Sözlüklerde çok sıradan bir şekilde sıralanmış kelimeleri
cımbızla seçerek, adeta kuyumcu titizliği ile büyük bir özen ve bezenle
işleyerek, yan yana getirir ve “işte
bundan daha iyi anlatılamazdı” denilen mısraların üstadıdır, Ahmet Arif…
Üstadın; şair-yazar Leyla Erbil’e 1954–1959 yılları arası, adeta düz yazının
şiirleşerek bir aşk abidesi haline gelmesinden oluşan duygularla yazdığı
mektupların bir araya geldiği, “LEYLİM
LEYLİM” adlı kitabı okuyorum, yer yer yüreğim burkuluyor, yer yer ürperiyor
yer yer de büyüleniyorum… Bu nasıl yüce bir aşk, bu nasıl kara bir sevda, bu
nasıl karşılıksız bir aşk sorularının, bugünkü sosyal hayatın anlayışı ve
seviyesi ile cevap bulamayacağı düşüncesine sığınarak, kâh Ahmet Arif yerine, kâh
Leyla Erbil yerine, kendini koyuyor insan ama sonuç sıfıra sıfır…
"bir eyyam da sana Lalikom diye
seslenicem. "benim dilsizciğim" diye anlam verilebilir. Ama bu bir
ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem. Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne
Zazacadır. Bu üç dilin bileşiminden doğan bir ünlem bu. Lal, Türkçedir. Lalik
ya da Lalo Kürtçe. Om eki Zazacaya kaçar. Ya işte böyle Lalikom! Ses et, konuş,
sev, payla bir hal et ama. Küçük dilin yerindedir inşallah. Kurban olur, çoban
dururum dillerine senin.
Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin.
Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu vapurlar yollu olsun.
Ferman et rüzgar beni de alıp oralara atsın.Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim. Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim.”
"İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim.
Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse dostunu, kardeşini,
sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi
sevememiştir. Sen aklıma gelende başım dönüyor."
Yer yer, Leyla Erbil’e, kendisine bu kadar kara sevda ile
bağlı olan birinin sevgisine karşılık vermediği ve ilaveten zaman zaman cevaben
yazdığı mektuplarında Ahmet Arif’in hislerini debreştirecek ya da körükleyecek
umutlar verdiği için, Ahmet Arif’e ise, bu büyük kara sevdasına cevap vermeyen
birine, hala ve ısrarla, büyük bir aşkla yazıyor olmasından ötürü kızıyor
olabilir insanlar… Yer yerde insanlar, her ne kadar özel hayattır, özel hayatın
mahremiyeti gibi kelamlar etseler bile, geçmişleri ile yüzleşme olarak bakanlar
için, yüceltecekleri bir fırsat gibi bakacaklardır mektupların
kitaplaştırılmasına, diğer taraftan…
Her şeye rağmen ben ise; bu büyük şairin dönem itibari ile
de, demokrasi havarisi gibi gösterilen Menderes istibdadı ile başının belada
olması tarafı ile daha fazla ilgiliyim. Şairin başı muktedirlerle belada,
siyasi entrika dayatmaları ile sürekli bir yargılanma hali devam etmekte,
mapusluklar, kalebentlikler ve sürgünler ile yok edilmeye çalışılıyor, normal
hayatında ise iş bulması sürekli engelleniyor, bulduğu işlerden ise kısa sürede
iyi saatte olsunların devreye girmesi neticesinde işten atılıyor, sürekli
yoksulluk ve sıkıntılar içinde yılması ve biat etmesi bekleniyor, Koca Şair ise
yılmak ne kelime destansı direnişler gösteriyor. Tüm bu boğucu, yok edici ve
kahredici baskıları yazarak ve yine yazarak aştığını anlıyoruz, koca Şairin…
Çeşitli yayınlarda; yoğun siyasi engellemelere karşın, eleştiri, deneme ve
şiirler yayınlıyor, modern ve çağdaş şiirin abidelerinden sayılacak olan tek
kitabı ise “Hasretinden Prangalar
Eskittim” işte bu şartlar altında doğmuş oluyordu. Aslında; Leyla Erbil’e
yazdığı mektupların birer aşk mektubu olması bir yana arka planda dönemin,
sosyal yapılanmasını, siyasi entrikalarını, ekonomik durumu, ekonominin durumu
ve sonucu olan kaçakçılık boyutunu ve hayatını, bizden olmayan kahrolsun
kabilinden, tenkil ve tedibin boyutunu sergilemesi açısından çok önemli
olduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan edebiyat dünyasının da, dönemin
rüzgârlarından nasıl etkilendiği, hayatın içinde hep olan ve olacak olan adamlar
ve adam kisvesindekilerin kâh açıkça, kâh gizlice zikredildiğini de
görmekteyiz.
Kısacası parti dalgasından
yargıladılar. Sivil ağı cezada beraat ettim. Hem de dört tane savcı değişti
benim yüzümden. Herifleri sürdüler. Gene de beraat ettim işte! Sonra askeri
mahkemeye verildim. Anlayacağın bir kuzudan iki post çıkardılar. İdareci yahut
elebaşıcı olarak yargıladılar, oniki yıldan başlıyordu cezam. Sonra Allah acıdı
herhal, polis olduğunu söyleyen en önemli şahit bile benim hakkımda büsbütün
vicdansızca konuşmadı, bu sefer ÜYE olarak-tam manasıyla delilsiz, sebep
gösterilmeden ve kafadan bir hükümle-gün yedim. Hepsi bu. Utanılacak bir b.k
yemedim, yemem de! Ama polise sorarsan ben bir canavarım. Çünkü yüzlerine
tükürdüm, tenhada yakalayıp eşek sudan gelinceye kadar dövdüm, rüşvet, döviz
kaçakçılığı ve randevuevi işlettiklerini bildiğimi, bunları er geç yazacağımı
söyledim. Birinin defterini dürdüm, birini merdivenlerden atmak için fırlattım.
Kolu kırıldı. Hepsi bu işte. Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk siyasi
hayatının işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!
Koca şair Ahmet Arif, yokluğu varlığa, umutsuzluğu umuda,
acıyı tatlıya, tuzu bala, hasreti vuslata, güçsüzlüğü güce, uzağı yakına, tabuyu
bilime, kimsesizliği birlikteliğe çevirmeyi başarmıştır. Diğer taraftan haddimi
de aşmak istemem ama dili üzerine de birkaç kelam etmek istiyorum; bugünlerde
91. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetimizin, bir Kürt olarak, Türkçesinin
yüz akı olmayı başarmış, muktedirlerin çağdaş ve irdeleyici şiiri önünde
oluşturduğu bendi de yıkıp geçmiştir. Kürt şair Ahmet Arif, Türkçeyi yalın,
duru ve topluma yakın kullanımı ile de kolay anlaşılır biçimde mektuplarına
aksettirmiş, sanatın toplum adına yapılıyor olmasının ibretlik örneğini de oluşturmuştur
ayrıca.
Tabii Ahmet Arif, yaşadıklarını, gördüğü işkenceleri açıkça
yazmamasına rağmen yaşadığı zulmün ne yaman olduğunu kestirebiliyoruz, ancak
acaba, kendisi bilse idi, bu zalimliği kendisine uygulayanların ardıllarının,
dünyanın başına bela ABD’nin tüm dünyaya eşit olarak uygulamaya başladığı zulüm
ve işkencelerin mektebinin, mezkûr ülkenin kanatları altında, Panama’da zirve
yaptığını ve 80’ler Türkiye’sinde mezkûr okul çıkışlı işkencecilerin sahne
aldığını, hala iddia eder mi idi acaba, işkence görmede rekor kırdığını…
“Son tramvayı kaçırsam bile, imansız,
rahipsiz, merasimsiz, gelir sana ulaşırım ilk durakta. Üzerimde künyemsi hiçbir
şey bulunmamalı” diyerek
lafa girişip, Yunus Emre’den bir
alıntı ile içinde bulunduğu durumu çok açık ve yalın bir biçimde anlatmaya
çabalar…
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalarSoğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”