Pazartesi, Ekim 27, 2014

İŞKENCE GÖRME REKORU


Sözlüklerde çok sıradan bir şekilde sıralanmış kelimeleri cımbızla seçerek, adeta kuyumcu titizliği ile büyük bir özen ve bezenle işleyerek, yan yana getirir ve “işte bundan daha iyi anlatılamazdı” denilen mısraların üstadıdır, Ahmet Arif… Üstadın; şair-yazar Leyla Erbil’e 1954–1959 yılları arası, adeta düz yazının şiirleşerek bir aşk abidesi haline gelmesinden oluşan duygularla yazdığı mektupların bir araya geldiği, “LEYLİM LEYLİM” adlı kitabı okuyorum, yer yer yüreğim burkuluyor, yer yer ürperiyor yer yer de büyüleniyorum… Bu nasıl yüce bir aşk, bu nasıl kara bir sevda, bu nasıl karşılıksız bir aşk sorularının, bugünkü sosyal hayatın anlayışı ve seviyesi ile cevap bulamayacağı düşüncesine sığınarak, kâh Ahmet Arif yerine, kâh Leyla Erbil yerine, kendini koyuyor insan ama sonuç sıfıra sıfır…

"bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem. "benim dilsizciğim" diye anlam verilebilir. Ama bu bir ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem. Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne Zazacadır. Bu üç dilin bileşiminden doğan bir ünlem bu. Lal, Türkçedir. Lalik ya da Lalo Kürtçe. Om eki Zazacaya kaçar. Ya işte böyle Lalikom! Ses et, konuş, sev, payla bir hal et ama. Küçük dilin yerindedir inşallah. Kurban olur, çoban dururum dillerine senin.
Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgar beni de alıp oralara atsın.
Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim. Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim.”

"İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse dostunu, kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevememiştir. Sen aklıma gelende başım dönüyor."

Yer yer, Leyla Erbil’e, kendisine bu kadar kara sevda ile bağlı olan birinin sevgisine karşılık vermediği ve ilaveten zaman zaman cevaben yazdığı mektuplarında Ahmet Arif’in hislerini debreştirecek ya da körükleyecek umutlar verdiği için, Ahmet Arif’e ise, bu büyük kara sevdasına cevap vermeyen birine, hala ve ısrarla, büyük bir aşkla yazıyor olmasından ötürü kızıyor olabilir insanlar… Yer yerde insanlar, her ne kadar özel hayattır, özel hayatın mahremiyeti gibi kelamlar etseler bile, geçmişleri ile yüzleşme olarak bakanlar için, yüceltecekleri bir fırsat gibi bakacaklardır mektupların kitaplaştırılmasına, diğer taraftan…

Her şeye rağmen ben ise; bu büyük şairin dönem itibari ile de, demokrasi havarisi gibi gösterilen Menderes istibdadı ile başının belada olması tarafı ile daha fazla ilgiliyim. Şairin başı muktedirlerle belada, siyasi entrika dayatmaları ile sürekli bir yargılanma hali devam etmekte, mapusluklar, kalebentlikler ve sürgünler ile yok edilmeye çalışılıyor, normal hayatında ise iş bulması sürekli engelleniyor, bulduğu işlerden ise kısa sürede iyi saatte olsunların devreye girmesi neticesinde işten atılıyor, sürekli yoksulluk ve sıkıntılar içinde yılması ve biat etmesi bekleniyor, Koca Şair ise yılmak ne kelime destansı direnişler gösteriyor. Tüm bu boğucu, yok edici ve kahredici baskıları yazarak ve yine yazarak aştığını anlıyoruz, koca Şairin… Çeşitli yayınlarda; yoğun siyasi engellemelere karşın, eleştiri, deneme ve şiirler yayınlıyor, modern ve çağdaş şiirin abidelerinden sayılacak olan tek kitabı ise “Hasretinden Prangalar Eskittim” işte bu şartlar altında doğmuş oluyordu. Aslında; Leyla Erbil’e yazdığı mektupların birer aşk mektubu olması bir yana arka planda dönemin, sosyal yapılanmasını, siyasi entrikalarını, ekonomik durumu, ekonominin durumu ve sonucu olan kaçakçılık boyutunu ve hayatını, bizden olmayan kahrolsun kabilinden, tenkil ve tedibin boyutunu sergilemesi açısından çok önemli olduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan edebiyat dünyasının da, dönemin rüzgârlarından nasıl etkilendiği, hayatın içinde hep olan ve olacak olan adamlar ve adam kisvesindekilerin kâh açıkça, kâh gizlice zikredildiğini de görmekteyiz.

Kısacası parti dalgasından yargıladılar. Sivil ağı cezada beraat ettim. Hem de dört tane savcı değişti benim yüzümden. Herifleri sürdüler. Gene de beraat ettim işte! Sonra askeri mahkemeye verildim. Anlayacağın bir kuzudan iki post çıkardılar. İdareci yahut elebaşıcı olarak yargıladılar, oniki yıldan başlıyordu cezam. Sonra Allah acıdı herhal, polis olduğunu söyleyen en önemli şahit bile benim hakkımda büsbütün vicdansızca konuşmadı, bu sefer ÜYE olarak-tam manasıyla delilsiz, sebep gösterilmeden ve kafadan bir hükümle-gün yedim. Hepsi bu. Utanılacak bir b.k yemedim, yemem de! Ama polise sorarsan ben bir canavarım. Çünkü yüzlerine tükürdüm, tenhada yakalayıp eşek sudan gelinceye kadar dövdüm, rüşvet, döviz kaçakçılığı ve randevuevi işlettiklerini bildiğimi, bunları er geç yazacağımı söyledim. Birinin defterini dürdüm, birini merdivenlerden atmak için fırlattım. Kolu kırıldı. Hepsi bu işte. Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk siyasi hayatının işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!

Koca şair Ahmet Arif, yokluğu varlığa, umutsuzluğu umuda, acıyı tatlıya, tuzu bala, hasreti vuslata, güçsüzlüğü güce, uzağı yakına, tabuyu bilime, kimsesizliği birlikteliğe çevirmeyi başarmıştır. Diğer taraftan haddimi de aşmak istemem ama dili üzerine de birkaç kelam etmek istiyorum; bugünlerde 91. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetimizin, bir Kürt olarak, Türkçesinin yüz akı olmayı başarmış, muktedirlerin çağdaş ve irdeleyici şiiri önünde oluşturduğu bendi de yıkıp geçmiştir. Kürt şair Ahmet Arif, Türkçeyi yalın, duru ve topluma yakın kullanımı ile de kolay anlaşılır biçimde mektuplarına aksettirmiş, sanatın toplum adına yapılıyor olmasının ibretlik örneğini de oluşturmuştur ayrıca.  

Tabii Ahmet Arif, yaşadıklarını, gördüğü işkenceleri açıkça yazmamasına rağmen yaşadığı zulmün ne yaman olduğunu kestirebiliyoruz, ancak acaba, kendisi bilse idi, bu zalimliği kendisine uygulayanların ardıllarının, dünyanın başına bela ABD’nin tüm dünyaya eşit olarak uygulamaya başladığı zulüm ve işkencelerin mektebinin, mezkûr ülkenin kanatları altında, Panama’da zirve yaptığını ve 80’ler Türkiye’sinde mezkûr okul çıkışlı işkencecilerin sahne aldığını, hala iddia eder mi idi acaba, işkence görmede rekor kırdığını…

“Son tramvayı kaçırsam bile, imansız, rahipsiz, merasimsiz, gelir sana ulaşırım ilk durakta. Üzerimde künyemsi hiçbir şey bulunmamalı” diyerek lafa girişip, Yunus Emre’den bir alıntı ile içinde bulunduğu durumu çok açık ve yalın bir biçimde anlatmaya çabalar…

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”

 
NOT: İtalik yazılar kitaptan alıntılardır.

Pazartesi, Ekim 20, 2014

HULKİ’nin SİNEMASI


Çocukluğumun ve gençliğimin; büyük arkadaş grupları ile başta futbol olmak üzere oynanan sokak oyunları dışında, en önemli eğlence kaynağı sinema idi… Çeşme’nin tek sinema salonu “Ses Sineması” bir depodan dönüştürülmüş, salon balkon diye 2 ayrılmış, salonun arkasında 4 ya da 5 adet loca denilen; ama sadece adı loca olan, bölümden oluşan, yoğun toz bulutu arasında film seyredilen ama Çeşme açısından da en önemli eğlence merkezi idi… Bakmayın başlıkta verilen isme, şimdi nedenini hatırlayamadığım bir nedenle “Tilki” nin sineması denirdi, oysaki dönem itibari ile Çeşme’nin en şık giyimli kişilerinden biri olup, her görenin ise “Hulki Bey” diye seslendiği birisi idi kendisi… Kim demiş, neden demiş ve neden bu kadar yayılmış ve neden herkes tarafından söylenir hale gelmiş, bir sürü tevatüre rağmen gerçekte bilinmez idi ya da ben bilmiyorum… Ancak her şeye rağmen büyülü bir atmosfer olduğu kesin idi, hele hatırladığım 1970 yılında Meksika’da düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonasından özetlerin hemen film öncesi verildiği dönemin büyüsü ise tartışılmaz idi ve o dönem itibariyle Dünya Şampiyonu olan Brezilya’nın ilk onbirini tüm futbolseverler gibi bende ezberlemiş idim ve hala bugün bile o kadroyu büyük bir hayranlıkla ve eksiksiz hatırlarım. Tek eğlence kaynağı olması nedeniyle film öncesi gelecek program adı altında filmlerin en iyi yerlerinden derlenen fragmanların bizleri, işte bu filmi de izlemeliyim noktasına getirmesi ise bir başka heyecan yaratır ve bilahare de arkadaşlar arasında gidenlerin kendilerince önemli saydığı sahneler üstüne muhabbetleri ve gidemeyenlerin ise, bunları dinleyerek içlerinden ah çektikleri de hiç unutulur değildir.

Yılmaz’ın film afişi yapıştırılmış tahtayı sırtlaması, tenekeden uyduruk megafonla daha doğrusu huni ile, başrollerinde; Hülya Koçyiğit, Nebahat Çehre, Ediz Hun ve Fikret Hakan, “Affetmeyen Kadın”, “bu akşam Çeşme Ses Sinemasında” diye bağıran Hüseyin bugün bile hatıralarımızı süsler, tam da bu düzen içinde neredeyse tüm Çeşme’nin dolaşılması ise ekonomik başarı için gereklidir. Bilahare, bu kabil reklâm yapılması işi, daha az sürede, daha fazla insana ulaşabilsin diye, faytonların üstünde film afişlerini gezdirmeye evrildiğini hatırlamaktayım. Daha sonraları bu çalışma, yerini minibüslerle yapılan çalışmaya yerini bıraktı, hatta giderek de azaldı, belki yaratılan sinema izleme kültürü reklâma ihtiyaç duyulmayacak düzeye ulaştı ya da sinemaseverler kendileri bağımlılıkları gereği kişisel takibe geçtiler ve bu yeterli oldu, kim bilir… Hatırladığım kadarı ile şimdilerde artık hayatta olmayan birkaç büyüğümüz, sürekli her akşam seansına gider, sürekli aynı yerde oturur bağımlılığa ermişlerdi hatta o kadar ki, aynı film kaç gün devam ederse etsin, onlarda kesintisiz izlemişlerdir aynı filmi…

Bir dönem İsmet Abinin ve bir dönemde Ahmet abinin, bedeli 25 ile 50 kuruş arasında değişen ücretlerdeki biletleri kestiği mavi ışıklı, belki de kırmızı ışıklı idi, sinemanın ön tarafındaki küçük oda, bu sinema ile tanışmanın ve büyülü atmosferine dâhil olmanın ilk adımı olarak yerini alırdı her zaman. Girişteki “Duhuliye” 25 kuruş yazısını dün gibi hatırlıyorum. Biletini alan herkes hemen büyükçe sayılabilecek giriş kapısından içeriye adımını atar atmaz, biletlerin kontrol edilmesi aşaması Hüseyin tarafından gerçekleştirilirdi. Bilet kontrolünü takiben, eğer balkonda film izlenecekse sağ taraftaki ahşap merdivenden balkona ulaşılır ama ahşap merdivenin her basamağından her adımda çıkan tozun tüm sinemaya hâkim olduğunu hemen hemen herkes bugün hatırlar zannederim. Loca bölümü ise sinemanın salonunun arka bölümünde, tuğladan örülerek bölünmüş ve 5-6 kişinin bir arada film izlemesi için düzenlenmiş, salon ise bazılarında çiviler bile açıkta olan ahşap koltuklarla doldurulmuş şekilde sizleri karşılar idi.

“Cigaralar sönsün başlacak” anonsuna müteakip, önce aydınlatma ışıkları söner, sinemanın en ulaşılmaz bölümü makine dairesinden tılsımlı makine sesi gelmeye başlar ve makinist Kamil abinin görev alması ile film izlemeye başlardık. Yukarıda sigaraların sönmesi gerekir anonsunun yapılmasına bakılınca sanki film izlenirken sigara içilmez gibi durum oluştuğu zannedilmesin, sigara tiryakileri hemen salonun karanlığına sığınarak yakarlardı sigaralarını, sigara ateşinin görüldüğü her tarafa görevliler tarafından yapılan uyarılarının hiçbir işe yaramadığını da dün gibi hatırlıyorum. Ne garip değil mi, film öncesi ve film arasında sigara içilmesine izin verilip, film esnasında izin verilmemesi… Hele hele bazen filmlerin izlenmesi sırasında oluşan ses problemlerinde seyircilerin “Makinist ya ses, ya kes” diye bağırması enteresan bir durum oluştururdu. Refik Avcı’nın makinist olma sevdası nedeniyle uzun süre bedelsiz olarak makinist Kamil Abiye yardımcılık yaptığı süreci de herkes hatırlayacaktır.

Ben, sinemaya gidebilmek için para temininde aileme,  dönemin, en azından benim için, önemli ve ses getiren filmleri “Tarkan” ve “Karaoğlan” ve benzeri filmlerinin, sınıf ya da tarih öğretmelerinin tavsiye ettiğini söylemekte hiçbir beis görmeyişim, sinema konusunda nasıl göz karalığına sahip olduğumun ispatıdır herhalde.

Film izlerken “don lastiği” liflerinden parmaklarımıza takarak yaptığımız sapanlar ile portakal kabuğundan küçük küçük parçaları hedefsiz atışımız sırasında insanların rahatsızlığı bizi hiç rahatsız etmezdi, ne yazık ki. Her zaman olmasa da, zaman zaman satın aldığımız gazozların kapağını açıp yavaş yavaş içmek yerine, salon koltuklarındaki çivilerde kapağa delik açıp, daha uzun süre gazoz içme zevki yaratmaya çalışmamız ise tam bir vurdumduymazlıkmış. Diğer taraftan da bu filmleri beleş izleyebilmek için her türlü girişim mübah sayılmıştır tarafımızca, genellikle boş şişelerin salondan toplanması gibi yardım işleri beleşçiliğe en uygun işler idi dönem itibariyle, hatta bu beleş girişlerden faydalanamamamız halinde zaman zaman Karakoli dağının sinemaya yakın yerinden, sinemanın çatısına taş attığımızı hatırlamaktayım… (Allahtan mühürü zaman oluştu).

“Hulki’nin Sineması” önceleri yaz-kış hizmet verirken sonraları yaz aylarında kapatılması gündeme geldi, bunda belki de, önceleri sadece Ilıca’da bulunan yazlık sinemaların artık, Çeşme’de de sahne alması etkili olmuştur. Mezkûr sinemanın tam arkasına denk gelen sokak, uzun süre biz çocukların futbol oynadığı bir alan olmuştur hatta doğal yapısı nedeniyle de çokta uygun bir alandı… Hele bu arka sokakta futbol oynadığımız bazı dönemlerde, kadınlar matinesinden çıkan kadınların gözleri yaşlı hallerini bugün bile gülümseyerek hatırlamaktayım.

Bu yazıda hafızaya dayalı bir durum söz konusudur, nisyan ile malülü nedeniyle de, varsa yapılan hatalardan peşinen özür dilerim… Ama bu dönemin çok önemli figürünü günümüze taşıyabilmektir muradım, eksiği gediği de varsa, daha iyi hatırlayanlar tarafından yazılmasına bir gerekçe oluşturur diye düşünmekteyim…

Pazartesi, Ekim 13, 2014

BURASI BİR DERNEK DEĞİL, “BİR ÜLKE”


Bugünlerde sürekli başlığa çıkarılan bir manşet var; “Atatürk’e ve bayrağımıza saygı göstermeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir”. Ne kadar güzel değil mi, senin gibi düşünmeyeni kovarsın olur biter, Allah bu kabil heriflere bir de yeter güç verirse, kesinlikle 6–7 Eylül kıyımının bin beteri gerçekleştirilir, bu sefer tek farkla kendilerinden olmayan herkes ya da kendileri gibi düşünmeyen herkes hedefte olacak gibi görünmektedir… Hani deseler ki; bu ülkenin önemli değeridir, ATATÜRK, kimse sevmek zorunda değil ama saygı duymak zorundadır, çok kolay anlayacağız ve katılacağız bu kervana, ama nerde mademki saygı duymuyorsun topla valizlerini, kaybol gözümden ruh hali… Çok cididiyim, bu başlığı atanların ruh derinliklerinde, akli art planlarında şiddet var, kesinlikle… Bundan daha güzel bir linç kültürü örneği verilebilir mi Allasen… Tıpkı, 70’li yıllarda benzer zihinlerin; “komünistler Moskova’ya” ya da 90’lı yıllardaki versiyonu; “ya sev ya terk et”… Kutluyoruz bunları, gele gele geldikleri noktada buluştukları sözde karşıtlarıyla, hayırlı, uğurlu ve kademli gelecekler diliyoruz… Sloganlarına ne kadar uygun bir jargon ve yaklaşım… Allah selamet versin bunlara… Peki; bu görüşleri yaratan ve destekleyen kişilerin, Almanya’daki yabancı işçilere yönelik “auslander raus” ya da daha da özelde oradaki çalışan vatandaşlarımıza yönelik “Türken raus” gibi Neonazi, faşist klasiği sloganların atılması ve bu siyasi rüzgârın yarattığı atmosferde, vatandaşlarımızın evlerine yönelik saldırıların ve çıkarılan yangınların ölümlere yol açtığında yürekleri hiç mi yanmadı, hiç mi üzülmediler acaba?

Peki, yarın başka birileri de, “Hz. Muhammed’i sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da başka birileri “Hz. Ali’yi sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da daha başkalarının “Hz. Musa’yı sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da çok daha başkalarının “ Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da daha çok başkalarının “Kemal Kılıçdaroğlu’nu sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir”, sonrasında diğerlerinin “sarı saçlıları sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” vs. vs. denmesi halinde neler olacağının iyi hesaplanması gerekir. Lütfen, aklın başa devşirildiği günlere hızlı bir şekilde ulaşalım… Böyle herkes muhalifini ya da benzeri olmayanını kovan ruh haline sahip olursa kaosun ne kadar artacağı üzerine tefekkür edelim… Diğer taraftan zaten, oyun kurucular tarafından tüm güç ve kapasitemizin bu kabil abukluklarla ki; sonraları kesinlikle bir eşeklik hali diye nitelendirilecektir, tükenmesi isteniyor… Yani tam bir “insanların rüya görmesini engellemeyin ki gerçekleri görmesinler” motivasyonu…

Dün birilerinin de “siz bu ülkeye orta Asya’dan geldiniz oraya dönün” demesi kadar komik durumlara düşmeyelim lütfen… Aklı başında herkesi “sağduyuya” ve “sol duyuya” davet ediyorum… Yahu, insanların birbirlerini sevmeseler bile, saygı duymalarının ve katlanmalarının zemini hiç oluşmayacak mı bu ülkede?

Atatürk’ü sevmeyenleri beğenmeyebilirsiniz, Orta çağ karanlığından Yeniçağ aydınlığına adım atılmış olmasının birilerinin zoruna gitmiş olacağını sevmiyor olabilirsiniz, ama burası “BURAYI SEVENLER CUMHURİYETİ” değildir ilaveten bu ülke bir dernekte değildir… Burası, burayı sevenler kadar sevmeyenlerin de, alkışlayanlar kadar eleştirenlerin de ülkesidir, fikrini herkesin kabul etmesi gerekir kanaatindeyim… Sonuç itibariyle burası bir dernek değil, bir ülkedir.

Bir ülkenin yurttaşları, lehte hukuk çiğnenince hakkı gasp edilenlere “ohh oldu”, aleyhte hukuk çiğnenince “kahrolsun” denmesinin önüne geçmesi konusunda soğukkanlı bir tavır göstermelidir… İllaki hukuk ama çağdaşı… Aksi takdirde; bu sağırlar diyaloğunun bu ülkeyi bir felakete götüreceği aşikârdır… Lütfen dikkat… Ha bu söylenenlere kulak asmama kararı alınmışsa da, malum hikâyeyi anlatalım bir birimize… Bir Türk’ün üzüm bağına; birgün, bir Türk, bir Kürt ve bir Ermeni üzüm çalmaya girerler, bağ sahibi Türk yakalar bunları ve evvelemirde yapışır Ermeni’nin yakasına ve “hadi Türk ile Kürt benim din kardeşim sayılır, sen kim oluyorsun da hırsızlığa yelteniyorsun” deyip basar tokadı, yapıştırır yumruğu, adamın hışını çıkarır ve elini kolunu kaldıramaz hale getirip atar bahçeden dışarı, sonra döner Kürt’e “hadi bu Türk, sen ne hakla hırsızlığa benim bağıma girersin” der ve Ermeni’ye yaptığı muamelenin tıpkısını yapar ve yallah bağın dışına sallar gitsin ve döner Türk’e “lan sen nasıl bir Türk’sün, utanmaz herif sen ne hakla Bir Kürt ve bir Ermeni ile işbirliği yaparak bir Türk’ün bağına hırsızlığa girersin” der ve aynı muamele… Bağın dışında 3 ü birlikte bağa hırsızlığa girdiğinde güçlü iken, yok Müslüman, yok Türk yok, yok Kürt muamelesine tabi tutularak eşek sudan gelene kadar dayak yiyen ve güçsüz hale gelen 3 kafadar, bu nasıl oldu diye düşünürken, Kürt, Türk’e “Ermeni’yi dövmesine izin vermeyecektik” demiş… Bu kıssa’nın öküz versiyonuda var ve “sarı öküzü” vermeyecektik şekli ile nihayetlenir. İşte bu kıssa’dan çıkacak hisseye uygun yaşanmaması halinde, Almanya’da Nazi dönemindeki malum Papaz’ın durumuna düşer ve maazallah sıra bize dayak atılmasına gelince bizi savunacak kimse kalmayabilir… Kaldı ki 2000 li yılların başında sanatçı Ahmet Kaya’ya yapılan ve ittifakla çok çirkin ilan edilen saldırı, şimdilerde asli faillerinin bile özür dileyerek kapatmaya çalıştığı şebekliği sakın unutmayalım…

Bu ülkenin “asla ve kata onun ya da bunun, tek başına babasının malı değildir” fikrine herkesin bir şekilde inanması, inanmıyorsa da katlanması gerekir diye düşünüyoruz… Bu ayrımcılık karşısında izan eksikliğine, şuur kaymasına behemehal dur denilmelidir… Bu dur deme işlemi de herhangi bir makamın ya da kişinin işi değildir ve olmamalıdır da tek başına, bu hepimizin işidir, en azından kendine şu anda yazmak istemediğim siyasal sıfatları uygun görmeyenlerin işidir.

Bu girişimler bir marjinal grup tarafından yapılmış olması halinde, insanın kabul etmese bile anlayabileceği bir durum olabilirdi ama ne yazık ki böyle değil ve bence de tehlike olma hali de buradan kaynaklanmaktadır.