yasaların iptal edilmesi ve bu son tahlilde birer küçük ordu niteliğindeki bu güçlerin behemahal tasfiye edilmesi ülkemiz adına kaçınılmaz ve hayırlı bir girişim olacaktır. Konuya ilişkin olarak da gerek Hamidiye alaylarından ve gerekse de koruculuk sisteminin toplumsal yapımıza ve barışımıza verdiği zarar açısından da önümüzde bu kadar canlı örnek oluşturmuşken hala parmağım kör gözüne misali inad etmemizin sadece ve sadece ecelimize yaptığımız hızlı koşudan başka birşey değildir.

Çarşamba, Nisan 09, 2008

BİR KURULUŞ BİR ÜNİVERSİTE BİR BÖLGE ve BİRÇOK ADAM-1

JINSA – EXETER – ORTADOĞU ve TÜRK POLİTİKACILARI
JINSA ( Jewesh Institute for National Security Affairs – Yahudi Ulusal Güvenlik İşleri Enstitüsü); kol kola iç içe geçmiş CIA ve MOSSAD yapılanması ve aynı zamanda lobi kuruluşu, Rand Corparation, BESA Center strateji kuruluşlarının katkısı ile etkisi artan biçimde devam etmektedir. JINSA Çevik Bir’e liderlik madalyası, İsmail Hakkı Karadayı’ya liderlik madalyası, Mesut Yılmaz’a liderlik madalyası, Tayyip Erdoğan’a cesaret madalyası verdi. (Aslında JINSA nın lobi ortağı AJC tarafından verildi) ve ayrıca Mehmet Emin Karamehmet’e seçkin lider madalyası verdi.
EXETER Üniversitesi; öğrencilerinin önemli bir çoğunluğu ortadoğu ve müslüman ülkelerden gelen ve ülkenin yönetiminde yer alması açısından gelecek vadeden akademisyenler ve politikacılardan oluşan ve İngilizci yetiştiren bir eğitim kurumudur. Bu üniversiteden mezun olanların büyük bir çoğunluğu İslam Kalkınma Bankasında çalışarak İngiltere’nin emperyal politika uygulamaları adına İslamcı görünüşleri altında ziyadesi ile görev yapmaktadırlar. Ayrıca Exeter Üniversitesi bünyesinde “Kürt Araştırmaları Enstitüsü” olan tek yüksek öğretim kurumu olup bünyesinde Arap ve İslami Araştırmalar Enstitüsü de bulunmaktadır. İngiliz istihbarat örgütlerinin; müslüman ülkelere ve de özellikle de ortadoğudaki görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümünü bu Üniversiteden seçtiği hatta herbirini kendi ülkelerinde tespit ederek bu Üniversitede eğitim görmesini sağlamakta olduğu herkesin malumudur. Diğer taraftan Müslümanlar ile Kürtler üzerine uzmanlaşması kararlaştırılan ve uzun vadede İngiliz ajanı gibi çalışması planlanmış olanlarda bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilirek yüksek lisans ve doktora diplomaları ile taltif edilirler ki, kendi ülkelerinde çok kolayca bir takım üst görevlere getirilsinler ve planlanan fayda temin edilmiş olsun. Bu kapsamdan sayılmak üzere “İslam Kalkınma Bankası” üst düzey çalışanlarının hemen hemen tamamı bu üniversitede; gerek lisans, gereksede lisans üstü, rahle i tedris eylemişlerdir. Bu konuda Ülkemiz incelendiğinde ilaveten; Abdülkadir Aksu’nun İçişleri bakanlığı dönemlerinde hatırı sayılır ölçüde emniyet müdürü, kaymakam ve adaylarının bu üniversitede lisans üstü eğitim aldığı görülecektir. Bahse konu zevat ile ilgili olarak bu yazı dizisi kapsamında; ilişkileri, etkinliklikleri ve etkileri ile birlikte yer almaları sağlanacaktır. Ama asıl kimler yer alacaktır diye baktığımızda ilk elde sayılabileceklerden; Abdullah Cumhur Gül, Mehmet Şimşek, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğu, Gazeteci Fehmi Koru, Kayseri Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Şükrü Karatepe gibi necip Türk milleti büyükleri bulunmaktadır.
JINSA ve EXETER Üniversitesi arasındaki bağ direk olmamakla birlikte, Gerek ABD ve İngiltere, gerek özellikle ABD de konuşlanmış lobi kuruluşları ve yine A.B.D. de konuşlanmış Milletlerarası Endüstri İlişkileri Cemiyeti ile Milletlerarası Müslüman Sosyal Bilimadamları Cemiyeti gibi teşkilatlar, gerek Milletlerarası İslam İktisatçıları Cemiyeti gibi uluslararası Müslüman teşkilatları üzerinden, gerek Türkiye Milli Kültür Vakfı, İlim Yayma Vakfı, Aydınlar Ocağı, İslami İlimler Araştırma Vakfı gibi yerel teşkilatlar üzerinden tam anlamı ile bir biat kültürü çerçevesinde bağlar kurulmakta ve beklentiler ve planlar çerçevesindeki işlemler gerçekleştirilmekte olup gayeye yönelik asıl gayretinde dinler arası diyalog için çaba sarfeden kuruluş ve kişilerindir. Bu konu ile ilgili basında çok miktarda açıklama, yazı veya yazı dizisi bulunması nedeni ile mezkur konu bu yazının konusunu kapsamamaktadır. Şu kadarını söyleyeyim ki çok merak edenler yukarıda adı zikredilen zevatın ve yönetimlerinde bulundukları teşkilatların üzerinden nasıl ilişkiler oluşturduklarını izlerlerse durumun ne kadar açık olduğunu hemen farkedeceklerdir.
Bu yazı dizisinin ilk konuğu da T.C. 60. Hükümette Devlet Bakanı olan Mehmet Şimşek olacaktır.
Mehmet Şimşek, 1 Ocak 1967'de Batman İli Gercüş İlçesi Arıca Köyünde doğmuş. İlk ve Orta öğretimini yörede tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümünden mezun olmuş aynı fakültede yaklaşık bir yıl araştırma görevlisi olarak çalıştıktan sonra burslu olarak Yüksek lisansını finans ve ekonomi dalında İngiltere'de Exeter Üniversitesinde tamamlamış ve Türkiye’ye dönmüştür. ABD Büyükelçiliği’nde kıdemli Ekonomist olarak Ekonomi üzerine analizler yaparak çalışmaya başladı. 1. Körfez Savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan peşmergelerle, orada insani yardım adı altında görevli ABD askerleri arasında ABD Büyükelçiliği görevlisi olarak ve asıl önemlisi o yıllarda basından hatırlanacağı üzere gazetelere çarşaf çarşaf verilen “Kürtçe- İngilizce” bilen eleman aranıyor ilanlarından işe aldığı yüzlerce yardımcısı ile birlikte tercümanlık yapmış ve bu işleri kotararırkende bölgeyi her anlamda tanımış ve yörede kalıcı ilişkiler oluşturma fırsatı bulmuştur.. Bu tanıma konusunda geliştirdiği özellikleri sayesinde yine basında kısa süreli de olsa çokça fırtınalar kopartan ve yörede Saddam saldırısı karşısında sıkışan ve sayıları yaklaşık 3.500 ile 5.000 civarında olduğu söylenen CIA ve ABD ajanı niteliğindeki yerel insanın çok kısa bir süre içerisinde ve ağırlıklı olarakta helikopterler kullanılarak tahliye edilmesinde üstün gayretler göstermiştir ki bu tahliye edilenler ABD tarafından eğitilerek bilahare daha donanımlı olarak bölgeye 2. körfez savaşı sırasında gönderilmişlerdir, kendileri için bu önemde görev üstlenmiş kişileri asla unutmayan ve terketmeyen kadirşinas ABD yönetiminin sayesinde ABD ye yerleşmiş ve kısa süreli de olsa kariyerinin yıldızları arttıracak mevcut olanlarını ise parlatacak olan Newyork’taki UBS Bank ta hisse senedi analiz departmanında görev almıştır.
Bilahare İstanbul’a dönerek Deutsche - Bender Menkul Değerler’de iki yıl çalıştıktan sonra, Dünyanın önde gelen yatırım bankalarından birisi olan Merrill Lynch'te çalışmaya başlamış ve 2000 yılı yazında başlayan Merrill Lynch döneminin ilk günlerinde Mehmet Şimşek'in sorumluluk alanında Türkiye, Yunanistan, Mısır ve İsrail’i içeren Akdeniz bölgesi, 2001'in ortasından itibaren de sorumluluk alanına Rusya, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti de eklenerek 2005 yılı sonunda Merrill Lynch'in Avrupa, Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölüm Başkanlığına getirilmiştir. Bir aralarda da adı Merkez Bankası Başkanlığı içinde geçmiş olmasına rağmen eski Cumhurbaşkanını aşamamışlar ve öyle olmazsa böyle olur desturu ile de 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP den milletvekili olmuş ve derhal parlak kariyerine uygun olarakta Devlet Bakanlığı görevini üstlenmiştir. Merrill Lynch bu eski çalışanını unutmadığı içinde daha önceden raporlar hazırladığı Sabah-ATV grubunun satışı konusunda kendisinden hizmet ve servis almış ve Abdullah Gül ile görüşerek kendisine verilen hedef doğrultusunda aracılık etmesini istemiştir.
Kendisini “kültürel anlamda muhafazakar-demokrat, ekonomik anlamda ise radikal-liberal ve politik anlamda da kendini merkezde” tanımlayan, aslında ne olduğu için de bu tür parlak ve cafcaflı laflar gerekmeyen ve tamda kariyerinden gelen misyonunun yansıttığı biçimi ile görev üstlenen bu bakanımızın hayatından da görüleceği üzere; İslami kesim – Exeter Üniversitesi – İngiltere – ABD ve ABD konuşlu JINSA destekli lobi kuruluşları vasıtası ile, Ortadoğu ve İslam dünyası üzerinde mezkur adreslerdeki mahfillerde senaryosu yazılan oyunlar mezkur zevat üzerinden sahne almaya devam etmektedir.

Çarşamba, Nisan 02, 2008

Sn. Aydın KORKMAZ

Gazetenizin "Özelden Genele" adlı köşenizde "Eylülistler, Eylülzedeler ve de Eylülzadeler" başlıklı yazınızı, gazetenizi takip etme olanağım olmadığından bir dost aracılığı ile; adımın yazıda konu edilmesi nedeni ile öğrenmiş bulunmaktayım. Adımın tarihe not düşmek adına, eylülzedeler bölümünde bulunması nedeni ile tarafınıza teşekkür eder ve zade olmaktansa zede olmanın şerefini de ayrıca halen yaşamakta olduğumu da iftiharla belirtmek isterim.

Ancak; özellikle belirtmeliyim ki; zedeler bölümüne dönemin eylülist yada özentilerini muhtemelen de sehven mağdur gibi alınmış olması, o grupta yer alması gereken insanlara ayrılacak satır ve sutunları azalttığı gibi ayrıca da zor duruma sokabileceğini düşünmekteyim. Çünkü; bugün artık ipliği "susurluklarda" pazara iyice çıkmış ilişkilerin ürünü yada destekçisi olan bu kişilerin bir kısmı; o dönem mücadelelerinin tarihe hemde haksız olarak basit birer "sağ-sol kavgası" olarak geçmesi için çalışmış oldukları halde, yurdunu sevmekten başka hiç bir hedefi olmayan insanları komünist olarak göstererek hedef yaptıkları halde, insanların en temel haklardan mağdur edilmelerinde rol almış oldukları halde, belediye hizmetlerinden tutun her türlü kamu kurumundan sunulan ve her vatandaşın salt vatandaş olmalarından ötürü üstelikte bu hakkı elde etmek için vergi vermelerine rağmen, hak sahibi olduğu hizmetleri almarını engelledikleri halde, yazınızı bağladığınız yeni anayasa düzenlemelerindeki beklentilerinizin karşılanması dileğinde olduğu haslete ters düşecek şekilde 12 eylül anayasasının kabulu için gösterdikleri amansız çaba da çok açık olduğu halde, tarafınızca "zedeler" bölümünde değerlendirilmiş olması olsa olsa sırf şekil mağduru olmalarından ötürüdür umarım ve onlar asla zedeler bölümünde anılmayı hak etmemişlerdir.

Bu vesile ile yayın hayatınızda başarılar dilerim.
Saygılarımla;

Cumartesi, Mart 29, 2008

MALUMUN İLANI BİR PORTRE: SİNAN ÇETİN

“MUTLU OL BU BİR EMİRDİR” 02.kasım.1934 tarihinde Anadolu’da bir köy de geçtiğini kurguladığı ve Nebil Özgentürk'ün hazırladığı, 85 yıllık cumhuriyetin dönüm noktalarının insan öyküleriyle aktarıldığı "Türkiye'nin Hatıra Defteri" belgesel için çektiği kısa film, Batılılaştırma dayatmasını ve ardından gelen alaturka müzik dinleme yasağı konu alan bir yalan, uydurma ve hatta iftira itirafnamesi.

Sinan Çetin'in,
Film, bir köy evinde söylenen 'gesi bağları' türküsü ile başlıyor. Ailenin eğlencesi "susun lan" şeklinde soğuk bir emirle kesilir. Bir anda yüzlerine doğrultulmuş tüfeklerin namlularıyla burun buruna gelen aile fertleri neye uğradıklarını şaşırırlar. Eve gelen askerler aile fertlerine bundan böyle türkü çalıp söylemekten vazgeçmelerini, Batılı bestecilerin eserlerini seslendirmeleri gerektiğini anlatmaya çalışırlar. Ne var ki eve girip "Batılı olacaksınız" diye dayatan askerler de Batı müziğinden hayli uzaktır.

İşadamlığına sanat türbanını geçirmiş adam; Sinan Çetin, moda dünyasında muhafazakar eşcinsel olduğunu açıklayan ancak en fazla koruması gerekeni koruyamayan Cemil İpekçi’ye özenerek; sinema tarafında da sinemanın Cemil İpekçi’si olmaya niyetlidir anlayabildiğim kadarı ile.

SATIRBAŞLARI İLE SİNAN ÇETİN
1975 yılında Zeki Ökten ve sonraları Şerif Gören ve Atıf Yılmaz yanında rahleyi tedris ederken başka (yeraltı maden-iş ten de maalesef sıkı nemalanmıştır), yükselen değer yobazlık olunca başka sesler çıkaran abuk subuk biri;
En önce bir hiçken, devyolu, sonraları baktı olmuyor ortayolu, en sonudada hakyolu tutan gizli şeriatçı; (ne yapalım zaman zaman bu tür yaratıklara aramızda görev düşüyor);
Antalya film festivallerinde kendi filmi ödül alınca, destek; kendi sevmediği yada kendi desteklemediği filmlere ödül verilence ortalığı yıkan bir tatminsiz;
Gerektiğinde herşeyi yapabilecek hatta bir zamanlarda erkekçe dergisi için çektiği çıplak kadın poposu fotoğraflarının birer sanat şahaseri olabileceğini söyleyebilen bir deli bozması;
"düzen budur kardeşim bükemediğin bileği öpeceksin hatta daha güçlü bir bilek olacaksın kardeşim"i hayata geçiren insan. kapitalizmi eleştirip sonra nimetlerinden faydalanmak isteyen kişi olmayı tercih eden müstevliperver kemirgen;
"madem burada yaşamak ve çalışmak zorundayım" kararını verdikten sonra sürünün gideceği yolu değiştirmeye uğraşmak gibi zor bir işe soyunacağına; sürü ile birlikte gitmek hatta mümkünse en önüne geçebilme taktiğini çok iyi uygulamış ve hatta duruma bir de pragmatist yaftası asarak çok ta afili bir hale getirmiş bir dönek;
İki adet ifade özgürlüğü projesi için AB’den kendisine 450 bin Euro tahsis edilen kayıtsız şartsız AB teslimiyetçisi ve Atatürk düşmanı gerici-yobaz olan Atilla Yayla’nın çok değerli dostu;
“AKP’nin tanıtım ve medyadan sorumlu genel başkan yardımcısı Prof. Dr. Edibe Sözen ile önümüzdeki günlerde bir toplantı yapacağız. öncelikle fikir alışverişinde bulunacağız." deyip sonra da işi garantiye almak içinde, “AKP’nin yaptığı icraatları beğeniyorum. ülkemize huzur ve istikrar getirdi. ben geçtiğimiz seçimlerde istikrar için AKP’yi destekledim ve oyumu bu partiye verdim. bu seçimlerde de AKP’ye oy vereceğim. bence AKP devrimci bir parti. AKP’nin ekonomiye ve özgürlüğe bakışıyla devrimci bir parti olduğunu düşünüyorum" gibi sözler eden bir menfaatperver;
Bahçeşehir ve Bilgi üniversitelerinde kendine benzer goygoyları ile birlikte ve maalesef sinema üzerine dersler veren ama ne sevindiricidir ki kendisine hak veren bir öğrencisi bile olamayan, kariyeri kim tarafından şişirildiği çok iyi bilinen tam bir balon şovmen;
“Film Gibi” adı ile TV proğramı yapımcısı olarak ülkenin kültürel kalite anlamında irtifa kaybetmesine katkı sunan bir zoktirik lümpen;
10 ar çift siyah tshirt ve pantolonu bulunan ama ısrarla hergün ayrı ve temiz birisini giydiğini belirtmek zorunda olan bir megaloman ve aşağılık kompleksi bulunan aşağılarda birisi;
Sinema eleştirmenleri tarafından hiçte başarılı bulunmayan (özellikle de hazırkart reklamlarında ayyuka çıkan fahiş yönetmen hatası yüzünden), ama son dönemlerde sığındığı limandan aldığı destek ile Allahın Yürü ya kulum dediği zat;
Kariyerinde hiçte önemsenmeyecek bir dönüm noktası olarak, mobilya reklamı (istikbal mobilya-şeriat holding) çeken ve doğru yerde doğru zamanda bulunulması gerektiğinin ispatı andavül bir insan;
Aslında yakın çevresinin de sık sık söylediği üzere bütün ettiği lafları, karısı Rebekka Haas’tan öğrenip tekrarlayan bir papağan ve doğru eş seçmenin ne kadar önemli olduğunu ispat eden reklam filmleri ağası;
Kirli sakallı entellektüel görüntü altında iş yapmak-para kazanmak dürtüsünün yarattığı hezeyanların tutsağı, işsizlere düşman, sosyal devlete düşman ve de her fırsatta alaya alan bir kin ve nefrete sahip, özgürlük diye düşündüğü şeylerin sadece kendi veya kendisi gibilerin rahatlığından öte olmayan bir makyevelist;
Yüksek entellektüel bilgisi sayesinde kendisine yer bulduğu TV8 deki “yaşamdan dakikalar” adlı geyik proğramında; Nazım Hikmet yanında İsmet Özel ve Teoman'ı sevdiği şairler arasına katarak her konuda ne kadar bilgili olduğunu (!!!) yada Nazım Hikmet’in kendince ne kadar önemsiz olduğunu tebarüz ettiren ve maalesef diğer geyikseverlerden de (Nebil Özgentürk ve Hıncal Uluç gibi) tepki almayan zır ve hınzır cahil;
Ağabeyi Sabahattin Çetin'in tanımlaması ile: "medya maymunu, ruhunu satan, tanrısı para olan, küfürbaz ve aynı soyadını taşımaktan rahatsız olunan" şeytan;
20 Şubat 2008 Habertürk’te Yavuz Semerci’nin sunduğu “Bilgi Odası’” programının konuğu olan Sinan Çetin, daha önce oy verdiğini ve desteklediğini ifade ettiği AKP’nin özgürlükler konusunda sadece kendi tabanını memnun etme tavrından rahatsız olduğunu ve “AKP’nin yanında durmaktan vazgeçeceğim veya vazgeçmek üzereyim” gibi laflar ederek kafasının ne kadar karışık ve cüzdanının ne kadar dolu olduğunu ima edip, necip Türk milletinin direksiyon hakimiyeti en güçlü fertlerinden biri olduğunu ispatlayan goygoycu;
Biridir SİNAN ÇETİN.

Bu abuk subuk herifle ilgili daha fazla uzatmadan kendisini en iyi ve en uzun süre tanıyan birinin görüşleri ile konunun bu boyutunu nihayetlendirelim.
KAFASI ASLINDA HEP KARIŞIKTI
Eski SHP Yöneticilerinden olan, Belge Film'in sahibi Sabahattin Çetin; yıllardır görüşmediği kardeşiyle ilgili olarak kendisine sorulan bir soruya; "Bu vereceğim cevap; aynı zamanda başkaları için de bir anlama geleceği için de söylüyorum. Ben bu konuda o arkadaş ile bir tartışma zemininde yanyana görünmek istemiyorum. Bu bir ağabey, bir kardeş olmaktan öte; bu konuda içim çok acıyor ve cevap vermekten sıkıntı duyuyorum. Bir insanın dünya görüşü yoksa, dünyaya temelli bir bakış açısıyla bakmıyorsa, sağdan sola, soldan sağa yalpalanır, yanlıştan yanlışa gider. Bu zaten bilimsel birşey, herkesin de bildiği birşey. Onun zaten bu konuda kafası hep karışıktı. Yine de karışık, yarın bugün başka bir yanlışın peşine düşebilir. "

YASAKLAR YASAKLANSIN DİYEN SİNAN ÇETİN

6 Nisan, 2006 Marmaris'in Armutalan Beldesi Belediye Meclisi, turistik tesislere yakın inşaatlarda çalışan işçilere türkü yasağı getirdi. Alınan karara göre, çalışır durumdaki turistik konaklama tesislerine 200 metreden yakın olan inşaatlar için, inşaat yasakları 15 Nisan-31 Ekim, diğer bölgelerde ise 30 Nisan-31 Ekim tarihleri arasında uygulanacak. Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, İnşaat İşçilerine Türkü Yasağı Kararına Destek verirken, işçilerin türkü söylemesinin yasaklanmasını olumlu bulduğunu söylerken;
SİNAN ÇETİN nerededir; AKP nin kanatları altında olduğu için bunları görememektedir şüphesiz. Oysa ki reklam filmleri ağalığına uygun düşecek çok daha makul ve sorumlu bir film de çıkabilirdi bu yasaktan...
Ayrıca kanatları altına sığındığı AKP nin ince ve kalın her türlü taktik ve planlarla hedeflediği şeriat ile yönetilen ülke olma yolundaki çalışmalarında örnek alınan ülkelerde; bırakın yerel halk müziklerini bırakın batı müziklerini, dini ilahiler dışındaki CD ve kaset kayıtlarının yapılamadığını konu alan alan bir film hazırlayabilirmiydi acaba? Acaba; acımasızca ve alçakça eleştirdiği o dönemde bile kadın-erkek ve çoluk-çocuk aynı yerde eğlenmekte iken, şeriat ilanını takiben böyle bir şeyin olamayacağını düşünememesinden mi?
Evet Sinan Efendi; bu ülkede bazı türküler ve türkücüler zaman zaman yasaklandı ve hatta hala yasak olanlar var, ancak bunlar hiç te öyle belirtiğin ve uydurduğun gibisinden olmadı, tam tersine ayakları üstünde durabilmeyi öğrendiğin ama elinin cebini doldurduğu ilk fırsatta da küfrettiğin devrimci tarafın türkücülerine; yine şu anda kutsadığın ve hayranlığını beyan ettiğin taraflarca uygulanmıştır.
Büyük ruhsal çöküntü ve savrulmalarının yarattığı hezeyanlarının; mevcut iktidar sahiplerinin parası mukabili tahrik edilerek dışa vurumu şeklinde kurguladığı bu film tamamen uyduruk, düzmece ve küfrün ta kendisidir. Sanat müziğine verdiği önemi; akşam sofralarında konu müzik olunca mutlaka ve mutlaka birkaç ses sanatçısının bulunması ve diğer taraftan her fırsatta ve uygun ortamda sevdiği türküleri bizzat seslandiren ve hatta halk oyunu olarakta zeybek oynayan bir kişi; ATATÜRK kalkacak bunları yasaklayacak, olacak şey değil ama, yaşanan bu kin ve nefret kusma trendinin bir vagonu da neden SİNAN ÇETİN tarafından işgal edilmesin.
Yasakların yasaklanmasını istiyorsan eğer; SANAT ADINA ve de yüreğin de yetiyorsa eğer;
Başbakanını karikatürünü çizmenin, velhasıl komple mizahın yasak edilmeye çalışılmasını eleştirde görelim yiğitliğini. Kolay tabii; uluslararası destek ve teşvikçilerinin istemesi ile ve daha da acısı artık kendisi koruyacak söz sahibi kimsenin kalmaması nedeni ile de genç cumhuriyete saldırmak ...

Aydın demek namus demektir;
Aydın demek dünya nimetleri için fikir üretmeye karşı olmaktır;
Aydın demek biat etmemektir;

SON SÖZ
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.