Cumartesi, Aralık 25, 2010

TAHKİRAT – TEDİBAT – TEVKİFAT

“Hatta öyleleri çıktı ki biraz komik olacak ama ne dediler biliyor musunuz “biz futbolda ofsaytı kaldıracağız” dediler. Hatta daha da ileri gittiler, “Boğaz Köprüsü’nün üstüne otobüs durağı yapacağım” diyenler oldu. “Her eve şebeke bağlayıp, musluklardan gazoz akıtacağım” diyenler çıktı.” diyordu başvekil Bitlis konuşmasında muhalefeti tahkir ederek… Tam bir kara mizah…

Neyi hatırladım biliyormusunuz?

1960 lı yılların sonlarına doğru yapılan genel seçimler arifesinde, seçim kampanyalarının önemli faaliyetlerinden olan açık hava mitinglerinden birinde; Zonguldak’ta kürsüde siyasi söylevini veren muhterem de dönemim iktidar partisine mensup birisi… Konuşmasının ve aldığı alkışın sarhoşluğu içerisinde, freni kopmuş yokuş aşağı giden kontrolden çıkmış araba misali, adet olduğu üzere muhalefet partisi ve onun liderine yönelik tahkir edici konuşmaya başlar, hızını alamayarak muhalefet partisi liderine yönelik “Bu kişi ki askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir, şimdi kalkmış …” İşte artık bu noktada milletten inanılmaz bir alkış almıştır. O dönem muhalefet partisi lideri de kim; İsmet İnönü… Varın necip Türk milletinin gazlar karşısındaki durumuna bakın siz…

Şimdi bu alkışların büyüsüne kapılıp işkembe-i kübradan atışlar sınır tanımıyor ya, aklıma ne geldi; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabında Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına binaen; Akhisar işgaline yönelik tepki neticesinde Çerkez Ethem reisliğinde kurulan sokak mahkemesinin verdiği idam kararlarını soluksuz alkışlaması üzerine “Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...” diyor ya tam bir ibret vesikası
(http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2008/07/akhisarin-yunanlilarca-igali.html)

Unutmayalım ki; Silahlı Kuvvetlerin muktedir paşalarını dün “paşam paşam” diye yere göğe sığdırmayan seçmen yığınları bugün aynı paşaların Ergenekon davasında yargılanmaları üzerine de, “alçaklar bak neler yapmış” demektedirler.

Günlük ve güncel siyaset yapma biçiminin tamamen Amerikan tarzı belden aşağıya vurma taktikleriyle yürütülüyor olması, yarın kimler için nasıl belgelerin piyasaya sürüleceğinin ipuçlarıdır, yaşadıklarımız. Dünün muktediri CHP eski genel başkanının bugünkü hali ne yazık ki örnek olmuyor.

Günlük ve güncel siyaset yapmanın en önemli parçası haline gelen; abartarak yalana başvurma, hele de gücü de elinde bulunduranın kullandığı yöntem ise; önce alay, sonra tahkir iken yaklaşım ve değerlendirme bir süre sonra tenkile sıçrıyor…

Durumu yığınlar gözünde meşru kılabilmenin yolu ise; maalesef, yalan ve yalanı abartma düstur oluyor. Muktedirlerin sıkça başvurdukları bu konuda, Propagandanın babası Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels ne diyor “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”
Evet, insanlar gücü elinde bulunduranların doğru dediği şeylere yanlış deme cesaretini gösteremezler, göstermek isteseler bile kolay olanı tercih ederler, inanırlar…

Anadolu’dan bir söz “Akıllıya 40 defa deli dersen delirir”

Propagandanın babası Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels’in 2 nolu taktiği ise "Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur."

Ezber böyle yaratılır işte. özellikle aktif öğrenme yerine pasif öğrenmeyi kendine şiar edinmiş ise yığınlar, kendilerine her söylenen yalanın beyninin her tarafını işgal edene ve sonuçta meşgul edene kadar direnebilir, ama sonrası işte gelinen nokta… Hiçbir deli ben deliyim demiyor…

Bir de Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels’in yargı hakkındaki görüşlerini hatılayalım: "Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır."

Bugünkü muktedirlerden de benzer görüşler varsa; anlayın gelinen noktayı…

Tüm bu yaklaşımların harman edilmesi neticesinde Ziya Paşa’nın ünlü sözünü şu hale dönüştürmek mümkündür günümüzün izahı için; “tahkir ile uslanmayanı etmeli te’dib, te’dib ile uslanmayanı etmeli tevkif, tevkif ile uslanmayanı etmeli tenkil”

Ama unutmayalı ki “horoz ötse de ötmese de sabah olacaktır” diye bir söz vardır Anadolunun…

Yazımı umudu yeşil tutabilmek adına ünlü Alman feylesof Arthur Schopenhauer bir sözüyle bitireyim “Bütün gerçekler üç aşamadan geçerler. Önce alay edilir, ikinci olarak şiddetle karşı çıkılır ve üçüncü olarak da "besbelli" diyerek kabul edilir.” Bu da muktedirler için bir hatırlatma olsun, yalan ve propaganda ilanihaye işe yaramamıştır ve yaramayacaktır. Ve bekleyeceğiz canım Anadolu’nun bir başka tılsımlı lafını yaratan yığınlarının “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olacaktır” sözüne yeniden sahip çıkmalarını

Pazartesi, Aralık 20, 2010

ALTERNATİF ÜRÜN

Ülkede daha 2001 krizinin sıkleti atlatılmamış iken yaşanan 2009 krizi insanların belini iyice bükmüştür, bu bel çöküşün etkileri en çok ta Güneydoğuda hissedilmiştir. Son 25 yılda yaşananlardan ötürü ve özellikle bir taraftan zorunlu bir taraftan da korkarak köylerden kaçış bölgedeki hayvancılığı bitme noktasına getirmiş, dolayısı ile kırsal kesimin en önemli ekonomik faaliyetine çok büyük darbe indirmiştir. Oysa eskiden hayvancılık doruk noktada iken geçim nasıl oluyordu yaşamını buradan idame ettirenler için; bir taraftan evin gıdasının temini yanında satım ya da değişim yöntemiyle diğer ihtiyaçlar karşılanıp yaşam görece normal yürütülüyordu. Ama artık bu şanslı ortam çok gerilerde kalmıştı ve bölgede başkalarının haklarının gaspı fütursuzca yapılmaya başlamıştı…

Diğer taraftan; bölgede yaşanan çatışma ortamının yarattığı duyarlılık, tarafların karşılıklı tavizsizliği, hayatı hem güvenlik güçleri için hem de halk için ziyadesiyle zorlaştırmaktadır. Bu nedenle güvenlik güçleri kendilerine gelen her türlü ihbarı oldukça ciddiye alıp, bu ciddiyete uygun hareket ediyorlardı.

Jandarma; büyük bir karışıklık yaşandığı gerekçe edilerek yapılmış bir telefon ihbarı üzerine, bu konuda hayli idman sahibi olduğundan inanılmaz bir süratle köye intikal etmiştir. Nasıl etmesin ki; bir taraftan siyasal baskılara muhatap olmak riski diğer taraftan da olabilecek can kayıplarının kendi hanelerine suç yazılması kaygısıyla son sürat hareket edilmektedir. Zaten her iki halde de başı ciddi ciddi ağrımaktadır.

Köye intikal edilir edilmez, artık refleks haline geldiği üzere, hemen köyün çevresi giriş çıkışları engelleyecek şekilde kuşatılmıştır ayrıca ihbarın kendileri için dışarıdan olabilecek bir saldırının beklenmedik bir sonuç doğurmasının önüne geçilmesi isteğiyle tedbir alan jandarmalar da bir güvenlik çemberine alınmıştır.

Köy etrafında alınan ikili önlemi müteakip, hızlı bir şeklide konunun detaylarına girilebilmesi için çalışma başlatılmıştır. İlk elde köyün Muhtarı Komutanın yanına getirilmiş, yaşanan kargaşanın ne olduğu, nasıl önlenebileceği sükûnetin nasıl tesis edileceği mütalaası yapılmaya başlanmıştır.

Köyün etrafının sarılması ve köyün içinde askerlerin dolaşır hale gelmesi kargaşanın alevini söndürmüş, tansiyonu düşürmüştür ama konunun detaylarına girip vakıf olup çözümün nasıl ve nerede olacağının kararının verilmesi gerekmektedir.

Muhtarın hemen görevlendirdiği kır bekçisi evleri dolaşıp köylünün acilen köy meydanında toplanmasını ister, köylüler aceleyle evlerinden çıkarak köyün meydanına yönelirler ve herkes meydanda toplanmıştır artık.

Jandarmanın daha önceki olaylardan çıkardığı hisse ile davranışların şeffaflaşmasının kendilerini kamuoyu nezdinde temize çıkaracaktır yaklaşımı mucibince, ulusal ve yerel medyanın elemanları da yerlerini almışlar.

Komutan taraf olduğu izlenimi veren kişileri dinlemeye başlamış ve çıkan bu kargaşanın nedenini anlamaya başlamıştır ki, tam da o sırada bir bağrışma herkesin dikkatini çeker ve gözler o tarafa dönmüştür hemen.

TV kameraları yüksek bir yere çıkmış, önüne bir sürü taş toplamış bir adama zoom yapar. Adam köyün meydanına toplanmış köylülere taş atıyor “vahşiler, vahşiler, vahşiler” diye bağırıyordu.

Medyadan birisi mikrofonu avaz avaz bağıran adama uzatır, neden böyle bağırıp çağırdığını, neden köyün meydanına toplanmış insanlara taş atarak “vahşiler” diye bağırdığını sorar, adam son derece anlaşılır bir dilde sakin ama ağlamaklı bir sesle, “alternatif ürün olsun diye timsah yetiştirelim dedik havuzlar kurduk, timsahlar getirdik” diyordu. “Amacım bölgede had safhaya çıkmış işsizliğin çözümüne de katkı sunmuş olmaktı bu girişimimizle, ama nerdeeeee bu vahşiler yüzünden bütün hayallerim yıkıldı, planlarım mahvoldu, perişan oldum tüm servetimi kaybettim” diyordu. “havuzlar yaptırdık, ithalat izinleri çıkarttık, ülke ülke gezdik, nereden timsah bulabiliriz dedik, ta Amerikalardan ithal ettik bu hayvanları, nakliyelerini büyük sorunlara rağmen gerçekleştirdik ve sonunda herkesin gıpta edeceği şekilde timsah çiftliği kurduk” diye devam ediyordu, köylüleri işaret ederek “bu vahşiler bütün timsahlarımı yemişler tüketmişler” diye bağırıyordu. “Yahu kardeşim bunlar inek mi, koyun mu ki yiyorsunuz” diyerek ağlar vaziyetteydi…

Sonradan TV kameraları köyün meydanına toplanmış köylülere zoom yapar, mikrofonlar onlara uzatılır. Jandarmalarca etrafları çevrilmiş halde büyük çoğunluğu başı önlerinde bulunan köylüler sessiz mahcubiyetleri ve kabahatli olmanın psikolojisi ile durmaktaydılar. Ama içlerinden birkaç tanesi hiç te mahcubiyet ve suçluluk duymadan pişkin pişkin mikrofonlara “yanlış üründü yanlış yatırımdı zaten” diyerek, hala dişleri arasında kaldığı anlaşılan timsah etlerini kürdan ile çıkarmaya çalışırken bir taraftan da, “ya kardeşim bunların kavurması da haşlaması iyi olmuyor, çok yağlı eti var bu hayvanların” diye konuşmaktaydılar…

O sırada adam “cüzdan yaparak satacaktım, kemer yaparak satacaktım, ayakkabı yapıp satacaktım” diye iki koluna giren adamların arasında bağıra çağıra, aklını kaçırdığı için tedavisinin yapılacağı hastaneye götürülüyordu.

Pazar, Aralık 12, 2010

POZANTI HİKÂYELERİ- ÇILGINA DÖNMÜŞLER

Büyüklerinden öğrendiği namazlığından başka öğretimi olmayan, okul yüzü görmeyen Ali Ağa yıllarca yaptığı çobanlık ve keçi satışından elde ettiği getirinin rahatlığı, dürüstlüğü, yardımseverliği ile çevresinde sevilen, sayılan, arabuluculuk yapan, dargınları barıştıran yapısıyla ahalinin akil adam, ehil adam olarak tarif ettiği saygın bir şahsiyet olup dertlerinin sıkıntılı geçen uzun yaşamının yarattığı karalığın rengi yüzüne gözüne vurmuş haldedir.
19 yaşında 105 kilo gelmesine rağmen kilosunu göstermezdi. Bir gün kasabanın Fransız işgalinden kurtuluşunun yıldönümü törenini merak eder ve gidip töreni izlemeye karar verdi. Davarı Gâvur Dağına sürer, köpekleri davara nöbetçi bırakır, Kasabaya iner. Kurtuluş Töreni Tren istasyonunun önündeki meydanda yapılacaktı. Kasaba pırıl pırıl temizlenmiş, Zafer Takı hazırlanmış, öğrenciler, memurlar, eşraf ve halk tören alanındaki yerini almıştı. Tren düdüğünü çalarak metalik fren sesiyle istasyonda durur, Adana Belediyesi şehir bandosu, Kuvay-i Milliyeci çeteler ve Adana’dan gelen konuklar istasyona inerler. Halkı selamladılar. Boş bir vagon üzerindeki iki pehlivan halka tanıtıldı. Tören bitiminde güreş yapılacak, galip gelenler ödül olarak kasabanın tek olan berberinde tıraş ettirilecekti. Ali Ağa 19 yaşında olmasına rağmen berberde hiç tıraş olmamış, saçı uzadıkça hep kırklık (keçi kılı kesilen demir makas) ile kesilmişti. Adana’dan gelen pehlivanları tören boyunca izler, onları gözüne kestirdiği anda daha önceki talebine binaen, Cazgır; Ali Ağa ile yapılacak güreşin duyurusunu yapar, pehlivanlar er meydanına çıkar. 5 dakika ara ile Ali Ağa her iki pehlivanın sırtını yere getirir. Doğruca berbere götürülür, ilk kez berber koltuğuna oturan Ali Ağa Kara Mehmet’in fırınından aldığı 2 somunu koltuğunun altına alarak mutlu bir vaziyette sürüsünün peşine gider…
Ali Ağa sürekli olarak eyerlenmiş genç tayına biner, Atı 5-6 yaşına geldiğinde genç bir atla değiştirilirdi. Ağa ancak ağır kış şartlarında köyde kalır, diğer günler kasabaya iner, ekibi ile her gün sohbet eder, ev ihtiyaçlarını heybesine koyar, ikindi üzeri köye dönerdi. Ali Ağa kasabada da herkes tarafından tanınır, sevilir ve sayılır, sözüne itibar edilirdi. Ağır kış şartlarına rağmen evinde soba bulunmaz, şömine şeklindeki kara ocakta yakılan ateşte ısınırdı.

Ali ağa her sabah yaptığı üzere erkenden ama bu kez ilk defa evin yanındaki kümeste öten horozun sesini duymadan uyanarak, sabah namazını eda etmek üzere kalktı, doğrudan ayakyoluna giderek sabah hacetini ettikten sonra, Toros’ların buz gibi suyu ile elini yüzünü yıkayıp dualarını mırıldanarak abdestini aldı. Ezan’ı bekledi, can kulağı ile ezanı dinledi, Seccadesini açıp kıbleye doğruldu ve Sabah namazını, namazın kendisine ne kadar da huzur verdiğini düşünerek tamamladı. Tüm bedenini kaplayan iç huzuru ile birlikte evin kapısının önüne çıkarak duvara dayanarak yüzünü doğmakta olan güneşe çevirdi. Güneşin doğuşunun yeni bir güne işaret etmesinin yanında dünyanın yeniden aydınlandığını düşünerek, bereketin en önemli kaynağının kendileri için ne kadar büyük bahşedilmiş bir şey olduğunu içinden geçirdi. Ali Ağa sağ elini gözüne siper edip gözlerini kısarak sanki gözleriyle düşünürcesine önünde Demirkazık dağına kadar uzanan araziye ve Karanfil ve Karınca dağlarından aşağıya doğru Kamışlı boğazına göz gezdirerek baktı. Yeni sararak hazırladığı sigaradan bir iki duman çektikten sonra, ivil ivil esen rüzgârın kavak yapraklarında çıkardığı hışırtının tılsımı ve gece daldığı düşüncelerden ötürü geç uyumasının vücudunda yarattığı yorgunlukla dalıp gitti. Dağlara tekrar baktı, keçi güttüğü günleri hatırladı. Gâvur dağındaki tüm çam ağaçlarını ezberlemişti yıllar boyu.

Gerek yaşlılıktan, gerekse de eşekten düştükten sonra nasıl olsa geçer kabilinden doktora da götürülmediğinden 90 derece beli bükülmüş karısı Rukiye’nin akşamdan ıslatıp sabah kaynattığı bol sarımsaklı, salçalı tarhana çorbasının hazır olduğunu belirten sesini duyunca içeriye girip çorbalarını birlikte içtiler.

Ali Ağa, kaybettiği birinci eşinden sonra yakın köydeki akrabalarının aracılığı ile evlendiği Rukiye olabildiğince zayıf, kısa boylu ama bir köylü kadınının kuvvetini her haliyle yansıtan canlılığı ile kendisinin de ikinci kocası olan Ali Ağa’nın bütün beklentilerini karşılayan ve namazında niyazında akça pakça bir kadın olmuştur sürekli…
Genelde; hemen evin yanındaki tarladaki dikilen ekilen her türlü yıllık bitkilerinin dikimi, bakımı ve ürünlerinin toplanması ile kiraz ağaçlarından toplanması gereken kirazların da toplanması kendisine aittir. Ayrıca bahçede; köydeki her ailede olduğu üzere, 7 tavuk 2 horozdan oluşan hayvanların bakımı ile Ali Ağanın bizzat ustalığını yaptığı fırında ekmeklerin pişirilmesi görevi de kendisine aitti. Ama asıl görev ise kendilerinin neredeyse tüm taşıma işlerinde kullandıkları eşeklerin bakımı idi, bir zamanlar…

Tabiatın köylerine cömert davranıp her türlü zenginliğini bahşederken, yaşamlarının bu kadar fakirliği karşısındaki çaresizliğinin yükü omuzlarına yüklenmiş bir vaziyette yavaşça oturduğu yerden doğrularak kalktı, Ali Ağa. Köyün yukarısındaki evinden düşünceli bir vaziyette, genç atını eyerleyen Ali Ağa neredeyse motorlu vasıta hızında kasabaya indi. Atını tren istasyonunda bir ağaca bağlayıp yem torbasını takarak, hemen Caminin karşısındaki kaldırımda saraçlık yapan dostu Hacı İbrahim’in yanına oturdu. Çaylarını içtiler, gelenlerle şakalaşıp, sohbet ettiler. Ezan okununca abdestleri alarak öğle namazını kıldılar. Camiden çıkışta Müftü Efendi ile eşraftan Tahsin Efendi Ali Ağa’nın koluna girdiler. Durumu anlattılar. Kasabanın nüfusunun arttığını, tek caminin yetmediğini, ikinci bir camiye ihtiyaç duyulduğunu, yerini belirlediklerini, Resmi görevlilerin durumdan haberdar olduğunu, bir dernek kurduklarını, paraya ihtiyaçları olduğunu, bunu elbirliği ile yapacaklarını, ihtiyaç duyulan paranın ancak Ali Ağa gibi Ehl-i Kamil insanlarca toplanabileceğini v.s. anlattılar. Ali Ağa bu işe gönüllü talip oldu. Yanına iki de din görevlisi verilen Ali Ağa makbuzları da çantasına koyarak düştü yollara.

Körüklü bir otobüsle Adana’ya gelinir, Maraş otobüsüne binilir, öğle namazı olmadan Maraş’a varılır, İmam efendiye durumu arz edilir, Namazı müteakip imam efendinin duyurusu ile makbuz mukabili para toplanmıştır. Para Ali Ağa’nın çantasına yerleştirildi. Onca yol gelinmiş, çok acıkmışlar ve lokantaya gidip yemeklerini yediler. Akil adam Ali Ağa sadece kendi hesabını öder ve yanındakiler Ağanın bu davranışına anlam veremediler. Yol paralarını Ağa karşılamış, tüm giderlerinin de öyle olacağını düşünmüşlerdi. Çok gücendiler. Dışarı çıkıp yemek, yol ve gündeliklerinin toplanan paradan karşılanmasını Ali Ağadan talep ettiler. Ali Ağa onlara sadece gülümsedi. Para toplama faaliyeti muhtelif camilerde 3 gün sürdü.

Kasabaya döndüler. Dernek yöneticileri toplandı. Para sayıldı. Makbuz yekünü ile karşılaştırıldı. Tutanak tutularak para teslim edildi. Heyetin diğer üyeleri çılgına dönmüştü. Akil Adam Ali Ağa’ya:
“Yemek içmekten vazgeçtik de sen şimdi bizim yolluklarımızı da mı vermeyeceksin” diye çıkıştılar.

Akil adam tebessüm ederek evin yolunu tuttu.

Heyet; masraflarının kimlere ödetileceğini düşündü ve bir daha yolluk ve giderlerinin karşılanmayacağı bir heyette yer almamak üzere sözleştiler.


Perşembe, Aralık 02, 2010

KABADAYI ve MAFYA

Şener Şen’in başrolünü üstlendiği “KABADAYI” adlı filmi izlediniz mi bilmiyorum ama ben çok geçte olsa izledim ve daha önce izlediğim “EŞKİYA” filmi ile birlikte Ülkemizde yaşananları yansıtması açısından fazlaca önemsiyorum. Film; dünün bilek gücüyle ve yürek gücüyle fakir, fukara, düşkün ve yoksul dostu babayiğit kabadayılığı ile bugünün arkasına derin abiler ve güçler almış haksız kazanç peşinde koşan mafya tipi teşkilatların karşı karşıya gelişlerinden meydana gelen zımmi bir karşılaştırma yapıyor ve günümüzde artık resmi destekler ya da en azından göz yummalar olmaksızın kanunsuz işlerin yapılamayacağını anlatmaya çalışmış.

Kabadayılık şüphesiz ki yeni bir oluşum değildir Türkiye yaşamında ve tamamen bireysel ya da son derece sınırlı bir arkadaşlık kapsamında bir örgütlenmeyi kapsar ve güçleri bir yana kalıcılıkları yani uzun süre yaşabilmelerinin/hatırlanabilmelerinin tılsımını da; gözlerinin tok olması, yiğit olmaları, gözlerini budaktan esirgememiş olmaları, küçük hesaplar peşinde olmamaları ama en önemlisi de yardımsever olmaları oluşturmuştur. Kabadayılık hiçte sözcüğün başındaki “kaba” hecesi ile izah edilemeyecek ya da sınırlandırılamayacak bir mefhum olup tamamen bir semt ya da kasaba ölçeğinde bir örgütlenmeyi ifade etmektedir. Asla külhanbeyi gibi itlik-kopukluk yaptığı, sadece kendisinden güçsüzlere yüklendiği, sokak serseriliği yaptığı görülmemiştir ve tüm bu haliyle de romantik bir kahraman gibi rüyaları süslemekte ve asıl olarak ta fakir-fukara, düşkün ve gariban dostu ve hamisidir.

Ancak mafya öylemi; hayır kabadayılık mefhumu da ne yazık ki hayatımızın diğer alanlarındakine benzer şekilde Amerikanlaşmıştır ve bazı kabadayılar artık daha fazlaca ekonomik güç devşirebilmek, daha çok çalabilmek için Siyasi ve İdari yani Emniyetçi ve Politikacı desteğini de yanına almıştır ve de almak zorundadır aksi taktirde yaşama şansları yoktur. Modern hayatın ve kapitalist anlayışın dünyanın her tarafında hâkimiyetini ilan etmesi ve hayatın her alanını bir rant ve kar alanı olarak görmesi ile birlikte geçmişin kabadayılığı şekil ve içerik değiştirmiş artık yozlaşmış bu ilişkilerin yarattığı yozlaşmış organizasyonlar olarak mafyalar sahne almışlardır. Bu konuda bugün hayatta olmayan ama bir dönem Türkiye’nin en önemli mafya babası olarak bilinen birisi; “Bütün dünya ülkelerinde‚ bilhassa demokrasi ülkelerinde mafya teşkilatları vardır. Türkiye'de de vardır‚ ama mafya kimdir‚ işte bu tartışılır. Mafya bir teşkilat olayıdır. Mafyanın Meclis'te milletvekilleri olur‚ bakanları olur‚ polis müdürleri olur‚ her kesimi‚ hatta fahişeleri bile olur. Bu teşkilatlara sahip olan insanlardır mafya” diyerek ilk ağızdan konunun tarifini yaparak sınırları çizmiştir. Bu yaklaşımdan kolayca anlaşılacağı üzere siyasi ve idari derin ilişkilerin oluşması ve bunun sırasıyla güce ve ranta dönüşebilmesi için devletin bazı faaliyet alanlarında zafiyet yaşaması, hadi daha yumuşak bir ifade ile bazı alanlarda yetersiz kalması gerektiği açıktır. Açıktır; çünkü çek-senet ödemeleri zora girerse tahsilâtı da zora dayanmalıdır, benzer olarak ihale, kara para aklama, oto hırsızlığı, fuhuş vs. gibi konularda da aynı durumlar geçerli olmakta ve gereğinin yerine getirilmesi süreci de hiç müsamaalı davranmaya olanak tanımamaktadır, sonuçta mafiozik ortam bir ekonomik düzen oluşturur ki bu düzen mafyaları artık birer şirket haline getirmiştir.

Sonuçta; evlerimizi sitelere, dükkânlarımızı süpermarketlere, berberimizi kuaförlere çeviren bu yoz ekonomik ilişkiler içerisinde inanılmaz kuşatılmışlığın baskısı ve kahrediciliği altında herkese; babayiğit, haksız davranışı olmayan, haksız davranışı olana ise hayat tanımayan fakir fukara ve düşkün dostu “kabadayı” figürü çok hoş ve cana yakın gelmekte hatta hayatlarını kuşatan; İhale mafyası, Otopark mafyası, Dilenci mafyası, Hal mafyası, Çöplük mafyası, Siyasal mafya, Esnaf mafyası, Spor mafyası, Futbol mafyası, Otogar mafyası, Plaj mafyası, Arsa mafyası, Çek-senet mafyası, İmar mafyası, Sit alanı mafyası, Göçmen mafyası vs. gibi sayılabilecek yapılanmalarına karşı da nostaljik ve romantik bir unsur olarak görülmektedir.

Hangi yana dönersen dön sürekli senin hayatının nasıl göçertildiğini, nasıl çökertildiğini görerek kahrolursun. Kimse ben bunları hissetmiyorum diyemez, çünkü bir şekilde eğer şehirde yaşıyorsanız, mutlaka el temasınız, göz temasınız ya da cep temasınız oluşmaktadır. Ama siz ısrarla karşı çıkarsanız ya da kör olma konusunda çok kararlı iseniz kimsenin yapacak bir şeyi yoktur tabii ki. İnsanların bunu görmemiş gibi davranması ya da insanların bu mefhumla temas etmemiş olmaları, olayın olmamış olmasını doğurmadığı gibi yazının ana temasını da oluşturmamaktadır. Asıl değinilmesi gereken ise; kabadayılığın nasıl mafyaya dönüştüğüdür.

Eğer siz de bu yazılanların hedefi tarafında iseniz demek ki sizde bu tür kabadayı tarifindekileri özlemişsiniz demektir. “Eşkıya” ve “Kabadayı” filmindeki şövalye ve kahramanları garibin ve fukaranın beyaz atlısıdır.

İşte Türkiye’yi dönüştürdüler ama bu şekliyle dönüştürdüler hani suikasta uğrayan bir başbakan vardı ya onun deyimi ile TRANSFORMASYON budur işte. Övünün övünebildiğiniz kadar bu işe katkı verenler… Sayenizde kabadayılar mafyaya dönüşmüşlerdir artık.