Cumartesi, Kasım 25, 2023

GRİVAS

Günümüzde artan bir şekilde farklı farklı ülkelerde “sağcı hükümetler” işbaşına gelmekte bunda özenilecek hikmet ve himmet bulan “sosyal demokrat” hükümetler de sağcılaşmaktadırlar, ne yazık ki… Başlıkta adı geçen kişi gibi güvenlik kuvvetleri içinden seçilen ve özel görevlendirilen yeri gelince darbe, yeri gelince katliam yapmaya hazır ve amade adeta çete liderleri de itinayla yaratılır. Bilenlere değil lakin bilmeyenlere bu muhteremin hayatını birkaç cümle ile özetleyip, ne menem insandır tespitiyle benzerlerini tekraren yâd edelim.

Grivas, Kıbrıs doğumlu olup Yunanistan’a giderek asker olmuş, sonra Yunanistan dışındaki çeşitli ülkelerde çok çeşitli disiplinlerde mezkûr amaca matuf adeta şimdilerde de ziyadesiyle moda olan deyimle “eğit – donat” kurslarında “potini ve kepi arasına sıkıştırılmış karnı da bulgur ile doldurulmuş” olarak adeta yeniden tanzim ve tahkim edilmiş ve ortalığa salıverilmiştir. Biz nerelerde görürüz bu çete liderini, Yunanistan’ın Canım Yurdumu işgalinde genç bir subay olarak, Nazi Almanya’sının Yunanistan’ı işgali sırasında Nazi İşbirlikçisi olarak bilinen X örgütünün kurucusu, Yunanistan’daki faşist askeri cunta görevlendirmesiyle de Kıbrıs’ın bir askeri darbe marifeti ile adanın külliyen Yunanistan’a bağlanması faaliyetleri içinde… Okuyanlar için bu yazdıklarımın ne kadar belgelendirilmiş iddialar olduğunu söylemeye gerek yoktur.

 X örgütü bilahare resmi ordunun bir parçası haline getirilmiştir, peki kurulan paramiliter örgütlerin resmi ordunun bir parçası haline getirildiğine en son nerede tanık oluruz, Ukrayna’da şüphesiz. Ukrayna’da nazi işbirlikçisi Banderas’ın adına ithafen kurulan paramiliter “sektör prava” Zelenski döneminde alınan bir karar ile “azak taburları” adı ile resmi ordunun bir parçası haline getirilip ülkenin doğusundaki Rus kökenli vatandaşların katline ve sürgüne gönderilmesine memur edilmiştir. Grivas’ın X örgütü de Nazi işbirlikçisi olarak Yunanistan’da “kurtuluş savaşı” veren ELAS örgütünün güçlerine erketelik ve tetikçilik yaptığı sır değildir. Ve şüphesiz ki tüm bu örgütlerin arkasında, politik ve askeri lojistik desteği veren önceleri İngiltere ve sonraları kapitalist dünya liderliğini ele geçirmiş ABD bulunmaktadır. Bu konuda sayısız tanık ve kanıt bulunmaktadır…

“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta; “Yeni Zelandalı bir kaç gün sonra İsveç Elçiliği’nde düzenlenen gizli bir randevuya katıldı. Bunu Atina Belediye Başkanı Angelos Georgatos’un Klisthenous Caddesi’ndeki evinde yapılan bir başka toplantı izledi. Diğer bir İngiliz subayı, her iki toplantıda da, güvenlik müfrezelerinin temsilcileriyle, Bourdaras'a bağlı Özel Polis Şubesi görevlileriyle, General Grivas’ın örgütünün temsilcileriyle ve EDES’in, Zervas’ın asla reddetmediği İşbirlikçi ve ayrılıkçı Atina kanadının üyeleriyle birlikte hazır bulundu. Üniformaları içinde bir gestapo subayı Almanları temsil ediyordu.” Neymiş, Yeni Zelandalı, İngiliz Subayları, Grivas’ın X örgütü temsilcileri, Nazi Almanya’sının faşist subayları Yunanistan’ın geleceği üstüne toplantı yapabiliyorlarmış… İngiltere’nin ve ABD’nin savaşa dâhil olmakta neden geciktiklerinin sebeplerini anlatmaya gerek yoktur sanırım… Vs. vs.

Diğer taraftan; Nazi Partisinin ilk üyelerinden olup Hitler’in de bir dönem Balkan Ülkeleri özel elçiliği ve temsilciliği görevinde bulunan Hermann Neubacher orijinal adı “Sonderauftrag Südost, 1940-45” Türkçesi “Güneydoğu Özel Misyonu, 1940-45” adlı anılarını anlattığı kitabında, İngiltere Subaylarının getirdiği önerileri şöyle anlatmaktadır; “Bu savaş, Müttefiklerin ve Alman güçlerinin Bolşevizm’e karşı ortak bir mücadelesiyle son bulmalıdır. Bu, henüz Majestelerinin Hükümeti’nin ve Ortadoğu Karargâhının resmi görüşleri değildir, bununla birlikte, Ortadoğu Karargâhında görevli pek çok önemli subay tarafından benimsenen bir görüştür. Bu subaylar, komünist sızmanın bütün Akdeniz Bölgesi için ciddi bir tehdit oluşturduğunu açık biçimde görmekte ve kendi bakış açılarının yakında Resmi İngiliz tavrı haline geleceğini düşünmektedirler. Yunanistan’daki komünist partizanların, hala, silah ve para biçiminde İngiliz desteği almakta oldukları (gerçekte ELAS Ekim sonundan itibaren İngiliz yardımı almadı) esefle kaydedilmektedir; antikomünist gruplara denizaltıyla silah göndermek suretiyle bu durumu düzeltmek mümkün olabilir. Almanlar bu mesele üzerinde daha fazla düşünmelidirler! Almanlar bu konuda resmi görüşmeler yapmaya hazırlar mı?

X adı ile mezkûr Grivas tarafından organize edilen paramiliter grup Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından askeri olarak teçhiz edilmiş malum amaçlarına matuf yeterince kullanılmış sonra da şeklen dağıtılmıştır. Lakin aynı örgüt bilahare yine aynı kişi tarafından gizliden kullanılarak uzun seneler boyunca “komünist avı” yaptırılmıştır. Dahası da 1967 tarihinde Yunanistan “Albaylar Cuntası” tarafından yapılan askeri faşist darbenin de sokaklardaki gölge örgütü olmaya devam etmiştir. Yine bilindiği üzere Yunanistan Cuntacılarının hazırladığı yeni anayasanın halk oylamasında elde edilen %92’lik evet oyu için ciddi yeraltı faaliyeti yürütmüştür. Şimdi denilebilir ki, “aaa biz %92’i bir yerlerden biliyoruz”… Evet, aynen Canım Yurduma giydirilen adeta bir deli gömleği olan 12 Eylül anayasası da %92 evet oyu almış idi…

Aynı muhterem, Kıbrıs’ta da paramiliter bir örgüt organize ediyor, meşhur ENOSSİS maksadına matuf… Esasen kuruyor demek de doğru olamaz, kurdurtuluyor demek daha doğru… Kıbrıs’ta  “anavatan ile birleşme” çabaları sonucu binlerce insan bu paramiliter güçler tarafından kahpece katledildi, sözde İngiltere ve ABD tüm bu olanlara karşı idi, vs vs… “KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta yer alan bir söz ile sonuca gelelim; “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” Nokta… Bir nokta da Canım Yurdum için…

Grivas, kullanışlı ve bu uğurda teçhiz edilmiş bir çete reisidir. Doğduğu yer ve askeri faaliyetleri itibari ile benzer akranlarına tur bindirmiş birisidir lakin devamı manasında benzerlerinin de bir sonu gelmiyor da gelmiyor… Galiba toprak mümbit… Ne diyelim.

Görüldüğü üzere, daha başka yüzlerce konu üstünde benzerlikleri ayyuka çıkmış darbe, politik kaos, cinayetlerin hepsi tesadüf olamaz, zaten tesadüf de değil… Çünkü senarist ve yönetmen aynı olunca, memleket ve etnik yapı farkı gözetmeden aynı film yeniden yeniden çevriliyor.


Perşembe, Kasım 16, 2023

NAZİ İŞGALİ, İNGİLİZ, AMERİKA EMPERYALİZMİ ve YUNANİSTAN


“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitabı okudum… Kitap, gerçek adı Thanasis Klaras olan ve ELAS komutanı (kapetanios) Aris’in mücadelesini ve hayatının hazin nihayetlenmesini, ihanet, satılmışlık, birliktelik, kahramanlık ve bağımsızlık uğruna ölümün göze alınmasını arka planında tutarak aktarmaktadır.  Kapetan’ın takma adı doğduğu yer olan Velouchi dağlarından ve savaş tanrısı Aris ya da Ares’ten gelmektedir, Aris Velouchiotis. Aris, 1942 yılında Yunanistan’ın, Almanya, İtalya ve Bulgaristan kuvvetlerince işgal edilmesi üzerine; “Yurtseverler! Ben, Topçu Albayı Aris Velouchiotis. Bugünden itibaren aziz ülkemizi işgal eden güçlere karşı isyan bayrağını yükseltiyorum. Burada bulunan bir avuç adamın binlerce kişilik bir ordu olduğunu göreceğiniz günler yakındır. Biz şimdilik sadece bir çekirdeğiz” diyerek duyurduğu ve başlattığı kurtuluş savaşının öncü unsuru “ELAS’ın” Yunan kelimesinin Yunanca söylenme biçimi “HELLAS’ı” andırır biçimde kuruluşunu ilan eder…   

ELAS; işgalcilere karşı müthiş bir mücadele örgütlemiştir, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bir örgütten sayıları onbinleri bulan bir direniş ordusuna dönüşmüştür. Mücadelenin son derece çetin geçen yıllarında ELAS başta işgalci Almanya kuvvetlerine karşı olmak üzere Bulgaristan ve İtalya kuvvetlerine de özellikle Kuzey Yunanistan’ı deyim yerinde ise dar etmişlerdir. Dönem itibari ile yerli ve tüm yabancı Almanseverler durumu gizleyebilmek adına kırk bin takla atıp duruyorlardı. Esasen ilk direniş nüvelerini KKE (Yunanistan Komünist Partisi) örgütlüyor olsa da önderliğini yaptığı cephenin (EAM) içindeki en önemli bileşeni de eski subayların, köylü önderlerin, Andarte denilen çetecilerin kahraman komutan ve önder Aris Velouchiotis’in başını çekmiş olduğu ELAS’tır. İç savaş şartlarına taa 1770 Mora ayaklanmasından beri bir türlü son veremeyen Yunanistan istikrar arayışına son kez girdiği bu savaştan, ELAS direnişçilerinin davul ve borazan çalarak girdikleri köylerde,

“Tüfeğim omzumda

Şehirlerde, ovalarda ve köylerde

Özgürlüğün yolunu açıyorum” diye başlayan bir özgürlük marşı eşliğinde bir direniş ve özgürlük geleneği oluşturdular ve halkın katıldığı seçimlerle özyönetim yapılarını oluşturdular, askere almaları gerçekleştirdiler, vergi topladılar, yerel halk iktidarlarını oluşturdular (laokratia), bir manada da sonradan asri ve güçlü Yunanistan demokrasisinin temellerini attılar.

Bu gelişmeler, Yunanistan’ın, her daim kâh kendi eğitip gönderdikleri muhteremleri yönetimin başına koyarak kâh sinsice planlarla destekledikleri ekipleri başa getirerek, kaderini tayin eden İngiltere ve yerli İngilizlerin hiç hoşuna gitmemektedir. Mısır Kahire’de organize olmuş komutanlık karargâhı marifet ve delaleti ile fırıldakları çevirmeye başlamışlardır. Daha önceleri birkaç yazımda da bahsettiğim üzere Ege Adaları üzerinden Canım Yurduma sığınan Yunanlılar içinden münasip görülen kişiler, Ege Sahil Kasabalarının kodamanlarına güya armatörlermiş görüntüsü altında gemiler satın aldırtılarak Mısır’a gemiler dolusu bilahare de her biri birer ajan, birer asker ve gerilla olacak bu insanları kaçırmışlardır. Diğer taraftan ellerindeki silah ve para gücünü kullanarak Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM) bileşenleri içinden ittifaklar buldular, silahlandırdılar, salt diğer bileşenlere üstünlük temin edip liderliği bozmak ve bilahare de ittifakları marifetiyle “Cepheyi “ele geçirmek üzere ellerinden gelen her türlü hinliği ve cinliği yaptılar. “Yeterince paranız ve gücünüz varsa yeterince hain yaratabilirsiniz” düsturu bir kez daha devreye giriyor maalesef. Aynı dönemde SSCB’de yürütülen “Barbarossa Harekâtında da” işler tersine dönmüştür, SSCB Almanya’yı geriye sürmeye başlamıştır. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri bir taraftan kendilerince “nihai düşman” sosyalist rejim tesis etmiş SSCB’nin yeterince güçsüzleşmesini bekleyerek ve dahi bu maksatla da ayak sürüyerek eften püften bahaneler ile savaşa katılmayı geciktiriyor lakin SSCB ile de çaktırmadan da paylaşım planları üstünde çalışıyorlardı. Maalesef Stalin liderliğindeki SSCB Yunanistan’da kurtuluş mücadelesi veren gruplara sözünü verdiği yardımların çok azını yaparak tıpkı İspanya’daki gibi onları yalnız bırakmış ve İngiltere de Yunanistan’daki yerli ve milli ortakları marifetiyle dengeleri değiştirip, deyim yerinde ise ipleri eline geçirmiştir. Bu arada olan Yunanistan’a oluyor, yaklaşık 7.000.000 nüfusu olan Yunanistan nüfusunun yaklaşık %10’unu yani yaklaşık 700.000 insanını kaybediyor. Büyük devletlerin “aslansın, kaplansın” numarası ile insanlar birbirlerini boğazladılar, maalesef…

İngiltere ve lideri Churchill, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’yu binbir hile ve desise ile kurulan ilk meşru hükümette önemli konuma getirdi. Aynı zamanda İngiltere işbirlikçisi “ölüm mangaları” komutanı Grivas’ı bu çetelerin elebaşısı tayin ettirdi. Evet, bu katil sürülerinin başındaki Grivas X taburları ile sahnededir, netekim. Peki, biz nereden tanırız bu katil sürülerinin başı Grivas’ı, Canım Yurdumun Kurtuluş Savaşında işgalci Yunanistan kuvvetlerinin bir subayı olarak İzmir’de, işgal ilerleyince de taaa Sakarya önlerinde… Peki, başka nerede görürüz biz bu çete elebaşısını, Yavru Vatan Kıbrıs’ta görürüz, şüphesiz. Bu faşist katil Anadolu’da, Kıbrıs’ta hep İngiltere çıkarlarını koruma ordusu komutanıdır. Peki, bu sadece Türkiye düşmanı mıdır? Zinhar, bu kendi ülkesinde de yürütülen iç savaşta yine baş katil rolündedir. Diğer taraftan, “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” diye not düşen ve durum özeti yapan kitaba fazlaca giremedik.

Kapetanios’lardan biri de, tıpkı Türkiye Kurtuluş Savaşında Trakya cephesinde direnişçi olan babası gibi direnişçi bir ruha sahip Mihri Belli’dir. Yunanistan iç savaşında güncel manada tabur komutanlığı gibi bir makama tekabül eden bir rütbeyle enternasyonal bir dayanışma ruhu mucibince “Kapetan Kemal” kod adı ile birkaç kez yaralanmasına rağmen tedavisini müteakip direnişe aralıksız katkı sunmaya devam etmiştir. Tıpkı çok sonraları İsrail’in Filistin üstüne terör estirmesine direnen Filistin halkına destek veren Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi… Sevelim, sevmeyelim lakin haklarını teslim edelim o dönemde de bu dönemde de moda olduğu üzere ve deyim yerinde ise “çene suyuna pilav” yapmak yerine canlarını ortaya koyarak direnişe katılmışlardır.

Dünyanın her tarafına aynı anda aynı duyarlılıkla bakabilme kabiliyetinin zirvesi olan usta şair Nazım Hikmet ile bitirelim.

Yarısı burdaysa kalbimin

Yarısı Çin'dedir, doktor.

Sarınehre doğru akan

Ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,

Her şafak vakti kalbim

Yunanistan'da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince

Kalbim Çamlıca'da bir harap konaktadır

Her gece, doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana

Benim fakir milletime ikrâm edebildiğim

Bir tek elmam var elimde, doktor,

Bir kırmızı elma:

Kalbim...

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,

İşte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden

Bende bu angina pektoris..

Pazar, Kasım 12, 2023

ÇEŞME GÜMRÜK ve EŞYA TAŞIYICILARI

Çeşme’nin “karakter mesleklerinden” biri de “Gümrük Taşımacılığı” idi, bilenler gayet iyi bilirler. Bu meslek ne yazık ki bu mesleği icra edenlerin ebediyete intikalleri ile nihayetlenmiş ve artık unutulmuş durumdadır. Bilmeyenler için de kısa bir özet yapayım. Şüphesiz benim yazacaklarımdan fazlası ya da eksisi vardır lakin ben daha fazlasını bilmiyorum ve bildiklerimle iktifa edeceğim. Şüphesiz diyorum çünkü yine Çeşme’nin karakter binalarından sayılan ve benim en son “balık mezat yeri” olarak kullanıldığını duyduğum en eski Gümrük Binası ki şimdi yerinde sahilde “İsmet ve Mevhibe İnönü Heykelinin” bulunduğu alanda idi ve bilahare de yine karakter bina sayılacak ve maalesef yine yıkılarak yok edilen Çeşme Kalesinin önündeki 4 adet taş binadan birisi gümrük binası olarak kullanılmakta idi. Zaman zaman iki ülke arasındaki gereksiz ve maalesef ki karşılıklı iç politik mülahazalar gereği köpürtülen Türk – Yunan gerginliği dönemlerinde yavaşlasa ya da dursa dahi her daim az ya da çok yolcu taşımacılığı geçici dönemler harici hiç inkıtaya uğramamıştır. Az ya da çok bu devamlılığın bir de yasal prosedürlerinin tekâmülü açısından organizasyon gereklidir. Şimdiki mükemmele yakın organize olmuş alan ve ekiplerin eskiden olmadığını şimdi anlatacağım hikaye ile görüp ya nostalji yapıp hayıflanacak ya da bugünkü duruma şükredip alkışlayacaksınız… Şimdilerde bilet teminini müteakip, check-in işlemleri, güvenlik kontrolleri, gümrük kontrolleri, pasaport kontrollerinin ardışık ve aynı alanda yapılıyor olması bugünlere has işlerdir… Çeşme’nin eski hali ise, Gümrük Binası en son şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarına bakan yarısında yürütülür, Feribotlar ise şimdiki Askerlik Şubesinin ana giriş kapısının tam karşısında bizim “Küçük İskele” dediğimiz taş dolgu beton kaplama iskeleye bağlanırdı… Gümrük işlemlerinin yapıldığı yer ile Feribotlara yükleneceği yer arası yaklaşık 500 mt.lik bir mesafe demekti. Oysa Gümrük Binası diye tahsis edilen yer hemen bizlerin “NATO İskelesi” diye bildiğimiz "Büyük İskele" yanında bulunmakta olsa da bu iskele neden kullanılmaz idi, bilemiyorum. Çok muhtemel ki NATO İskelesinin denizdeki dalga ve soluganlardan ziyadesiyle etkilenmesi sebebi ile bu iş için münasip görülmemesi tercihte etkilidir. Gerçi bilahare hemen Gümrük Binasının arkasına bir iskele daha yapılmış ve bir sürede orası kullanılmış ve daha düzenli bir gümrükleme ve pasaport işlemleri hizmeti verilebilmiş idi… Esasen da kural olarak da bu işlemlerin dışarı ile irtibatsız ve temassız bir biçimde ve hızlı halledilmesi gerekmektedir. Lakin mezkûr devir hem zamanın hem de insanın bol olduğu devirdir. Ve nedense net hatırladığım bir şey söz konusudur, özellikle gümrük işlemlerinde, insanların tüm bavul ve çantaları itina ile ve tek tek açılarak ve zaman zaman gömlek, don ve fanila tefrikinden azade tek tek kontrol edilirdi… Şimdiki gibi, eğitilmiş köpekler, gelişmiş xray cihazları ve dahi termal aletler bilinmiyor idi… Tek usul de “vatandaşa da güvenilmez” saikı ile elden geçirme suretiyle itina edilerek, dikkat kesilerek kontroller tamamlanır idi. 

Şüphesiz başkaları da vardı lakin benim yegâne hatırladığım Gümrük Memurlarımız, halen adları zikredildikçe insanların hayır ile hatırladıkları ve Fikrîye Halamın kızları olan Saadet Uzgur Ve Şükran Uzgur ablalarımızdı. Ailenin yaş dağılımını ve büyüklüğünü ve kapsama alan genişliğini anlatması bakımından benim sülale önemli bir örnektir. Mesela Halamın Kızları dediğim ve abla diye de hitap edip ellerini öptüğüm Saadet ve Şükran Ablalar babamdan daha büyük idiler… Dedem merhum Hacı Mehmet Ağa birkaç kez evlenmiş olmasına rağmen mütemadiyen tek eşli kalmayı becermiş birisi imiş. Diğer taraftan babamdan büyük bir dolu da amcaoğullarım var idi…  

Neyse konumuza ricat; şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarındaki yarısında gümrüklenen çantalar sahiplerine verilemez tabii ki, yükleme yapılacak feribotta yaklaşık 500 mt mesafede, devlet bu işi üslenmiş ücreti ve dahi gerekli masraflarını karşıladığı benim bildiğim 4 kişilik bir taşıma müfrezesi kurmuş, Gümrük bu eşyalar mutemet 4 kişilik ekip tarafından bir şekilde feribota kadar yaz kış demeden soğuk sıcak demeden yağmur çamur demeden taşınmış. Yahu haydi anladık NATO İskelesinin kullanmayışınızı bir araç tahsis etsenize, değil mi? Yok böyle de olmaz, motorlu taşıt tahsis edilmez lakin bir at arabası ya da birkaç el arabası da tahsis edilmez. Peki, tüm bunların yanında temininde hiç zorluk çekilmeyen tek kaynak “işçi”… Tahsis edersin 4 kişi bunlar sırtına, koltuk altına, eline kuvvet tarzı taşıma yöntemi ile mezkûr işleri deruhte ederler…

Bu büyüklerimizin bir kısmının ki isimleri ve lakapları bende saklı olmak kaydı ile yaptıkları işi fazlaca anlatmaktan ve aktarmaktan hoşlanmadıklarını biliyor olmam nedeniyle yaz(a)mıyorum.  Bunlar devlete nasıl bir iş rejimi ile bağlı idiler bilmiyorum lakin gümrükteki bu taşıma işleri dışında da işleri olduğu hatırlıyorum. Mesela bir abimiz harika “tava ciğer” yapar ve sabah kahvaltısında çeyrek ya da yarım ekmek arası yemeye doyum olmazdı. Karışık yapılmaz sadece ciğer güzel soyulmuş ve temizlenmiş ve de mükemmel incecik kesilmiş vaziyette kısa sürede iyice kızmış yağda çevrilir ekmek arasına konularak servis edilirdi. Çay ve üstüne de su mükemmel yakışırdı. Şimdilerde artık kendini yakınlarda emekli etmiş Tatayi (Tatai) Mehmet bu işin efsanelerinden olup, halen devam başkaları da vardır.  

Bu büyüklerimiz gerek devlet nezdinde gerekse de Çeşmeliler ve diğer tanıdıkları nezdinde her biri adeta birer “mutemet” kişi olup, enteresan hikâyeler vardır kendileri ile ilgili… Bunlardan birisi; Sakız Adasından Feribot Afrodit’in sahiplerinden Stamatis’ten, dostumuz “Çeşmesever Hüsnü Karaman” tarafından aktarılır ki bana göre muhteşemdir. Bir gün Stamatis karaya çıkarken Yakup Abi ile hal hatır sorarken, Stamatis işlerinin çok kötü olduğunu söyler, karşılıklı bu minvaldeki muhabbetten sonra ayrılır ikili, akşamüzeri Stamatis Sakız’a dönüş için feribota girerken, Yakup Abi yanına yaklaşır ve gazete kâğıdı içine güzelce sarılmış o gün bankadan çekilen bir miktar para getirmiştir. Bunu gören Stamatis çok duygulanır, gerçekte böyle bir ihtiyaç yok iken bir şaka denemesi neticesi imrenilir bu hareket karşısında, gözleri dolar… Stamatis Yakup Abiyi “her gümrüğün bir Yakup’u olmalı” diye her daim anmıştır sonraki her konu açıldığında…

Çarşamba, Kasım 01, 2023

GÜNEŞ KARABUDA; ÇEŞME’DE BEYNELMİLEL BİR BELGESELCİ

Güneş Karabuda’yı ilk gördüğüm yer Çeşme Ertan Oteli önüdür. Sene muhtemelen 1974 ya da 1975 idi. Çeşme’nin İsveçliler tarafından deyim yerinde ise gerçek manada “yabancı turizm” ile tanıştırıldığı zamanlar. Yıldız bir turizm acentesi var idi. Benim açımdan olmamakla birlikte kabul görmüş turizm acente kuralları ve uygulamaları açısından, “Vingresor”, genellikle İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey ülkelerinden tur düzenliyor ve dönem itibari ile anlaşmalı olduğu “Altın Yunus Otelini” ve “Ertan Otelini” son derece hareketli ve canlı tutuyordu. İşte bu gerçek manada turizm anlayışı diye kabul edilen bu anlayış sonuç itibari bir hayli Çeşmeli gencin İsveç ve Norveç’e yaşamak ve çalışmak için gitmesine vesile olmuştur. Ben kendi adıma “sosyal demokrasinin altın ülkesi” diye tanıtılan lakin çok da öyle olamadığını sonradan anladığım bu ülkenin insanları vasıtası ile önce sosyal demokrasi ve bilahare de demokrasi kavramları ile hızlıca ve uygulamalı olarak tanışmış oldum. Evet, yazımın konusunu oluşturacak Güneş Karabuda mezkûr yıllarda artık İsveç’e yerleşmiş, Canım Yurdumun sinema ve edebiyatına katkıları da artar bir biçimde oradan devam etmiştir. Bu fasıldan olduğunu zannettiğim yoğun çalışma programları arasında Çeşme’yi ziyaret edip dinleniyor ve tatil yapıyor idi. Tüm tanımışlığım ve görmüşlüğüm de ancak bu düzeydedir, dönem itibari ile… Özellikle de dönemin komik ve komedi sanatçısı Öztürk Serengil ile sıkı temas ve muhabbet içinde oluyor olmasının bizim tarafa yansıması ise bu öteki mahallenin sıkı taraftarı ve destekçisi sanatçı ile irtibatı çok olanın bizim için sıradanlaştığı manasındadır. Lakin azıcık sonra bunun böyle olmadığını, kendisinin çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazar olduğunu öğrenince hemen gözümüzdeki değeri ve manası o genç yaşımızın kıvraklığı içinde değişiverdi. Özellikle de dönemin önemli filmlerinden Tunç Okan’ın yönetmen olarak ilk filmi “Otobüs” afişinde kendisinin adını görünce, görüntü yönetmeni Güneş Karabuda ve filmin müzikleri de Zülfü Livaneli’den olunca merak ve ilgimiz artmış oldu. Hele hele de filmin uzun yıllar yasaklı filmler listesinde olması daha da bizi araştırmaya yöneltmiştir. Filmi sonradan da izlemiş birisi olarak hala neden yasaklanmış olduğunu bir türlü anlayamamış idim. Film, İsveç’e bir otobüs kaçak işçi götürülmesi ve İsveç’te hepsinin meydana terk edilmesi, kendi köyü dışında bir yerler görmemiş insanların bu ziyadesiyle modern şehirde yaşadıkları şok, şaşkınlık, çaresizlik hikâyelerini anlatıyor. Bunun nesinden rahatsız oldular zamanın muktedirleri bilemedim. Oysa aynı tarihlerde Şener Şen ve İlyas Salman’ın da “Banker Bilo” adında bir filmi var, hiç sıkıntısız gösterildi, üstelik o filmde insanlar vaatlerin hilafına Türkiye dışına bile çıkarılmamışlardı. Otobüs filminde hiç olmazsa götürülecek yere götürülmüşlerdi. Neden kızıldı, insan kaçakçılığına mı, gariban insanların şaşkınlığına mı, yaşadıkları şoka mı, neden, belli değil, sansürcüler öyle buyurdu, işte… Yoksa kaçakları yolda bırakmak bize daha uygun bir tavır olarak mı görülüp filmler karşısında ikili tavır sergilendi, nedendir bu kabil tavırlar anlayana aşk olsun… Neyse biz konumuza dönelim… 

Güneş Karabuda ve eşi Barbro Karabuda tüm hayatları boyunca hayatı anlamlı kılmanın bu uğurda tarafsız durabilmenin yolunu her daim bulmuş insanlar olarak tarihteki yerlerini almışlar. Öğrendiğim ve anladığım kadarı ile, 60’lı, 79’li ve 80’li yıllarda; dünyadaki neredeyse tüm kurtuluş, özgürlük ve demokrasi mücadelelerine tanıklık edip, tanıklıklarını da tarihe not düşürecek muhteşem röportajlarla belgelendirmişler. Sonradan yerleşilen İsveç’te hatırı sayılır gazeteciler ve seyyahlar olarak İsveç Televizyonu adına Şili’yi 2 yıl boyunca yerleşerek izlemişler, Castro’lu Küba’ya, Allende’li Şili’ye, ABD Emperyalizmi markalı Endonezya katliamına, 68’in Paris’ine kadar siyasal ve sosyal olayların takibi ile Afrika Kalahari Çölü ve Amazon Ormanları başta olmak üzere yüzlerce yer gezilmiş, fotoğraflanmış, belgesel filmi haline getirilmiş, vs. vs… Kocaman, verimli, anlamlı ve ahlaklı bir hayat, ne mutlu onlara ve takipçilerine ve dahi yakınlarına…


Kanlı Pazar provokatörü ve organizatörü diye bilinen ünlü yazar Mehmet Şevket Eygi’nin 31.10.1967 tarihli Bugün Gazetesindeki köşesinde komünistlere hıncını kusarken; “artık Müslümanlara düşen vazife uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır; Endonezya’daki komünist kıyımı; Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu, fakat Endonezya kurtuldu.” diyerek ellerini ovuşturup, sıranın kendilerine gelmesi duaları etmektedir. 

Onun umurunda mı, 1.000.000 insan katledilmiş, ölenler insanmış, adamın derdi değil ki, onlar küffar muamelesine tabi tutulmalıdır, katli vaciptir, vahşi hayvanlar ile balıkların insan etine doymuş olmasına öylesine memnun bir görüntüde ki, Allah selamet versin… Allahtan ki dünyada sadece bu kabil herifler yok, insanlar da var, insanın insan tarafından katledilmesine alkış tutmayanlar da var, bunlardan ikisi Barbro ve Güneş Karabuda’dır… Onlar ki insandırlar ve insanın katli karşısında titrer ve itiraz ederler, tüm gördüklerini kameraları ve kayıtları ile tanıklıklar ansiklopedisine not düşerler… Tüm bu insanlık dışı uygulamaları ve gözlemlerini gözlerini budaktan esirgemeden 10 Haziran 1969 tarihli ANT Dergisine aktarırlar. Uzakların ötesinde kitabında da yer alır tüm bu tanıklıklar…

Dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal; Güneş Karabuda için bakın ne diyor; “Güneş’i elli yıldır tanırım. Onu önce fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman... Bu elli yılda Güneş şaşırtıcı bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya’da bir milyon kışı öldürülürken Güneş oradaydı. Şili’de Allende öldürülürken o oradaydı. Dhofar gerillaları Arabistan’da çarpışırken Güneş gene oradaydı Güneşin maceraları saymakla bitmez. Güneş elli yıldır dünyanın her yerindeydi. Güneş, Türkiye’de doğmuştu. Ülkesini seviyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin onun çantasında bir parça Türkiye mutlaka vardı. O dünyayı, savaşları yıkımları yaşarken ülkesinden de ayrılmıyordu. Her yıl birkaç kez yurduna uğruyor, Türkiye üstüne bir film yapıyor ya da Türkiye üstüne bir kitap yazıyordu. Eşi yazar Barbro ile kendilerini ne kadar sanatlarına, işlerine adamışlarsa o kadar da Türkiye’ye adamışlardı. Kalıbımı basarım ki, Türkiye’nin dünyada tanıtımına onlar kadar çok az kişi yardım etmiştir. Onlar Türkiye için canlarını dişlerine takmış çalışırlarken, bizimkiler onları yargıyla, hapishanelerle, karakolların gözaltılarıyla ödüllendiriyordu...”

Bu vesile ile artık aramızda olmayan ve çok büyük işlere imza atmış bu iki kişiyi saygı ve minnetle yâd ederken, giderek azalan bu kabil koca yürekli insanlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha söyleyelim.