Cuma, Aralık 30, 2022

İĞDİŞ EDİLEN KENTLER


Kentlerin şekillenmesi bulundukları coğrafi konum (rakım-dağ-ova-deniz-göl), iklim, demografik yapı, ticari ve stratejik konumlara göre gerçekleşmiştir. Örneğin, bir liman kenti naturası gereği bir ticaret ve bağlantı noktası olması itibari ile çok farklı millet ve bölgelerden gelen insanların uğradıkları, uğraştıkları, eğleştikleri, yaşadıkları, gelip geçtikleri yerler olması itibari ile gemi yanaşma, bağlama, emtia depolama, pazarlama, yükleme boşaltma, gümrükleme faaliyetleri için uygun yapılar ve düzenekler ile teçhiz olmuş iken mezkûr faaliyetin muhataplarının çalışma, barınma ve konaklama, yeme içme eğleşme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya uygun yapıların bulunması kaçınılmazdır. Buna mukabil kervan yolları üstünde menzil noktalarına denk gelen yerlerdeki şekillenme ise kervanın konaklaması, yeme içmesi ve güvenliği temelinde organize olmuşlardır. Dolayısı ile her kent kendine uygun biçimde organize olur iken yerleşik insanı da bu minvalde bir yaşam tarzı tutturur, kenti de bu yaşam tarzına göre planlar ve organize eder… Sonraları, Ademoğlunun evrimi gereği gelişen ticaret, ulaşım, yönetsel gerekler, oluşan kültür kentlerin yeni ve gelişen fonksiyonları vs ile kentler büyür gelişir, değişir ya da dönüşür… İşte bu; çok uzun yıllar içinde adeta damıtılarak gelişen kentlerin yapısı kentin bugünlerde çok algılanmayan hatta önemsenmeyen karakterini oluşturur. Mesela gezdiğimiz medeni ülkelerin kentlerinden bahsederken, “200 yıldır kaldırımları aynı kaplama” ya da “ya bir arabanın geçemeyeceği sokaklara bile dokunmamışlar” ya da “yol kaplaması ortaçağdan kalma” gibi sitayiş dolu sözler etmekteyiz doğru ve haklı olarak. Lakin kendi topraklarımızda aynı özeni göstermemekteyiz ya da gösterememekteyiz. Hülasa, gâvurun koruma ve kollamasına ve de restorasyonuna alkış çalarken, kendi değerlerimize de son derece insafsız ve ölçüsüz kılıç çalmaktayız. Haksızlık da olmasın biz de şu koca ve fani dünyada yalnız da değiliz, benzerlerimiz bir hayli fazla…


Bakın bu yıkıp yerine yeni lakin kendi aklımız ve ufkumuz ölçüsünde bir şeyler yapma kültürü yenilerde oluşmuş değildir. Daha önce de yazdım, Osmanlı Hanedanı, gelişen yeni ihtiyaçlar neticesinde İzmir Limanının korunması ve deniz trafiğinin denetlenmesine yönelik, bugünkü Narlıdere Sahilevleri bölgesinde bir kale yapımı gündeme gelir. İlgili Paşa görevlendirilir, İzmir’e avdetine müteakip, incelemeler sonrası gözüne, İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları ile Okluk Kalesinin bakiye taşları takılır. Sonrası malum, yıkılır ve mezkûr kale inşa edilir. Paşanın tasarrufu bu yönde olmuştur, yetki, sorumluluk ve güç kendisinde olunca, gerisine ne hacet… Bugün bu bir rezalet denilebilir lakin bugünden geriye bakınca, o gün için güç kullanma, yetki kullanma, delegasyon vs gibi nedenlerle son derece makuldür değil mi… Sonraları çalıştığım Türkmenistan’da Türkmenlerin sık tekrarladığı bir söz var; bilenler bilir, “Türkmen bina yıkma ile adam sevme” konusunda uzmanlaşmıştır. Neyse konumuz bu değil şüphesiz lakin davranış modelimizin benzeşme ve kesişme noktaları da önemlidir, diye düşünmekteyim.


Nedir bu yıkma iştahının sebebi acaba? Hala neden yıkıyoruz? Yahu be arkadaş, kabul etmesem bile şu binalarınızı, şu yollarınızı yeni imara açtığınız bölgelerde yapsanız da kendinizi mutlu etseniz, olmaz mı? Daha iyisini yapacağız, diye yıkıyorlar, hem de kendilerine ne tür fikri vehmetseler de sonuç değişmiyor, o da, bu da… Ve “kırk bir kere maşallah” faslından her birinin de müthiş izahları var, nerdeyse seferberlik ilan edesi geliyor adamın. Kimisi sanatı içine tükürülecek bir faaliyet faslından tayin ile, kimisi modern anlayışa aykırılığı yüzünden, kimisi yıkılacak kadar tehlikeli bulunması bahanesi ile ama her birisi oturduğu makamın gücü suyu hürmetine ses çıkarılmadan izlenmektedir. Kimisi yol açıyorum, açacağım uğruna ormanları yok ederken, kimisi birkaç asırlık evlerin katline fermanı timsah gözyaşları ile karşılayarak lakin sonuç hiç değişmeden coğrafyanın, doğanın, arkeolojinin, tarihin hülasa kentin belleği ve karakterinin değişimine sebebiyet vermektedir.


Mesela; kim mantıklı ve makul gerekçeler ile Çeşme’nin güzel ve estetik olmamakla birlikte kent kimliğini, kişiliğini ve karakterini yansıtan ya da oluşturan hatta pekiştiren yapıları sayılabilecek, “Buz Fabrikası ve Deposunun”, “Küçücük ama Çamlık Senar diye anılan Cezaevinin”, “Güçlendirilmesi mümkün olan ama göz ardı edilen 16 Eylül İlkokulunun”, “Ilıca Turban otelinin” yıkılmasını savunabilir, bilemiyorum. Duyduğum kadarı ile de şimdi sırada “Namık Kemal İlkokulu” varmış. Muhteşem yanlış demekten başka kelam bulamıyorum. Şüphesiz vardır savunucuları ki muhtemelen de sayısal olarak çok fazladırlar. Lakin konuya sayısal çokluk karar verme hakkı doğuruyor iddiası ile bakılırsa, gelinen nokta da burası olur ve sürpriz olarak değerlendirilemez işte. Ve yine maalesef bu gözler gördü ki, büyüklerimiz istedikleri yapıları güçlendiriyor istemedikleri yapıları da tasnif dışı kabulü ile yıkılmasına ferman eyliyor. Hani bir de denilmiyor mu ki, 1999 depreminden sonra girişilen “Deprem Güçlendirme Projelerinden” beklenilen ve arzu edilen sonuç alınamamıştır, gülüyorum, çünkü bu kabil ihalelerde ne yazık ki maksat dışı işler ve imalatlar yaptırılmıştır. Neyse…


Evet, kent sosyolojisi dolayısı ile de mütenasip oluşan yapılaşma ve şehir planı kapitalizmin etkisi ile olumsuz gelişmektedir şüphesiz ama bir de matah bir şeymiş gibi kurbağa misali kapitalistleşmeye özenen yerlerde durum daha da beter… Kapitalizm kentlerin önce demografisini sonra sosyolojisini sonra ekolojisini sonra da kent planını en sonunda da tüm hayatı mahvetmek gibi bir zillete sahiptir. Basitçe, yıkacak yeniden yapacaksın ki yaklaşık 400 sektör bu işlerden nemalanacak, durum bu…


Yıkım sadece hedef binaların yok edilmesi ile de kalmıyor ki, insanların hatıraları, anlatılanların karşılıksız kalması, fotoğrafların yabancılaşması gibi sonuçlarda doğuruyor… Biz eskiye yani oluşan kent kültür ve karakterine sahip çıkarak, korumaya ve kollamaya ve restorasyona önem vererek yeni durum ve fonksiyonlara göre kentimizin organize edilmesini beklemekteyiz.


Evet, anlıyor ve kabul ediyoruz, kentler, değişen mühendislik, mimarlık, planlama ve tasarım yaklaşımları, değişen politik, kültürel ve ekonomik ilişkiler ve yeni oluşan ihtiyaçlar dolayısı ile gelişen inşaat teknolojilerinin de çok büyük tesirleriyle mütemadiyen dinamik bir durum sergiler. İtiraz yok bu değerlendirmeye lakin yeni diyoruz değil mi o zaman gidin yeni yerlerde uygulayın sizi mutlu ve memnun edecek şeyleri.







Cuma, Aralık 23, 2022

ÇOK YAŞA MUTLAK BARIŞ


Başta; hedef kaynakların beleşe ele geçirilmesi, muktedirlere endüstriyel manada yeni pazarlar açılması ya da elde edilebilmesi, ucuz iş gücü temini olmak üzere daha birçok haksız ve ahlaksız neden ile yine başta ABD ve avenelerinin yarattığı savaşların ve sonuç itibari ile de insan kıyımının unutulmaması için dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla Japonya Devleti tarafından ürettirilen ve her yıl Eylül ayında ABD’nin adeta bir kurumu haline gelmiş Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda çalınan çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır. Neden böyle yazar da, her üye de çan çalınırken saygı ile durur da, yine bu ahlaksız yöntemi sürekli sıcak tutarlar, geniş manada kendi dışındakilere ve dar manada da kendi içlerinde lakin kendilerinden olmayanlara karşı sürekli bu savaş halini anlamak olanaksız. Şüphesiz temsil ettikleri rejimler ve manzumeleri açısından yapılan analizler ile konuyu anlaşılır kılmak mümkündür objektif olarak lakin konunun duygusal açıdan anlaşılır tarafı yoktur. Esasen savaşların nedenleri anlaşılsa bile kabul edilir tarafı da katlanılabilir tarafı da yoktur.


Dünya kaynaklarının sömürülmesini amaçlayan başta ABD ve AB tarafından üretilen ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurların artmasının yarattığı ortamlarda savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki yaşanmaktadır. Emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yarattığı bu talan ortamının varlığı göz ardı edilerek, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı kalmamaktadır, anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına devam edecektir. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.


Ekonominin askerileştirilmesinin hızla tırmandığı dünyada, başta Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika olmak üzere önemli bir bölümünde ve hem de ülkemizde çeşitli biçimleri ile savaş ve çatışmalar ne yazık ki devam etmektedir. Savaşa, şiddete ve silahlı güce dayalı bu vahşi politikalara itiraz ederek, Dünya Halkları için Barış ve demokrasi, insan hakları talep ve söylemi ise, ne yazık ki bu toz duman savaş çığırtkanlığı içinde muktedirler tarafından sürekli en sert şekilde bastırılmaya devam edilmektedir. Savaşların ve sömürünün faturası dünyanın yoksul halklarına kesilirken, her yıl yüzbinlerce ölüm yaşanırken, yüzbinlerce insan sakat kalırken, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk ederek mülteci konumuna düşerken, Kadın ve çocuklar tecavüze uğrarken, açlıkla mücadeleden ötürü yüzbinlerce insan ölürken; başta ABD olmak üzere emperyalistler konforlarını arttırmakta ve yerel ortakları arasından her yıl onlarca dolar milyarderleri mevcutlarına ilave olmaktadır. Savaşa yapılan yatırımlara bakarak, dünyamızın barıştan ne kadar uzak olduğunu söylemek çok kolaydır, bu anlamda başta ABD’nin askeri üretimlerine ve bu üretimlerin alıcılarına bakarak dehşeti görmek mümkündür. Dünya ülkelerinin toplam savaş giderleri, askeri harcamalar bazında yaklaşık 2 trilyon dolar olarak açıklanmakta olup, bunun 600 milyar doları savaş makinesi ABD’ye ait olsun, hadi gelin bu ortamda barıştan bahsedin de göreyim sizi. ABD eğitimine 65 milyar dolar, sosyal güvenliğine 10 milyar dolar tahsis ederken, jandarmalık görevi için bu rakamın yaklaşık 10 katını harcıyor da, Rusya, Çin ve Hindistan onlardan aşağı kalıyor mu, kocaman bir hayır.


Bugünlerde; içi ve anlamı boşaltılarak, hani yurtta sürekli iç düşman yaratma fobisinden ötürü asla tesis edilemedi, ama cihanda bugüne kadar lafta da olsa sahiplenilen tarafını; “suya sabuna karışmama” denilerek önemli ölçüde değer kaybına neden olundu ya, işte bu kelamın gereği olmak üzere “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının gerçek anlamı ile şiar edinilmesinin, etkin kılınmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması için ne gerekiyorsa tüm samimiyetle yapılması gerekmektedir. Denilebilir ki Atatürk bu lafı bu manada, şu manada söyledi, yahu bi durun Allahaşkına, de ki sizin dediğiniz gibi, de haydi siz barışı mutlak kılın… Ama eleştirideki maksat savaşı savunabilmenin ahlaksız vasatını oluşturmak olunca, her türlü bükülebiliyor kelamlar. Evet, bugünün anlamına uygun düşmesi adına; dünyanın her neresinde olursa olsun, yürütülen savaş, baskı ve saldırıları insanların şiddetle kınamaları gerekmektedir ki, aymaz muktedirler yavaş yavaş kendilerine ve politikalarına çeki düzen versinler. Başta, ABD’nin Irak’ta, Libya’da yürüttüğü işgal ve savaşlar olmak üzere, tüm dünyadaki saldırı ve savaşların bir an önce durdurulmasını, ama demeden, şu tarafı da gözden kaçırılmamalıdır demeden, kayıtsız şartsız talep etmelidir insanlar, yoksa savaşla eşanlamlı hale gelmiş eşbaşkanlıklarıyla gurur duyanları destekleyerek barıştan yanayım denilmesine kargaların bile gülmesi kaçınılmazdır. Tarih boyunca savaş çözüm olarak en son sırada yer alırken, 21. yüz yılda, aferist (işbirlikçi), oportinist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (kendi çıkarları için halktan yana görünen) siyasetçilerin yönetime gelmesi ile savaş ilk seçenek olmuştur. Dünya artık, bilge adamların çözümlerini değil, ayakkabısının arkasına basan mahalle kabadayılarının yumruklarının hüküm sürdüğü, korkunun egemen olduğu bir gezegene dönüşmüştür.


Evet, içinde bulunduğumuz zaman itibari ile “inanılmaz şekilde barış ihtiyacı” bulunmaktadır. Peki, barışa bu kadar ihtiyaç var iken neden bu kadar savaşsever ekipler tarafından yönetilir dünya, inanılır gibi değil… Hem de savaş kadar büyük yatırımlara, büyük kıyımlara, büyük yıkımlara hülasa her şeyin kaybedilmesi uğruna savaş tercih edilir, son derece kolay ve ucuz erişilebilen “barış” söz konusu iken… Savaş kutsayıcılardan, kin ve nefret üretenlerden, kendi ve benzerlerinden ziyade kim varsa beğenmeyen, eleştiren, dışlayan ve ötekileştiren muhteremlerden behemehâl kurtarılmalıdır Dünya… “Barış zamanında savaşa hazır olunmalıdır” umdesini öne süren zavallılar kendi çocuklarının ve torunlarının geleceğini karartmaktadır ama maalesef ki farkında değillerdir.


İnönü’nün güzel bir anısı ile bitirelim. Hani meşhurdur anlatılır ya, kendisine sitemde bulunan çocuğun savaş döneminde kendilerini aç bıraktığını söylediğinde “evet haklısın ama babasız bırakmadım” cevabı önemsenmelidir. İnönü ve küçük çocuk böyle bir diyalog kurmuşlar mıdır? Bu birilerinin uydurması mıdır? Bilemem lakin çok güzel ve anlamlı bulduğum bir diyalogdur.


Cumartesi, Aralık 17, 2022

KORKU

 Her yiğidin belki de hiç birimizin muaf tutulamayacağı bir meydan okumamız vardır, hani meşhurdur ya; “Ben hiçbir şeyden korkmam” ya da “Allahtan başka hiçbir şeyden korkmam”… Bunun böyle olmadığını kişi kendi iyi bilir lakin ikrar etmez… Aksi takdirde, bazılarının, mezarlık yanından geçerken ıslık çalması neyin alametidir diye sorarlar adama… Resmi damgalı zarftan, resmi yazıdan, resmi kişilerden, doktordan, dişçiden, bekçiden, jandarmadan, gümrükçüden, belediye zabıtasından, uçaktan, dolmuş şoföründen, karakoldan, hükümet dairelerinden, vergi dairesinden, cinden, periden korkanların varlığından, bahsedince, o başka savunmalarını kimler bilmez ki… 

 

Şüphesiz herkesin korkuları vardır, olması da normaldir çünkü korku son derece insani bir durumdur. Kişisel ve nevrotik korkular üstüne konuşmayı konunun uzmanlarına bırakarak ilerleyelim. Biz yaratılan toplumsal korkudan korkmak ve günlük hayatımıza yansımaları üstüne yoğunlaşalım istiyorum. Toplumsal korkuların yarattığı bu duygu ve davranış bozuklukları ve yaratacağı tonlarca olumsuzluk vardır. Bana göre toplumsal korku ile haddinden fazla yüklenmiş insanın özgürlük ve bağımsızlık hissiyat ve yetilerinin külliyen körelmiş ya da kaybolmuş ve de ikircikli olması kaçınılmazdır. Bu kabil muhteremler, sürekli ve kesif bir tereddüt durumu yaşarlar, tereddüt ruh hali ise sadece koruma içgüdüsünün güçlü olmasına hizmet eder. Sadece kendisini koruyacak bir ruh hali ile teçhiz muhteremin faaliyetleri, iaşe ve ibate ve de iane üçlüsü içine sıkıştırılmış olur. Hani her asker muhteremin en az bir kere tekrarladığı ve herkesin de bildiği lakin açıktan söylemesinin hoş karşılanmadığı bir tekerleme vardır. Ben kendim bu lafları art arda dizebilecek kadar şair ve mizah sahibi birisi değilim, ben de bir yerlerden dinledim hatta tekrarladım, “kep ile potin arasına sıkıştırılmış, karnı bulgur pilavı ile doldurulmuş, dayak ile uslandırılmış, …” diye uzayıp giden… Maazallah geleceğimizi şekillendireceklerin böyle olmasını kimse istemez değil mi?

 

Hemen hatırlanacaktır; 1986 yılının bir soğuk döneminde, artık aramızda olamayan büyük usta ve tiyatromuzun 4. “kavuklusu”   Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının bir tiyatro gösterisinden sonra, oyunda Nazi subayı ve SS rolündeki oyuncuların oyun elbiseleri ile İstiklal Caddesine çıkarak, gelip geçenden kimlik sorarlar. Üstelik de bu kimlik sorma işlemini yarı Almanca yarı Türkçe yaparlar; “kimlik bitte”. Neredeyse her kimlik istenen kişi, “neden soruyorsun, neden kimlik istiyorsun, sen kimsin, sen de kimliğini göster” gibi gayet medeni tepki ve talepler sunmadan ilaveten de üniformalara hiç dikkat etmeden itirazsız kimlik beyan ediyorlar.  

 

“Dış zorlamalar çok güçlü olmasa dahi, insanın kendisini iradesizce köle haline getirmesinin nedeni korkudur. Korku, bu nedenle, ideal bir egemenlik aracıdır. İnsanların korkusuyla ordular kurulmaktadır. Korkan insan (ne kadar saçma ve canice de olsa) verilen bir emre kolay kolay karşı gelemez çünkü emri veren, onun için, üstesinden gelinemez bir otorite olmaktadır.” Yazar Dieter Duhm “Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında böyle bir tespit yaparak “milgram deneyleri” sunumunu yapmakta ve deneyin “Amerika’da yapılan bu deney dizisinin temel sorusu şu olmuştur. Otoriter bir kişi, diğerine, üçüncü kişiye vücutça eziyet etmesi ve onu yaralaması için emir verirse ne olur?” temelini vaz etmektedir. Deney enteresan… Lakin sonuçlar daha enteresan, deneklerin üçte ikisi kendilerine emir verildi diye, bir başka insanın vücuduna onun bilincinin yok olmasına kadar elektrik vermekten geri durmamıştır. Merak edenler deneylerle ilgili detaylı bilgileri başkaca kaynaklardan edinebilirler. Sonra insanoğlu merak ediyor, Nazi toplama kamplarında insanlar üstünde vahşice yapılan çalışmaların nasıl gerçekleştiğini… “İnsanlar arasında, ilişkilerimize korku ve gizli düşmanlık sokan mesafeden tekrar tekrar söz etmiştik. Korkuyla düşmanlığı birbirinden ayırmak mümkün değil.”

 

Canım Yurdumda uzunca bir süredir tam da bir Goebbels taktiği gereği tekrarlanan, “Sermaye korkaktır, ürkektir” edebiyatının doğru olma ihtimali nedir sizce, bence sıfır. Bilakis sermaye her zaman, her yerde korku yaratılmasından nemalanmıştır, nemalanmaya da devam etmektedir. Bunun izlerini sürmek isteyen her muhteremin tereddütsüz okuyabileceği bir çalışmadır mezkûr kitap. Esasen burada tam bir ters köşe penaltısı gibi bir durum da söz konusudur. Hem müsebbip ol, hem de mağdur rolü kes. Hele yabancı sermayeye gelince konu daha da katmerli nakledilir kulaklarımıza. Kendisinin yaratılmasında başat rol aldığı motivasyonundan neden korksun ki, değil mi?

 

“Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında Dieter Duhm şöyle bir tespit yapıyor; “Dürtülerin bastırılmasıyla üretilen korku ve güvensizlik herhangi bir biçimde dengelenmek zorundadır. Dengeleme için esas olarak iki yol vardır. Mesleki becerililik ve tüketim… Dürtülerin baskı altına alınması, ezilen bireyde bir saldırganlık gizil gücü yaratır; bu gizilgüç, sistemin iç ve dış düşmanlarına karşı kanalize edilerek, kapitalizmin çıkarları için doğrudan kullanılabilir… Dürtülerin bastırılması sistemin parçasıdır. Bir baskı sistemi olması sıfatıyla kapitalizm, dürtüleri bastırma ve korkuyu sürdürme ya da onlardan vazgeçme gibi bir seçeneğe sahip değildir. Ama böyle bir seçenekle karşılaşsa bile bunlardan vazgeçmeyeceği açıktır; çünkü dürtülerin bastırılması da, korku da kendisine nihai hizmetler sunmaktadır”.

 

Aynı kitaba, bir giriş yazısı yazan Aziz Nesin; “Özetlersek, insanın korkudan korkuya karşı moral yapısını koruması;

·       Kendini korkutan güçle uyum sağlayarak

·       Ona boyun eğerek

·       Onunla özdeşleşerek

·       Ya da büsbütün edilgin kalarak “hiçbirşey etmemek” yollarıyla sağlanabiliyor.” diyerek harika tanımlamalar yapıyor. 

 

Korku bir tek şeyle yenilir: Bilgi ve mücadele. Korku bilgi ve mücadele ile yenilir, yenilmesine de, “ben cahilin ferasetini tercih ederim” diye üniversite hocası postunda olanlar olmaz ise.

Cumartesi, Aralık 10, 2022

“TARİH DİRENİYOR” ve BAKAN DA DİRENİYOR

ODTÜ denilince, öncelikle nitelikli üniversite fikri düşünülse de, Canım Yurdumun bu yüzakı kuruluşu olarak, esasen “devrim” başta olmak üzere, özgürlük, hak ve adalet mücadelesinin zirvesi akla gelir bence. Bakmayın siz YÖK ile birlikte yok ettiklerini zannetmelerine, onun geçmişinde, üfürükoloji yerine üretilen pozitif bilim, yapılan test ve deneyler, Canım Yurdumun esenliği ve refahı için yazılan raporlar ve tezler vardır. İşte bu yüzden “muhalif” diye lanse edilir sürekli. Evet, müesses nizamın zapt-u raptına itiraz ise, direniş ise, muhalefet ise söz konusu olan, doğrudur.  Oysaki muhalif sıfatı ODTÜ’yü muhalif göstermeye çalışanların tutumudur ki, onlar ODTÜ’yü muhalif gibi gösterirken esasen pozitif bilime, muasır medeniyete, özgürlük talebine muhaliftirler ve bahsine dahi katlanamazlar. Büyük usta Nazım Hikmet’in bu muhteşem betimlemesini kendilerine bayrak edenlerin muktedirler tarafından kabullenmesi zaten hiçbir zaman beklenir değildir.

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim,

Akar suyun,

Meyve çağında ağacın,

Serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:

- çürüyen diş, dökülen et -,

Bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

Bu güzelim memlekette hürriyet…

Gecikmeli de olsa, yazar Yalçın Bürkev tarafından, yaklaşık 100 ODTÜ’lü akademisyen, çalışan ve ağırlıklı öğrencilerinin anı ve değerlendirmelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan,  “ODTÜ Tarih Direniyor” isimli kitabı okuyorum, adeta canım yurdumun son 70 yılının tarihi resmigeçidi gibi… ODTÜ üzerinden memleketi anlama sanatı… 

“Kuruluşunda ABD rolü” başlıklı değerlendirmesi ile meslek büyüğümüz ve öncümüz ve ilk rektör yardımcısı olan Uğur Ersoy, her daim müthiş anlatımlarından birini daha gerçekleştiriyor. “ODTÜ fikrinin doğması ise ilginçtir. Charles Abrahams diye birisi uzman olarak İmar Bakanlığı’na geliyor. Adamın en büyük şikâyeti Türkiye’de o zaman hiç şehircilik uzmanı olmaması. Bulvar Palas’ta bir bakanlık yetkilisiyle yemek yerken, adam diyor ki, “ben Birleşmiş Milletler’den bir fon çıkarmaya çalışayım, bir şehircilik okulu kurulsun burada.” Yandaki masada ise Vecdi Diker adama kulak misafiri oluyor, masaya geliyor ve diyor ki, “Kusura bakmayın, konuşmanızı duydum. Niye küçük düşünüyorsunuz?”. Vecdii Diker Karayolları’nı kuran adam, mühendis. Müthiş bir hayal gücü var ve aynı zamanda da icraatçı. Türkiye’de daha sonra otomotiv sanayini de kuran adamlardan. “çok zor bu dediğiniz” falan diyorlar, o da diyor ki, “zoru başarmak lazım. Her branş olsun. İdari İlimler Fakültesi de olsun, - o zamanlar İdari İlimler Fakültesi yok- Türkiye’de, işte şu fakülte, bu fakülte olsun.” Bazıları hayal olarak görüyor bunları o zamanlar. Fakat bunlar Amerika’ya gidiyorlar. İlginç bir adam var, senatör Harold Stassen, aslında akademisyen.” diye ODTÜ fikrinin ortaya çıkışını anlatıyor. Hatırat ve değerlendirme yazısı bir hayli uzun, ilgi duyanlar kitabı temin edip tüm detayları okuyabilirler. Hülasa, ODTÜ bir ABD projesidir, lakin ODTÜ Akademisyenleri ve öğrencileri yerli ve milli yaparlar hem de siyasi tüm karşı çıkışa rağmen. Derken, 27 Mayısta bir askeri darbe olur, memleket “deray” edilmiştir. ODTÜ de bundan nasiplenir haliyle, her şeye rağmen darbeciler ODTÜ’ye ilk defa, denilebileceği kadar, yerli ve milli bir rektör atarlar, Turhan Feyzioğlu yeni rektördür artık. Ancak bir gün ağızdan mı kaçıyor yoksa bilinçle mi söyleniyor bilinmez, lakin yeni rektör Feyzioğlu laf arasında, “Beyler ben buraya ne görevle geldim biliyor musunuz, burayı olaysız kapatmak için” dedikten sonra “ama burayı gördükten sonra buranın bir numaralı savunucusu olacağım” diyor bu yaşanan süreçte üniversiteyi Türkiyelileştiriyor.

Kapatmak için kendisini kim görevlendiriyor acaba, kim atıyorsa değil mi? Kim atıyor, darbeciler değil mi? Peki, kapatıyor mu? Hayır, tam tersine gelişmesi ve genişlemesi ve de kökleşmesi için ufak tefek sapmalar dışında yoğun çaba sarf ediyor.

Tekrar Uğur Ersoy’un anlatımına dönelim. “Kampüsü inşa etmek en önemli problemdi o zaman. Araziyi (şimdiki ODTÜ KAMPÜSÜ) istimlak etmişiz, o hazır ama bir türlü bir şey yapılmıyor. O sırada Ankara’da bir şeker fabrikası yapılıyordu, tam bitmek üzereyken ihtilal olmuş. Devlet Başkanı (Cemal Gürsel) beyanatında “bu şeker fabrikası ne kadar lüzumsuz bir şey” deyince, Feyzioğlu hemen “burayı bize versinler, üniversite burada kurulsun” dedi, çünkü binalar hazırdı. Biz karşı çıktık. Ama Feyzioğlu kararlıydı, Cemal Gürsel ile konuştu. O da destekledi, bütün bakanlar şeker fabrikasının devriyle ilgili kararnameyi imzaladılar ama Bayındırlık Bakanı Mukbil Gökdoğan reddetti. Düşünün ihtilal hükümeti başkanı Cemal Gürsel istiyor ama bakan imzalamıyor. Ne amaçla imzalamadı hiçbir fikrim yok. Ama iyi ki de olmadı.” 

Evet, nereden nereye… Güçlü, kudretli, kudretine ters düşülemez denilen Devlet Başkanına karşı çıkılıyor, istemesine rağmen kararname imzalamayan bakanlar bile oluyor. Artık, dediğimizi yapmıyorlar iddiası ile bakan ve bürokratlar görevden alınabilir hale gelmiş iken, eski çok kötü idi iddiasıyla hor görülen Canım Yurdumda, bu yaşananların önemi büyüktür… Evet, Devlet Başkanı bile olsa, zati akıl, vicdan ve öngörü ve de kamu yararı adına muhalif karar alınabiliyor kültürü biraz geriye gidince görülebilir Canım Yurdumda… İlgililer bilir, yazılan bir yaşanmış olay vardır. Mustafa Kemal Atatürk; bir gün Milli Eğitim Bakanına bir not gönderir, “gelen bu 2 fakir çocuğu, uygun göreceğiniz, parasız yatılı bir liseye kayıt ettirin”, Bakan behemehâl yardımcısına talimatı aktararak, “bu iki çocuğun evrakını alınız ve Haydarpaşa Lisesi’ne PARALI yatılı olarak kaydını yaptırın, her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk’ün ismini yazarak bana getiriniz” gereğini yapar. Bakan işlemi müteakip bir not ile durumu Atatürk’e iletir ki not şöyledir, “Muhterem Atatürk, Yaver Bey’le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu çocukları fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığım izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da kayıtlarını emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne PARALI yatılı olarak yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum...” Aaa, şimdi biri çıkar da yahu bu tam bir atmasyon derse de, belgelendiremeyeceğim için fazlaca itiraz edebileceğim bir durum değildir. İlaveten, direnmiş midir direnmemiş midir, bilemem hatta önemsemiyor ve ilgilenmiyorum da esasen de denilmemiş olsa bile yaşandığı tevatür edilen hikâye dönemin meşrebine de çok uygun düşmektedir.

İşte, mezkûr kitap ve bana daha başlangıcından itibaren öğrettikleri, anlattıkları, düşündürttükleri, hatırlattıkları… Her daim muktedirlerin hedefi olmuş, her elini kolunu sallayıp gelenin öğrencisi olamadığı bilahare de sınav sorularını hazırlayanların ya da çalanların sinsice girmesinin düzeneğini kuran 12 Eylül faşist darbecilerinin yol vermesi nedeniyle okulu bir türlü sulandıramadıkları da herkesin malumudur. Öğrencisi olmadığım lakin öğrencisi olanlara da alkış tuttuğum şanlı ODTÜ böyle bir maziye sahiptir. Şimdilerde, YÖK elinde, kanununa istinaden yok edilmeye çalışılsa da bu kere öğrencilerinin sahip çıkması ile direniyor.


Cumartesi, Aralık 03, 2022

ÖTK – TEKDER – MYOÖDDER

Canım Yurdumun demokrasi okulları babından “yüzakları” diye sıralanacak öğrenci teşkilatları sıralanırsa iftiharla ODTÜ-ÖTK’dan bahsetmek faziletli bir görevdir, benim için. ODTÜ her ne kadar ABD ve yerli takipçileri DP liderlerinin iştiraki olarak gündeme geldiyse de kuruluşu, gelişimi ve yaşananlara yönelik mesleğimin de önemli öncülerinden biri olan Uğur Ersoy Hocanın “ODTÜ Tarih direniyor” adlı kitapta anlattığı üzere planlananların aksine bir gelişim ile yine aynı kitapta yayınlanmak üzere bir makale kaleme alan Akın Atauz’un deyişi ile “Eğitim tarihimizde bir ray değiştirme arayışı” olarak öne çıkmaktadır. İşte bu ahval ve şeraitte yola koyulan kervan, ülkenin dört bir yanından gelen öğrencilerin fikri ve vicdanı özgür toplum yaratma hedefini önlerine koymasını müteakip, akademik, demokratik ve özgür üniversite taleplerinin öne çıktığı bir talepler manzumesi oluşturmuşlardır. İşte bu gaye için 1976 yılının başından itibaren ODTÜ öğrencilerinin, öğrenci mücadele geleneğinin öncüllerinden devri mirası olarak geçmişi geleceğe taşıma gayreti ve ardıllarına layıkı ile aktarabilme adına, çağdaş ve özgür üniversite anlayışının hayata geçirilmesi hedefi ile Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) oluşturulmuştur. Şüphesiz bugün artık kötü örnek diye gösterilen o dönemki görece özgür ve demokratik Türkiye’nin de bir teyidi manasına gelen hukuki ve siyasi ortam ifadesi idi tüm bunlar. Öğrenciler bu maksada matuf her akademik yıl içerisinde seçtikleri temsilciler vasıtası ile yönetimin her kademesinde değişik yetki kullanıp etkiler yaratan güçlü bir demokratik ortam yaratmışlardı. Sahip olunan özellik, yapı ve gayeleri açısından ÖTK demokratik katılım ve temsiliyet açısından dünyadaki örneklerine ve gelişmelere bakılınca mükemmel bir örnek sayılmaz ise de mükemmel öğretici bir demokrasi okulu olmuştur, bana göre.

Toplumun en dinamik ve bağımsız kesimi gençliğin, mezkûr demokrasi okulundan elbette devşireceği önemli deneyimler ve birikimler olacaktır. Bu yüzden bile bazılarının her türlü karalama yapmasına rağmen ODTÜ-ÖTK inanılmaz bir değerdir Canım Yurdum için… Diğer bazı üniversitelerde de ODTÜ’deki kadar gelişmiş olmamakla beraber benzer yapılanmalar zaman zaman görülmüştür. Toplumun dinamik demokrasi ve özgürlük talebi ve takibi açısından her daim öncüleri ve temsilcileri sayılabilecek bu örnek nüveler Canım Yurdumun “muasır medeniyet” seviyesine ulaşma hedefinde önemli rol üstlenmişlerdir. Lakin ve ne yazık ki, her türlü demokratik hareketin ve nihayetinde gelişmenin düşmanı darbeler burada da devreye girer, 12 Eylül 1980 faşist darbesi ile bir rüya daha inkıtaa uğrar, ardıllarına müthiş ve büyük miras olarak kayda geçirerek. Şüphesiz ki “aklın orantısız kullanımı” konusunda toplumun en dinamik ve en yetkin kesimi gençlik bu üretimleri yaparken “ABD’nin çocukları” da buna mukabil derslerini iyi yapıp buralardan dersler devşiriyorlardı, netekim, YÖK ile bu çabaları sonsuza kadar YOK edebileceklerini hesap eden bir hamle yaptılar. Tam tamına YÖK; “bir deli bir kuyuya taş atar kırk akıllı çıkaramaz” dayatması oluşumudur.

Diğer taraftan, Canım Yurdumun özgürlük ve demokrasi beşiği olması çabası ile yanıp tutuşan toplumun zapt-u rapt edilmesi gayesine matuf Teknik Öğretmen Okulu gerici, yobaz ve faşist işgal altında iken direniş ve mücadele meşalesi yakan ve TEKDER çatısı altında benzer hedef için bir araya gelmiş önemli bir gençlik kitlesi de vardır ve bugünden bakınca da ne kadar önemsenirse önemsensin yetmeyecek değerdedir.

Şüphesiz ki bunlar bu ülkenin yüzakı insanlarının yetiştikleri birer kurum olmanın ötesine geçmiş ve tarihteki yerlerini almışlardır ve ben bunları dinlediklerimden hatırladığım kadarı ile biliyorum. ODTÜ-ÖTK yönetim kurulu ilk başkanlarından ve sonradan bizimle hem yönetici hem de arkadaş ilişkisi olan ve iznini almadığım için adını yazmak istemediğim bir muhterem ile bizim okulda benzer yapıyı hayata geçirebilir miyiz diye bir hayli kafa yorduk hatta “Öğrenci Temsilcileri Konseyi” gibi biraz da dayatma bir yapı ile Fakülte Yönetim Kurulu toplantılarına bile katıldık. Özellikle de bahsetmem gereken bir derneğimiz vardı ki sadece okula değil tüm Çukurova’ya özgürlük ve demokrasi arayışlarında öncülük etmiştir. Derneğimiz, MYOÖD-DER, bir öğrenci dayanışma derneği olarak demokratik, katılımcı, özgür, özerk üniversite yolunda faaliyet göstermiş olmanın yanında dönemin baskıcı yönetiminin despot yüzünün teşhiri amaçlı faaliyetlerde yürütmüştür. Artık 12 Eylül faşist darbesi ile geriye hiçbir belge ve hatırat bırakamamış olan bu ve benzeri kuruluşların sözel tarihi dışında bir şey yoktur ne yazık ki… Şimdi kimde gördüğümü hatırlayamadığım, 1978 mezunları için düzenlenen bir yıllık gördüm. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bursa Nutkundan” birkaç paragraf ile 1 sayfa, büyük bir Atatürk resmi ve “Devrimler yalnız başlar ama devrimin bitişi diye bir şey yoktur” sözü ile 2. Sayfa düzenlemesi bilahare okulun geçmişi, sonraki sayfada da “mücadelemiz” başlıklı duyuru ile öğretim ve yönetim kadrosu arkasından da mezunların tanıtılması içeriği ile nihayetlenen bir yıllık. Güzel ve anlamlı bir hatırat…

Mücadelemiz başlıklı sayfa; “Demokratik bir mevzi, antifaşist bir kale olarak yükseliyor bugün Müh. Yüksek Okulu ve bu güç bu potansiyel yükselen mücadelemizle daha bir artacak, daha bir perçinlenecek.” diye başlıyor. Okulun sadece kendilerine ait olduğunu ilan eden bir avuç destekli güç karşısındaki analiz ise “okulun bu duruma gelmesindeki en büyük hata yine bizlerdeydi, dağınıklık, başıbozukluk sürüp gidiyordu aramızda ve hayat bizlere birbirimize güvenmeyi inanmayı tek bir yumruk olmayı öğretti” şeklinde olup birlik ve beraberlik gereğinin altı çiziliyordu. Hele bir yerde yaratılan ve yaşatılan iç savaş koşullarının anlatılmasını müteakip bugün hala içimizi yakan Ali Osman Beydilli ve Güven Bilgili adlı arkadaşlarımızın kahpece katledilmelerinin anlatılması var ki, katledilen diğer arkadaşlarımız içerisinde “yıllık basım yılına” denk gelenler olarak “unutulmayacaklar”  olarak kayıt altına alınmıştır.

Evet, çalışmayan okul tuvaletleri, ara sıra yanan kaloriferler, saati belli olmayan hatta bazen olan bazen olmayan belediye otobüsleri, başka üniversitelerden gelen hocaların uçak saatleri nedeni ile gerçekleşmeyen dersleri, bir türlü bitmeyen laboratuvar binası, sosyal olamayan kantini vs vs hayhuyları içinde bir öğrencilik.

“Ayrılırken” başlıklı son satırlardan ise; “dostlar kazandık, unutulmayacak. Beraberce acı, tatlı günler geçirdik hep anımsanacak… Dünya denilen tiyatro sahnesinin daima barış, kardeşlik, mutluluk dolu olması, hepimizin bu sahnenin başarılı oyuncuları olması dileğimizi yineleyerek hoşçakalın diyoruz” denilerek yeni sayfaların açılacağı müjdesi verilmiştir. Bu vesile ile “Üniversite yolumuzu hayatımızın yolu” yapan, başta okulumuz ve dayanışma içinde olduğumuz arkadaşlarımız ve bu uğurda bizleri kesintisiz destekleyen yakınlarımızı ve halkımızı daima saygı, minnet, himmet ve hikmet ile anımsayacağız.

 

 

 


Pazar, Kasım 27, 2022

HAYIT ÇALI AĞAÇLARI

Çeşme’nin yerel tarımsal üretimle döndüğü günler, yöre insanının en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılık, üretilen ürünlerin taşınması, saklanması, korunması gibi maksatlara matuf en önemli gereçler ise, sepet, köfün, keletir ve sele vs. gibi olup, gerek malzemesi, gerekse de emeği yerelden temin edilmektedir. Hatırladığım ve bakiyesi de yer yer halen mevcut hayıt çalı-ağaçları ile kargı (kamış) bitkileri, her derede ve Allah vergisi beleş vaziyette hiçbir katkı ve emek ihtiyacı duymaksızın yetişmekte olup ihtiyaç sahiplerinin emrindedir. Tanıklığım, gerek Çeşme Akarca Deresi gerekse de Çiftlik Deresi yerleşim yeri dâhil tüm dere boyunca mezkûr bitkilerin tabii mecrası. Böyle olunca, ihtiyaç da, sepet, köfün, keletir ve sele ise bir de bunu örecek mahir zevata sahipseniz, mesele kalmıyor. Şimdilerde, plastik mamullerin revaçta olması, kapitalizmin kullan at türünden poşet dayatması, kolaylığı ve ucuzluğu erişim kolaylığı gibi sebepler ve de özellikle de el imalatlarının gerek malzemesinin temini gerekse de imalat ustalarının artık yeterince yetişmemesi nedeni ile mezkûr imalatlar pek gözde değiller. Babam Tito Yaşar, bizim bahçenin hemen yanında bulunan ve yağmura bağlı yatağı genişleyen derede yetişen neredeyse sınırsız miktarda gibi gözüme görünen hayıt ve kargıyı (kamış) Çeşme’ye ilkbaharda gelen aynı göçerlere verir, onlar da ihtiyaca uygun biçimde hayıt ve kargıları keser, onlardan sepet, köfün ve sele yaparlar ve galiba anlaşmaları gereği her yıl da bu malzemelere mukabil onlarda bizim ihtiyacımız kadar sepet, köfün ve seleyi verirlerdi. Mezkûr göçerler ile ilişkimiz sadece bu değil idi onlar aynı zamanda dereye çok yakın kayalık olduğu içinde tarım yapılamayan bir alanda bulunan ve içinde birkaç zeytin ağacımız olan tarlamıza yerleşir ve Çeşme’de kaldıkları süre içinde hep burada eğleşirlerdi. Sepet ve köfünlerin asıl karkas denilebilecek ana taşıyıcı bölümü hayıtların uygun kalınlıkta olanlarından seçilip örülür ve ara boşlukları da dolgu ve kapama malzemesi olarak da kargıların diklemesine bölünmesi suretiyle işlem tamamlanır ve taşıma kulpu ise mutlaka hayıttan yapılırdı. Kolayca anlaşılacağı üzere hayıt ağacından kesilerek kullanıma hazır hale getirilen bu esnek ve sağlam bölüm uzun süreli kullanıma haizdir.

Çiftlik Deresinin ise hemen köy çıkışında Balcı Hilmi büyüğümüzün evinin önüne denk gelen bölümünden seyrek seyrek başlar, lakin Kara Hasan lakaplı büyüğümüzün evinin önünden sonra da artık yılların da etkisi ile olsa gerek ağaçlaşmaya yüz tutan bir biçimde tüm dereyi adeta geçişe engel olacak bir şekilde kaplardı. Çiftlik Deresi şimdilerde ıslah edilen yerinde lakin serbest ve yağış rejimine bağlı zaman zaman da yağışa bağlı ciddi artışlar gösteren bir biçimde yine şimdilerde kurulan Pazar yerinin oradan geçmektedir. Giritli Ovası denilen tarım arazilerinin bulunduğu bu alana da ulaşım, bu derenin içinde oluşan ve zaman zaman derenin daha doğrusu suyun durumuna bağlı değişen bir patikadan gerçekleşirdi. Bu dere ile ilgili daha önce de yazdığım üzere her Çiftliklinin anlatabileceği anıları vardır. Dönemin yağış rejiminin yoğunluğu nedeni ile bol miktarda deresi olan Çiftlik’in en meşhur ve büyük deresidir. Şimdilerde bile yağışların şiddetli olduğu anlarda çok ciddi bir su geliri vardır, Ovadan Denize doğru.

Hayıt çalı ağaçları kendiliğinden yetişen kuru iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde dere yataklarını tercih eden bir bitkidir. Hayıt, Mayıs ve Haziran aylarında mor mor çiçekler açar, müthiş güzel görüntüler oluşturur hele yoğun bulundukları yerlerde bu çiçeklerle oluşan görsel şölen bana göre muhteşemdir. Gerçi yer yer pembe ya da mavi renkli çiçeklerine de rastlanır. Hayıt’ın küçük küçük olan meyvelerinin yaşından ayrı, kurusundan ayrı farklı farklı biçimlerde hazırlanarak tedavi amaçlı kullanıldığını çok duymama rağmen ne ailem ne de bizzat kendimin böyle bir tecrübesi olmuştur. Bitkinin, gerek tohumlarından, gerek yapraklarından ve gerekse de köklerinden elde edilen öz, krem, parfüm yapımında kullanılmaktadır diye duymaktayım. Lakin mor renkli çiçeklerinin, baskın olmayan hafif ve hoş kokusu müthiş bir keyif ortamı yaratır idi benim için hala da öyle, bulabildiğim yerlerde gider aralarında zaman geçiririm.

Hayıt çalı ağaçları küçük yapraklı bir bitki olup tohumlarının tıpkı karabiber tohumları gibi koyu kahverengi olması ve tadı ve kokusunun da benzerliği nedeni ile birbirine karıştırıldığı söylenmektedir. Memleketin geldiği nokta itibari ile de bu benzerlikten istifade ediliyor mudur sorusuna hayır demenin mümkün olmadığı da yeterince sarihtir. Gerçi yine doğru hatırlıyorsam karabiber bitki tohumları azıcık daha etli olur ve tadından fark edilmesi ise biraz tecrübe gerektirir. Dünya üzerinde çok farklı formlarda çok fazla miktarda olduğu bilinen bu çalı ağaç, yaklaşık 1 mt den 6 mt ye kadar yüksekliğe ulaşabilmekte olup, ne Çeşme Akarca Deresinde ne de Çiftlik Deresinde 1,5 – 2 mt den fazla yükselenini görmüş değilim. Dere yataklarında yetişen bu çalı ağaç formunun aynı zamanda yağışın yüksek miktarlarda olduğu dönemlerde erozyona nasıl direnç gösterdiğine de şahitliğim vardır.

Hayıt Çalı Ağacından mülhem Anadolu’da yerleşim adlarının da bulunduğu bilinir. Karacahayıt, Karahayıt,  Hayıtlı,  Hayıtbükü, Ahmet Çavuş Hayıtlı vb gibi olmakla birlikte bir bakıyorsunuz “Karahayıt” adlı birden fazla yerleşim yeri çıkıyor karşınıza, enteresan. Bu kadarı bile insanımızın hayatı üstünde hayıt’ın etkisini göstermeye yeter. “Ayıt” ile de adlandırılmış kasabalar, köyler, dereler, dağlar bulunmaktadır, ilaveten… Bilindiği üzere halkımızın bir bölümü hayıt çalı ağacına ayıt demektedir.

Ancak günümüzde,  hayıt ağacıyla ilişkili kullanım ve uygulamalar azalmış ve hatta kayıt ve bilgiler bile modernleşmenin yanı sıra hayıt ağaçlarının da azalması ile birlikte yok olmaya yüz tutmuştur.  Karahayıt, hayıt ya da ayıt artık insan eli değmemiş yerlerde yaşamaya devam ediyor lakin tabiatı artık kocaman bir kupon arazi olarak görenlerin de ayak sesleri yaklaşıyor…

Hayıt’ın gerek yaprakları, gerekse tohumları gerekse de kökü üstüne sağlık açısından iyi gelir, kötü gelir gibisine ciddi miktarda bilgi sözlü ve yazılı paylaşılır ve de “aktarlarımızda” da yeter miktarda bulunabilir. Lakin bunların hangisi, hangi nedenle yararlanılması gerekendir, bilinmesi hayli zordur, tıpkı diğer bitkiler benzeri.


Cumartesi, Kasım 19, 2022

MUHTEŞEM BİR ANI TÜRKİYE AVUSTURYA MÜSABAKASI

Avusturya’da yaşayan ve kendisini “Çeşme’yi kendine dert edinen Osmaniyeli” olarak tanımladığım MKÇ (Mustafa Kemal Çelikkıran) ile geçenlerde muhabbet ederken çok enteresan bir anı ortaya çıktı. Mustafa; eski bir futbolcu, eski bir teknik direktör, eski bir kulüp yöneticisi ve de yeni ve yaşlı ve de halen faal bir hakem olarak futbol konusunu konuşmayı çok seviyor açıkçası, ben de kendisi ile futbolu fazlaca seviyor olmam hasebiyle bu konu üstüne çok keyifli, bilgilendirici ve eğlendirici konuşmalar yapmayı çok seviyorum, dolayısı ile bazen daha sık olsa da genellikle haftalık konuşmalar yapıyoruz.

Son haftanın konusu yine futbol idi ve bir gün bir alt küme maçına “Siyah bir gözlük ve kolumda Siyah noktalı bant ile” çıkarak bir tarafı ile farkındalık diğer tarafı ile hakemlik adına derin bir ironi yaratmak istediğini söyleyerek başladık bu sefer. Bu arada Mustafa, Avusturya’da yaşadığı köyünde, adını Tuna’ya karışan bir nehirden alan ASK Ybbs’nin (Allgemeine Sport Klup) yönetim kurulu üyesi olup eski bir Bakan ve Federasyon Başkanının başkanlığında yönetim kurulunda bulunmaktadır. Derken, yöneticilik yaptığı kendi köyünün futbol kulübünün başkanı Karl Sekanina sıra aldı muhabbetin bir aşamasında. Eski Avusturya Futbol Federasyonu Başkanlığı yapmış bu muhteremin, Kulüp Başkanlığı, Ulaştırma Bakanlığı üzerine anılar aktardı. Bu anılardan bir tanesi var ki, muhteşem. Ne kadar doğru, ne kadar şamata ben bilemem gerçi çok eskilerde bu hikâyeyi dinlediğimi hatırlıyor gibiyim ya, şimdi de yeniden anlatanın aktaranı durumundayım. 

1978 yılında Arjantin’de düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası finallerine katılan Avusturya, finallere katılma hakkını İzmir’de Türkiye’yi 1-0 yenerek elde etmiş. Aynı Avusturya finallerde Almanya’yı da 3-2 yenerek tarihe Cordoba zaferi diye not düşmüştür. Ekim 1977 tarihinde İzmir Atatürk Stadında oynanan maç eğer kazanılsa Canım Yurdum Dünya kupası finallerine gidecek lakin tam tersi oluyor ne yazık ki yeniliyor ve finallere katılma şansını da, taa 2002 yılına kadar erteliyor. Maçın oynandığı İzmir Atatürk Stadı, Akdeniz Olimpiyatları için yapıldığından aynı zamanda Olimpiyat Stadı, bulunduğu bölge itibari ise de Halkapınar Tesisleri olarak adlandırılmakta olup, dönemin bazı önemli yöneticileri tarafından “uğurlu stad” değerlendirilmesi nedeni ile milli maçlar için genellikle tercih edilen stad idi. Milli Takımımız da, önemli isimlerin yönettiği ve oynadığı bir takımdır aynı zamanda.           Milli Takımımız, Eser Özaltındere, Fatih Terim, Erol Togay, Erdogan Arıca, Turgay Semercioğlu, Volkan Yayım, Engin Verel, Sedat Özden, Mustafa Denizli, Ali Kemal Denizci, Cemil Turan ilk onbiri ile sahaya çıkıyor sonrasında da Gökmen Özdenak ve İsa Ertürk değişim ile oyuna dâhil oluyor, takımın teknik direktör ise Metin Türel. Ey bre gençliğimizin deyim yerinde ise tam anlamı ile “deve dişi” gibi oyuncuları ve yöneticileri ey… Peki; Avusturya daha aşağı mı? Şüphesiz değil. Kaleci Koncilia, Stoper Pezzey, Orta sahada Jara, Prohaska, forvet Krankl dönemin önemli oyuncuları. Bilenler bilir, büyük golcü Hans Krankl’ın Rapid Wien ve Barcelona takımlarındaki başarıları tartışılmaz. Mezkûr maçın tek golünü atan Prohaska ise Mustafa’nın kendisi ile muhabbetinden aktardığı ifadesi ile “hatta gol olsun diye vurmadım, vurmuş olmak içindi, bu yüzden burun vurdum diyordu. Oda gitmiş gol olmuş”. İşte böyle bir gol ile eleniyor Milli Takımımız. Yine Mustafa’nın aktardığına göre, Prohaska’nın lakabı “Schnecken” imiş yani “Salyangoz”, şimdi olabildiğince “kel” olan muhterem dönem itibari ile kıvrım kıvrım saçlarına istinaden benzediği salyangoz kabuğu gibi yani…

Bu maçın asıl hatırlanası tam bir trajikomik tarafı da vardır, belki de mezkûr dönemin bayağı bayağı “amatörce” yürütülen işlerinin bir göstergesidir de bu. Maç için Avusturya’dan yola çıkılıyor, maç için gerekli malzemeleri listeleyen, hazırlayan muhteremler kadere bakın ki “maç formalarını almayı” unutuyorlar. Dönem şimdiki çılgın hız dönemi değil tabii ki, hemen “atlayın bir uçağa formaları getirin” denilemiyor tabii ki… Hızlı düşünüp hızlı sonuç alan abiler hemen devreye giriyor, hem Türkiye, hem Avusturya formalarının “kırmızı beyaz” olması nedeniyle, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının, Avusturya Milli Takımının maç forması olarak kullanılmasına karar veriyorlar. Formaları getirmeyi unutan malzemeci kadrosu sabaha kadar, Türkiye Milli Takımının antrenman formalarının ay yıldızlarını itina ile teker teker söküyorlar, hazırlıyorlar. Ertesi gün, Avusturyalılar bu formaları maç forması olarak kullanıyorlar. İşin en enteresanı kazanan tarafın Dünya Kupası Finallerine gideceğinin tayininin yapılacağı bu maçın her iki takımın da aynı takıma ait formalarla maça çıkıyor olmasıdır. Maçın kazananının tescili Avusturya lehine yapılırken kazanan forma ise Türkiye formasıdır maalesef antrenman forması tabii ki. Enteresan bir tesadüf ve olay… Prohaska şamata gibi görünen bu hatıratı Mustafa ile bir muhabbetinde teyit etmiş bulunduğundan yazılmasında bir mahsur bulunmamaktadır gayri.  

Görüldüğü üzere, milli maçlar için “uğurlu geldiği” üfürüğü ile tercih edilen stadında uğurlu olmadığı bu maç ile ortaya çıkmış oluyor idi lakin kimse daha önce bu kapsamda edilen kelamları hatırlamak istemiyordu. Diğer taraftan, dönemin ve hatta bugünlere kadar uzanan sürecin dominant karakterlerinden sayılan Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi oyuncuların sahada yer alması, bilenler için enteresan anılardır. Bir diğer enteresan hatıra ise, Metin Türel tarafından kısa bir süre önce de Fatih Terim’in kamptan kaçarak gece hayatına akmalarının karşılığı “kadro dışı bırakılmasının” bu maçta nihayetlenmesidir. O dönemin futbolcuları da, büyük bölümünün sigara, kumar, gece hayatı tercihlerini yapıyor olmalarından ötürü her yenilgi sonrası basının müstesna yer ayırdığı insanlardır. Dönemin önce Galatasaray sonra Fenerbahçe solbeki olarak epey sükse yapmış futbolcusu Erdoğan Arıca, mezkûr müsabaka için anılarında şöyle bahsetmektedir; “bir tek o Avusturya maçı işte... İzmir’de yensek, gidiyorduk. Çok önemli maç olduğu için onbeş gün kamp yaptık. O onbeş gün kamp da iyice germiş bizi, şimdi anlıyorum onu. O dünya Kupasına gitme olasılığına da şöyle inandırdılar bizi: Efes Otelindeydik, dünya küresini getirdiler, Arjantin’i gösterdiler, "işte buraya gideceğiz" dediler"... Artık öğrenmişler idi, haritada hedef ülkeyi bulunca gidilemeyeceğini, futbolun geçer gereklerinin yapılması gerektiğini… 

Son olarak ise, Mustafa Kemal Çelikkıran’ın, birlikte yöneticilik yaptığı Federasyon Eski Başkanı, eski Ulaştırma Bakanı, eski Sendika başkanı Karl Sekanina ile ilgili bir başka anısı daha var, biraz da muziplik içeren bir yaş günü kutlaması, bu anıya da bir başka defa da değinmek üzere…

  

Cumartesi, Kasım 12, 2022

İĞDELER YANI- ÇİFTLİK KÖYÜ

İğdeler yanı, eski Çiftlik Köylülerin bileceği bir yer olup bugün artık hemen yanında inşa edilen ve kanaatimce Çiftlik Köy genel yapı anlayışına yükseklik açısından hiç de uygun olmayan birkaç binadan oluşan bir otelin adı ile anılmaktadır. Mezkûr dönemde biraz köyün dışında sayılan bu alan denizin tam da şiddetli batı rüzgârlarını adeta bir koçbaşı darbesi gibi cepheden alan bir yer olması hasebiyle başkaca ağacın kolaylıkla yetişemeyeceği bu yerde 3 adet asırlık iğde ağacı bulunmakta ve muhtemelen de yakınından geçen yolu korumak adına dikilmiş görüntüsündeydiler. Ağaçlardan bir tanesi muhtemelen dalga ve rüzgâr nedeniyle adeta sırt üstü uzanmış gibi tamamen yere yatmış vaziyette bir kalın ve güçlü gövdeye sahip idi ki bizler onun üstüne oturur ya da uzanır vaziyette arkadaşlarımızla muhabbetler ederdik. Bu muhabbetler sadece gündüzleri yapılırdı çünkü akşam karanlık basınca mezkûr mahalde “şeytanların” cirit attığına inandırılmış idik. Şimdi soyadını anımsamadığım “Topuz Mehmet” diye bir büyüğümüz vardı, çok muhtemel ki ani rüzgâr çıkışı ya da ani soğuk teması ile yüzünde yine çok muhtemel ki “Facial Paralysis” denilen bir çeşit yüz felci durumu ile bir olumsuzluk oluşmuş idi ve büyüklerimiz bunun “İğdeler Yanındaki” şeytanın çarpmasına delalet ettiği konusunda bizlere telkinde bulunur idiler. Sadece telkin ile kalınsa iyi inanmayanlara da “zındık” muamelesi yaparlardı. Bilineceği üzere ani soğuk teması ile yüzdeki mimik kaslarını kontrol eden sinir uçlarında oluşan hasara istinaden genellikle geçici bazen de maalesef kalıcı hareketsiz kalmalar ya da donmalar oluşur ki bazen de zaman içinde renk değişiklikleri ya da şişkin kalışlar oluşmaktadır. Bu durum sonradan öğrendiğimiz hali ile Topuz Mehmet büyüğümüzün yaşadığı talihsizliğin izahıdır esasen ve diğer taraftan da mezkûr alanın nasıl soğuk bir alan olduğunun da bilinmesi açısından teyididir. Lakin gel gör ki; dönemin karşı mahalle mukimlerinin hem sayıca fazla oluşu hem de etkili oluşu yaşanılanların izahına takla attırmaktadır. Aaa, eğer diyecekseniz ki onlar eskidendi, vallahi şimdiki durum daha da iyi olamamıştır ve görünen o ki olamayacaktır. Cahilin ferasetinin tercih edildiği günlerden geçilir iken daha iyisi beklenemez…

Bu “İğdeler Yanı” bizde üzerine fazla konuşulacak anılar bırakmış ve artık anılardaki yerini almış durumdadır. Şimdilerde orada eski Belediye Dönemlerinde dikilmiş birkaç iğde ağacı vardır ve nostalji yaratır hatırlatmalarda bulunur lakin o kadar işte… Eski havası yoktur ve olmayacaktır da. Eski ve eskimiş tefriki yapmadan konuları birbirine karıştıra karıştıra şöför koltuğuna oturanın gazına da gelerek yaşanan fecaatlerin önüne geçmek ne yazık ki mümkün olamıyor. Sürekli bir değişkenlik içinde kentlerimiz karakterlerini yitiriyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor. Şair Eşref’in deyişi misali “soğan soyulurken gözü yaşaranların” kılı kıpırdamıyor… Ne diyelim… Neyzen Tevfik yıllar önce görmüş ve tespit etmiş; “Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.” Ne diyelim; “hal-i pür melalimiz budur”. Evet; tıpkı Cem Karaca’nın “Hep bir hallı Turhallıyız, biz bize benzeriz, yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz” dediği üzere “benim oğlum bina okur döner döner yine okur”… Sonuç ne oluyor, mehter marşı, bir adım ileri iki adım geri… Neyse memleketin izahı kolay değil konuya marş…

Okul dışı zamanlarımda, Ailenin faaliyetlerine katkı kapsamında bazen anneannemlerle ortak beslediğimiz küçükbaş hayvanların dolaştırılarak “otlatılmasında” başrol hep bana düşerdi. Dönem itibari ile hep söylediğim üzere insanlar “kendi yağı ile kavrulmayı” becerebilen hülasa kendine yeten ürün yetiştirilmesi ve üretimi yaparlardı. Yani her türlü gıda ihtiyacı kendi kaynaklarından temin edilir şüphesiz tamamı değil lakin tamamına yakını ya da daha doğru bir yaklaşımla yetiştirdiği ile yetinen bir haldir anlatmaya çalıştığım. Bu kapsamda her ailede olduğunun benzeri bizim ailemizde de birkaç keçi ve birkaç koyun mutlaka vardır ki her aile kendi süt, yoğurt ve peynir ihtiyacını karşılayabilsin. İlkbahardan itibaren sonbahara kadar bizim keçi ve koyunlar da yapılan tarımsal faaliyetlere istinaden ağırlıklı yaşanılan Çiftlik Köye getirilir ve Anneannemlerin sayıca her zaman bizimkilerin 4 ya da 5 katı sahip oldukları miktarda hayvan ile bir araya getirilir ve beslenirdi. Bu hayvanlar genellikle boş arazilerde serbestçe beslenmeye biz çocukların kontrolünde çıkarılır ve olabildiğince serbest otlanırlardı. Yani çobanlık bize düşerdi. Ama çobanlık o dönem de çok ciddi bir iş idi. Öyle dikkatsiz davranıp başkasının ürününe zarar verilmesi halinde sonuçları “eşek sudan gelene kadar” muamelesi ile nihayetlenebilirdi. O dönem şimdilerde aramızda olmayan Selim Ayran ve halen görüşüp muhabbet ettiğimiz Yaşar Şenkul en sık hayvan otlattığım arkadaşlarım idi yani çoban yarenler idik. Bu hayvan otlatmalar eğer “İğdeler Yanına” yakın alanlarda olursa ki sıklıkla olur idi işte dikkat ve kontrol bir kat daha fazlası ile artmış olurdu. Hemen “İğdeler Yanı” arkasında lakabı “Hovarda” olan Ali Sönmez büyüğümüze ait ve genellikle anason ve buğday dikili olan tarla bu otlatmalarda ilk ve öncelikli hedef olurdu ki şimdilerde yerinde kocaman bir otel bulunmaktadır. Hovarda Ali büyüğümüzün çocukları Hicri Sönmez ve Remzi Sönmez halen sık görüştüğüm arkadaşlarımdır. “İğdeler Yanı” akşam karanlığından itibaren şeytanların cirit attığı yer idi ya rivayete göre gel de hayvanları oraya götür. Ama imdada İslam’ın kolaylıkları yetişiyor ve oradan geçer iken koyunlara tutunarak geçersen sorun aşılıyor aman ha aman keçilere dokunmak zinhar olmaz. Koyun ne yapar denilmesin öteki dünyada da sırat köprüsünden geçişlerde insanoğlunun yegâne yardımcısı değil midir? Bu kolaylıkların kıymetinin bilinmesi en büyük erdemdir, inananlar açısından.

Derin ve tam da batı rüzgârının tos yaptığı yer olması nedeni ile çalkantılı denizi ve kenardaki meşhur iğde ağaçları ile hatıralarımızda bu kadar yer tutan bu alanın şu anda ne kadar yakın olduğu sarih iken dönem itibari ile bize o kadar uzak görünür idi inanılmaz. Yine mezkûr dönemde şose olan yolun köye doğru iğdeler geçilince artık şimdilerde yerinde yeller esen bir dere tarafından sık sık bozulduğu yolu traktör harici araçlar açısından geçilmez hale geldiği uygun yaşta olanlar tarafından gayet iyi bilinir. Şimdi yerinde “Canbaba Restoranın” bulunan yerde bir su kuyusu vardı inanılır gibi olmasa bile denize bu kadar yakın olup bu kadar berrak ve içilebilir düzeyde su olması bizim için hayvanların sulanmasında da büyük bir kolaylık sağlardı. 

Perşembe, Kasım 03, 2022

1960 ÖNCESİ ÇEŞME ve AHMET AKGÜL

Ahmet Akgül öğretmenimiz son kitabı “1960 öncesi Çeşme”yi imzalayarak takdim etti, hemen okudum. Zaman zaman hatırladığımız ya da bize intikal eden değerler ağırlıklı bir kitap olmuş, ziyadesiyle duygulanarak okudum, teşekkürler Ahmet Öğretmenim. Kendine yetmeyi bilen ve bundan ötürü asla ve kat’a yüksünmeyen insanların küçük üreticilik ve küçük yerleşim yerlerinin ahalisi ve tüm bunların sonuçlarından fazlaca şikâyet etmeden yaşayanların müthiş hikâyeleri bulunan bu kitap Çeşme’nin o yıllarını merak edenlere, yaşadıklarını yeniden hatırlamak isteyenlere bir yol gösterici olmuş. Konu akıcı, dil akıcı olunca niyet de Çeşme’nin eski halini okumak olunca hızlıca okunuyor kitap.

Benim de hatıralarımda ziyadesiyle yer tutan “Küçük Çarşı” için; “Kuşkusuz günümüzde yaşanılan her olay ile içinde yaşadığımız her semt, her kent de tıpkı geçmişte olduğu gibi, ileride tarih olacaktır. Çeşme’nin bir zamanlar alış veriş merkezi sayılan Küçük Çarşısı için de bu böyle olmuştur. Burası da çoktan tarih olup unutuldu. Bin dokuz yüz elli yıllarından sonra hızla değişime uğrayan Çeşmenin bu güzelim Küçük Çarşısı, zamanla işlevini tamamen yitirmiş, eski canlılığından günümüze neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Gerçi sonradan burada yeniden günümüz koşullarına ve gereklerine uygun bazı yapılanmalar olmuş, küçük küçük işyerleri açılmıştır; ancak bunların hiçbirisi bize, o eski günleri anımsatacak türden işyerleri değildirler. Küçük Çarşının o eski görünüşünü, insanlarını, birlikte paylaşılan o sıcak ve güzel dostluklarını bugün geriye getirmek, onları yeniden yaşamak kuşkusuz olanaksızdır.” diyerek kısa lakin etkili ve kıyaslamalı bir tanımlama yapmıştır. Benim “Camcı Yusuf” olarak bilinen Yusuf Salman büyüğümüzün Küçük Çarşı’nın orta yerindeki asırlık koca çınar ağacından mülhem “Çınaraltı Bakkaliyesi” adlı dükkânını hayal meyal hatırlamama sebep olduğu içinde özel bir teşekkürü hak etmiştir, Ahmet Akgül Öğretmen. Evet, bakkaliye denilince bugünkü bakkallara hiç benzemeyen bir yapısı vardı tıpkı emsalleri gibi. Tuzlu balıktan, lakerdaya, ip ve urgan gibi hırdavat malzemelerine, gaz yağına hayvan yemi olarak da küspeye kadar, şekerleme ve lokum benzeri gıdalara, her şey. Hay Allah, nereden hatırladım şimdi o yuvarlak kutular içindeki tuzlu balıkları, müthiş lezzet idi. Bakkaliye deyip geçmeyin küçük çaplı zücaciye, küçük çaplı hırdavatçı, küçük çaplı gıda ürünleri… Babam, Tito Yaşar annemin olmadığı zamanlarda mutlaka o zaman mutfağımızdaki ocak düzenine uygun “maltızda” tuzlu balık ızgarası hazırlardı… 


Küçük Çarşının Ovacık Köyü tarafında gelirken ilk dükkânı olan şimdilerde yerinde bir butik otel bulunan yerde çocukluk arkadaşım Nadir Ergun’un dedesinin bakkal dükkânından da bahseder Ahmet Öğretmen. Nadir’in babası Feyzi Ergun’dan dan da bahseder, Feyzi Abimiz, kavli beladan beri Beşiktaş’lıdır. Mustafa Denizli’nin de Beşiktaş’lı olmasında etkisi olduğu bilinir ayrıca Mustafa’nın kendi süper yeteneğinin yanında en büyük moral destekçisi de yine Feyzi Abidir. Benim de bir yazımda bahsetmek istediğim “nur yüzlü” İbrahim Ergun büyüğümüzün öğretmenliğini hatırlamam lakin bakkaliyesini daha dün gibi hatırlıyorum. Hele dükkânın dışında bugünkü panjur yerine kullanılan aşağıdan yukarıya kaldırılmak ve 2 adet demir çubuk dayama ile desteklenmek sureti ile geceleri güvenlik, gündüzleri de yağmur, güneş gibi dış faktörlere karşı koruma temin eden yekpare ahşap kapak vardı ki, İbrahim Ergun büyüğümüzün kol engeline rağmen bunu nasıl çalıştırdığını büyük bir hayretle izlerdik. Mahallemizin unutulmazları arasında olan bu büyüğümüzü de saygı ve hürmetle anıyorum, bir kez daha…

Kaymakam Evi’nden sonraki en uçta 2 evden biri Ali Subay diğeri de başöğretmen Şerif ve Melahat Öğretmenin evinden de bahsetmiş idim daha önce bir yazımda. Ahmet Öğretmen, kitabında Şerif ve Melahat Öğretmenlerden meslektaş ve başarılı birer öğretmen olarak bahsetmektedir. Öğretmenliklerine tanıklık edemedim sadece dinledim  lakin insanlıklarına yaşayarak, izleyerek tanıklık ettim, fevkalade insanlar idiler. Yine Küçük Çarşı’nın unutulmaz esnaflarından Kurukahveci Yahya, Hüseyin Hoca (Hüseyin Yerli), Bakkal Atalay, Mehmet Kuşoğlu’nun marangozhanesi, Ayhan Uz’un kahvehanesi, meşhur Kahraman Testerelerinin sahibi Ahmet Kahraman ve atölyesi, Somalı Gazozlarının sahipleri Mehmet Somalı ve Rıza Akarsu işletmeleri, benim için sanki muhtar doğmuş muhtar terki dünya eylemiş meşhur muhtar Ali Tunar, Damaroğlu Hakkı ve kahvehanesi, ayakkabıcılar Osman ve oğlu Hadi Gür ile İhsan Özbay, demirci İbrahim Şarlak başta olmak üzere tüm esnaf tek tek hatırlanarak kendileri ve işletmeleri hakkında detaylar verilmiş. Çarşıyı bilen bizler açısından kitap adeta bir “büyüklerimizin ve esnaflarımızın resmigeçidi” tadındadır.

Ahmet Öğretmenimiz, şimdilerde ancak filmlerde görülebilecek “bakkal alışveriş yöntemi takas”tan bahseder. “Köylü yumurtasını, peynirini, arpasını, buğdayını, yulafını, nohudunu, baklasını, zeytinini, yağını, incirini, üzümünü, bademini kısacası, evinde yiyecek türü ihtiyaç fazlası nesi varsa bunları hayvanlarına sarar, götürür ilçedeki bakkallara satardı. Bunun karşılığında da yine evinin ihtiyacı olan öteberiyi, aynı dükkândan alırdı.” diyerek resmigeçidin medarı maişet boyutunu artık yapılmayan haliyle sayfalarına taşımış.

Doğuştan muhtar ölünceye kadar da muhtar gibi gözüme görünen Ali Tunar büyüğümüz için ise; “Ali Amca, bilgili, güngörmüş herkesçe sevilen saygı duyulan ve en önemlisi güven duyulan çok iyi bir insandı. Bu yüzden de mahalleli kendisini uzun yıllar mahallenin muhtarı yapmıştı. Osmanlıcayı iyi okuyup anladığı için, devlet ona arşiv araştırmalarında bilirkişilik yetkisi vermişti” diyerek adeta benim de sahip olduğum duyguları paylaşmaktadır.

Değerli Öğretmenimizin kitabını bu yazıda layığı ile tanıtmak elbette imkânsızdır lakin dediğim gibi Çeşmeseverlere özet bir geçmiş Çeşme resmigeçidi tadında tarih, sosyoloji, antropoloji ve etnografi büyüteçleri ile takdim edilmektedir. Kitap okumak ve öğrenmek dahası hatırlamak ve hatırladığını canlı tutmak isteyen herkese şiddetle öneririm mezkûr kitabı.

Kitaba, aktardığı bilgiler göz önüne alınınca bence fazlaca uygun düşmemiş tek yaklaşım, kim varsa neredeyse herkes “Efendi” tamlaması ile tanımlanmış, oysaki artık herkesin soyadı var ve sevgili Ahmet Öğretmen bunların tamamını biliyor. Soyadların kullanılmış olması halinde isimlerden karıştırılanlar, hatırlanamayanlar, bilinemeyenler ve unutulanlar açısından, mezkûr sülalelerin bugünkü devamlarına bakarak kolayca irtibat ve illiyet oluşturmanın temini sağlanabilirdi. Yine de başlangıçta dediğim haliyle, kitap Çeşme Tarihini araştıranlar, Çeşme Folklorunu merak edenler başta olmak üzere hepimize, öğretme ve hatırlatma görevini ziyadesiyle ve layığıyla yapmaktadır. Bir kez daha teşekkürler…

 

Cuma, Ekim 28, 2022

İBRAHİM ETEM ATAGÖZ

Genelde insanların deyim yerinde ise “kendi yağları ile kavruldukları” dönemin ayakkabı imalatçılarındandır İbrahim E. Atagöz büyüğümüz. Çeşme nüfusuna göre “inanılmaz ama gerçek” denilecek kadar fazla sayıda ayakkabı imalatçısı olduğunu hatırlıyorum. Benim hatırladığım kadarı ile tüm Çeşmeli ayakkabı ustaları İhsan Özbay, Osman ve Hadi Gür’ün rahle-i tedrisatından geçmiş olup her birisi konu ile ilgili kendi tarz ve zevklerini işlerine yansıtmışlardır. Hatta babam Tito Yaşar’ın da bir dönem Hadi usta yanında çıraklık ettiği ve kısa bir süre de olsa İzmir’de, şimdi neresi olduğunu hatırlamadığım bir atölyede ayakkabı imalatında çalıştığını duymuş idim bir vade. Hatta annem ve babamın evliliklerinin ilk günlerine denk gelmesi ve İzmir Çeşme ulaşımının kolay olmadığı bir dönem olması itibari ile hem kendisinden hem de annemden döneme ve konuya yönelik şikâyetler dinlemiş idim. Nitekim çok kısa süre içinde babam İzmir’deki işi bırakıp Çeşme’ye dönmüş.

İbrahim Usta; şimdi Çeşme Belediyesinin bulunduğu binanın hemen yanındaki dondurmacının bulunduğu yerdeki dükkânında faaliyetlerini sürdürmüştür. En büyük kızı dışındaki tüm çocukları ile arkadaşlığımız olmuş ve halen de sürmektedir. Özellikle İsa Atagöz ile birkaç günde bir mutlaka yolumuz kesişir, genel ve yerel gündem üstüne değerlendirme ve yaşananların haberleşmesi üstüne muhabbetlerimiz olmaktadır. İsa esasen Çeşme’nin gerçek manadaki ilk kırtasiye ve kitapevi sahibidir. Büyük oğlu Süleyman Atagöz ise halen Çiftlik’te ikamet ediyor ve eskisi gibi olmasa da zaman zaman karşılaşıp hal hatır sorarız. Küçük oğlu Nihat Atagöz’ün de plastik sanatlar ile ilgilendiğini duymaktayım. İbrahim Ustanın günün her saatinde dükkânında olduğu ve aralıksız çalıştığına tanıklık etmiştir, yaşları uygun olan herkes. Bir istisnası vardı bu yoğun çalışma temposunun şüphesiz. Dönem itibari ve devran nedeni ile insanlar öğlen yemekleri için küçük istisnalar dışında mutlaka evlerine gider akabinde işlerine tekrar dönerler idi. Yemek üstü kısa uyuma ve dinlenme geleneği gereği dükkânın önüne atılan şezlongda yaklaşık 1 saat ve genel de tüm Akdeniz ülkelerinde olduğu üzere “siesta” faslından şekerleme ise olmazsa olmazdır. O kadar ki, siesta vakti dükkana gelen müşterilere de müstehzi bir üslupla “usta yok” demekten de geri kalmazdı. Çok uzun yıllar mezkûr dükkânda faaliyet gösterir iken hemen yanı başında da Eczane ve Eczacı Ender Gönüllü ile diğer yanında Berber Ahmet Özocak ile komşuluk ve esnaf dayanışması göstermiştir. Sonraları nedenini bilmesek de muhtemelen dükkân sahibi ile düşülen anlaşmazlık sonucu buradan ayrılır, eski Akdeniz Oteli yanındaki çok eskiden karakol olan ve şu anda da turistik hediyelik eşya satılan yere geçer. Burası artık mesleki faaliyet açısından son adresi olacaktır. Maalesef makûs hastalık kendisini de esir almıştır, tedavisini üstlenen doktor kadrosunun da tespiti gereği çok uzun yaşama şansının olamayacağının bilinmesine rağmen, tıpkı eskisi gibi sabah dükkâna gidilip açıldı, akşam kapatıldı, sembolik ve moral manasında faaliyet yürütüldü, şüphesiz bu da fazlaca uzun süremedi. Mesleğini ziyadesi ile sevmesine rağmen çocukları üstünde mesleğinin takipçileri olması anlamında hiç ısrarcı olmamış tam aksine okuyarak başkaca faaliyetler üstlenmelerini de büyük bir istekle salık etmiştir her daim.

Esnaf arkadaşları başta olmak üzere tüm tanıdıkları için mutemet rolünü de hiç eksik etmemiştir. Gerçi dönem itibari ile tüm ahali benzer ahlak ve adap ile mücehhezdir lakin İbrahim Atagöz Büyüğümüzün merkezi bir yerde bulunması ve hızlı ulaşılabilir olması münasebetiyle de bu kabil vecibeler üstlenmesi daha da bir zaruridir sanki. Örneğin; “Sucu Ahmet” ya da “Bandocu Ahmet” olarak bilinen Ahmet Büyüksomalı adlı bir başka büyüğümüzün adeta kasası durumundadır. Bandocu Ahmet büyüğümüz her eline geçen parayı getirir, kendisine ait ve İbrahim Ustada bulunan teneke kutuda biriktirilmek üzere teslim eder ve paralar o kumbarada birikirdi.    

Eşi, Perihan Ablamız, Çeşme’nin dönem itibari ile en ünlü kadın terzisidir. Mezkûr dönem “öyle kalk gidip filan mağazadan elbise alalım” kolaylığının olmadığı bir dönemdir. Kolaylık diyorum şüphesiz ki bu tanımlama fazla beklemeden, renk, model seçiminin hemen yapılabileceği manasındadır. Kumaş seç, terziye git, bekle, teyelli hali ile prova yap, uygun ise finalde kalıcı ve kesin dikişe geç sürecinin harfiyen ve sırası ile yerine getirildiği dönemdir. Tıpkı ayakkabı imalatında olduğu gibi bu uygulamanın adı da “ısmarlama” elbise idi. Bayramlar, düğünler ve seyranlar öncesi hiç durmadan dikişlerin dikilmesi mukadderat gibidir adeta. Bu nedenle de çok önceden siparişlerin verilmesi (ısmarlanması) ise beklentilerin zamanında karşılanması için bir zorunluluktur. 

Perihan Ablamızı,  bu yoğun geçen çalışma günleri haricindeki yaz akşamları akşam yemeğinden sonra dükkânın önüne çıkarılan sandalye ve masada hazırlanan çayları içmek üzere hazırlık yaptığını sık sık görmekteyiz. Esasen Çeşmelilerin de yegâne eğlence kaynağı, şüphesiz ki iş ve çalışma rejimlerinin münasipliği dairesinde, akşam saatlerinde gelip taa meydanın ortasına kadar atılmış masalara kurulup çay içmek ve sohbetler etmektir. Bu arada çocuklar kendi aralarında oyunlar oynarlar bazen de çaktırmadan kadınların arkalarından yaklaşıp başörtülerini çekiştirmek gibi yaramazlıklar da yaparlardı.

İbrahim Atagöz Ustamızın çok iyi bir kösele ayakkabı ustası olması yanında “Bodrum sandaleti” diye bilinen ham köseleden yapılan sandaletlerin mini modellerini kolye olarak kullanılmak amacı ile imal ettiğini biliyoruz. Artık, kendileri ile birlikte ayakkabı imalatı faaliyetlerinin de sona geldiğine tanıklık ettiğimiz bu süreci yazar iken, şimdi artık maalesef ki aramızda olmayan, Hadi usta (Gür), Tahsin Usta (Gür), İhsan Özbay, İbrahim E. Atagöz, Perihan Atagöz, Damaroğlu Hakkı, Kahveci Hilmi, Kahveci İbbrahim, babam Tito Yaşar, Ahmet Büyüksomalı başta olmak üzere tüm büyüklerimizi nurlar içinde olmaları dileklerimizle bir kez daha saygı ile yâd ediyoruz.

Cuma, Ekim 21, 2022

İBRAHİM TÜTÜNCÜOĞLU

Hemşehrim” diye seslenirdi bayağı yüksek perdeden beni gördüğünde, çok sevinirdim baba dostumun gösterdiği bu yakınlıktan. Mahallemizin abilerinden biri idi, İbrahim Tütüncüoğlu. Bisiklet kazası bakiyesi olduğu söylenen bir ayak aksaması vardı. Bu nedenle de kendisine bir lakap takılmış idi bu engeline istinaden lakin bunu kendisi için kullanmak istemiyorum. Esasen bu lakap incitici bir şey olmamakla beraber herhangi bir vücut engeline dayalı lakapların takılması bence münasip değildir ve olmayacakta.

Çeşme tarımının Çeşmelilerin ana ya da önemli faaliyetinin olduğu dönemin bana göre çok önemli figürlerinden birisidir, benim hemşehrim İbrahim abim. Esasen mezkûr dönemin Çeşmelileri ne iş yaparlarsa yapsınlar mutlaka her birisi ayrı ayrı küçük çiftçi kapsamında değerlendirilecek tarımsal faaliyet içerisinde olmuşlardır. Yerli olup Hükümet erbabı memur iseler dahi mutlaka yöreye ait nerdeyse tüm ürünleri kendilerine yetecek kadar yetiştirme çaba ve becerisi göstermişlerdir. Bir kısmı ise bu baptan olmak üzere tarımsal faaliyetlerini ticari manada yürütmüş ve medar-ı maişeti haline getirmiştir. Bunların önemli temsilcilerinden biri de İbrahim Abim olmuştur. Her türlü sebze yetiştirme konusunda çalışmış olmasına rağmen enginarcılığı ile ziyadesiyle öne çıkmıştır. Bugünlerde imar uygulamaları artığı çok önemli bir miktar kalmamış olan bahçesinden yetiştirdiği enginarlar ile Çeşme sınırlarını aşan birkaç küçük çiftçiden birisidir. Sahip olunan bahçenin büyük olmaması gibi ciddi ve önemli bir sınıra rağmen inanılmaz bir verimlilik yakalamış diğer Çeşmeli küçük çiftçiler gibi “az alandan çok verim performansı” yakalamıştır.

Şüphesiz “küçük çiftçilik” önemine yeri gelmiş ve böylesine verimli ve başarılı sonuçlar almış İbrahim Abim söz konusu olmuş iken değinmemek olmaz, en azından kişisel görüşlerimi aktarmış olayım. Canım Yurdumun tercih ettiği kapitalist sistem prensipleri ile fazlaca uyuşmayan bu üretim tarzı esasen 1950’lerden sonra Amerikan hayranlığı ile hızlıca tasfiye sürecine girmiş, 12 Eylül faşist darbesi ile de sondan bir önceki darbe vurulmuş nihai darbe ise Turgut Özal döneminde ve devamı süreçte bu günlere gelinmiştir. Mezkûr dönemde taleplerin neredeyse tamamı yerelde karşılanır iken şimdi domatesi, biberi, patlıcanı, salatalığı Antalya’dan bekler hale geldik… Emeği geçen yöneticilerin ve onların alkışçılarının vebali ve günahı ziyadesiyle fazladır, gelinen bu günlerin… Mesela kendi adıma büyük ve zincir marketlerden kuru soğan alınıyor olmasını hiç anlamam… Dünyada belki de en kolay yetişen soğan hele ki Çeşme’mizin meşhur soğanı yerine pazarlarımızda ve marketlerimizde ithal edilmiş soğanların arzı endam ediyor olması en zoruma giden şeydir. Meşhur ve güncel ifade ile; “neredennn nereye, neredennn nereye”… Canım Yurdum tarımsal ürünlerde kendi kendine yeten ilk 7 ülke içinde iken düşülen çaresizliğin Güzel Çeşme’mizi teğet geçmesi beklenemezdi elbette nitekim geçmedi de… İzmir’in en önemli enginar yetişen alanı olmanın imar uygulamalarına kurban edilmesinden sonra Bölgenin enginar temin yeri artık Aydın ve Muğla olacak gibi görünüyor. Kocaman Ovacık Ovası bile artık enginar yetiştirilen bir yer olmaktan çok öteye gitmiştir. Birkaç sevdalı ya da alternatif üretemeyen yerliden başka bu işi yapan kalmamıştır, ne yazık ki… Hele şimdi kapitalizmin harami güçlerinin ısrarla ve vazgeçmeden bastırdıkları “jeotermal” kamulaştırmaları tehdidi altında artık işin zorlukları ve tarımdan geçinememe gerekçesi de eklenince bıkan küçük çiftçi enginardan da diğer ürün yetiştiriciliğinden de uzak durmaktadır. “Paramız var ki ithal ediyoruz” kafası elbet bir gün anlayacak paranın yenmez bir şey olduğunu lakin çok geç olacak… Bu kafayı kabul etmesem de anlayabiliyorum da bunların sadık ve değişmez taraftarlarını bir türlü anlayamıyorum. Yahu cebinde para olsa ne olur enginar yoksa domates yoksa buğday yoksa… Bakın bugün Avrupa’ya, gıda güvenliği tılsımlı kelimesi ardında, Rusya bize buğday göndermiyor feryatları nasıl da yankılanıyor bizim duvarlarımızda… Hem Rusya’ya her türlü yaptırımı yapacaklar hem de karşılıksız buğday sevkiyatı bekleyecekler, heyhat… Gıda çok önemlidir, dün de böyleydi, bugün de böyle ve emin olunsun ki yarın da böyle olacaktır. “Sürdürülebilir kent tarımı” bu baptan çok önem arz eder, hele nakliye ve ulaşım maliyetlerinin de yeterince yüksek olduğu göz önünde tutulunca sorunun yerel çözümlerinin mutlaka bulunmasının kaçınılmazlığı ortadadır. Neyse biz bu ara tespitin ardından tekrar ana konumuz, İbrahim Abimize dönelim.

Ovacık yolunun toprak kaplı halinde, iki yanına “keletirlerin” bağlı olduğu katırlarının biri üzerinde de kendisi olmak kaydı ile sabah çok erken saatlerde bahçeye gidişi akşam da geç saatlerde bahçeden dönüşü, toz kaldırarak olurdu. Hatırladığım kadarı ile Çeşme’de katır sahibi olan birkaç kişiden biridir. Katır, şüphesiz bilinir, at eşek karışımı bir hayvan olup zor iş ve hayat şartlarına hayli dayanıklı bir hayvandır. Çeşme’de neredeyse her ailenin bir eşeği ve birkaç atı olurdu lakin İbrahim Abimizin tercihi ise katır sahipliği olmuş idi. Babamın da iyi arkadaşlarından birisidir, İbrahim Abi. Dönemin kahvehanelerinden gerek Damaroğlu Hakkı, gerek kahveci Hilmi gerekse de Kahveci İbrahim’in orada işlerin görece azaldığı dönemlerde kendilerini aynı masada “kıraat” ederken sıkça görürdük.

Dün olduğu gibi bugün de Tütüncüoğlu Sülalesinin bir bölümünün evlerinin olduğu bölge, dönemin tek Ovacık ve Çiftlik Köylerine bağlantı yolu olarak da kullanılan, şimdi sahilde ihdas edilen yeni yola paralel bir iç bölgedeki Musalla Mahallesi yolu üzerindedir. Bugün artık yerinde yeller esen, küçük ama şirin olduğunu hatırladığım 2 katlı evinin hemen yanında, büyükçe kapısı direk yola açılan hayvan damı vardı. Dönem itibari ile evlerin kapılarının bile doğru dürüst kilitlenmediği gerçeğinin yanında hayvan damının kapısının nasıl olabileceği kolayca hayal edilebilir. Katırlar sürekli olarak akşamları buraya bağlanır ve yoldan geçenleri mütemadiyen huysuzlukları ile uyarır vaziyettedirler. O günün Çeşme’sinde kolay rastlanmayacak olmakla birlikte birkaç kez katırların çalınma girişimlerini de işitmiştik.

Bugün artık aramızda olmayan, mahallemizin saygın, sevilen ve takdir edilen abisi, İbrahim Tütüncüoğlu, tıpkı dün olduğu gibi bugün de gözümün önüne, katırı üstünde heybeti ile oturur vaziyette geçer iken “hemşehrimmmm” diye seslenir hali ile gelir ve artık yokluğunu bir eksiklik değerlendirir olduğumuz büyüğümüzü bu vesile ile saygı ve minnetle anıyorum