Cumartesi, Aralık 21, 2019

ADANA ve BÜYÜK SAAT

Adana benim hayatımda çok önemli bir kenttir, üniversite için geldiğim ve ilk kez ve doya doya “Büyük Şehir” tecrübesi yaşadığım adeta yeniden ve yepyeni bir kimliğe büründüğüm kent… Bir gün Adana’ya gelince ilk kez gördüğüm şeyleri yazacağım, bicibici, karsambaç, kamyon ile mahallelerde kar satışı, vs gibi. Adana; eski belediye başkanlarından birinin sözü ile; Dünyanın en büyük köyü, ne zaman söylüyor bunu başkan 70 li yıllarda, peki değişen bir şey var mı, ne yazık ki yok, hala çok büyük bir köy, bakmayın siz öyle geniş caddeler, yüksek binalar yapılmış olmasına… Kentin en eski yeri en önemsiz yeri gibi kalmış sanki… Ama hala çok seviyorum bu kenti, salt bu nedenle 2019 yılında 2 kez gittim ve gitmeye de devam edeceğim.

Eski Adana deyince, Kazancılar çarşısı, Büyük Saat etrafı, Tepebağ ve eski vilayet geliyor akla, en azından benimkine… Kazancılar Çarşısı; ki bakırcılık, kalaycılık, yorgancılık, hasırcılık, ayakkabıcılık gibi çarşının kuruluş yıllarında dönemin meşhur olan önemli meslek gruplarının bir araya geldiği ve Ramazanoğulları Beyliği döneminde kurulduğu bilinen bir yerdir. Eski Adana, eski vilayet binası, eski Emniyet Binası, Ulu Cami, Yağ Cami, Taş Köprü, Kız Lisesi, Ramazanoğlu Konağı, Eski Kışla, Çarşı Hamamı, Büyük Saat, Tarihi Kapalı Çarşı, Hasır Pazarı Cami, Kemeraltı Cami, Mestan Hamamı, Yeni Cami, Aziz Paulus Bebekli Kilise, Tarihi Ziraat Bankası Binası, Gazi İlkokulu Binası ve Tepebağ Mahallesi ile çevrili bir alan olup “Dünya Miras Listesine” behemehâl alınmalıdır. Yeterince olmasa bile Belediyelerin ve İlgili Bakanlığın tercihleri sonucu birtakım restorasyonlar yapılmış gibi görünmekle beraber topyekûn bir ihya etme faaliyet yapılmamış olmasından ötürü ciddi eksikler oluşmuş durumda. Yerel ve Genel yönetimlerin tercihinde özensiz davranan vatandaş ne yazık ki ve de maalesef ki özensiz muameleye tabi tutulur itina ve… Geçmişimiz, tarihimiz diye diye geçmişin geçmişini belleyenler gerçek manada kötü sonuca katlanmak zorunda bırakıyorlar insanı… Şimdi Eski Adana için yeni Büyükşehir Belediye Başkanı, okul arkadaşım ve dostum Zeydan Karalar’dan çok şey bekliyoruz, ne yapar, nasıl yapar, bunu bilemem, gerçi duyduğum bütçe sıkışıklığı konusu en büyük şikayeti imiş ama böyle olacağını biliyor olması gerekir idi, bu mazereti haklı olsa bile bizim beklentilerimizden vazgeçmemizi bekleyemez, beklememeli de. Neyse bu işin bir başka veçhesi, biz gelelim bölgenin durumunu, önemini ve geleceği üstüne düşünce derç etmeye…

Çevrili alan dedim ya; işte tam onun nerdeyse merkezine gelen yerde bir saat kulesi var, gecesi daha güzel bir kule, bir tanıtım levhası bile olmayan kule, ama emin olun çok güzel. “Kültür ve Turizm Bakanlığı Adana İl Müdürlüğü portalında” yazıldığına göre Canım Yudumun “en yüksek saat kulesi” olan Büyük Saat Kulesi Adana valisi Ziya Paşa tarafından 1881 yılında inşaatı başlatılır denmesine rağmen Ziya Paşa’nın 1880 yılının mayıs ayında öldüğü gözden kaçar herhalde ya da bendeki bilgiler farklıdır, bilemedim. Lakin yine aynı kayıtlar kulenin bitim tarihi olarak 1882 yılını işaret eder ve açılış için ise Adana’nın yeni valisi Abidin Paşa’dan söz edilir. Oysa Abidin Paşanın kariyerinde Adana Valiliği 1880 de hemen Ziya paşanın vefatı sonrası başlar ve eğer Kulenin başlama tarihi 1881 ise bu demektir ki Abidin Paşa inşaatı başlatmıştır, vs vs. Aslında daha detaylı araştırıldığında inşaatın 1879 yılında başlamış olma ihtimalinin daha çok olduğu kanısına varılmaktadır. Bu arada ünlü ressamımız Abidin Dino’nun babasıdır, mezkûr Adana Valisi Abidin Paşa. Mezkûr saat kulesinin “Büyük Saat” diye bilinir olmasının nedeni ise İş Bankası tarafından 1925 yılında Mestan Hamamı tarafından Çakmak Caddesi girişine bir saat kulesinin daha yapılmasıdır ki, bugün hala “Küçük Saat” olarak tariflenir olup hemen çevresindeki alan da Küçük Saat olarak bilinmektedir. Yolda envai türlü genişletme, düzenleme ve onarım işi yapılmasına rağmen, “Küçük Saati” eski hali ile korumuşlar, işte kentin karakterine ve ruhuna saygı budur, salt bu nedenle bile olsa gelmiş geçmiş tüm kent yöneticilerine kocaman bir teşekkür borcumuz bulunmaktadır.

Adana’daki Küçük Saat ile mukayese edilince bir şaheser sayılabilecek “Çeşme Saat Kulesi” ne oldu, kime ve neden hoş görünmedi de söküldü, sökülmekle kalmayıp atıldı, atılmakla kalmayıp akıbeti bile faili meçhule intikal etti. Oysa bu tür kent unsurları asla sökülmemeli, yıkılmamalı, kim yapıyorsa yapsın, her gelen bir şey ilave eder ya da sökerse kent olma karakterini yitirir, kent ruhunu yitirir ve ortada ruhsuz ve yaşanamaz kent kalır

Adana “Büyük Saat Kulesi” çağdaşları ve benzerleri ile kıyaslandığında çok fazla estetik bulunmayabilir ama devr-i Osmani’nin en yüksek saat kulesi olması ve 32 mt yüksekliği, duvarları tuğla ile örülmüş kare prizma olarak inşa edilmiş ve inşa edildiği tarihte Adana’nın her yerinden görülen hali ile bugüne tarihten gelen bir gizem edasında olup özellikle akşam saatlerinde ışıklandırma ile adeta binbir gece masallarından fırlamış bir görüntü verir. Adana Büyük Saat Kulesi Padişah Sultan 2. Abdülhamit tarafından resmi kuruluşların çalışma sürelerini ve ezan vakitlerini göstermesi ve kontrolü için yaptırılmış olduğu bilinmekte olup 138 yıldır ufak tefek aksamalar dışında faaliyet gösteriyor. Gerçi Fransız işgali döneminde hasar görmüş ama 1925’te yeniden çalışır vaziyete getirilmiş. Zaman içinde yıpranmalar ve depremlerde çeşitli hasarlar görmesine rağmen sadece 2014 yılında ciddi bir restorasyon geçirmiş olup halen her saat başı vakit tespiti yapan sesi birçok yerden duyulmaya devam etmektedir. 

Saat kulesinin açıldığı dönemde dönemin önemli şairi Fani Efendinin bir şiiri ile bitirelim.
    “Bir muazzamdır eserdir ki, misli yok naziri yok.
     Zahiren saat çalar, manen hükümet seslenir.
    Ol cenabı Abidine eyler dua:
    Çünkü andan ruz-u şeb vakti ibaret seslenir…”

Perşembe, Aralık 12, 2019

PREKAZİ, AHDE VEFA


Dünyada sadece işine geleni parlatan bir medya olması ne kadar da kötü, çünkü ahde vefa kabilinden geçmişte iyi yaşanan şeyleri anımsayanların seslerinden kimse haberdar olamıyor. Sanki eski olan herşey kötü imiş gibi yapılıyor. Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve sosyalizm kötü bu beylere göre, ama doğru mu zinhar doğru değil…Galatasaray’ın efsane futbolcularından Cevad Prekazi’nin yaşamını konu alan, anı-söyleşi türünden “Prekazi, vurdu gol oldu” kitabını okudum, herkese öneririm. Bir defa sadece futbol değil, hayatın tam da kendisini bulabilirsiniz, kapitalizm, sosyalizm, ateizm, İslam, Hristiyan, iç savaş, başarı, eğitim, kitle sporu, entrika, liderlik vs vs her konuya değinilmiş, hani şimdiki futbolcuları görünce hani bir de şeyhlerinin dizleri dibinde oturup ta sıkılmadan poz verenlerini, adamı neden daha erken bu kadar tanımamışız diye de hayıflandım, haaa tanısaydık ne olacaktı diye soracak olursanız, vallahi ona da cevabım yok… O zaman da kendisini beğenirdik kitabı okuduktan sonra da… Vallahi ne iyi bir adammışsın sen, Prekazi…

Sovyetler Birliği ile oluşan ayrılık neticesinde Amerikan kuyrukçuluğu yerine kendilerinin de lider olduğu “Bağlantısızlar Hareketinin” kurucu ülkelerinden biri olan Yugoslavya’da dünyaya gelip, ülkenin dünyanın parlayan yıldızı olduğu devirde insan olmanın onurunu, eşit üretmenin ve adil bölüşmenin hazzını yaşamış vesselam, Cevad Prekazi. Bilindiği üzere, dünyanın 2 kutuplu olduğu dönemlerde, başını Yugoslavya, Hindistan, Mısır, Gana gibi ülkelerin çektiği “Bağlantısızlar hareketi” ayrı ve bağımsız politika izlemek üzere bir araya gelirler, maksat emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaş vermiş ülkelerin dayanışması ve eşit temsili neticesinde karar üretmektir.

Kitabı okudukça, Yugoslavya’da insan nasıl çok yönlü ve yetenekleri doğrultusunda eğitilirmiş, anlıyoruz, şimdi dünyanın içinde bulunduğu duruma bakarak, üzülüyoruz, ahlanıyoruz, vahlanıyoruz. Sıradan bir aile, ama evde müzik zevki, kulağı ve estetiği oluşturacak müzik dinleniyor, mesela hiç kaçırılmayan da her yıl 1 Ocak’ta “Viyana Filarmoni Orkestrası” tarafından “yeni yıl konseri” adı altında olanı ve Cevad Prekazi şimdilerde 60 yaşını geçmiş olmasına rağmen hala mezkûr konsere müdavim.

“İşçiler için de güzeldi yaşam. Yılda en az iki kere tatile gidiyordun. Fabrikada liste yapılıyordu; kim banliyöye gitmek istiyor, kim deniz tarafına gitmek istiyor, kim dağa gitmek istiyor. Gidiyordun ve bütün masrafları devlet karşılıyordu. Bide 20 yıl çalışan her işçiye daire veriyorlardı. Müthişti. Hepsi “Tito”nun sayesinde” … Böyle değerlendiriyor Yugoslavya’nın çalışma hayatını, çünkü böyle görüyor… Eee tabii o zaman henüz insanlar “kaynak nerde, kaynak” şebekliğini keşfetmemişlerdi. Devletler ve tebaaları biliyordu ki; “bu dünya bizim” ve herkese yeter, bu minvalde organize olmuşlardı. Mesela o dönemlerde herkes onurlu yaşamak için her şeye sahiptiler ama bir tek eksiklikleri vardı, “dolar milyarderleri”, çok şükür şimdi kavuştular. Yaşasın kapitalizm…

Kitabı derleyen Onur Bayrakçeken soruyor; “Hajduk Split de ilginç bir kulüp. Yugoslavya’nın en eski kulüplerinden, 1911 de kurulmuş. Nazi işgali döneminde faşistlere direnmiş. Hatta devrimden sonra birçok kulübün ismi değiştirilirken Hajduk Split’in ismine dokunulmamış, herhalde ödüllendirmek amaçlı”ve Prekazi cevaplıyor; “Hajduk Split de Partizan gibi tam bir Yugo kulübüydü… Bütün dünyada taraftarları vardı. Zaten II. Dünya savaşında da pek çok Hajduk idarecisi ve futbolcusu faşistlere karşı savaşırken öldü. Faşistler, Hajduk’un ismini değiştirmek istedi ama Hajduk geçit vermedi onlara. Bu yüzden Yugoslavya için önemli bir kulüptür. Bir dizi bile çevrilmişti Hajduk’un nasıl kurulduğuyla, II. Dünya savaşında neler yaptığı ile ilgili; Velo Mista (1980).”. Tarihsel bir tespit daha yapıyor ve sporun ve sporcunun gerçek pozisyonunun ne olması gerektiğine işaret ediyor, yan “yok öyle güçlüden yana olma” modası… Ne yapayım ekmek parası bahanelerinin arkasına sığınılmaması gerektiğini söylüyor.

Whatsapp profilinde che Guevera’nın fotoğrafını bulunduran Prekazi ile söyleşi müzik üstüne de devam ediyor, kitap ve edebiyat üstüne devam ediyor, neler neler de biliyormuş bu adam dedirtiyor, hani bizim futbolcu profiline hiç te uygun değil, hani tamam ağam tamam paşam diyenlerden değil… “Punk” müziğin önemli temsilcilerinden “The Clash” in esas oğlanı, punk’u slogan müziğinden sıyırıp içini doldurmaya çalışan Ankara doğumlu Joe Strummer’e kadar, hatta onu faşistlerin neden sevmediğine kadar bilgi sahibi, hay Allah futbolcunun da bilgilisini ne kadar özlemişiz dedirtiyor vallahi…

“İyi ki Yugoslavya’da doğmuşum. Çok şey öğrendim. Çünkü öğrenmek bedavaydı bizde. Şimdi her şey paralı oldu” sözleriyle açıklıyor, sosyal hayat ve eğitim sistemini… Evet böyle diyor Prekazi, Kızılyıldız, Hajduk Split, Partizan, Amerika da futbol, Galatasaray, Liverpool gibi takımlarla ilgili bilgi ve deneyimleri, Derwall’in üstatlığı, Mustafa Denizli’nin kıvraklığı, Alp Yalman’ın yalpaları, siyasetin futbola, futbolun siyasete, dinin futbola ilgisini ve müdahalesi, dini tercihinin dinsizlik olduğu, Canım yurduma gelen Yugoslav futbolcular, bizde parlatılan ama hiç te öyle olmadığı konusunda hemfikir olduğum Goran Bregoviç üstüne tespitler, Tugay Kerimoğlu, Uğur Tütüneker, Tanju Çolak, Hakan Şükür, Erdal Keser, Hasan Şaş, Arif Erdem, Hagi, Hıncal Uluç, 14 yıl aradan sonra yeniden Galatasaray şampiyonlukları, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasındaki başarılar, Tarık Akan ile dostluk, Fenerbahçe’nin transfer teklifi, Erman Toroğlu ile ilgili çok kötü tespitleri ve yalancılığı ve kasıntılığı ve Türkiye’den vatandaşlık almasına kadar… Merak edenlerin okuması gerekir diye düşünüyorum.

Yazımı; Efsane Teknik Direktör Jupp Derwall’in Cevat Prekazi ile ilgili şu sözü ile bitiriyorum; “Cevad, rahatça başa çıkabileceğiniz kolay bir oyuncu değildi ama birlikte cehennemden geçebileceğiniz futbolculardandı”. Bu vesile ile bir futbolsever olarak Jupp Derwall’i de büyük bir özlemle analım.

Cuma, Aralık 06, 2019

TURABDİN- MİDYAT


Dinler ve diller kenti olarak da değerlendirebileceğimiz bir kenttir, Midyat. Gerçi kolayca bilineceği üzere, bu kadar medeniyete beşiklik etmiş, adeta bir kavimler kapısı olmuş Canım Anadolu’nun birçok bölümü gerçekte böyle olsa bile, maalesef ülkemiz garip azınlığı tarafından canlı tutulan “ya sev, ya terket” kültürü uluslararası bir destek ve dayatma neticesinde, buna gözlerini yumarak “yokmuş” muamelesi yapmaktadır. Yapıyor da ne oluyor, kocaman bir hiç, hayat devam ediyor, kervan yürüyor. Midyat, açık müze havasında dolaşılabilecek bir kent olmanın ötesinde, Ezidice, Süryanice, Arapça, Türkçe ve Kürtçe hep birlikte güzel güzel, uslu uslu ve temelde kardeşçe idare ederken göze farklılıkları ve farklılaşmayı tetikleyen bir pankart çıkıyor önümüze, tahminimce de asla tabanı olmayan bir fikriyatın provakatif yaklaşımı, Allah selamet versin bu kafaya… Kaymakamlığın düzenleyip ziyarete açtığı konak üzerinden bakıyoruz Midyat’a, cami ve kiliseler kenti, peki vatandaşın bu yerlerle olan ilişkisi mezkur yerlerin çokluğuna mütenasip midir hiç zannetmiyorum ve sorduğum sorulara gençlerden aldığım cevaplar fikrimi destekliyor. Manzaranızı Cami ve kiliselerin siluetleri dolduruyor, en azından görüntüde kardeşlik görüntüsü, hoş gerçekten çok hoş… Kentin girişindeki kavşağın düzenlenmesinde refüjdeki göbek üstüne inşa edilen heykel nasıl bir kente geldiğinizi anlatıyor. Kare kesitli bu dikitin bir tarafında Müslümanlığı simgeleyen Cami, bir tarafında Hristiyanlığı simgeleyen Kilise, bir tarafında Ezidiliğin simgesi Tavuskuşu ve hepsinin ortak noktası Türkiye haritası ise bir tarafında bu heykelin. Bunu kimin yaptığı kadar kimin yaşamasına da izin verdiğidir, bu manada seçilmiş ve atanmışların hoşgörü ve sabırlarını takdir etmek gerekir. Gücü elinde bulunduran atanmışların iki dudağı arasından çıkacak bir söz sükuneti bozabilir ama yapmıyorlar ve de yapmamaları da çok doğru görünmektedir. Bu hoşgörünün sınırlarının daha da artması dileğimizi bu vesile ile tekrarlamalıyız. Hülasa hem ismi, hem tarihi, hem toprağı ve en önemlisi insanıyla özel bir yer olan “Midyat”, “Turabdin” denilen bir bölgenin neredeyse merkezinde bulunmaktadır. Turabdin diye adlandırılan bölge, Süryaniler için dini ve kültürel açıdan çok önemli bir bölge olup Süryanice de “Kulların dağı” anlamına gelmektedir. İnişli çıkışlı bir kalker platosu olan Turabdin, Midyat İdil yolu üzerindeki “Mor Gabriel Manastırı”ndan (deyrülumur) ötürü ziyaretçisi fazlaca olmaktadır. Rivayet odur ki, bidayetten beri 80 önemli manastırın burada yer alması Süryaniler için bir çekim merkezi olmuştur. Mor Gabriel Manastırı, yaklaşık 1600 yıllık bir yapı ve ibadethane olmanın ötesinde bir anlam taşır Süryaniler için sevginin ve kardeşliğin bir simgesidir adeta.

Platonun üzüm yetiştirilmesine çok elverişli, sık sık görülen kalker türevli toprak tepelerinden oluşmuş olması, kaliteli üzüm için gereken, her asmanın ayrı ayrı güneş, rüzgâr ve çiğ gibi doğa olaylarından eşit ve uygun faydalanmasına olanak vermektedir. Zaten bu görüntü yetiştirilmiş üzüm kalitesi ve üretilen Süryani şaraplarından da anlaşılmaktadır. Bölgede Turabdin şarapları, beyazı kerkuş ve mezruna, kırmızısı ise öküzgözü ve boğazkere üzümlerinden elde edilmekte olup şarabın tadının geleneksel hazırlanmış küplerde toprak altındaki mahzenlerde 45-60 gün bekletilerek temin edildiği anlatılmaktadır. Sabah saatlerinde gezmemize rağmen açılmış şarap evlerinde, tadımlık ikram edilen şarapların tadına baktık, özellikle de kırmızısına, tadı hafif değişik, ağızdaki pozisyonu dolgun ve kesif, içimi hoş ve keyifli bir şarap… Neyse daha fazla konuşmayıp işi uzmanlarına bırakayım. Ama gidilirse mutlaka tadılmalı ve alınmalı…

Evet; Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Ezidi, Süryani; kadim toprakların kadim milletleri ve inanışları, Mezopotamya halitası olmuş adeta, acıları, sevinçleri, gururları ve bellekleri sevgiyle yoğrulmuş, dillerin oluşturduğu köprüler ile dünü bugüne, doğuyu batıya imbiklemiş ve eklemiş… Acılar, gözyaşları, zaferler, yıkımlar yaşayarak yüzyılları geride bırakmış insanların bugünkü mirasçıları ile konuşunca kimse yaşanmışları unutmuyor gibi görünüyorsa da herkesin özlemi sükûnet, sevgi ve huzur, bu net… Ama su uyur düşman uyumaz, bu kadim coğrafya ekseriyetin hasletinden ziyade ekalliyetin musibetinden nasiplenmiştir.

Süryanilerin adını ilk kez 1975’te duymuş idim, dayatılan politikalardan yılan bu kadim millet büyük kitleler halinde Avrupa’ya özellikle de kuzey ülkelerine göçerler, mezkûr yıllarda Almanya canım Yurduma işçi hücumunun önüne geçmek maksadıyla vize uygulamaya başlar ve akabinde de İsveç Süryani göçmenleri bahane ederek vize uygulamaya başlar… Mezkûr yıllarda Çeşme başta İsveç olmak üzere kuzey ülkelerinin turisti ile tanışır, Altın Yunus ve Ertan Oteli tur operatörlerinin merkezidir adeta. İşte ilk kez o yıllarda İsveçlilerden duymuş idim “Süryani” sözünü. Gerçi Çeşme’yi dünyanın merkezi sayanlar pek bilmez ama sonradan daha neler neler öğrendim buralarda bilinmeyen, say say bitmez. Peki; şimdi Çeşme’yi dünyanın en güzel yeri sayanlar, bir şeyleri öğrendiler mi, hiç zannetmiyorum, öğrenememe durumu kuşaklar arasında da kontamine bir durum oluşturmaya devam ediyor, ne yazık ki… Öğrenme çaba ister, sabır ister hülasa kolay değildir. Bilmek ve öğrenmek süreci de tesadüfen olmuyor olsa da çok kişiye amorti cinsinden çıkıyor, vs vs…

Peki; şimdilerde çok moda, GAP turlarının, olmazsa olmazı, Mardin ve Midyat, ne durumda, görünürde tam anlamı ile bir huzur var ama görünürde galiba. Çünkü, Midyat, gümüş işlemeciliğinin ordinaryüslüğü sayılan “telkâri” işinde çok ileri, üzüm yetiştiriciliğinde çok ileri, şehir korumacılığında çok ileri, peki, sonuç… Midyat’ın en önemli partneri de yaklaşık 40 km mesafedeki Hasankeyf’tir. Hasankeyf bu manada Midyat’ın önemini arttırmıştır.

Pazar, Aralık 01, 2019

ZEYTİNDAĞI-MUSA OĞULLARI


“Arap baharı” adı ile maruf ve emperyalizmin yeniden şekil vermek istediği Ortadoğu üzerine; Falih Rıfkı Atay’ın geçen yüzyılın başında yine emperyalizmin yeniden şekil vermek istediği döneme yönelik anı ve gözlemlerinden oluşturduğu “Zeytindağı” adlı kitabı okuyoruz, neler neler var… Tehcir kültürü mü, tedhiş kültürü mü, savaş kültürü mü? Herşey var, barış kültürü yok. Emperyalizmin bölgeye nasıl odaklandığının, taaa o yıllardan fiilen yaşananlardan yola çıkarak anlatıldığı, bölgenin nasıl bir cadı kazanı olduğu, bölge insanının “çok taraflı diplomasiye” yatkın olduğu tespitinden, İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı ve kendini “Suriye Hidivi” gören Cemal Paşa’nın “Emevi Camiinde Cuma namazları” törenseline kadar “multilateral” tespitleri, bol kepçe misali anlayabilene ya da anlayana misali… Hani her konuda hemfikir olunmasa bile, ders alma yorumda çeşitlilik faslından, okunması gereken bir kitap…

“Kudüs kelimesi Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs'ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra'nın politika meselesidir.
Kudüs'ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!
Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları simokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.
Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır.
Yahudi Filistin'de kasabalar, portakal kokuları ile düzgün şosalar, frenk incirleri ile çevrilmiştir. Şubat ayında göğüsleri ve enseleri açık kadınlar, keskin süsledikleri zengin otel salonlarında, gözleri engine dalmış, harp sonunu beklemektedirler.
Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.
Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez. Balfur'un bir nutku, Davud'un bütün mezmurlarından daha tesirlidir. Yahudiler tedhiş kasırgasını üzerlerinden defetmek için hiçbir gösterişi esirgemediler. Köylerinde bize her zaman portakalların en olmuşunu, şarapların en eskisini ikram ettiler. Bir gün aynı yaşta biri oğlan biri kız, iki güzel Yahudi yavrusunu al-beyazla süslemiş bir simokinli köy muhtarı, bana diyordu ki:
- Kumandan Paşa’ya bu akşam şiir okutmak istiyoruz. Acaba hangisi okusa Paşa hazretlerinin hoşlarına gider?
Yeni Filistin’de Almanca, İngilizce, Fransızca bütün diller konuşulur. Yalnız Yahudi dili olan İbranice, devletin dili olan Türkçe ve çoğunluğun dili olan Arapça görüşülmez. Köyler, orta halli bir dans salonundan boşaltılmış çiftlerle doludur. Ve çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirip durur.
Buğday, Kuzey Suriye'den geliyordu. Filistin yiyici idi. Daha önce en büyük yiyici olan cephe vardı. Kıtlık ve açlığı önlemek için Filistin Yahudilerini harbin sonuna kadar istihsal bölgesine yollamak ve orada oturtmak lazım geldi. Acaba gerçek sebep bu mu idi, yoksa Filistin Yahudileri tehcir mi ediliyordu?
Bir Yahudi tehciri ihtimali haberi alınır alınmaz birbirleri ile boğuşan milletler bize karşı birleşiverdiler. Protestan, Katolik, Anglikan, Ortodoks, bütün Hıristiyanları birbirleri ile çarpıştıran ve 1914-1918 hamursuzunu Hıristiyan kanı ile yoğuran Yahudi bankerleri bütün kiliseyi havra menfaati için camiye karşı çevirmeye muvaffak oldular.
Yafa konaklarını, otellerini, portakal ormanlarını, bunca yıldır kurulan Yahudi yurdunu bırakıp Hama ve Humus kasabalarının kerpiçleri ve buğday tarlası içine atılmak: Asla!
Fakat Cemal Paşa, çiğ bir politikacı değildi. Siyonistlerin başlarının kimler olduğunu da biliyordu. Reisleri çağırdı, dedi ki:
- İkiden biri: Ya sizi, Ermenilere yapıldığı gibi tehcir ederim. Evlerinizi, bağlarınızı, bahçelerinizi bırakıp yaya olarak buğdaya doğru gidersiniz. Yahut evlerinize, bağlarınıza ve bahçelerinize sizden heyetleri bekçi yaparım ve emirlerine jandarma ve asker veririm. Bir portakala dokunanı idam ederim. Sizi de trenlerle yollarım. Ancak bu ikincisi olmak için yarın sabah bütün Viyana ve Berlin gazeteleri susmalıdır.
Yahudilerin akılsız olduklarını ispat etmek için fırsat beklemediklerine şüphe yoktu. Karargâh telgrafhanesine gittiler, iki satırla iki büyük şehri, ondan başka Londra'yı ve Paris'i susturdular.
Gerçekten Yafa'yı boşaltıp burunları kanamaksızın Hama ve Humus’a gittiler ve geride Araplar onların bir portakallarını bile ağız tadı ile yiyemediler.
Tehcirlerin bir sebebi de, Yahudi Filistin'in bir casus yuvası olması idi. Hama devesi ile çöl üstünden Bağdat karargâhına istatistik yetiştirmek, şüphesiz Filistin kıyısından sandalla İngiliz torpidosuna haber yollamak kadar kolay olmadı.
Bu yazıyı neşrettikten sonra Cevdet tarihinde şu satırları okudum: "Fransız İhtilali'nin âsar-ı garibesinden biri dahi budur ki, bu esnada Yahudi ağzından bir beyanname kaleme alınarak tabı ve neşir ile Kudüs-ü Şerifte bir Yahudi hükümeti teşkil olunmak üzere her tarafta olan Yahudiler, ittifaka devlet olunmuştur. Zehiy tasavvur-u bâtıl, zehiy hayal-i muhal."

“Zeytindağı” ile ilgili benden bu kadar… Merak edenlerin kitabın kendisini okumasını bugün adına şiddetle öneririm…