Cuma, Haziran 21, 2013

NÜRNBERG YARGILAMALARI

1930’lar dünyası, yaşanan ve tüm dünyayı sarsan büyük ekonomik kriz sonrası sermayenin azgın saldırılarının katmerleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini almış ve kapitalizmin kalesi görünümü veren ülkelerde bu saldırılar faşist partilerin hile, hurda ve desise ile yönetime geçmelerinin tezahürü olmuş ancak totaliter yaklaşımların kriz içindeki kapitalizmin sorunlarını çözmesi hedeflenir ve beklenirken, sistemin despotik yaklaşımlarının yarattığı yan etkiler yeni krizlere yol açmış tıpkı bugünlerde yaşananlar gibi. Başta ve merkezi olarak tüm Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı çok derinden etkileyen ve yaraları bugün bile hala sarılamayan sosyal, kültürel, siyasal sonuçlar doğuran 2. paylaşım savaşı olarak tarihe geçen ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne yol açan ve yaklaşık 5 yıl süren kanlı bir boğazlaşma dönemi yaşanmıştır, kapitalizmin sorunlarına çözüm arama çalışmaları kapsamında… Peki, bulunabilmişmidir zinhar, peki bulunabilecekmidir zinhar… Ama çözüm arayışları sürekli olacaktır çünkü ayakta kalmanın yegâne yolu çözüm arayışlarındadır, sonuçlarımı, yoksulluk, sefalet, açlık, ölümler doğuracak küçük küçük bölgesel savaşlar ile… Tüm bu yaşananlara rağmen ders alınacak yerde bu savaşları savunacak, yürütecek insanlar hep bulunacaktır… Peki, çözüm arayışları adı altında gerek bölgesel savaşları ve gerekse de iç savaşları kışkırtanlardan hukuk içerisinde hesap sorulabilmişmidir, nerde… Peki, bu eli kanlı diktatörlerden hesap sorulamayışının ya da aklama süreçlerine dönüşen yargılamalar ile soruluyor gibi yapılıyor olmasının ya da tüm suçun birkaç kişinin üstüne yıkılarak kapatılmasının nedeni nedir diye bakıldığında, yine ve maalesef sermayenin sorunlarına çözüm arayışının bariyeri çıkmaktadır insanlığın önüne. Yaşanan büyük boğazlaşmanın ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne neden olmuş, Nazi zulmünün nihayetlendiği dönem sonunda yaşanan Nürnberg yargılamaları bunun en büyük örneklerinden biridir.
 
Bilindiği üzere, Faşist Adolf Hitler’in 1930’lar içinde; öncelikle Komünistleri, Sosyalistleri ve sosyal demokratları ve tüm siyasi muhalifleri “devlet düşmanı” kara propagandaları ile muhalefet edemez hale getirdikten sonra, başta Yahudiler olmak üzere, Yehova şahitleri, Romanlar, eşcinseller, “Ari Olmayanlar” ve ırk olarak “ikinci sınıf" olanlar veya “Ari ırkın” çoğalmasına engel olanlar gibi sıfatlarla yaftaladığı ve sonuçta da kendinden olmayan herkesi ve her kesimi hedefleyen toptancı bir tavır sergilemiş ve milyonların toplama kamplarında ölümlerine yol açmıştır. Hülasa kim biat etmemişse, bir kulp bulunup derdest ediliyor ve sonuçta yok ediliyordu, demir yumruk yok etme üzerine, son derece hırslı ve hızlı çalışıyordu… Sermayenin sorunlarına çözüm bulamadı diye sırtından attığı, binlerce örneğinde de görüldüğü ve ders alınamadığı için bundan sonra görüleceği üzere, artık totaliter yaklaşım yüzlerce denge parametresi adına yargı karşısına çıkarılmak zorunda kalındı, artık yargı “Nürnberg duruşmaları” diye tarihe geçen, sermayenin en baskıcı yüzü ile hesaplaşıyorum numaralarına sığınmıştı.
 
Galip gelen Müttefik kuvvetler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD) tarafından atanan yargıçlar ile yapılacak duruşmalar için yer olarak Almanya’nın Nürnberg şehri seçilmiş olması nedeniyle “Nürnberg mahkemeleri” diye anılan mahkemelerde soykırım ve savaş suçları nedeniyle en önemli 22 Nazi’nin yargılanması gerçekleşti. 12 önde gelen Nazi’nin ölüme mahkûm edilmesi ile nihayetlenen duruşmalarda, sanıkların çoğu sadece üstlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ısrarla belirtmiş olsalar bile, yöneltilen suçlamaları kabul ederek, katliamlara doğrudan katılmak nedeniyle sert cezalar aldılar ancak soykırımda kilit rolleri üstlenen, üst düzey hükümet yetkilileri ve bürokratlar ve toplama kampına getirilenleri zorunlu iş gücü olarak kullanan kuruluş sahipleri ya da yöneticileri gibileri, kısa süreli hapis cezaları ya da hiçbir ceza almamışlardır.
 
Ancak ve sonuç olarak, tüm savaş suçluları ve tüm insanlık suçu işleyenler yargılanmamış, hatta yargılananlarda layığı ile yargılanmamış olsa bile, milyonlarca insanın katili durumundaki generallerin ve bürokratın ortak savunmaları, “biz emir aldık, emirleri uyguladık, emir kuluyduk, vazifemizi yaptık” gibi başlangıçta masumiyet ifade etse bile sonraları sonuçları itibariyle birçok ülkede göstermelikte olsa, anayasalarda ve yasalarda “insanlık suçu işlemek ya da insan hakları ihlali olabilecek bir emri yerine getirmekte suçtur” ibaresinin yer almasına vesile olduğu için “Nürnberg mahkemeleri” tarihi önemdedir. Gerçek anlamda ise mahkemelerin sonunda, yaşanan boğazlaşmanın galiplerinin haklılığının teyidi gerçekleşirken, kapitalizmin sıklet merkezi de Avrupa’dan Amerika’ya kayıyordu…
 
İnsana ve insanlığa karşı işlenen suçların emir verilse dahi yerine getirilmemesi gerektiğine dair; oluşan yazılı ve örfi hukuk, tüm mücadelelere rağmen, başta canım Yurdum olmak üzere, ne yazık ki birçok ülkede hala uygulanamamakta olup bazen de tam tersine uygulanmaması için ciddi çabaların gösterildiğine tanıklık etmekteyiz.
 
Canım Yurdumu yönetenler; Avrupa Birliği ile flört zamanına denk geldiği anlaşılan dönemde düzenledikleri, 12.10.2004 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24. madde 3. bendinde; “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur”, demelerine rağmen, konu ile ilgili ciddi tavır takınmadıkları görünmektedirler, bu yüzden de bu düzenleme “defi bela kabilinden” durmaktadır sanki… Diğer taraftan 12 Eylül faşizminin temsilcileri bile; yaptıkları Anayasanın 137. maddesinde “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.” diye belirtmekten kaçınamadıkları bir ortam var iken, yasa ile düzenlemenin ruhuna; diğer taraftan da muktedirlerin hayatı tanımlamaktan maksat ve muratlarına uygun olarak düzenlemelere aykırı emirler verebilir, bunu kabul etmesek bile anlayabiliyoruz, günlük hayatın pratiğinden, peki kendilerini de işlenen suçun asli unsuru haline getirecek kanunsuz emri uygulayanlara ne demeli, bunlar ciddi ciddi yanlı ve seçilmiş ekiplermidir ya da durumun farkında mı değillerdir, sahi nedir onları bu kadar cesaretli ve umursamaz kılan… Üstler ve amirler tarafından verilen "yasal olmayan" emirlere uymama halinde, acımasız ve kıyasıya bir şekilde “emre itaatsizlikten” yargılanan binlerce, hatta bu yüzden memuriyetini ya da işini kaybeden onbinlerce insan varken, kanunsuz emri uygulayanlardan neredeyse kimsenin yargılanmamış olması hali mi bu cesaret ortamını yaratıyor acaba?
 
Günlerdir; artık adı tarihe “Gezi Parkı direnişi” diye geçecek, yaşanan çatışmalar içinde, üstelik yasal haklarını kullanan, şiddet içermeyen, barışçıl eylemlerde bulunan kişilere karşı, muhtemelen de çok yukarılardan gelen emir ile, sıvı biber gazı takviyeli tazyikli su, biber gazı, portakal gazı kullanarak, TOMA’ların insanların üzerine sürülmesi gibi, asla kabul edilemeyecek uygulamaların sorumluları, bu kanuni durumu düşünmeksizin belki de umursamaksızın tutumlarını sürdürmektedirler. Bu konuya ilk defa ama çok ta cesaretsizmiş gibi bir görüntüyle değinen CHP Genel Başkanı olmuştur, ileride muhtemel görevleri sırasında bu açıklamalarına uygun davranıp davranmayacakları ya da iktidarda bulundukları yerel yönetimlerde bu öngörüye uygun icraatlarda bulunup bulunmayacakları bundan sonra halkımızın ısrarla izleyeceği bir tutum olacaktır, herhalde.
Yapanın yanına kar kalmadığı, yasaların mutlaka bulunulan pozisyona ve duruma tabi olmaksızın ve kim olduğuna bakılmaksızın uygulanacağı bir güne kavuşmanın yegâne yolunun ise, gerçek anlamda bir hesap sorma ve verme mekanizmasının çalıştırılmasından geçeceği bilinerek ve asıl alınarak ve içselleştirilerek; 27 Mayısçılardan, 12 Martçılardan, 12 Eylülcülerden başlayarak, faili meçhullere, örtülü ödenekleri kendi hesaplarına aktaranlara, gezi parkı direnişine insani olmayan tutumlara kadar, kanuna ve hukuka aykırı kim ne yapmış ise, üstünü kapatmadan yılmadan ve korkmadan yargılanmalı ve hukukun ruh bulduğu örnek teşkil etme müessesesi çalışabilsin ve toplumsal yaşama katkısı olsun…
Son söz; AKP seçmenine; “Partimiz sadece kendi içinde değil, parlamento ve toplum içinde de kollektif iradenin tekil iradelerin yerini almasını sağlayacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğu değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır. Bu nedenle partimiz, hazırlayacağı yasa tekliflerini sivil toplum kuruluşlarının değerlendirmelerini alarak oluşturacaktır” şeklinde yazılan parti programını neden sadık kalınmadığını sorun ve sorgulayın ve toplumsal ah’lar ve beddualardan uzak durun, partinizi yönetenlerden bundan öte bir şey beklemeyenlerin sayısının hiçte az olmadığının farkına varın…  Peki, umutkâr bir ortam oluşuyor mu diye sorarsanız da? Ne yazık ki, hayır ve daha da vahimi 50 ya da 60 yaşına kadar şefkat ve sevgiden nasip almamışların, almadıklarını da veremeyeceklerine göre bundan sonra vah canım Yurdum vah diyeceğiz, galiba… Umarım yanılırım ve umarım ki meramım anlaşılmıştır…

Cumartesi, Haziran 15, 2013

SIRADAN FAŞİZM

Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.
Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…
Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güce tapmalarını temin ettiler…
Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.
Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.
Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…
Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.
“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.
Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…
Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Cuma, Haziran 07, 2013

AYAK TAKIMI OLAYA EL KOYUYOR GALİBA!

Bu başlığı koyarken çok düşündüm, ne olmalı diye; kucağa oturmuş kızlar kucaktan kalkmış ya da anamı aldım gidip eve bıraktım ve geldim ya da 2 ayyaş üzerine düzenlenen panelden çıkanlar ayağa kalkmış ya da Gâvur İzmirliler çaktırmadan gezi parkına dalmış ya da haftada 1-2 kadeh içerken birden alkolik olduğunu anlayanlar pişmanlık ve tövbe hareketi düzenlemiş ya da kaç çocuk yapamayacağını bilemeyip en hayırlı çocuk sayısının kaç olduğunu öğrenmek isteyenler sokaklara dökülmüş ya da hamile kalanların yoğun sezaryen baskılarından bıkan doktorlar yollara çıkmış ya da 10. yıl marşının ne kadar köhne olduğu ve ne kadar banal kaldığını anlayanların sevinç gösterileri parklara taşmış ya da erkek zulmü altında inleyen kadınların isyan ve öfke patlaması yaşanmış ya da asker ocağında yan gelip yatanlara kızanların sabrı taşmış ya da kelleler sokaklara çıkmış ya da Sivas’ta otelde yakılanların yerine yakıcılarının çocukları ile empati kurulmasına kızanların öfke patlaması ya da sigaranın zararlı diye yasaklanması ve yerine son derece organik hatta cilde faydalarından bahsedilmesi üzerine biber ve portakal gazından faydalanmak için fırsatı kaçırmak isteyenler gösterilere başlamış ya da alkoliklerin hezeyana kapılmış hali vs. vs. daha yüzlerce gaf ve toplumu tahkir edici söz yazılabilirdi ancak başlık bu şartlarda en geneli ifade etmesi bakımından en doğrusu herhalde…
Son günlerde; kamusal bir açık alan olan Taksim Gezi Parkı'nda, 31 Mart gerici-yobaz kalkışmasının simgesi durumundaki, 1940 yılında yıkılmış olan Topçu Kışlası yeniden yapılıyor görüntüsüyle hem de tarihimize sahip çıkıyoruz cinliğiyle, bir AVM (alışveriş merkezi) ve rezidans içerikli bir yeni yapı yapımı için mahkeme kararlarına rağmen yaratılan oldubitti projesine kazma vurulması ile birlikte üzerine ölü toprağı serildiğini düşündüğümüz, başta da apolitik diye çokça eleştirdiğimiz gençlik önderliğinde toplumun hemen hemen her kesiminde yoğun ve ciddi bir direniş oluşmuş, “Gezi Parkı” üzerinden dalga dalga Canım Yurdumu tam anlamıyla etkisi altına almış ve uzun süredir düdüklü tencere misali kendi kutsallarına saldırılmasının biriktirdiği basınç ve enerji dışa vurmuştur.
Bir tarihlerde, AKP Konak İlçe Başkanı Latif Özkan yaşam tarzlarına müdahaleden korkan İzmirlilere “Bizden korkmayın” demek üzere bir internet sitesinin kurulmasına ön ayak olmuş ve özellikle İzmirlilerin tercih etmedikleri bir yaşamın kendilerine dayatılmasının yarattığı tepkiler üzerine 03.02.2011 tarihinde “KORKUYORUM BAY BAŞKAN KORKUYORUM” başlıklı bir yazı kaleme almış ve http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=38384184#editor/target=post;postID=8922710789658740390;onPublishedMenu=overviewstats;onClosedMenu=overviewstats;postNum=93;src=postname adresindeki bloğumda yayınlamış idim. Toplumun sadece hamasi nutuklarla yönetilemeyeceğini, sahip olunan itibari gücün bunu sürgit yürütmesinin mümkün olmadığını ve insanların neden fazlaca bu dayatmalar karşısında korktuğunu ama korku eşiğinin de korkunun artmasıyla birlikte aşılacağını dilimizin döndüğünce ve aklımızın yettiğince anlatmaya çalışmış idik. İşte “3-5 ağaç kesiliyor diye insanlar yaygara yapıyor” diye izah edilmeye ve konunun küçültülmeye hatta yok sayılmaya çalışılmasına rağmen, kara propagandaya yönelik büyük finansal desteklere rağmen, büyük ölçüde medyanın 3 maymunu oynamasına rağmen konunun 3-5 ağaç olmadığı sağır sultanlar tarafından bile anlaşıldı kısa süre sonra, asıl muktedirin hala özür dilemiş olmamasına rağmen tüm yoldaşlarının özrü artık tarihin ilgili sayfalarına not olarak düşülmüştür. Peki; nedir, sosyolojik izah zemini tüm bu yaşananların diye bakılırsa, beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumun kutsallarına giren konularda ve başta da, 2 büyük tarihi şahsiyet için 2 ayyaş değerlendirmesini, 2 sevgilinin metroda elele tutuşmasını “kızınız kucağa otursun istermisiniz” gibi ahlaki tüm sınırları ve sabırları zorlayan aşağılayan bizim gibi yaşamayan kızlar orospudur yaklaşımını, Elhamdülillah şeriatçıyız yaklaşımını, İstanbul’u Medine yapacağız yaklaşımını, İnsanlar Anıtkabirde sap gibi duruyorlar yaklaşımını, demokrasi tramvaydır varılacak noktada inilecektir yaklaşımını, sanata ve sanatçıya ucube ve içine tükürürüm böyle sanatın yaklaşımını, bize karşı direnenler 3-5 çapulcudur yaklaşımını, milletimiz bize tarihimize sahip çıkın diye oy vermiştir deyip tarihin kendi siyasal iklimine uygunlarını ihya, Hasankeyf, Bergama Allonai, İstanbul Boğaz geçişi sırasında çıkan 5.000 (yazıyla beşbin) yıllık kocaman tarihi buluntuları ise 3-5 taş çıkmıştır edasıyla imha etme yaklaşımını, Mahkeme kararlarına rağmen HES ler vasıtasıyla Karadeniz’in katline göz yumulması yaklaşımını, 3. Boğaz köprüsünün adının Sivas’ta empati kurduğu insan yakmaktan sorumlu gösterilenlerin çocuklarına ithaf ediyor görüntüsü veren yaklaşımını görmek mümkündür. İnsanların binlerce kitap yazdığı konuları ana başlıklar halinde ve emin olunmalı ki sadece sadece % 0,1 düzeyinde başlıklandırabildik ancak, görüldüğü üzere. Şimdi tüm bunları göz ardı ederek yapılacak her türlü değerlendirme gerçeklerden ve bilimsellikten uzaktır, eksiktir ve yanlıştır.
Bugün Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan işlerin konunun uzmanlarına göre, hiç birinin ayrı ayrı ve birlikte hiçbir bilimsel değeri yoktur ve olamayacağı da aşikârdır ki bu görüşe aynen katılıyorum, şimdi birileri çıkar ve der ki “yahu kardeşim bizim uzmanlarda bu iddiaların tam tersini söylüyor” nasıl karar vereceğiz biz o zaman denilebilir, bizim uzmanlar denilen çakma uzmanlara ve kendi akıl yürütme süreci illiyetine ve de meşrebine çok da uygun düşer bu değerlendirme ama bilim, bilgi, akıl ve insana saygının ve insan tercihlerinin bu kadar devre dışı bırakılmasının da ahlaki olmaması gerçeğine de aykırı olmaya devam eder.
Devlet olmanın basiret, ahlak ve büyüklüğü vatandaşa özellikle de iktidar muhalif ve karşıtlarına gösterdiği hoşgörü ile ölçülen çağımızda, “bizde evlerinde zor tuttuğumuz % 50 yi sokağa davet ederiz” yaklaşımı olsa olsa birkaç küçük çocuğunun sokakta kavga ederken kullandıkları ve sidik yarıştırma kabilinden laflara benzer ve ne yazık ki vakur olunması gereğinden çok uzaktadır. Hele bu yaklaşım “azınlığın çoğunluğa tahakkümüne izin vermeyiz” saikiyle yapılırsa daha da vahim bir hal alır ve seçmen sayısının 52.758.907 olduğu canım Yurdumun 21.442.206 sının oyunu alıyorsanız, size oy vermeyenlerin azınlık olduğu savı da güme gider Allah muhafaza, bu sözlere dikkat etmek gerekir, ayrıca ve de özellikle demokrasi de çoğunluğun her istediğini yapabileceği hakkını doğurmayacağı gibi tam aksine azınlıkların haklarının teminat altında olması halidir, bunların bilinmiyor olması mümkün mü, zinhar ama politika işte, ama tehlikeli sularda yapılan cinsinden…
Diğer taraftan; devlet yönetmenin gereği olarak ta muhaliflerinizin de size güvenmesi gerekir, peki neden güvenmedikleri konusunda hiç kafa yordunuz mu; pekâlâ, Suriye ile mutlaka savaşılmalı diye yarattığınız izlenime bakabilirsiniz, Marmara gemisi ile yaratılan cinnet ortamına bakabilirsiniz, hala düşürülen uçak konusunda bir sonuç elde edilememiş olmasına bağlayabilirsiniz, ÖSYM sınavlarında ayan ve de beyan belli olan yolsuzluklara ve usulsüzlüklere bakabilirsiniz, İzmirlinin irfanı eksiktir yaklaşımına bakabilirsiniz, Deniz feneri yolsuzluk iddialarının bir şekilde üstünün kapatıldığı izlenimine bakabilirsiniz, TC yazılmasının kaldırılmasının yarattığı travmaya bakabilirsiniz, vs. vs. hele mağrurun ve kibrin küstahlığı sayılabilecek şekilde bir bakanın kalkıp ta; biz kestiğimiz her bir ağaç için yüzlerce ağaç dikeriz gibi abidik gubudik, bir büyük şehir belediye başkanının kalkıp ta istersek sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki istemiyoruz gibi külhanvari, bir başka bakanın kalkıp ta isteseydik interneti keserdik gibi komedi ama aynı zamanda zihinlerin bir tarafındaki bir niyet tezahürü görüntüsündeki yaklaşımlarının gözden geçirilmesi halinde, hele de tam keyfinize göre bir de muhalefet partileri bulmuşsunuz, tulum çıkararak keyif çatmak varken nelerle uğraşıyorsunuz…
Bir başka konu da beni bir hayli üzmüş bulunmaktadır, asıldı diye Menderes’i, zehirlendi diye Özal’ı kendisine öncül tayin eden ve öykünen ama kendilerini buralara taşıyan, kaldı ki hiçbir görüşüne artık katılmıyor olabilirsiniz ama en azından ahde vefa kabilinden de olsa Erbakan’a yönelik hiçbir şey söylemeyenlerin böyle davranıyor olmalarını kolaylıkla anlayabiliyor ve kendilerine Allah selamet versin diyoruz. Durmayın devam edin…

Cumartesi, Haziran 01, 2013

İLERİ DEMOKRASİNİN TEMELLERİ (Dejavu)

«Aziz İzmirli hemşehrilerim,
Karşımızdakiler görünen ve görülmeyen hasımlarımız tek bir cephe halinde hareket ettiler ve bir tek karargâhtan sevk ve idare edilmişcesine olan hareketlerindeki intizam ve insicam dikkatten kaçmayacak kadar aşikâr oldu.
Maalesef bir takım gazeteler de bu harekette mevkilerini aldılar ve rollerini her ne pahasına olursa olsun ifaya çalıştılar.
Gördük ki, muhtelif muhalefet partileri siyasi hayata doğuşlarındaki sebep ve hikmeti bir tarafa bırakarak ve bütün bir maziyi hattâ dünü ve bugünü tamamiyle unutarak, kendilerini her hal ve kârda desteklemeye azmetmiş bir kısım matbuat ile birlikte elele ve kucak kucağa gelerek karşımıza çıktılar. Muhalif gazetelerin muhalefetleri tabiidir. Fakat tarafsız olduklarını iddia edenlerin dahi bir kısmının hakikatlerden ne kadar uzaklaşmış olduklarını görmüş bulunuyoruz.
Bunlarda memleket manzarası olarak çizilmek istenen tabloyla memleketin hakikî manzarası gözünüzün Önünde olarak meydandadır. Bu ikisi arasında ak ile kara kadar fark vardır.
Sizin hayat şartlarınız ve duygu ve düşüncelerinizle bir avuç muhalefetçi politikacının ve her ne pahasına olursa olsun hükümranlığını hissettirmek hevesine ve her gün artan satış temini fikrine kapılmış bir takım gazetecilerin his ve düşünceleri arasında ne kadar derin bir fark mevcuttur.
Vaktiyle saray halktan ve milletten, politikası ile entrikaları ile hakikati görmemek temerrüdü ile hattâ sanatiyle, edebiyatiyle ve musikisiyle nasıl ayrılmış ve enderunu yaratmış idi ise, bugünün muhalefetçileri aynı suretle kendilerini millî tefekkür ve millî tahassüs âleminin dışında, bırakmışlar ve İllâ kendi düşündüklerini kendi ihtiraslarını ve kendi heveslerini hâkim kılmak için, mezbuhane bir mücadeleye girmiş görünüyorlar.
Ekalliyet olarak büyük bir ekseriyete ve 60.000 sandığın reylerinden hasıl olmuş bir millî iradeye nasıl hükmetmek istediklerinin birçok delil ve eserlerini gördük. Siz bunun için üzgünsünüz ve bundan dolayı münfail ve heyecanısınız. Vatanperverlik hisleriniz galeyandadır. «Biz varız» demek istiyorsunuz. Var olduğunuzu, memleketin sevk ve İdaresinde behemehal hissettirmek kararındasınız. Nitekim buradaki topluluk memleket ölçüsünde duyulan bu heyecanın bir sembolüdür.
40-50 kişinin 500 e yakın Büyük Millet Meclisinde nasıl tahakküm etmeğe yeltendiğini ve birkaç gazetecinin hakikatleri değil sade gizlemek daha da ileri giderek hakikatlerin aksini ve zıddını imal ve telkin için sarfettikleri gayretleri gören Türk milletinin böylesine bir mücadeleden teşe'üm etmesi, binnetice üzüntü ve infial duyması pek tabiîdir.
Nitekim bu toplantımız için de, hakikatleri, ketmetmek yahut değiştirmek temayülüne ve usulüne uyarak diyeceklerdir ki, Menderes bir iki bin adam karşısında konuştu. Yahut «Menderes matbuata ağır bir şekilde çattı ve hürmetsizlik gösterdi.»
Veyahut bunları da söylemiyerek bizim bu karşılaşmamızı sadece görmemezlikten ve bilmemezlikten geleceklerdir. Yani küskünlüklerini göstererek bize bu şekilde sitem edeceklerdir. Ama biz biliriz ki hasmın sitemini anlamamak hasma sitemdir. Mukabelemiz bundan ibaret kalacaktır.
Şu var ki ve bunu açıkça söylüyorum, bu tarz mücadele demokratik bir zihniyetin ve demokrasiye inanan vicdanların eseri olamaz.
Dört beş muhterem gazete sahibi 25 milyon vatandaşın hattâ büyük siyasî partilerin mahrum bulundukları maddî imkândan istifade edip vaktinde modern ve büyük matbaalar kurmuş olmanın rüçhanına güvenerek Büyük Millet Meclisinin rağmına halkımızın arzusu hilâfına hükümetler ve hattâ iktidarlar ve rejimler değiştirmek hevesi ile hareket etmektedirler.
Biz bu hali matbuatımızın geçirmekte olduğu bünyevî bir rahatsızlık devresi olarak kabul ediyoruz. Belki bu haller, demokrasimizin çok süratle inkişaf etmiş olmasının ve bir takım müesseselerimizin meselâ matbuatımızın bu süratli seyre göre inkişaf ve tekemmül edememiş bulunmasının tesirini göstermektedir.
Filhakika Ötedenberi bir matbuatın mevcut olması karşısında siyasî partilerimizin henüz matbuat sahasında kudretleriyle mütenasip olarak cihazlanmamış ve teşkilâtlanmamış olmaları, «tarafsızız» diyen bir takım gazetelere, böyle bir devreye mahsus olmak üzere, müstesna bir imkân ve iktidar vermektedir.
Onlar en ağır, en insafsız hücumları hürriyet fikri ve tenkid hürriyeti nam ve hesabına yapmakta beis görmedikleri için ben de müsaadenizle, bizim de sahip olmamız derkâr bulunan tenkid hürriyetimize ve hele meşru müdafaa hakkımıza dayanarak bunları konuşuyoruz.
Memleketimizde demokratik hareketin ananelerini kurduğumuz ve demokrasimizi şekillendirip istikametini tayin etmekte bulunduğumuz şu tesis devresinde ileride ve hattâ yakın bir istikbalde tehlikeler teşkil edecek kadar mühim olan bugünün bir takım hata ve heveslerine işaret etmeyi ve bunların kökleşmesine karşı mücadele etmeyi, hürriyet rejimine karşı gösterilmesi lâzım sevgi ile hürmetin icabı saymaktayım.
Matbuatın umumî efkârın tercümanı olmak vasfını kazanabilmesi için milli tahassüs, millî tefekkür, milletçe duyulan üzüntü, ıstırap veya iştiyak ve tahassürlerin maskesi olması lâzımdır. Memleket realitelerini, hakikatleri, hiç değilse maddî hakikatleri olduğu gibi aksettirmek matbuatın vazifesidir.»
«Bir kere haberleri, hâdiseleri ve hakikati değiştirmeden olduğu gibi halka bildirmek. Bunu yaptıktan sonra hür gazeteciliğin diğer vasfına geliyorum ki, o da, tezyif ve tahrik etmeden, haysiyet ve hürriyetlere kendi haysiyet ve hürriyeti gibi riayet göstermek şartiyle tenkid sahasında istediği gibi kalem yürütmek hakkına sahip olabilmelidir. Bu, asla münakaşa götürmez bir esastır. Görüyorsunuz ki, matbuata uluorta çatmakta değilim. Sadece onun için de kaideler mevcut olduğuna işaret eylemekteyim.
Zira, maddî hakikatleri de yani, bir çok insanların gözü önünde cereyan ve tekevvün eden hâdiseleri ya gizlemek, veyahut olduğundan başka göstermek, hülâsa bunları tağşiş etmek için çalışmak, bir köşe bakkalının halka mağşuş gıda maddeleri satmasına benzer.
Düpedüz yalan yazmak, maddi hakikatleri dahi maksadı mahsusla tam aksine göstermeğe çalışmak, memleket menfaatleri ile de, matbuata gösterilmesi lâzım hürmetle de telife imkân yoktur. Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseler ve sahneler bile baştanbaşa tahrif olundu.
Maddî hakikatleri ve Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseleri dahi umumî efkâra aksettiremeyen matbuatın, efkârı umumiyenin tercümanı ve maskesi olduğu iddiası, kabili müdafaa değildir. Haktan ayrılmak, memleket realitelerinden uzaklaşmak, bir nevi enderun hüviyetine bürünmek işte budur.»*
 
Yukarıdaki yazı; bugünkü devlet büyüklerimizden birinin ağdalı ve hamasi nutkunun eski Türkçe ağırlıklı çevirisi değildir, bu yazı çok eski devlet büyüklerimizden Adnan Menderes’in 1956 yılında İzmir’de bir açık hava mitinginde yaptığı bir konuşmanın bir bölümüdür. Hani bugünlerde “ileri demokrasinin” memleketimize avdet etmesine sebeb-i vasıta olduğunu iddia edenlerin, “muris” gördükleri ve demokrasi şehidi diye adlandırdıkları kişinin, ileri demokrasiye aslında diktatörlüğe; demokratikleşme çabalarına set çekerek hatta yer yer saldırarak, nasıl yelken açtığının bir ibretlik öyküdür. Bugünler aslında o günlerin “dejavu” su olmaktan başka bir şey olmayıp tam tersine ibretlik bir hikâye olmasının yanında, mart aylarının ünlüsü nasıl olunabileceğinin de harika bir örneğidir. Yahu size o günde bugünde muhalefet edenin başına ne geldiğini, ne geleceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yok, hepsi ortada, matbuattan şikâyetçisiniz ama o günde bu günde %90 nını kontrol ediyorsunuz, ne kast ettiğimizi merak edenler bugün kendisine çok önemli şair dediklerini muhteremin geçmişinde örtülü ödenekten nasıl beslendiğine ve bugünkü ardıllarına nasıl örnek teşkil ettiğine bakabilir ve nasıl övgü ve güzellemeler yapılabileceğinin külliyatına sahip olabilirler. Ne yazık ki; o gün de bu gün de muhalif basının önemli bir bölümü bile kurma muhaliflik yapmaktadırlar, dün alkışlayanların bugün sahte ve kurma muhaliflik yapmalarını onların öngörüsüzlüğüne mi yoksa kolay kandırılabilecek olduklarına mı bağlarsınız bilemem ama her 2 halde çok kötü bir durum oluşturmaktadır.
 
 
* Basın yayın ve enformasyon Genel Müdürlüğü sayfasından alınmıştır.