Cuma, Haziran 21, 2013

NÜRNBERG YARGILAMALARI

1930’lar dünyası, yaşanan ve tüm dünyayı sarsan büyük ekonomik kriz sonrası sermayenin azgın saldırılarının katmerleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini almış ve kapitalizmin kalesi görünümü veren ülkelerde bu saldırılar faşist partilerin hile, hurda ve desise ile yönetime geçmelerinin tezahürü olmuş ancak totaliter yaklaşımların kriz içindeki kapitalizmin sorunlarını çözmesi hedeflenir ve beklenirken, sistemin despotik yaklaşımlarının yarattığı yan etkiler yeni krizlere yol açmış tıpkı bugünlerde yaşananlar gibi. Başta ve merkezi olarak tüm Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı çok derinden etkileyen ve yaraları bugün bile hala sarılamayan sosyal, kültürel, siyasal sonuçlar doğuran 2. paylaşım savaşı olarak tarihe geçen ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne yol açan ve yaklaşık 5 yıl süren kanlı bir boğazlaşma dönemi yaşanmıştır, kapitalizmin sorunlarına çözüm arama çalışmaları kapsamında… Peki, bulunabilmişmidir zinhar, peki bulunabilecekmidir zinhar… Ama çözüm arayışları sürekli olacaktır çünkü ayakta kalmanın yegâne yolu çözüm arayışlarındadır, sonuçlarımı, yoksulluk, sefalet, açlık, ölümler doğuracak küçük küçük bölgesel savaşlar ile… Tüm bu yaşananlara rağmen ders alınacak yerde bu savaşları savunacak, yürütecek insanlar hep bulunacaktır… Peki, çözüm arayışları adı altında gerek bölgesel savaşları ve gerekse de iç savaşları kışkırtanlardan hukuk içerisinde hesap sorulabilmişmidir, nerde… Peki, bu eli kanlı diktatörlerden hesap sorulamayışının ya da aklama süreçlerine dönüşen yargılamalar ile soruluyor gibi yapılıyor olmasının ya da tüm suçun birkaç kişinin üstüne yıkılarak kapatılmasının nedeni nedir diye bakıldığında, yine ve maalesef sermayenin sorunlarına çözüm arayışının bariyeri çıkmaktadır insanlığın önüne. Yaşanan büyük boğazlaşmanın ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne neden olmuş, Nazi zulmünün nihayetlendiği dönem sonunda yaşanan Nürnberg yargılamaları bunun en büyük örneklerinden biridir.
 
Bilindiği üzere, Faşist Adolf Hitler’in 1930’lar içinde; öncelikle Komünistleri, Sosyalistleri ve sosyal demokratları ve tüm siyasi muhalifleri “devlet düşmanı” kara propagandaları ile muhalefet edemez hale getirdikten sonra, başta Yahudiler olmak üzere, Yehova şahitleri, Romanlar, eşcinseller, “Ari Olmayanlar” ve ırk olarak “ikinci sınıf" olanlar veya “Ari ırkın” çoğalmasına engel olanlar gibi sıfatlarla yaftaladığı ve sonuçta da kendinden olmayan herkesi ve her kesimi hedefleyen toptancı bir tavır sergilemiş ve milyonların toplama kamplarında ölümlerine yol açmıştır. Hülasa kim biat etmemişse, bir kulp bulunup derdest ediliyor ve sonuçta yok ediliyordu, demir yumruk yok etme üzerine, son derece hırslı ve hızlı çalışıyordu… Sermayenin sorunlarına çözüm bulamadı diye sırtından attığı, binlerce örneğinde de görüldüğü ve ders alınamadığı için bundan sonra görüleceği üzere, artık totaliter yaklaşım yüzlerce denge parametresi adına yargı karşısına çıkarılmak zorunda kalındı, artık yargı “Nürnberg duruşmaları” diye tarihe geçen, sermayenin en baskıcı yüzü ile hesaplaşıyorum numaralarına sığınmıştı.
 
Galip gelen Müttefik kuvvetler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD) tarafından atanan yargıçlar ile yapılacak duruşmalar için yer olarak Almanya’nın Nürnberg şehri seçilmiş olması nedeniyle “Nürnberg mahkemeleri” diye anılan mahkemelerde soykırım ve savaş suçları nedeniyle en önemli 22 Nazi’nin yargılanması gerçekleşti. 12 önde gelen Nazi’nin ölüme mahkûm edilmesi ile nihayetlenen duruşmalarda, sanıkların çoğu sadece üstlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ısrarla belirtmiş olsalar bile, yöneltilen suçlamaları kabul ederek, katliamlara doğrudan katılmak nedeniyle sert cezalar aldılar ancak soykırımda kilit rolleri üstlenen, üst düzey hükümet yetkilileri ve bürokratlar ve toplama kampına getirilenleri zorunlu iş gücü olarak kullanan kuruluş sahipleri ya da yöneticileri gibileri, kısa süreli hapis cezaları ya da hiçbir ceza almamışlardır.
 
Ancak ve sonuç olarak, tüm savaş suçluları ve tüm insanlık suçu işleyenler yargılanmamış, hatta yargılananlarda layığı ile yargılanmamış olsa bile, milyonlarca insanın katili durumundaki generallerin ve bürokratın ortak savunmaları, “biz emir aldık, emirleri uyguladık, emir kuluyduk, vazifemizi yaptık” gibi başlangıçta masumiyet ifade etse bile sonraları sonuçları itibariyle birçok ülkede göstermelikte olsa, anayasalarda ve yasalarda “insanlık suçu işlemek ya da insan hakları ihlali olabilecek bir emri yerine getirmekte suçtur” ibaresinin yer almasına vesile olduğu için “Nürnberg mahkemeleri” tarihi önemdedir. Gerçek anlamda ise mahkemelerin sonunda, yaşanan boğazlaşmanın galiplerinin haklılığının teyidi gerçekleşirken, kapitalizmin sıklet merkezi de Avrupa’dan Amerika’ya kayıyordu…
 
İnsana ve insanlığa karşı işlenen suçların emir verilse dahi yerine getirilmemesi gerektiğine dair; oluşan yazılı ve örfi hukuk, tüm mücadelelere rağmen, başta canım Yurdum olmak üzere, ne yazık ki birçok ülkede hala uygulanamamakta olup bazen de tam tersine uygulanmaması için ciddi çabaların gösterildiğine tanıklık etmekteyiz.
 
Canım Yurdumu yönetenler; Avrupa Birliği ile flört zamanına denk geldiği anlaşılan dönemde düzenledikleri, 12.10.2004 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24. madde 3. bendinde; “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur”, demelerine rağmen, konu ile ilgili ciddi tavır takınmadıkları görünmektedirler, bu yüzden de bu düzenleme “defi bela kabilinden” durmaktadır sanki… Diğer taraftan 12 Eylül faşizminin temsilcileri bile; yaptıkları Anayasanın 137. maddesinde “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.” diye belirtmekten kaçınamadıkları bir ortam var iken, yasa ile düzenlemenin ruhuna; diğer taraftan da muktedirlerin hayatı tanımlamaktan maksat ve muratlarına uygun olarak düzenlemelere aykırı emirler verebilir, bunu kabul etmesek bile anlayabiliyoruz, günlük hayatın pratiğinden, peki kendilerini de işlenen suçun asli unsuru haline getirecek kanunsuz emri uygulayanlara ne demeli, bunlar ciddi ciddi yanlı ve seçilmiş ekiplermidir ya da durumun farkında mı değillerdir, sahi nedir onları bu kadar cesaretli ve umursamaz kılan… Üstler ve amirler tarafından verilen "yasal olmayan" emirlere uymama halinde, acımasız ve kıyasıya bir şekilde “emre itaatsizlikten” yargılanan binlerce, hatta bu yüzden memuriyetini ya da işini kaybeden onbinlerce insan varken, kanunsuz emri uygulayanlardan neredeyse kimsenin yargılanmamış olması hali mi bu cesaret ortamını yaratıyor acaba?
 
Günlerdir; artık adı tarihe “Gezi Parkı direnişi” diye geçecek, yaşanan çatışmalar içinde, üstelik yasal haklarını kullanan, şiddet içermeyen, barışçıl eylemlerde bulunan kişilere karşı, muhtemelen de çok yukarılardan gelen emir ile, sıvı biber gazı takviyeli tazyikli su, biber gazı, portakal gazı kullanarak, TOMA’ların insanların üzerine sürülmesi gibi, asla kabul edilemeyecek uygulamaların sorumluları, bu kanuni durumu düşünmeksizin belki de umursamaksızın tutumlarını sürdürmektedirler. Bu konuya ilk defa ama çok ta cesaretsizmiş gibi bir görüntüyle değinen CHP Genel Başkanı olmuştur, ileride muhtemel görevleri sırasında bu açıklamalarına uygun davranıp davranmayacakları ya da iktidarda bulundukları yerel yönetimlerde bu öngörüye uygun icraatlarda bulunup bulunmayacakları bundan sonra halkımızın ısrarla izleyeceği bir tutum olacaktır, herhalde.
Yapanın yanına kar kalmadığı, yasaların mutlaka bulunulan pozisyona ve duruma tabi olmaksızın ve kim olduğuna bakılmaksızın uygulanacağı bir güne kavuşmanın yegâne yolunun ise, gerçek anlamda bir hesap sorma ve verme mekanizmasının çalıştırılmasından geçeceği bilinerek ve asıl alınarak ve içselleştirilerek; 27 Mayısçılardan, 12 Martçılardan, 12 Eylülcülerden başlayarak, faili meçhullere, örtülü ödenekleri kendi hesaplarına aktaranlara, gezi parkı direnişine insani olmayan tutumlara kadar, kanuna ve hukuka aykırı kim ne yapmış ise, üstünü kapatmadan yılmadan ve korkmadan yargılanmalı ve hukukun ruh bulduğu örnek teşkil etme müessesesi çalışabilsin ve toplumsal yaşama katkısı olsun…
Son söz; AKP seçmenine; “Partimiz sadece kendi içinde değil, parlamento ve toplum içinde de kollektif iradenin tekil iradelerin yerini almasını sağlayacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğu değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır. Bu nedenle partimiz, hazırlayacağı yasa tekliflerini sivil toplum kuruluşlarının değerlendirmelerini alarak oluşturacaktır” şeklinde yazılan parti programını neden sadık kalınmadığını sorun ve sorgulayın ve toplumsal ah’lar ve beddualardan uzak durun, partinizi yönetenlerden bundan öte bir şey beklemeyenlerin sayısının hiçte az olmadığının farkına varın…  Peki, umutkâr bir ortam oluşuyor mu diye sorarsanız da? Ne yazık ki, hayır ve daha da vahimi 50 ya da 60 yaşına kadar şefkat ve sevgiden nasip almamışların, almadıklarını da veremeyeceklerine göre bundan sonra vah canım Yurdum vah diyeceğiz, galiba… Umarım yanılırım ve umarım ki meramım anlaşılmıştır…

Hiç yorum yok: