Cuma, Şubat 10, 2012

ANNEANNEM HACER KARAGÖZ

Anadolu; etrafında yer alan coğrafyada yaşayan kavimlerin birinden diğerine gönüllü ya da zorunlu göç etmesi ya da ettirilmesinin kapısı olmuştur tarih boyunca, anne tarafından büyüklerim bahse konu göçlerden olan, kimilerinin büyük kopuş, büyük ayrılık, kimilerinin ölümüne özlem diye andıkları “Büyük Mübadele” ile Selanik ve karaferya’dan gelmişler. Bilindiği üzere; Türkiye ile Yunanistan arasında, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan anlaşmadaki “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” değişimini öngören amir hüküm gereği 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu nüfus mübadelesine girişilecektir ve yaklaşık 350.000 Yunanistan’da yerleşik Müslüman ile 1.000.000 Anadolu’da yerleşik Ortodoks, yaklaşık 2 yıllık bir sürede büyük acılar yaşanarak, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve kayıplar verilerek tamamlanacaktır. Bu kabil büyük çaplı nüfus hareketlerinde, taşımacılığa ve ulaştırmaya yönelik dönemin teknolojik koşulları da düşünüldüğünde, değişimin uzun zaman alacağından bahse konu 2 yıllık süreç içerisinde doğaldır ki, Anadolu’da mübadeleyi bekleyen Ortodokslar ile Müslümanlar, Batı Trakya’da mübadeleyi bekleyen Müslümanlar ile Ortodoks Rumlar bir arada aynı evleri paylaşarak bir anlamda kader birliği ederek, birlikte yaşamışlar, konu ile ilgili detaylı bilgileri mübadiller vakfı ile yaptığım “ata toprakları ziyaret”inde yaşayanların torunlarından bizzat dinleyerek öğrenmiş idim.

Bazı kaynaklara göre, bu gün Türkiye nüfusunun yaklaşık %5’i, “Büyük mübadele” geçmişi olan insanlar ve onların çocuklarından ya da torunlarından oluştuğu söylenmektedir. Mübadillerin Müslümanları Anadolu’da, Ortodoksları ise Yunanistan’da yerleştirildikleri yerlere, Yunanistan ve Türkiye’deki köylerinin, kentlerinin adını koymuşlardır, özlemlerine değer vererek hatta bugün mübadillerin yaşadıkları kentlerdeki mezarlıklarda kısa bir gözlem yaparsanız, mezar taşlarında bu özlemin büyüklüğüne binaen neler yazdığını görürsünüz.

Karşılıklı mübadillerin karşılaştığı en önemli sorun konuşulan dil idi ve Anadolu Rumlarının anadili Türkçe, Yunanistan´da yaşayan Türkler´in anadili ise Rumcaydı. Yerleştikleri bölgelerde; Rumların Türkçe’den başka dil bilmemeleri, Türklerin ise Rumca’dan başka dil bilmiyor olmaları nedeniyle, yerleştikleri yerlerdeki yerel insanlarla bir türlü anlaşamıyorlardı. Yerli Yunan halkı, Anadolu´dan gelen Rumlara “Siz ne biçim Rumsunuz! Rumca bilmiyorsunuz! Siz Rum değil, Türk tohumusunuz!” diyerek aşağılıyorken, Anadolu´ya gelen yeterince Türkçe bilmeyen mübadil Türklere yerli Türk halkı da: “Siz ne biçim Türksünüz? Doğru düzgün Türkçe bilmiyorsunuz. Siz Yunan tohumusunuz!” diyerek aşağıladı, ezdi, hakir gördü ve horladı hatta o kadar ki yerli Türklerle mübadiller uzun yıllar birbirlerinden kız alıp vermemiş, tüm bu aşağılama, horlama ve ortak bir dili konuşamama Rum ve Türk mübadilleri ruhsal olarak çökertmiştir. Muhacir olanlar yerliler tarafından sürekli “macir” denilerek tahkir edilmişlerdir, bu durum 70 li yılların ortalarına kadar devam etti ne yazık ki, toplumda ayrımcılığın ayıplandığı bir ortam yaratılması için yoğun çaba gösteren devrimci gençler tarafından büyük ölçüde kırılabilmiştir ancak.

Müslüman Türk ve Ortodoks Rum mübadillerinin, zorunlu bırakıp geldikleri evleri, toprakları karşılıklı ziyaret etmeleri yaklaşık 50 yıllık süreyle hukuken değilse bile fiilen yasaklanmıştı. Yasak, sonraları yumuşayan iklime bağlı olarak tedricen azalarak karşılıklı turist kafileleriyle 1920´lerde zorla koparıldıkları topraklarını, evlerini görmeye koşarak geliyorlardı. Ancak 1. kuşak mübadillerin önemli bir kısmı zorla koparıldıkları topraklarını çok arzulamalarına rağmen bir daha göremeden ölüp gittiler ki bunlardan birisi de Anneannem Hacer Karagöz’dür.

Mezkûr dönemde Paris diye anılan Çeşme Çiftlik köyüne yerleşen; Annenim baba tarafı, 23.Ekim.2011 tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adlı bloğumda “ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV” başlıklı yazımda bahsettiğim müthiş eve yerleşmişler ve dedem Ahmet Karagöz, o sıralarda yine aynı köye yerleşen ve büyüklerini ölüm nedeniyle kaybeden ve diğer büyüklerinin koruması altında bulunan ve henüz 15 yaşında olan Anneannem Hacer Karagöz ile evlendirilmiştir. Dedemi maalesef tanıyamadım ama 5 çocuk yetiştirmiş Anneannem ile gençlik yıllarımın sonuna kadar çok sıkı bir birliktelik yaşamış ve kendisini ve hayat hikâyesini tüm detayları ile ağzından dinlemiş ve inanılmaz büyülü bir hikâyeler dizisi olarakta halen hatırlamaktayım.

"Batı Trakya Bağımsız Hükûmetinin” kurulması ve yaklaşık 2 aylık ömrü sırasında, görev üstlenmiş Anneannemin büyük kardeşi Mustafa’nın (gerçi annem Mehmet diye anımsıyor) 2 ay sonra Bulgar işgali sonrasında hapis hayatı ve ölümü konusundaki anlatımları, kahramanları seven biz çocuklar açısından tekrar tekrar anlatılması istenen anılarının başında gelmekteydi.

Ömrü boyunca Ferace adı verilen uzun kollu, yakasız, bol ve siyah renkte, şimdilerde insanların kullandığını görmediğim üstlükle görmeye alışmıştık kendisini, bilahare artık kullanılmaması ya da bulunamaması nedeni ile geçilen manto döneminde ise sürekli giydiği mantoyu yadırgar görüntüsü verirdi, benim şirin, tatlı dilli ve güzel anneannem.

Bizlere kızdığı zaman ağzından çıkan en ağır sözün “kâfirin eniği” olmasına rağmen bunu söylerken kızıp kızmadığını daha doğru anlatımla da kızma mı, şaka ile takılmamı olduğuna bugün bile hala karar verememiş olduğum şirin Anneannem ile dağarcığıma giren bir sözcük daha vardır, “Kuşluk yemeği”, sabah kahvaltısı ile öğlen yemeği arasında yenilen yemek ki bugün artık “brunch” adı altında daha da geliştirilmiş ve öğlen yemeği ile birleştirilmiştir.

Hele anılarımın arasında bir tanesi vardır ki, her sabah çok erken saatlerde yaprakları kırılarak dizilmek üzere eve getirilmiş tütün yaprakları ile dolu keletirlerin (İki kulplu küfe biçiminde büyük boy sepet) etrafına toplanmış ve tütün yapraklarını dizerken, Almancılardan hediye edilmesiyle sahip olunan küçük kasetli bir teyp aracılığı ile kendisinin çok severek söylediği “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” adlı türküyü bir kez daha söylettirip kayıt etmiş ve bilahare de kendisine dinlettiğimde, ilk önce sanki hayalet görmüşcesine bir görüntü vererek ve biz çocukların katıla katıla gülmemiz üzerine de ketenpereye getirildiğini anlayıp, bir taraftan gülerken diğer taraftan eline aldığı kargı (dizilen tütünlerin asıldığı kamış) ile vurmaya çalışması bugün bile hatırladığımda güldüğüm bir yaşanmışlıktır.

Karaferya’nın başta elmaları olmak üzere diğer tüm meyvelerinden büyük bir hayranlıkla bahsederken hep kendisini birgün oralara götüreceğim hayalini kurar ve bunu kendisine de söylediğimde de sanki yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle; “inşallah çocuğum inşallah” derdi.

Ne yazık ki; kendisine verdiğim bu sözü ömrünün yetmemesi nedeniyle de yerine getirememiş olmak bugün de yüreğimi acıtmakta olup, koparıldığı topraklara kendisini değil ama kızını götürüp yokluğunda anı tazelemenin de gururunu yaşamaktayım. Toprağın bol olsun güzel, şirin ve tatlı dilli anneannem…

Perşembe, Şubat 09, 2012

CEMAATİN ARKA BAHÇESİ FUTBOL

Futbolu; İngiliz gâvurunun icat ettiği söylenir ve işgal yıllarında, memlekette bulunan ecnebi askerler oynarken görülmüş ilk defa, tabii o zamanlar memlekette spor namına bilinen ve yapılan tek uğraş güreş ve cirit, şamata olacak ama bir de tulumbacıların yangın söndürmeye yetişirken koşuşturmaları da spor sayılmış zaman zaman. Kanı kaynayan gençlik durur mu hiç yürüttükleri gibi gâvurların toplarından birini, Dolmabahçe'nin üstlerindeki çayırlarda, yukarı aşağı koşturmuşlar bu yuvarlak nesnenin peşinden canları çektiği kadar, canları çıkana kadar. Önceleri bir hırsızlık neticesinde başlayan bu ayakla topu tepme çılgınlığı çabucak sarmış bütün vilayeti ve vilayetin tüm çayırlarını, lakin zamanın padişahı pek hoşlanmamış bu durumdan, kâfirlerin Hz. İbrahim'in kellesiyle oynadıkları oyuna benzetip yasaklamış bu sporu uzunca bir süre, işte o gün, bugündür görülen bu lüzum üzerine yasaktır bu menem spor bu menem çevre ve insanlara göre ve onlar için oynanmamalıdır zinhar, ancak öyle bir yayılır ki bu oyun artık karşı durmak, önüne geçmek kabil değildir, ne yapmak gerekir o zaman, evvelemirde yanına geçmek bilahare de ele geçirmek, kontrol altına almak gerektir. İşte böyle gelinir bugünlere, artık devran değişmiş karşıtaraf yerine taraf olunmuştur “öyle de olur böyle de olur” gerekçeleri ile artık futbol dün karşı olanlar tarafından domine edilir hale gelmiş ve artık resmen arka bahçedir, futbol cemaat için, canım yurdumda.

Biraz da tarif ve tanımını zikredelim sofistike ve derinlemesine olmasa bile, en az iki takımla oynanan bu oyun, her takımdan 10 aklı evvel, yaşı yaş oğlanın, ki bunlar bek, orta saha ve hücumcu diye adlandırılırlar, meşin yuvarlağın peşinde koşturmasıyla,  takımlardaki akıllı birer adam koşturmazlar topun peşinden, sadece tutmaya çalışırlar ki, bunlara da kaleci denir, oynanır ve bu adamlar Allah muhafaza, nazara gelir, elleri, kolları, bacakları kırılır diye beşer, altışar adam da kenarda bekler ki bunlara da yedek oyuncular denir. Bir de yaşı ulu (yaşulu) Teknik direktör vardır ki yaşça kemale vardığından daha reşit, akılca daha olgun olanıdır diye söylenir ki ben bu tarife uygun çok azını gördüm, işte bu yaşulu da koşmaz deli gibi topun peşinden, sadece bağırır, koşan delilere. Her iki takım karşı kaleyi hedef alır, oraya doğru debiklerler topu boyuna, ahanda top o kaleye girdi mi, beşiz doğurmuş kısırlar gibi zıplar durur kazık kadar adamlar, sevinçten, zaten bu oyunun amacı da oynayan deliler ile izleyen delileri aynı anda zıplatıp sporu halk kitlelerine yaymaktır (!!!!!), 10 sürü koyun ve keçiye 1 hafta yetecek büyüklükte ota sahip bir ova görünümdeki topun asıl depiklendiği ortasındaki çimen olan stad (top sahası), binlerce yaşı kemal, aklı evvel diye düşünülen cemaatin huzurunda oynanır, 90 dakika boyunca, bir de maçın önemine göre de TV başında milyonlarca izleyen deli vardır bunlara ilaveten ve canım yurdumda 2,5 milyar dolara varan bir bilançoya ulaşmıştır bu top tepme oyunu. Parasal büyüklüğünün bu seviyede olmuş olması da, uzun yıllar önce konulan tüm engellere ve dinen caiz değildir mütalaasıyla karşı çıkmalara karşın gelişiminin önüne geçilemeyen bu spor kendine başlarda fazlaca önem atfetmeyen mafya ve bazı siyasi güçlerin de hedefine oturmuştur.

Şaka ile karışık ne dedik; Cemaatin önünde oynanır, cemaatin önünde oynanır da yazımızın konusunu cemaat değil, cemaatin adamlarından biri oluşturacaktır, lütfeder okumaya devam ederseniz biraz daha ayrıntıya ineceğim, bu çocuk için ve hemen tanıyacaksınızdır, aaa tanımazsanız ne olur, o zaman da koyverin gitsin.

Bir tarihlerde “akıllara zarar kazandığı paranın” verdiği cesaretle yaşı yaş olmasına rağmen edindiği otomobil ile kaza yapınca alavere dalavere 8 de1 e kusur tayini ile yaptırımlardan sıyırır ve bilir ki artık hayatında ayrıcalıklı bir dönem başlamıştır. Tam da o sıralarda kendisindeki ışığı fark eden evleri ışıklılar, her başarılı öğrenciye atılan kanca misali hemen çocuğun önüne ışıkları tutup ışıklı “takım abisi” vasıtasıyla, evleri ışık dolu olanların yanına yazdılar adını ve yüce Rabbim kendisine nasıl bir yolda yürüyeceğinin ışığını yakmıştır artık.

Kayserispor’lu Cangele ile girdiği pozisyon sonrasında kısa bir sakatlık geçiren çocuğumuz çılgına dönüyor, kendisine faul yapan Cangele'ye boğazını göstererek parmağıyla iki defa kesme işareti yaparak “sen bittin” anlamında işaret yapar, yine kimseden ses çıkmaz. Artık görünmez el; aslında elde gövdede görünür ya, korumaya almıştır kendisini…

2008 de Konya'da bir gazeteciye "Seni sabaha kadar döverim" dedi, peki dedi de ne oldu, dedik ya çocuğun koruyucusu görünmez el yine görev başındaydı.

İngiltere’de top deptiği günlerde zenci bir futbolcuya kokuyorsun demesi, ırkçı söylem ve hareketlerde bulunması her şeye rağmen sadece bizler tarafından unutulmadı, ama yaptırımda bulunması gerekenler tarafından da unutuldu…

2005 yılındaki milli maç sonrası İsviçreli futbolcuya tekme atması ise planlı organizasyonda başta “YAŞULU ADAM” olduğu için zaten fazlaca kurcalanmadı, ama tarihin kayıtları arasına girdi, bu ırkçı çocuğumuz unutulduğunu zannetse bile…

Diyarbakır’da Hakem Suat Asnalboğan’ın eline vurması artık çocuğun geldiği noktayı göstermesi açısından çok önemlidir, çünkü artık hedefe Federasyon oturmuştur ama TFF yönetenlerden tık yok, sanki bu hareket bana yapılmış gibi...

2009 da 0-0 biten maçtan sonra GS taraftarına malum hareket ve daha Kayserispor’lu oyuncuya kafa kesme işareti yapmasının izi kurumamışken, Sabri’yi de ölümle tehdit etmesi üstelikte aynı meşrepte olmasına rağmen, çocuğumuz sanki seri katil rolüne soyunmuş, eeeee arkasında malum güç olunca böyle oluyor demek ki işte…

2011 de Fenerbahçe’nin başına Daum’u gönderip yerine Aykut Kocaman’ı getirdiğini büyük övünçle anlatan bu şımarık çocuğumuz, oyundan alındığı bir maçta Aykut Kocaman’a soyunma odasında yumruk attığı söylenmesine rağmen konu kapatıldı. Güç böyle bir şey herhalde, ne yaparsan yap birileri arkandan kapatıyor tüm olumsuz izleri.

Menajeri Ahmet Bulut’un Ortağı Ekrem Okumuş’un cep telefonundan Ankaragücü futbolcusu Kağan Söylemezgiller’e “Oğlum Kağan. …. Abin ben. Aldırıyorum seni buraya. Sakın Zorlamayın He” şeklinde mesaj gönderildiğini söyledi Ankaragücü Başkanı, peki söyledi de ne oldu, kocaman bir hiç…. Peki, bir şey olmaması sürpriz mi, hayır kesinlikle hayır, çünkü bu çocuğun yürü ya kulum modundan koş ya kulum moduna geçişinden belli değil mi, neler olabileceği…

Almanya’da Bochum Savcılığı tarafından iddia ve bahis oyunlarında manipilasyon yapılmasına yönelik soruşturma talebi bir şekilde cambaza bak numarasıyla kamuoyunun gözünden uzaklaştırıldı.

2007 deki Macaristan maçından sonra basın mensuplarına malum el kol hareketlerini yaptı, peki ne oldu, kendisini ikaz etmesi gereken gazeteciler bile çocuğa sahip çıktılar, bu ülkede zaten fazlası da beklenmez.

2011 de TT Arena'daki Hırvatistan maçında seyircilere ağır küfür etti, bu kamera görüntüleri ile sabitlendi, ama ne gam ne keder, maksat çocuk mutlu olsun, gerçi böyle gazeteciye böyle futbolcu çok ama işte…

Bu çocuğun macera ve meydan okumaları hiç bitmez ama dedik ya çocuk arkasına kalın ve güçlü dayanak almış, kendisini bu kadar güçlü hisseden ya da zanneden yeterince pişmemiş, hayatın zorluklarını bilmeyen herkes böyle davranabilir.

Futboldaki bu ilerde olabilme durumunu kullanarak siyaset ile dayanışmasını siyasetteki karizmanın futboluna olmasa da futbolculuğuna yapacağı katkıyı iyi analiz eden çocuğumuz, siyaset meydanına çıkarak buradaki artan ve güçlenen rüzgârdan gerekli payı yelkenine doldurmaktan öncülleri gibi imtina etmemiştir ve anlıyoruz ki de etmeyecektir.

Futbolumuzun şimdilerdeki baş Cemaatçisi konumunda çocuğumuz, besili, tonton, semiz ve apalak hali ile, bir o yana bir bu yana savrulan canım yurdumun, 80 lerdeki Özalcılık, 90 lardaki milliyetçilik, sonraki dönemdeki Cemaatçilik ve şeriatçilik savrulmasına ayak uydurarak, yaşına mütenasip durumuyla da pozisyon almaya devam etmektedir, benzerleri gibi… Meyhane kapısında bodyguard duruşunu andırır duruşu ile pekte bilmediği futbolu cilalandıkça parlayan, parladıkça harlayan ve harladıkça hırlayan bu çocuğumuz, aynı zamanda provokatör tavırları nedeniyle eleştirilmesi gerekir iken, futbol oynadığı kulübün akreditasyonu ile basının önemli köşelerini işgal etmiş kalemşörler tarafından da pohpohlanmaktadır. Allah yolunu açık etsin, ne diyelim…

Daha çok yazacak şey var ama bu kadar yeter… Peki; tüm bunlar tesadüf olabilir mi, eee aritmetik olarak böyle bir ihtimal var tabii de, ihtimal de milyonda bir gibidir, herhalde.

Kim mi cemaatin arka bahçesinde top koşturan bu çocuk, hala bulamadınız mı? Boş verin bulamadıysanız…








Cuma, Şubat 03, 2012

CAMİ ÖNÜ ÇARŞISI

Çeşme’nin 1960 yıllarına giderek; eski hükümet konağı ve etrafında bir taraftan ticaretin diğer taraftan sosyal hayatın canlı tuttuğu “Cami önü çarşısına” düşsel bir gezi yapalım, istedim bu hafta.

Çeşme’nin yönetim ve ticari hayatının merkezi durumundaki çarşı; Merkezine aldığı “Hükümet Konağı” ve çevresindeki eğleşme ve ticarethaneleri ile hatırlanmaya değer bir yerdir. Hükümet konağı bodrum kat hapishane, üst katlar kamu hizmetlerinin verildiği mekânlar iken, bahçede Jandarma binası, hemen karşısında Kolovo’nun kıraathanesi,  kıraathanenin üst katı otel, yanındaki binada alt katı avukat bürosu iken üst katı Muhasebe i hususiye (özel idare) aittir.

Ayakkabıcılar; Osman usta ile Hacı İhsan ustalar çarşının hemen Hükümet Konağı yanında yer almakta olup, sırasıyla Damar Hakkı’nın kıraathane, Uluşanların Süleyman Efendi’nin toptancı depoları, Bekir usta’nın başta nohut hamuru ekmekleri olmak üzere her türlü simit ve peksimetin yapıldığı, yapılırken de tüm çarşıya yayılan güzelim kokuları, yanında tüm Çeşme ve köylerinin ihtiyacını karşılayan meşhur demirci Şarlak ustanın dükkânı, hemen yanında hayalimdeki tadı ile müstesna Somalı Mehmet ve Rıza ağabeylerin Somalı gazozları imalathanesi, onun yanında bugün bile aranan testere ve bıçakları yapan Kahraman testerecisi, bugün restore edilen Kervansaray’ın hemen önünde ve yanında sıralanmakta idiler.

Bugünkü haliyle tam Kale ve Hükümet Konağı karşısına gelen yerde bulunan park içinde ve şu andaki yaklaşık yerinde bir gemi heykeli bulunan alanda “Güneş saati”ni hatırlamamak olmaz sanırım. Tam karşısında bulunan ve bugünkü “Turizm bürosu”nun yerindeki, ben ne yazık ki hatırlamıyorum, “Halkevi Binası” keşke bugün duruyor olsaydı dediklerimizdendir.

Şu anda Küçük Cami arkasındaki alana denk gelen, Halkevi ile Sürücü Evi arasında kalan bölgedeki Ahmet Kaptan’ın /Ahmet Oranlı) depoları da ticaret hayatının önemli parçalarını oluşturmuştur. (ben ne yazık ki bu depoları da hatırlamıyorum). Depoların hemen yanında bulunan Sürücü evi ve narenciye bahçesi ve en önemlisi bahçe duvarına bitişik, Kervansaray ve Küçük Cami önündeki alana bakan tarihi “Çeşme” ve kendisine eşlik eden yaşını tayin edemeyeceğim selvi ağacı, bugün bile yerinde bulunuyor olmasını istediğim yapıdır.

Bu yapılardan daha sonra da olsa ticaret hayatına dâhil olan Çiftçi hali ve hayata kattığı canlılık özellikle bir yazı konusu edilebilecek bir yerdir, diye hala düşünmekteyim açıkçası. Çiftçi Hal’ine gelen o koskoca meydanı bile zaman zaman tamamen dolduran her türlü ürünün bir tanesi bile kalmadan hepsi satılırdı, üstelik yaklaşık 5.000 nüfuslu memleketimde, peki nerde şimdi o ürünler, nerde o çiftçiler bu büyük nüfusa rağmen nerdeler Allahaşkına…

Kervansaray’ın bir dönem Çeşme’nin birkaç otobüsü olduğu bir dönemde otobüs garajı olduğu da unutulmamalıdır.

Kervansaray’ın önünde unutularak geçmenin mümkün olmadığı sanki hep muhtarmış gibi hatırladığım ki ta gençlik yıllarımın sonuna kadar muhtar idi, Ali Tunar, bu büyümüzü de rahmetle anıyoruz.

Kervansaray’dan Tarihi Hamam’a doğru giderken köşede yer alan ve sırasıyla; önce Kolovo ve sonra Ayhan Abi’nin kıraathanesi, bilahare de Kuşoğlu Marangozhanesine dönüşen 2 katlı eski bina, yanında marangoz Kuşoğlu marangozhanesi, sonra 3 bakkalın yan yana kardeşçe ticareti nasıl unutulabilir, bir yanda Bakkal Atalay, Hışım Mehmet, Kizi Mehmet…

Karşıda; Camcı Yusuf, Berber Cemil büyüklerimiz de bu çarşının önemli esnaf kişileri idiler.

Hışım Mehmet’ten sonraki boşluğun yanında, hatırlayabildiğim kadarı ile muhteşem bir konut vardı, Sinan Ahmet büyüğümüzün ailesine ait, bu evin özellikle pencere detayları biraz da meslekten olmam itibariyle, hafızamda nadide bir yer teşkil etmektedir, hala.

Hemen sonrasında; 2 adet fırın daha bu şirin ve küçük kasabamızın bu bölümüne hizmet vermekteydiler, Seydi’nin fırını ve Turan Tütüncüoğlu’nun fırını…

Fırınlardan sonra da; tarihi hamam uzun yıllar yıkık dökük ve harap iken birden oraya bir şey yapalım derken ortaya çıktı bir ucube…

Bunların tam karşısında ise bugün hala hizmet veren; eski hali ile tek katlı sonra yeniden yapılan 3 katlı ilkokul halen faaliyettedir.

Bunları yazmadan önce birkaç büyüğümüzün görüşüne başvurduğumda; her birinin bazı detaylarda farklı hatırlamaları ya da zaman tayinlerinde farklılıklar olduğunu müşahade ettim, bu çalışmamım bundan önceki çalışmalara küçük bir katkı, bundan sonrakilere küçük bir öncü olmasını diler var ise yanlış hatırlamalardan ya da ifade etme hatalarından ötürü şimdiden özür dilerim.