Pazartesi, Ağustos 31, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 4


GÜNLÜKLER

1950 yıllar, Canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti” despotizmi mucibince, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, nihayetinde kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... Hani bize bazılarının kakalamaya çalıştığı üzere, “her şey güzelmiş” halinin zinhar oluşmadığı dönemdir aslına bakarsınız... İçine saldırgan kurtları almışların, yüzüne astıkları kuzu postlarının, kendilerini çok fazla koruyabilmeleri mümkün değildir, çünkü kurt içeride de olsa kuzuya baskın çıkmaktadır. Kendilerine itiraz edilmediği sürece son derece uyumlu, kapının önünde başka, kapı arkasında başka konuşmaları, uysal ve çelebi görünmeleri sahte olup, asla ve kata uzun süreli olamamaktadır, içlerinde kurtlar onları önünde sonunda ama sürekli ele vermektedirler... Bunun en iyi anlaşıldığı ya da sobelendiği yerler de, kendi mahremleri olarak sonsuza kadar kalması gereken ancak bazen bunun da ihlal edilmesi sonucu dışarıya vuran, tutulan “günlük”lerdir. Dönemi yansıtması açısından, önemi ve görevi itibariyle çok da ciddiye alınması gereken bir kişinin, Ethem Menderes’in günlüklerinden, çok önemli ve günümüze tutacağı ışık açısından önemli bulduğum bölümleri aşağıda aktarıyorum. Bilindiği üzere, Ethem Menderes (1899-1992) Adnan Menderes’in çok yakın çalışma arkadaşı, aynı zamana içişleri, savunma, bayındırlık ve devlet bakanı olarak görev yapmış, Başvekil Adnan Menderes, Ethem Menderes’te o kadar büyük bir sevgi oluşmasına sahiptir ki, onun “Ertekin” olan soyadını bile çabucacık değiştirip, kendisine yakınlığını daha da ileriye taşıdı. İşte, bizlere demokrasi şehidi, diye takdim edilen, oysa vaka-i nüvis olmayan kayıtlara göre ise, şeriatın, edebiyata, musikiye, adliyeye, tapuya, nafıaya, vakıflara sinmesine ya da çökmesine yol veren, şeriatın vaiz ile imam ile taaa köylere kadar bir saltanat kurmasına zemin hazırlayan  Başvekil Adnan Menderes’e bu kadar yakın olan birinin bile ilerleyen yıllarda neler düşündüğünü, nelerden korktuğunu hatta nelerden dehşete düştüğünü anlatan, “Ethem  Menderes günlüğü”nden kısa birkaç not... Falih Rıfkı Atay’ın bir sözüne göre de; Türkiye’de demokrasi hoca ve mürteci saltanatı demektir... Lafın tamamı da cahile söylenirmiş, işte...

8 kasım 1957: Grubun havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor, Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.

14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar “icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem” dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?

11 Haziran 1958: Başvekil (Adnan  Menderes) milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.

9 Mayıs 1959: Başvekil (Adnan Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya (İnönü) selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.

6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel “Vatan Cephesi harekatı ile üç, beş ay içinde Halk Partisini boş çuvala çevireceğim” demişti. Zeka ile idraksizlik bir arada.

7 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a “seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım” demiş. Düşüncesi de bu; “Radyo mücadelesi ile Halk Partisini eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim” diyor.

Türkiye siyasal gelişimi içinde, gericileşme ve irtica, her zaman demokratik bir kılıf bularak, arkasına da bazen “yetmez ama evet”çiler kadar solcuları takarak, aman hemen bugüne gelmeyin, merak edenler “Demokrat Partinin” de yetmez ama evetçilerine bakabilir, artarak devam etmiştir ve etmektedir de... Türkiye Cumhuriyeti’nde, gericileşmenin ve irticanın önünü sonuna kadar açmış, hatta “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz” sözü ile daim ve kaim kılmış, irticanın bir siyasal ideoloji haline gelmesini temin etmiş bir partinin “Demokrat” olarak anılması kadar absürd bir durum olmasa gerek... Taze demokrasi girişimini, ABD nin de isteği doğrultusunda, irtica ve gericiliğin kucağına oturtarak, bugünkülerine de öncülü olmaktan iftihar etme fırsatı verdikleri için, sürekli yad edilmekte olsalar da, asla ve kat’a, mutlakiyet özlemlerini gizleyememişlerdir.

Hiçbir şey ve hiç bir eylem idam ile cezalandırılmayı makul ve haklı kılmaz, kılmamalıdır, ancak artık birilerinin de bize “Demokrasi şehidi” kakalamasını bırakmasını istiyoruz... Daha çok günlükler var...Vakit buldukça yayınlayacağım...

 

Cumartesi, Ağustos 22, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR, FAKİRLER ÖLÜR

Savaş bilindiği üzere yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir insanlık suçudur...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir” şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin, Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor. Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...

Elbet birgün Canım Yurdumun insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu, barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır, bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri, ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...

Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.

Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur, kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar... Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir, ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü, içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde, padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..

Benden bu kadar...




Pazar, Ağustos 09, 2015

BAHANE BULMA PROFESÖRLERİ

Kars İli, Allahüekber dağlarının eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…   
Gün geldi çattı, sabahtan her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler, içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen yok olur…
Sinirler çok gergindir, hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse… Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin) içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü, yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur… Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs… vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…


Pazartesi, Ağustos 03, 2015

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

“Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar, Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar çok sevinir, şenlikler düzenlenir,  kırk gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra; farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de... Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış… Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.