Anadolu; etrafında yer alan coğrafyada yaşayan kavimlerin
birinden diğerine gönüllü ya da zorunlu göç etmesi ya da ettirilmesinin kapısı
olmuştur tarih boyunca, anne tarafından büyüklerim bahse konu göçlerden olan,
kimilerinin büyük kopuş, büyük ayrılık, kimilerinin ölümüne özlem diye
andıkları “Büyük Mübadele” ile
Selanik ve karaferya’dan gelmişler. Bilindiği üzere; Türkiye ile Yunanistan
arasında, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan anlaşmadaki “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile
Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” değişimini
öngören amir hüküm gereği 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu nüfus mübadelesine
girişilecektir ve yaklaşık 350.000 Yunanistan’da yerleşik Müslüman ile
1.000.000 Anadolu’da yerleşik Ortodoks, yaklaşık 2 yıllık bir sürede büyük
acılar yaşanarak, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve kayıplar verilerek
tamamlanacaktır. Bu kabil büyük çaplı nüfus hareketlerinde, taşımacılığa ve
ulaştırmaya yönelik dönemin teknolojik koşulları da düşünüldüğünde, değişimin
uzun zaman alacağından bahse konu 2 yıllık süreç içerisinde doğaldır ki,
Anadolu’da mübadeleyi bekleyen Ortodokslar ile Müslümanlar, Batı Trakya’da
mübadeleyi bekleyen Müslümanlar ile Ortodoks Rumlar bir arada aynı evleri
paylaşarak bir anlamda kader birliği ederek, birlikte yaşamışlar, konu ile
ilgili detaylı bilgileri mübadiller vakfı ile yaptığım “ata toprakları ziyaret”inde yaşayanların torunlarından bizzat
dinleyerek öğrenmiş idim.
Bazı kaynaklara göre, bu gün Türkiye nüfusunun yaklaşık %5’i,
“Büyük mübadele” geçmişi olan insanlar
ve onların çocuklarından ya da torunlarından oluştuğu söylenmektedir.
Mübadillerin Müslümanları Anadolu’da, Ortodoksları ise Yunanistan’da yerleştirildikleri
yerlere, Yunanistan ve Türkiye’deki köylerinin, kentlerinin adını koymuşlardır,
özlemlerine değer vererek hatta bugün mübadillerin yaşadıkları kentlerdeki
mezarlıklarda kısa bir gözlem yaparsanız, mezar taşlarında bu özlemin büyüklüğüne
binaen neler yazdığını görürsünüz.
Karşılıklı mübadillerin karşılaştığı en önemli sorun
konuşulan dil idi ve Anadolu Rumlarının anadili Türkçe, Yunanistan´da yaşayan
Türkler´in anadili ise Rumcaydı. Yerleştikleri bölgelerde; Rumların Türkçe’den
başka dil bilmemeleri, Türklerin ise Rumca’dan başka dil bilmiyor olmaları
nedeniyle, yerleştikleri yerlerdeki yerel insanlarla bir türlü
anlaşamıyorlardı. Yerli Yunan halkı, Anadolu´dan gelen Rumlara “Siz ne biçim
Rumsunuz! Rumca bilmiyorsunuz! Siz Rum değil, Türk tohumusunuz!” diyerek
aşağılıyorken, Anadolu´ya gelen yeterince Türkçe bilmeyen mübadil Türklere
yerli Türk halkı da: “Siz ne biçim Türksünüz? Doğru düzgün Türkçe
bilmiyorsunuz. Siz Yunan tohumusunuz!” diyerek aşağıladı, ezdi, hakir gördü ve
horladı hatta o kadar ki yerli Türklerle mübadiller uzun yıllar birbirlerinden
kız alıp vermemiş, tüm bu aşağılama, horlama ve ortak bir dili konuşamama Rum
ve Türk mübadilleri ruhsal olarak çökertmiştir. Muhacir olanlar yerliler
tarafından sürekli “macir” denilerek
tahkir edilmişlerdir, bu durum 70 li yılların ortalarına kadar devam etti ne
yazık ki, toplumda ayrımcılığın ayıplandığı bir ortam yaratılması için yoğun
çaba gösteren devrimci gençler tarafından büyük ölçüde kırılabilmiştir ancak.
Müslüman Türk ve Ortodoks Rum mübadillerinin, zorunlu bırakıp
geldikleri evleri, toprakları karşılıklı ziyaret etmeleri yaklaşık 50 yıllık
süreyle hukuken değilse bile fiilen yasaklanmıştı. Yasak, sonraları yumuşayan
iklime bağlı olarak tedricen azalarak karşılıklı turist kafileleriyle
1920´lerde zorla koparıldıkları topraklarını, evlerini görmeye koşarak geliyorlardı.
Ancak 1. kuşak mübadillerin önemli bir kısmı zorla koparıldıkları topraklarını çok
arzulamalarına rağmen bir daha göremeden ölüp gittiler ki bunlardan birisi de Anneannem Hacer Karagöz’dür.
Mezkûr dönemde Paris diye anılan Çeşme Çiftlik köyüne
yerleşen; Annenim baba tarafı, 23.Ekim.2011 tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/
adlı bloğumda “ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV” başlıklı yazımda bahsettiğim
müthiş eve yerleşmişler ve dedem Ahmet Karagöz, o sıralarda yine aynı köye
yerleşen ve büyüklerini ölüm nedeniyle kaybeden ve diğer büyüklerinin koruması
altında bulunan ve henüz 15 yaşında olan Anneannem Hacer Karagöz ile
evlendirilmiştir. Dedemi maalesef tanıyamadım ama 5 çocuk yetiştirmiş Anneannem
ile gençlik yıllarımın sonuna kadar çok sıkı bir birliktelik yaşamış ve
kendisini ve hayat hikâyesini tüm detayları ile ağzından dinlemiş ve inanılmaz
büyülü bir hikâyeler dizisi olarakta halen hatırlamaktayım.
"Batı Trakya
Bağımsız Hükûmetinin”
kurulması ve yaklaşık 2 aylık ömrü sırasında, görev üstlenmiş Anneannemin büyük
kardeşi Mustafa’nın (gerçi annem Mehmet diye anımsıyor) 2 ay sonra Bulgar
işgali sonrasında hapis hayatı ve ölümü konusundaki anlatımları, kahramanları
seven biz çocuklar açısından tekrar tekrar anlatılması istenen anılarının
başında gelmekteydi.
Ömrü boyunca Ferace adı verilen uzun kollu, yakasız, bol ve
siyah renkte, şimdilerde insanların kullandığını görmediğim üstlükle görmeye
alışmıştık kendisini, bilahare artık kullanılmaması ya da bulunamaması nedeni
ile geçilen manto döneminde ise sürekli giydiği mantoyu yadırgar görüntüsü
verirdi, benim şirin, tatlı dilli ve güzel anneannem.
Bizlere kızdığı zaman ağzından çıkan en ağır sözün “kâfirin
eniği” olmasına rağmen bunu söylerken kızıp kızmadığını daha doğru anlatımla da
kızma mı, şaka ile takılmamı olduğuna bugün bile hala karar verememiş olduğum
şirin Anneannem ile dağarcığıma giren bir sözcük daha vardır, “Kuşluk yemeği”, sabah kahvaltısı ile
öğlen yemeği arasında yenilen yemek ki bugün artık “brunch” adı altında daha da
geliştirilmiş ve öğlen yemeği ile birleştirilmiştir.
Hele anılarımın arasında bir tanesi vardır ki, her sabah çok
erken saatlerde yaprakları kırılarak dizilmek üzere eve getirilmiş tütün
yaprakları ile dolu keletirlerin (İki kulplu küfe biçiminde büyük boy sepet)
etrafına toplanmış ve tütün yapraklarını dizerken, Almancılardan hediye
edilmesiyle sahip olunan küçük kasetli bir teyp aracılığı ile kendisinin çok
severek söylediği “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” adlı türküyü bir kez
daha söylettirip kayıt etmiş ve bilahare de kendisine dinlettiğimde, ilk önce sanki
hayalet görmüşcesine bir görüntü vererek ve biz çocukların katıla katıla
gülmemiz üzerine de ketenpereye getirildiğini anlayıp, bir taraftan gülerken
diğer taraftan eline aldığı kargı (dizilen tütünlerin asıldığı kamış) ile
vurmaya çalışması bugün bile hatırladığımda güldüğüm bir yaşanmışlıktır.
Karaferya’nın başta elmaları olmak üzere diğer tüm
meyvelerinden büyük bir hayranlıkla bahsederken hep kendisini birgün oralara
götüreceğim hayalini kurar ve bunu kendisine de söylediğimde de sanki yüreğinin
derinliklerinden gelen bir sesle; “inşallah çocuğum inşallah” derdi.
Ne yazık
ki; kendisine verdiğim bu sözü ömrünün yetmemesi nedeniyle de yerine
getirememiş olmak bugün de yüreğimi acıtmakta olup, koparıldığı topraklara kendisini
değil ama kızını götürüp yokluğunda anı tazelemenin de gururunu yaşamaktayım. Toprağın
bol olsun güzel, şirin ve tatlı dilli anneannem…