Pazar, Haziran 27, 2021

LATİF ÇELEBİ – 2

 

Latif Çelebi dostumuzun kaybı sonrası kendisini anmak adına birlikte oynadığımız, yaptığımız, konuştuğumuz ve gözlemlediğimiz şeyler üstüne yazmaya devam…  

Latif’in tüm iyi yaptıkları yanında en iyi yaptığı işlerden biri de balık avı için serpme kullanması idi, gerçekten müthiş serpme kullanırdı… Gerçi baba büyük usta balıkçı Rasim Abi ile usta – çırak ilişkisi içinde maharet ve beceri depoluyor, bu az bir şey değil. Hani benim babam da iyi bir olta balıkçısı idi lakin bana herhangi bir şey intikal etmemiş. Gerçi her ikisinin de olta balıkçılığı konusunda bağlılık ve başarı manasında son derece iyi olduğunu söylemek gerekir. Adliye Binasının Çeşme Sahilinde olduğu dönemde, Rasim Abinin mutlaka birkaç oltası denizdedir, öyle hatırlıyorum. Latif ise tatillerde ve emeklilikten sonra bu konuda daha da ileri gitmiş durumda idi.

Çeşme’de “Parafani” diye adlandırdığımız ve Ekim Kasım aylarında “Ayın Karanlık” olduğu 15 günün gecelerinde yani Ay karanlığında, sığ sulara beslenmek ya da dinlenmek ya da temizlenmek için gelen geçit yapan balıkların, lüks lamba ışığı ile hareketsizleştirme ve serpme vasıtası ile bir avlanma faaliyeti vardır. Belki aynı faaliyet Canım Yurdumun başka yerlerinde de belki aynı adla belki farklı adla yürütülmektedir, bilmiyorum. Parafani ekibi 3 kişiden oluşan bir ekip olup biri ki ekibin en önemli parçasıdır ve serpme atma işinde mahir olmak durumundadır, ikincisi ise ışık taşıyan elemandır ki o da görece iyi olmak durumundadır ki balık hareketlenmesin, kaçmasın gibi değerlendirme yapacak olabilmelidir, üçüncüsü ise hamal niteliğinde olması yeterli olan olup sadece yakalanan balıkları taşıma görevi vardır ki bu ekip içinde balık taşıma işi hep benim olmuştur.

“Parafani” kelimesinin etimolojisi için araştırma yaptığımda ne yazık ki, herhangi bir şey bulamadım. Bileşik bir kelime olması kesin, Türkçe olmadığı bir daha kesin lakin görünen o ki çok fazla söylene değişe günümüze gelmiş. Rumca kökenli olduğu da kesin lakin böylesine Türkçeleşince de iz takibi çok zor. Edebiyat, Genel kültür ve Dil konusunda başarılı Kaya Erdal Çapan ve Hüsnü Karaman dostlarım aracılığı ile bir şeyler öğrenebilir miyim diye baktım, ne yazık ki, henüz bir gelişme kat edemedik… Hatta bu konuda Yunanistan’daki tanıdıklarına bile yazdı Erdal, sonuç şimdilik yok… Çok muhtemel ki, “para” kelimesinin her ne kadar da “çok” manasında olduğu bilinse de, bazı yerlerde “dışarı, dışarıda” manasında kullanıldığı da görülmektedir, “fani” ise yine “fenari-fanari” kelimelerinden türetilmiş ve günümüze hem Türkçeleşerek hem de değişe dönüşe, “dışarıda fener kullanımı” gibi gelmiş olabilir. Belki de değil, bilemiyorum.

Latif bizim ekibin 1 numarası ve serpme uzmanı, takım kaptanı, şimdi adını anmak istemediğim arkadaşımız fenerci ve bendeniz ekibin nitelik gerektirmeyen tek işi hamallık yaparak, Çeşme’de ay karanlığı olan gecelerde çok balık yakaladık. Zaten; Çeşme’nin bu işe uygun yerleri, en azından bize göre en uygun, Ilıca Plajı, Boyalık Plajı ve Çiftlik Pırlanta plajı idi. En azından konunun büyük ustaları Hafız Ahmet’in Cemal (Işık) ve Rasim Çelebi abilerimizden fikri mirasımız bu idi. Burada bir haksızlık oluşmaması için, bir başka iyi serpmeci arkadaşımızdan da bahsedeyim, Nail Barutçuoğlu, birlikte hiç parafani yapmamamıza rağmen aldığı sonuçlar itibari ile konunun bir diğer iyisidir. Gerçi bizim ekip hatırladığım kadarı ile Ilıca Plajını hiç kullanmamış idi, bizim iştigal ve ihtisas alanımız Pırlanta Plajı ve Boyalık Plajı idi. Boyalık Plajını ikiye bölen, denizin makul derinliğine kadar dikenli tel çit oluşturarak bölen dönemim ünlü iş adamı Durmuş Yaşar’ın villasının önündeki engel dışında mezkûr faaliyete uygun bir alandı. “Atila Polat Sitesinin” oradan girip, diz boyu derinlikte, taaaa Altın Yunus Oteline kadar su içinden, ışıkçı ve serpmeci koordinasyonu altında ve en arkada da taşıyıcı olmak esası ile yürür, süreci tamamlar idik, geriye dönüş ise karadan görece daha hızlı olurdu. Şimdilerde bu faaliyet için ne hukuki durum ne de fiili yapılaşma durumu uygundur. Denizlerde büyük çaplı balıkçılık yapanlar bilmem kaç bin volta uygun lambalar kullanarak balık avlamaya hakkına ve hukukuna sahip lakin kıyıdan, diz boyu suda “lüks lambası” ile balık avlamak yasak. Trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” ... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki, parafani mevsimi itibari ile, yazlıkçılar artık kışlıklarına dönmüşlerdir, ama ne gam ne keder…

7 İğdelerden (Atila Polat Sitesi yanı) başlayan tüm “Boyalık” plajını ya da Pırlanta Plajını boydan boya geçerek Ekim Kasım ayı boyunca sadece “ay karanlığında” yaptığımız “parafani” avcılığı faaliyetimizin kaptanı Latif Çelebi, faaliyetin en zahmetli görevini üstlenmesine hatta “aslan payı” hak etmesine rağmen yakalanan balığın paylaşımında son derece mütevazi davranan bir arkadaşımız idi ona göre öncelik biz tali görevleri yapanlarda idi, tam ve mütekamil kaptan. Bir kez, Pırlanta Plajında, ilerler iken, hafif dalgalı olan deniz ve tam uygun ışık da olmamasından ötürü olsa gerek hemen önümüzde bir hayli “uzun kara kara oduna” benzer şeyler görünce aman serpmeye dikkat önde odun var dedi içimizden biri… Meğerse onlar bayağı büyük bir grup sarı kulak kefal değil miymiş, birden Latif Usta salladı serpmeyi, her biri kocaman dal zannedilen kefalleri topladık… Havada, hem mevsim itibari hem de gecenin doğallığı içinde bir hayli soğuk ve üşütücü olup üstüne üstlük traktör ile yapılan seyahatin de arttırıcı faktörü ile bir hayli titremiştik… İnanılmaz güzel bir serüven, Parafani artık yapılamıyor, artık denizlerimizi layıkı ile koruyabiliyoruz demek ki… Bu vesile ile tekrardan ve bir kez daha, muhtemelen şu anda cennet ırmaklarından en güzel balıkları yakalayan arkadaşım Latif Çelebi’yi saygı ve sevgi ile anıyorum… Latif ile anlatacağım birkaç şey daha var lakin yer kalmadı, bir dahaki sefere…





Pazar, Haziran 20, 2021

16 EYLÜL İLKOKULU

Yeni Çeşme Gazetesinde “16 Eylül İlkokulu yıkılıyor” başlıklı bir haber görünce içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Pandemi koşullarından ötürü artık sokaklarda zaruri ihtiyaçlar dışında bulunmayınca, görmemişim, haberi görünce derhal okula gittim. Evet, yıkım başlamış… Geçen yıl Ekim ayında Seferihisar merkezli deprem nedeni ile “riskli bina” tespit ve tayini ile yıkımına karar verilmiş. Evet, bir tarih yok oluyor lakin çocuklarımızın da riskli bir binada bulunmalarının önüne geçiliyor. Diğer taraftan “güçlendirme” yapılarak sorun aşılabilir mi idi, şüphesiz konu öyle de çözülebilirdi. Karar verici elindeki bilgilere göre ya da önündeki etkilere göre bir karar üretmiş, doğru desek ne olur yanlış desek ne olur, durum bu… Haberin devamında restorasyonu bitirilen “tarihi hamamın” önüne küçük de olsa bir meydan bırakabilmek adına yeni bir bina yapılmayıp boş bırakılacağı yazıyor. Boş bırakılacak bu alanın “Tarihi Hamamın” değerini katlayacağı aşikâr olup esasen de isabetli bir karar olduğu kanaatindeyim.

Ben; “16 Eylül İlkokulu” inşaatı süresince Namık Kemal İlkokuluna gittim. Okul inşaatı tamamlandığında dönem itibari ile Çeşme’nin en afili binalarından biri olmuş idi, hatırladığım. Mesela; bizlerin gördüğü ilk mozaik kaplama olup çekiçlenmiş hali ile de ciddi manada albenisi olmuş idi. 60’lı yılların yanılmıyorsam da 1966 yılının sonu inşaat tamamlanmış Okul öğretime açılmış idi. İkinci yarı yıl için artık bu okula geliyorduk. Bana en cazip gelen odası ise en üst katta, müdür odası yanındaki “Harita Odası” idi. Vay be, okul yeni lakin yeni imkânların da olması muhteşem idi. Bu güzelim “Harita Odasında” sonradan yaşadığım ve hala unutamadığım bir dayak yeme sahnesi var… Kâmil Hoca; Annemin Köyünden, köyden komşumuz, Müdür Muavini idi. Şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir nedenle, muhtemelen de bizim sınıfın yaptığı bir yaramazlık üzerine sınıfın tüm erkek çocuklarını Harita Odasına aldılar. Kimler yok ki, Pejo Recep, Çekirge İbrahim, Gazeteci Mahmut, Pçi Mehmet baş rollerde olmak üzere sıralandık o güzelim haritaların önünde… Kâmil Hoca; Anneme de öğretmenlik yapmış birisi ve sert, ters, asla gülmez, asla dinlemez, sürekli kaşlar çatık, öğretmenden ziyade askeri disiplin ile yoğrulmuş görüntüsü veren biri… Lakin köylümüz, annemin öğretmeni olmasına rağmen aradaki birkaç yaş farkına binaen annemin de “Abi” diye hürmet ettiği, Babamın Arkadaşı, Dayımın Arkadaşı lakin tüm bu yakınlıklar Kamil Hocadan, “cennetten çıkarılan hizmetten” muaf olmasına yetmeyeceği sarihtir, bilenler bilir… Sınıfın birkaç çalışkan çocuğundan biri olmam hasebi ile Kamil Hoca’nın servisinden azade tutulduğumu hatırlıyorum lakin ismi geçen arkadaşlarım azade kalamadıkları gibi ademoğlunun her salvoyu silleden sonra uçabileceğini ispat etmişlerdir. Neyse, bu konu uzun, yer kısa…  

Okulun bahçesi şimdiki gibi etrafı duvarlarla çevrili değil zemini de beton değil, daha doğal ve insani idi… Okulun bahçesi, her türlü korumasızlığı altında özellikle hafta sonları biz çocukların bu baptan tam teşekküllü oyun alanı idi… Futbol, Uzun Eşek, Kaptan Çukuru başta olmak üzere bildiğimiz her oyun ya da bulunan insan sayısına göre faaliyet… Futbol konusunda ciddi manada sorun yaşıyorduk… Özellikle Ortaokula gittiğimiz dönemde hafta sonu burada futbol oynar iken yakalanır isek, zaptiye ve hafiye vazifesi ile donatılmış Ahmet Uğur’a, yandı gülüm keten helva… Pazartesi sabahı ilk iş ve ilk anons; “filan, filan adlı öğrenciler İdareye”… Manası, siz oynanması yasaklanmasına rağmen futbol oynar iken sobelendiniz, eee o kadar “hoşluğun” finali de hoş olacak değil ya, şüphesiz azıcıkkk “nahoş” olacaktır. Elindeki 1 mt’lik tahta cetveli ile açılan avuçlarımıza kılıçlamasına, sanki evde alınmamış ya da tamamlanmamış zevklerin ikmali dairesinde, kuvvet denemesi ile cetvel dayanıklılığı testinde imişcesine, vur ha vur… “Dayak cennetten çıkmadır” şiarı uyarınca öğretim sistemi kuran kafanın tezahürü olan bu öğretmenler az mı idi, nerde, maşallah Allah verdikçe vermiş babında idi… Sevgi, saygı ve hoşgörü sahibi öğretmenlerimizin sayısı ne yazık ki az idi. Gerçi biz öğrenciler de, aile ve eğitim sisteminin bizi formatladığı biçimde, suç ve ceza ikilemi içinde değerlendirme yapmaya mahkûm edilmiş durumdaydık ve tam da bu yüzden itirazımız dayağın kendisine değil de “orantısız” olmasına yönelik idi, dayak orantılı olsa rıza göstermenin öğretim gereği olduğunu bilmek insanı rahatlatırmış gibi… Ne yazık ki bugün matah bir şeymiş edası ile yeniden tahkim edilmeye çalışıldığı üzere biz suçluyuz onlar da bizi cezalandırıyor abukluğu ve sarmalı içindeki sistem bizleri kuşatmış idi. Neyse ve çok şükür ki; sonradan çağdaş eğitim ve öğretim müjdecisi devrimci öğretmelerimiz geldi de; “dayağın cennetten çıkma”dığını ve insana ait olmadığını öğrendik hep beraber.

Haberden anladığım kadarı ile mezkûr okulun arazisi boş bırakılıp, restorasyonu tamamlanmış Tarihi Hamamın mücavirini, dolayısı ile de kendisini değerli kılmak ya da öne çıkarmak gibi murad oluşmuş… Gerçi Tarihi Hamamın henüz “tarihi” olmadığı dönemde de orada bir okul bulunmakta imiş lakin şimdiki gibi çok katlı değil, tek katlı bir bina imiş ve şehircilik açısından mütemmim cüz gibi uyum içinde imişler. Alınan karar için muvafık olup musakdıkım, sonuç itibari ile… Hayırlara vesile olsun…

Sonu her daim Ahmet Uğur hocanın tecziyesi ile sonuçlansa da asla sonlandırılmayan futbol oynama arzumuz vardı. Mahallemizin yetiştirdiği önemli futbolcuların bir kısmı ile tüm yetersizliğime rağmen yeterli insan sayısı olmaması hasebiyle kurulan takımlarda birlikte o küçük alanda da top koşturmuş olmanın keyfi hala aklımdadır. Çok güzel günlerdi… Takım kurarak oyun oynayamayacak sayıda isek, derhal ceplerde taşıdığımız ve çiklet ya da çikolata içinden çıkan futbolcu resimlerinin cami duvarının belli bir yüksekliğinden serbest bırakılarak bir öncekinin duvara dayayıp serbest bırakarak yere düşmüş fotoğrafına temas ettirebilme olasılığına dayalı futbolcu resmini kazanma kurallı oyun devreye girerdi. Tüm bu oyunlar halen sahayı süsleyen palmiye ağaçları gölgesinde oynanırdı… Hele biz çocukların “bebbe” dediği, gerçekte palmiye üzümü diye bilinen saçma büyüklüğündeki küçük siyah meyveleri toplayıp, kamışlardan kestiğimiz kaval benzeri aletleri, dudaklar arasına alarak bebbeleri püskürtme yöntemiyle, karşıdaki kişiyi rakip tayini ile hedefleyen, harpçilik oyunları da unutulmazlar arasındadır. Heyyy gidi günler heyyyy…  






 

Perşembe, Haziran 10, 2021

CENGİZ DEMİR’DEN ALİ UYGUR’A

Cengiz Demir, ne yazık ki artık hayatta değil lakin fizik olarak yok ismi ve anıları hep yaşayacak kendisini tanıyanlar ve sevenler var oldukça… Cengiz Demir ve Ailesi ile, Adana’da 70’li yılların sonlarında tanıştık, Cengiz ile de ömrünün sonuna kadar da hep irtibat halinde kaldık. Adana’nın karanlık 70’li yıllarının aydınlık yüzlerinden biri idi, tüm ailesi gibi… Baba “Kara Halil” anne “Fatma Ana” bana bulunduğum gurbet elde şefkatli bir aile ocağı olmuşlardı… Hem de tam teşekküllü, tam sorumlu bir aile ocağı, bitmez tükenmez, sınırsız yeme içme ikramı başta her ailedeki tüm imkanlar… Hiç mi yorulmazdınız, hiç mi tükenmezdi mutfak stokları… Evet lügatlarında yorulmak yoktu, bıkmak yoktu ve mutfak stokları da sınırsız, bitmek tükenmez cinsindendi… Aç karnımızı sıklıkla doyurduğumuz bir ocaktı… Zaman acımasızdı önce “Kara Halil” babamız sonra da “Fatma Anamız” bizleri öksüz ve yetim bıraktılar. Ve sonra hayatın farklı gerçekleri karşısında çok fazla da farklı tutumlar geliştirememiş kardeşimiz Cengiz elim bir kaza sonrası yoğun ve uzun tedavinin kâr etmemesi yüzünden aramızdan ayrıldı… Ya haberimin geç olması ya da yurtdışında bulunuşum nedeniyle yetişemediğim bu kayıpların sonsuzluğa uğurlanmalarında bulunamamıştım. Yakınlarda yolumu Adana, Karaisalı, Döşekevi Köyü, Turunçlu Mahallesine, düşürdüm, yine kadim dostum Halil ile… Neneoğullarından Omar Ağa’nın oğlu Halil ile…

Mezkûr adrese belki de 40 yıldan fazla olmuştur ilk gidişim. Tipik bir Toros Dağları köyü idi, ancak Seyhan Nehrine tepeden tıpkı bir şahin bakışı atılıveren. Olabildiğince geniş bir Ova idi hatırladığım, çeşitli tarım ürünleri dikmeye uygun, şimdilerde ise tüm bu Ova Çatalan Barajı suları altında kalmış adeta bir deniz edası ile su bahse konu tepelere kadar dayanmış. Ova’nın sular altında kalmış olmasının değerlendirmesini, Neneoğullarından Omar Ağa (Ömer Ağa), bir hayli yorucu ve ağır çiftçilik faaliyetlerinden kurtuldukları için sevinç duyarak ve mutlulukla yapmakta, ohhh işimiz iyice azaldı tadında…  

Güzel ve genele mütenasip, yarınlar hayal ettiğimiz günlerde yollarımız kesişti, Cengiz Demir ve ailesi ile. Yalnız Ailesi ile mi tüm sülalesi ile… Bir aile ki; her bir ferdi, tek tek, tenlerinin esmerliklerine kazınmış yüz kıvrımları ile tepeden tırnağa insanlık kesmiş, göğüsleri insan sevgisi ile iner kalkar hale gelmiş, nefes alışlarının her biri insanlığın yüceliğini fısıldar olmuş, ayakları her adımda yere sağlam basmış, tüm bu halleri ile mutlu gelecek hayalleri kurmuş izlenimini hep vermişlerdir. Onları ve tüm sülalesini tanımanın her daim ulu kıvancıyla kendimi ayrıcalıklı hissettim ya da onlar bana bunu hissettirecek her şeyi yaptılar. Mezkûr toprakların yiğitlerinin bolluğu herkes tarafından kendi meşrebince takdim ve takdir edilebilir lakin tüm bunlara ilaveten benim dostluk ettiklerim, yaşadıkları her bir olaydan çıkardıkları ile hayatın bilgilerinden edindiklerinin harmanından her biri kendi çapında feylesof mertebesine ulaşmışlardır.

Cengiz Demir’in kabrini ziyaret ettik, çok sevdiği topraklarının bağrında idi artık ve bendeki izlenimi garip bir huzur ortamı içinde anne ve babası ile birlikte olduğu biçimindeydi. Oradan, akşamları kendine “kayrak taşları” ile taht yapıp “Çatalan baraj Gölünü” seyrettiği noktaya geldik. Ne kadar da anlamlı bir taht yapmış, kayrak taşı ile, oysaki oraya rahat bir koltuk götürüp yerleştirebilir idi lakin o kısa ömrünün tercihlerinin kendisine armağanı olmuş olan zahmetlerin, sıkıntıların, güçlüklerin ve zorlukların adeta bir temsil ve tezahürü olmuş bu yer. Bu “taht” akşamları oturup gökyüzünün sonsuzluğu altında Çatalan Baraj Gölünün sonlu maviliklerine bakarak bir türlü terk edemediği sigarasını içtiği bir huzur mekânı olmuş olmakla birlikte ahir ömrünün noktalandığı bir yer de olmuş… Bu duygularla baktığımız bu mekânın içimizi doldurduğu derin hüzünden sıyrılıyoruz oradan ayrılarak lakin buruk bir sıyrılma…

Aramızdan ayrılan Cengiz’in bir yoldaşı, 1980 Temmuz ayında Çukurova’nın sarı ve beter sıcağının insanı boğan ortamında, Mersin’de işkencede bir başka yiğit, kanun ve nizam dairesinde katlediliyor. Şimdilerde yıldızı bir memleketsever olarak parlatılmaya çalışılan önemli bir işkencecinin bu yiğidi işkencede katlettiği büyük ölçüde tanıklıklarla kanıtlanmış görünmektedir. Kimdir bu sözde memleketsever işkenceci, kim olacak anlı şanlı Hanefi Avcı’dır… Hani şimdilerde kitap yazarak iyi memur rolleri takınan muhterem. Öylesine vahşice katledilir ki Ali Uygur, katline namlı sağcılar bile şahit olmuş ve dayanamamış mahkemeler huzurunda da şahitlik etmişlerdir. Hani “kanıt yoksa suçta yoktur” yaklaşımı ile çaktırmadan bir gece yarısı kimsesizler mezarlığına gömülen ve firari diye kayıtlara not düşülen… İşte Ali Uygur’un isminin, o günlerde dünyaya gelen, şimdilerde 40’lı yaşlarını bitirmiş bir başka yiğitte yaşadığına da tanıklık ettim bu kez… Öldü Ali, doğdu Ali, dejavusu… Hülasa Ali Uygur yaşıyor… Ve yaşayacakta, bir ölür bin geliriz hasleti ile… 

Ali Uygur’un katledilişinin kahredici ruh hali içinde “Halaoğlu”nun çocuğunun doğduğunu öğrenir Cengiz Demir. “Evet bir erkek çocuk oldu” haberi gelince çocuğun adı “Ali Uygur” olsun der, Cengiz Demir… Bir tarafı ile halaoğlu diğer tarafı ile amca kızı tartışmasız ve büyük bir onurla kabul ederler teklifi. Artık yeni bir Ali Uygur vardır. Yeni çocukların ömürleri kısa olmasın, meşakkat dolu olmasın, mutlu olsunlar diye bir dilek tutalım.

Yazımın sonunda; Cengiz Demir’den Ali Uygur’a ve oradan tüm yiğitlere ithafen Mahsuni Şerif’in “yiğitler” parçasından bir bölüm…

Doğudan batıya bir ses yükselir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Gavur dağlarından Dadallar gelir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

 

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Onu bilir Binboğalar Ceritler

 


 

Pazar, Haziran 06, 2021

HUYSUZ İHTİYAR EROL AKYAZILI

 

70’li yılların sonu idi galiba, Erol abi bana; muhtemelen de babamın sebze yetiştiricisi olması hasebiyle, “dere otu nereden bulabilirim” diye sordu ve cevap yalın ve samimi “dereden” olunca, gözlerimizden yaşlar gelene kadar katıla katıla gülmüş idik, son günlerine kadar hep bu şamatayı hatırladık ve hep eskisi kadar güldük. Emeklilik döneminde ise artık kapı komşum idi, çok eski hali ile satın aldığı evi minimum 6 daireli bir apartmana dönüştürme hakkı olmasına rağmen yıkıp yenilemedi, eski halini koruyarak evi küçük tamirlerle geçiştirip, oturdu. Erol abi için bu kabil davranış makbul ve makul idi… Makbul görüşüne uygun davranmaktan da, bu akçalı işte bile gözünü kırpmadan geri durmadı… Beğensek te, beğenmesek te, Erol Abi nevi şahsına münhasır birisi idi, kendisini tanıdığım 45 yıldan biraz fazla zaman içerisinde de hep buna mütenasip bir hayat sürdü. 

Çeşme dışında bulunduğum birkaç gün içinde kendisini kaybetmişiz, dönünce öğrendim, çok üzüldüm. Bilgili, görgülü ve saygıdeğer bir abimizi yitirmenin derin üzüntüsünü yaşadım. İlk haberi telefonla Mustafa Ertemiz verdi, sonra da Erol Abinin birkaç fotoğrafı ile defin işlemi sırasında sadece 4 kişinin varlığını tevsik eden birkaç fotoğraf daha, bir tarafı ile pandemi diğer tarafı ile kanaat önderi olma tercihinin olmaması… Biz yine de, demek ki insanların haberi olmamış diyelim… Diğer kayıplarda olduğu üzere, sosyal medya marifeti ile aile  ya da akraba bilgi paylaşımları da yoktu haliyle… Gerçi Erol Abi yalnız kalma ve olma tercihi yapmış bir büyüğümüz idi… İlerlemiş yaşına rağmen çok dinamik bir yaşamı vardı, deyim yerinde ise dipçik gibi idi özellikle de akli melekeleri…

Kendisi ile, Yeni Çeşme Gazetesinde ya da sokakta her karşılaştığımızda mutlaka farklı bir konu üstüne, kısa da olsa muhabbet ederdik. Son dönem muhabbetimiz, Çeşme Kalesi Burçlarının gövde yüzeylerindeki deliklerin neden yapılmış olacağı üzerine olup her seferinde biraz daha çalışarak geldiğimiz ve bir öncesinde kaldığımız yerden devam ettiğimiz ne yazık ki sonunu da getiremediğimiz konu üstüne idi. Erol Abi, Çeşme’nin belki en eski ve belki de ilk “kokartlı turist rehberi” idi, belki de Canım Yurdumun da en eskileri içinde yer alırdı. Etrafına duyarlı, bir o kadar da dikkatli ve ilgili olan Abimiz, bahse konu üstüne çok düşünüp makul bir karara varamadığından bahisle “sen inşaat mühendisisin” deyip bana sormuş idi esasen benim de önceden üstüne düşünmediğim bir konu olması nedeni ile ayaküstü makul ve mantıklı akıl yürütmelerde bulunmuş idim. Kalın duvarların yağmur suyu drenajı, yüksek ve kalın duvarların örülmesi sırasında iskele montajı, kuşların yuva yaparak dışarıdan gelecek tehlike anında erken uyarı sistemi benzeri bir durum, vs vs…

Bildiğim kadarı ile bir yeğeni vardı ki galiba o da şimdilerde bir başka ülkede yaşıyormuş… Yeğeni ile Mısır’da çalıştığım dönemde Asuan taraflarında bayram ziyaretine gelmiş çocuklarımı gezdirdiğim “tamamlanamamış obelisk” ziyaretinde iken karşılaşmış ve tanışmış idik. Ben aile arası konuşur iken grup dışı olduğumuzu ve Türkçeyi fark edip, “Türk müsünüz?” diye sorunca hemen kısacık sürede Erol Abiye kadar konuyu getirme mahareti göstermiş idik. Mısır dönüşü bir baktım ki Erol Abi ile kapı komşusu olmuşuz… Yeğeninin de benden bahsetmiş olduğunu öğrendim. Galiba yeğen de Mısır Rehberi olarak oralarda idi…

Erol Abi, Çeşme’yi birçok ilk ile tanıştıran birisidir. Turizm rehberliği diye bir profesyonel mesleğin varlığını tanıtmış olması, tekneli “Eşek Adası” turlarının ilk düzenleyicisi, Çeşme’nin ilk diskosunun açılması, Çeşme’ye ilk turist kafilesinin gelmesine vesile olması, bu manada başkaları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile diğer bir sürü işte de en azından fikrini vermiş olması, vs gibi…   

 “BARACUDA” adında bir ahşap teknesi vardı, Bodrum yapımı bir tirhandil olup o tekne bilebildiğim ve hatırlayabildiğim kadarı ile Güzel Çeşme’mizin günlük tekne turları düzenlenen ilk teknesi idi. Günlük tur teknesi için düzenlenmediği çok açık olmasına rağmen bahse konu tekne bahse konu iştigal için bir prototiptir. İşte o tekne ile “Eşek Adası” bir destinasyon olmuş ve halen günlük tur tekneleri için mutlaka uğranılacak bir yerdir.

Erol Abi; Çeşme’nin ilk diskosu “Merhaba”nın da ilk kurucusudur, gerçi o dönem aile takibinden ötürü bizim çok ta sık gidebildiğimiz bir yer değil idi… Sonradan, Çeşme’nin mezbahası olarak kullanılıp terk edilmiş, şimdiki Futbol Sahasının kuzey tarafındaki Pazar yerine denk gelen alandaki, metruk binanın diskoya çevrilmesi de Erol Abinin çalışması idi… Mezbahadan bozma olması ve dahi kapısında bir adet öküz başı iskeleti asılı olması nedeni ile aramızda “Disko Mu” derdik biz oraya. Orası ile ilgili müthiş bir anımız var, onu anlatarak biraz gülme tadı yaratayım. O yıllar Çeşmede elektrik kesintileri çok sık yaşanmakta ve jeneratör tedbiri de birçok işyeri tarafından hayata geçirilememiş idi. Yaz tatillerinde turistik eşya satıcısı bir dükkânda çalışıp okul için harçlık kazandığım o dönem çalışmakta olduğum dükkânda bir davul vardı. Şu anda ismini hatırlamak istemediğim bir arkadaşım ile akşam saatleri caddede kısa bir, iyi olmasa da davul show yapar zaman zaman da hemen karşımızdaki İmren Restoranın sahipleri “Kadıgan kardeşlerle” birlikte halay bile çekerdik. Neşeli ve curcunalı ama son derece keyifli günler idi. Yine böylesi bir akşam kimin aklına geldiyse ve neden biz bu aklı takip ettiysek davul ile yürüyerek diskoya ittik. Ve Erol Abi bizi davul ile görünce girişimize itiraz etti lakin nihayetinde ısrarcı oluşumuzu görünce de samimiyetimize de binaen itirazı bırakmış idi. Derken makus kader tekrar tecelli etti ve elektrikler kesildi. İçerideki müşteriler kısa bir süre sonra sıkılmaya hatta bir kısmı da ayrılmaya başlamış idi ve derken bizim davul show devreye girdi, oradaki zil ve tef gibi diğer çalgılarda katıldı curcunaya, performansın güzel olmasından ziyade bulunulan yerin de meşrebine uygun kafa halleri ile müthiş bir eğlence çıkmıştı ortaya. Yaratılan kalitesiz lakin son derece katılımcı eğlence için Erol Abi teşekkürlerini esirgememiş idi bizden…

Erol Abi, bizim gazetede yazılar da yazdı bir dönem, ciddi ve önemli şeyler de yazdı. Mesela Termal tedavi üzerine yazdığı yazıların etkili olduğunu biliyor olmakla birlikte “AGAMEMNON KAPLICALARI BALÇOVA’DA DEĞİL ÇEŞME’DEDİR” başlıklı yazısı muhteşem ve öğretici hatta düzeltici kapsamdadır. İleride mümkün olduğu ölçüde Erol Abinin yazılarını baz alarak bazı konulara değinmek istiyorum.

Bizim Gazetenin sahibi Aydın Korkmaz’ın deyimi ile Erol Abi, “Huysuz İhtiyar” idi lakin Erol Abi’ye göre de Aydın Korkmaz da “huysuz” idi, hem de çok… Galiba her ikisi de birbiri hakkında söylediklerinde haksız sayılmazlardı. Bu kayıptan ötürü üzüntülüyüz lakin kendisini de tanımış ve arkadaşlık etmiş olmanın bahtiyarlığını da hala yaşıyoruz. Nurlar içinde ol, yıldızlar yoldaşın olsun Erol Abi.