Pazartesi, Mayıs 27, 2019

ÖĞRENCİLİK HALLERİMİZ


Bazılarımızın büyük bir özlem ile anımsayıp tekrar o günlere dönme arzusu ile yanıp tutuştuğu, bazılarımızın ise kesinlikle hatırlamak bile istemediğimiz bir dönemdir 60’lı yılların öğrencilik şartları… İttifak ile özlenen tarafları hiç mi yoktur ki mezkûr dönemin, olmaz mı, sorumsuzluğun dibine kadar kullanıldığı bu dönemin şamataları, eşek şakaları başta olmak üzere yapılan bu haytalıkları şimdilerde bile anımsadığımızda çenelerimiz yarılırcasına gülmekteyiz. Sabah derse girmeden önce yapılan “sağlam kafa sağlam vücutta olur” tespiti mucibince kültür-fizik hareketleri ve söylenen “and” sırasındaki itiş kakışlar tam bir eğlence idi. Sonsuz enerji ile donatılmış bu sorumsuz grup, hayatı baştan başa “ti”ye almakta en mahir kesimdir, çünkü “ekmek elden su gölden” bir süreçtir çocukluk. Tek sorumluluk ki, o da tamamen kendi geleceklerine yatırım olan iyi bir öğrencilik süreci geçirmektir ama o da çok çeşitli nedenler ile istisnalar hariç pek çoğumuz için başarılı geçmemiştir. Hele sınıf geçmenin abartmasız söylüyorum şimdiki üniversite mezuniyetine eşdeğer olduğu bir dönemdir, şakası bir yana “ilkokul bitirme sınavları” yapılırdı, tahmin edilemez ciddiyette yürütülür ve takip edilir idi. Tam da bu yüzden ilkokulu bitiremeyen tanıdıklarımız vardır, diğer taraftan ise bitirmekte ısrarcı olanların da askerlik ya da evlenme çağına kadar öğrencilik yaptığı da vakidir. İlkokul bitirme sınavları öyle bir ciddiyetle yapılır idi ki, sınava tabi tutulduğumuz dersler içinde “müzik” bile yer alırdı, hatta müzik sınavında bana bir şarkı ya da türkü söyle dediklerinde terden boğularak sessizliğe gömülmem üzerine, çık dışarı başarısız oldun denildiğinde de bu kez göz yaşlarına boğulmuş idim, neyse ki araya giren müdürün bu çocuk “İstiklal Marşını” söylesin becerirse geçirelim dediğinde ise de havaya fırlatacağım herhangi bir şey bulamamıştım yakınımda… Müzikte diğer her ders kadar ciddiye alınırdı o zaman, şimdiki gibi dalga çekme aracı değil idi… Peki gerek talim terbiyedekiler gerekse de idareci ve öğretmenlerimiz bilmezler mi idi bizden ses sanatçısı olmayacağını da bu derste ısrar ederlerdi, şüphesiz bilirler idi ancak “talim terbiye” işte, asgari düzeyde estetik ve beğeni aşılama, keşke günümüzde de benzer hasletler yaşatılabilse. Bu ciddiyet içinde, sınıfta kalanların, tekrar aynı sınıfı defalarca okuyanların varlığını tüm yaşıtlarım hatırlayacaktır. Öğretmenler de gerçek manada “öğretmenlik” tedrisi ile teçhiz edilmiş, asgari düzeyde “pedagojik formasyon” almış olurlardı, şüphesiz çocuk psikolojisi konusunda eksikleri olurdu ama “daha bir öğretmen” olurlardı açıkçası… Gerçi dönem itibari ile dinin de etkisi ile “dayak cennetten çıkmadır” ve “eti senin kemiği benim” yaklaşımı da çok önemli bir araç idi öğretimde. Abuk subuk Amerikan “süt tozlarının” küçücük çocuklara sunumu ise en temel siyasi gaflet ve delalet idi ama o bile hazmedildi dönem itibari ile. Asıl hamlığın yaratılmasındaki enstrüman ise tüm bu şerait yanında yokluklar ya da var olsa da temin edememeler idi. Okula gidiş ve gelişlerde servis varlığını bilseniz de yok idi, gerçi böyle bir imkânın varlığından da hem bizler şüphesiz hem de velilerimiz bihaber idiler. Belki biliniyor olsa bile talep ediliyor olmasının imkânsız kabul edileceği haydi biraz da cila katalım, ayıp kabul edilir korkusudur. Sonuçta okula her öğrenci ister fakir ister zengin olsun yürüyerek gider gelirdi, bu güzel bir şey mi idi, evet, hem de inanılmaz iyi bir şey, komşu çocukları birlikte gidip gelir iken akla gelebilecek her şey üstüne fikir yürütür, konuşur, tartışır yer yer de atışır idi, kişisel görüşüm bu kabil tartışmalar çocuklarda sosyalleşmenin en önemli altyapısını oluşturur bir durumdur. Çocuklar evde veliler tarafından verilecek görevler ve işler için beklenirler idi şüphesiz ama çocukların umurunda mı idi, nerde onlar hem sorumsuz hem de zamanı en bol kesimdir.

Beyaz yakalı siyah önlüklerimiz vardı, tek tip, fabrikasyon çocuk misali. Bu kara önlükler içinde, saçlar 3 numara kazınmış, zayıf kara kuru erkek çocukları, saçları örgülü yakaları süslü kara önlüklü kız çocukları… Tablo “Çocuk Esirgeme Kurumundan” giyinmiş tek tip çocuklar ile doludur. Gerçi bu giyim kuşam işi herkese tek tip olduğundan fakir zengin ayırmaksızın çocuklar arasında iyi giyime özlem yaratmayacak cinsten oluşu ile de takdir edilirdi. Gerçek manada “okul çantası” taşıyan çok az çocuk vardı, bunlar da meşin ya da tahta çantalar olur idi gibi hatırlıyorum, gerisi “made by anne” bez torbaları ile sahne alırlardı, torbanın makbulü ise muşambadan imal edileni idi şüphesiz. Nerdeyse herkesin bir “Mürekkep hokkası” ve “divit” kalemi olur, bazen de sanat eseri yazılar çıkardı ortaya, ancak benim herhangi bir dönem herhangi bir şekilde hiç güzel yazabildiğim olmamıştır. Defter ve kalem çeşitliliği bu günkü gibi olmadığından, çizgili ve çizgisiz defter ile ucu köreldikçe kalemtraş ile açılabilen kurşun kalemler ile iktifa edilirdi. Plastik teknolojisi bu ürünlerde hiç gelişmemiş olduğundan kalemtraşlar metal olur, kalemler de şimdiki gibi her türlü B ya da H ya da HB sertlik, yumuşaklık ve koyuluk skalası oluşturmaz idi. Defter de kalem de nerdeyse tek tip. Kalemlerin kalitesi yerlerde sürünmekte olduğundan, uçlar çok sık kırılır, bizler de durmadan kalemtraş ile kalem açar ve sonuçta da bol miktarda kalem tüketir idik. Yalnız hatırladığım kadarı ile matematik defteri olarak görece büyükçe ve saman kâğıdı benzeri sahifeleri olan defterler kullanırdı. Coğrafya dersi defterleri ise çizgisiz olur idi, yanlış hatırlamıyor isem, belki de harita çizimine uygunluğundan ama hatırladığım sık sık haritalar çizerdik. Herkeste bulunmamakla birlikte ahşaptan imal edilmiş cetveller var idi, gerçi sınıfın demirbaşı cinsinden 1 mt lik ahşap bir cetvelde bulunurdu, çok amaçlı kullanılan bu cetvel aklılarda yenilen dayak ile yer almaktadır genellikle. Nedense hatırladığım silgiler ise yuvarlak olur ortası deliklidir ve kaybolmaması içinde mutlaka oradan bir ip ile boyna asılırdı. Olmazsa olmaz ise mutlaka beyaz mendil idi, her öğrencinin cebinde bulunur, bazen de sınıfta tırnak kontrolü sırasında uzatılan elin altına konularak tutulurdu. Yine hatırladığım “görgü kuralları” diye bir ders mi yoksa bir ders içinde bir bölüm mü vardı, iyi ihtimal büyüklerimiz bizleri son derece görgülü olalım diye bu tedrise tabi tutarlar idi ya da ne kadar görgüsüz olduğumuz tespiti ile tedrise geçtiler. Daha yazılacak çok şey var ama yer bitti.

 

Pazartesi, Mayıs 20, 2019

SHAK SHAK-I SAAKASVİLİ


Bazıları ısrarla Uluslararası güçlerin himmeti, hikmeti, inayeti, hidayeti marifetiyle iktidara gelip, ahkam-ı mesture muvacehesinde zinhar böyle değilmişçesine ve dahi sanki bu bilinmiyormuşçasına ülkelerini yönetmeye devam ederler. Dünyamız ne yazık ki bu kabil kifayetsiz muktedirlerin cirit attığı bir alan haline dönüştürülmüştür. Malum olduğu üzere, dünyamızın hali hazır jandarması ABD’nin düzeni mucibince, Dünya Bankası, IMF vb gibi resmi kuruluşlar, Açık Toplum Vakfı gibi sözde para babası (babası da nasıl olunuyorsa gayri) Soros benzeri sivil (aslında yarı resmi) kuruluşlar marifetiyle zapt-ı rapt rejimleri hayat bulmaktadır. Bu kabil kifayetsiz muktedirlerin yetiştirilmesine yönelik, uluslararası sahte ve düzmece programlar çerçevesinde, üniversiteler, kurum ve kuruluşlar ihdas edilmiş olup, mezkûr zevatın bihakkın rahle-i tedrisine tahsis edilmişlerdir.

Bu kapsamada; bu yazımızın konusunu Kafkasları bir ABD üssü haline getirmeye çok büyük çabalar harcamış, hatta bu uğurda hayatının bile alt-üst olmasına rıza göstermiş, uluslararası nizamın kendi ülke topraklarında başat rol almasına ve dahi tamamen teslimiyetine göz yummuş birisidir, Mihail Saakasvili, Gürcistan devlet başkanı olarak kısa bir süre rol almış ve tam beklenen ve istenenleri malum nedenler yüzünden gerçekleştiremeyince de başına olmadık işler gelmiştir. 1967 doğumlu, 1992 yılı Kiev Devlet Üniversitesi Uluslararası Hukuk mezunu zat-ı şahanelerinde görülen parlak gelecek mucibince bilahare ABD Columbia Üniversitesi Hukuk Yüksek Lisansı, 1995 yılında itibaren de ABD’li çeşitli hukuk şirketlerinde gerek uluslararası tanıtım ve ilişkiler oluşturma ve tanınmışlık yaratma gerekse Gürcistan’ın geleceğine ipotek oluşturmak adına hazırlanmıştır.  

Malum olduğu üzere; Gürcistan, SSCB’nin dağıtılması üzerine bağımsız bir devlet haline gelmiş ve SSCB’de uzun yıllar Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış Eduard Şevardnadze, kısa bir süre kenarda bekledikten sonra Gürcistan Devlet Başkanı olmuştur. Gürcistan 2003 Kasım ayında yapılan milletvekili seçimleri ardından uluslararası kışkırtmalara bağlı kısa süren siyasi bir buhran geçirir, hile karıştırıldığı gerekçesiyle ABD yanlısı muhalefetin seçim sonuçlarını tanımaması ardından, bindirilmiş kıtalarca mitingler düzenlenir, parlamento önünde oturma eylemleri yapılır, Devlet Başkanı Şevardnadze'nin istifası istenir, istifası istenen Eduard Şevardnadze'nin tüm bu eylemlere rağmen seçimlerin geçerli olacağında ısrar eder, sonuçta bindirilmiş kıtalar parlamentoyu basar, ülkede olağanüstü hal ilan edilirse de sonuç alınmaz, içerideki kaosa ilaveten uluslararası baskılar da artar, Eduard Şevardnadze istifa eder, Devlet Başkanlığı koltuğu boşalır. Şevardnadze muhalifleri, kansız sağlanan yönetim değişikliğini başta “kadife devrim” olarak adlandırsalar da göstericilerin eylemlerde ellerinde gül taşıdıkları için kadife devrim “gül devrimine” evrilir. Gösterilerde en fazla öne çıkan konu; yolsuzluk, yoksulluk, enerji krizleri, merkezi yönetimden koparak bağımsızlık ve otonomi talep eden azınlıklar konusu olup yeterince karıştırılmaya müsait bir ortamın hazırlanması, aşağıdakilerden gelen bu talepleri kolluk güçleri ile bastırmaktan başka çare düşünmeyen, demokrasiden inat ve ısrarla uzak duran, demokratik yöntem yerine despotik yöntem tercihleri de işin tuzu biberi olmaya devam ediyordu. “Açık Toplum” lider ve destekçilerine gün doğmuştu artık, daha önceden uluslararası etkili kurum ve kuruluşlarda adı tanıtılan ve gösterilerde de başarılı bir portre veren Mikail Saakaşvili ismi öne çıkar muhalefet lideri olarak. Bu arada; seçim sonuçları üzerinde tartışmalar büyür, sayım çalışmaları durdurulur, resmî sonuçların açıklanması gecikir, itirazlar baş edilemeyecek kadar çoğalır, nihayetinde Gürcistan Anayasa Mahkemesi seçimleri iptal ettiğini açıklar. Nihayetinde seçimlerin yenilenmesi kararı alınır. Eskiler o kadar kötülenir ki, suç oranlarının yüksekliği yanında işsizlik %20’ler seviyesindedir ve yoksulluk ve yolsuzluk ile, arka planda çaktırmadan uluslararası finans ve politik çevrelerde bugüne yönelik hazırlanan yeni dönem sadece ve sadece ortamı hazırlayan müstevlilerin ve onların sofralarında yer bulan yerlilerin ikamesi gecikmez gayri. Uluslararası güçlerin asıl yemeği olan “Kafkasya petrollerinin denetimleri altındaki ülkeler üzerinden batıya ulaşımı” ve “muhtemel rakipleri Rusya arka bahçesine üs edinilmesi” yanında diğer tüm hazırlanmış şartların garnitür olduğunu göremeyen ya da görmek istemeyen andövüller bu oyunun bindirilmiş kıtaları olmaya bu coğrafyada da tıpkı diğer coğrafyadaki benzerleri gibi devam ederler.

Neyse, uzmanlığımız olmayan konulara fazlaca girmeden, Uluslararası güçlerin desteğini büyük sitayişle alan Mikail Saakasvili artık sahne almıştır, behemehâl ABD Savunma Bakanı ve ABD Dış İşleri Bakanı öncelikle yemin töreninde bulunarak uluslararası desteği açıklamış olurlar, bilahare bu ziyaretler hiç bitmez. Yeni “our boy”unu bulan ABD mutlu, mesut bir son hayal ederken, işler hiç te istediği gibi gitmez. Çünkü karşıda Rusya gibi SSCB’den devraldığı güçlü gelenek ve politik güç ile arka bahçesinde oluşacak peyk durumuna hoşgörü ile bakmaz. Bir taraftan ABD Gürcistan’ı “Rusya müdahale edecek” umacısı ile korkutmak için kendisine yaklaşmasını planlar ve NATO gemilerini destek için Karadeniz’e çıkarır iken, içeride de özgüven patlaması yaşayan angut-u ekberler de “Rusya müdahale etmez” ya da “Rusya müdahale etse de ordumuz Rusya’yı yener” teraneleri ile ver mehteri diye avunuyorlardı. Emperyalistler açısından, denemekten ne çıkar, kaybetseler ne olur, kazansalar ne olur, yok olan gelecek kendi ülkelerinin değil ki, geleceği yok edilen insanlar kendi insanları değil ki… Ne güzel, elin taşı ile elin kuşunun avlanması…

Uzatmayalım; ne oldu bu pek parlatılan liderin sonu, sürünmek makus kaderi oldu. Ülkesini terk etmek zorunda kaldı, iddialara bakılırsa CIA destekli bir şekilde Ukrayna’ya yolsuzlukla mücadele bakanı yapıldı. Orada da rezil rüsva olmaktan kaçamadı. Böyle olur sonu yağdanlıkların, şak şakçıların… Evet, böyle olur “fasulye”nin sonu, rol bitince, sırığı yerleştirenler sırığı çekerler, küttedenek yere… Bu kadar parlak diplomalılara yapılanlara bakılınca, diğerlerine ne yapılmaz, maazallah… Peki bu konuda Saakasvili midir tek örnek? Nerde, İran şahından tutun Latin Ameriikalı şak şak-ı yüksek tutanlara yüzlerce örnek vardır. Peki bu kadar örneğe rağmen ders alan var mıdır? Nerdeeeeee.

Pazartesi, Mayıs 13, 2019

DÜNYANIN İLİMİ


Dünya tekrardan bir düşünce tembelliği yaşama sürecine girer ve akli tembellik, pasif öğrenme, öğrenilmiş çaresizlik, öğrenilmiş aptallık vs gibi tanımlar lügatımıza girmeye başlar. Gayri asrın umdesi “sadece sana söyleneni dinle”, “söyleneni doğru kabul et”, “itaat et, rahat et” haline gelmiştir. Binaenaleyh asrın durumu, bireysel çaresizlikten kolektif çaresizliğe yönelme ve evrilme durumudur, hayret ve merakla bekliyoruz bakalım filmin sonu nasıl bitecek…  Önce dünya çapında “bilimin” karşısına “ilimi” çıkardılar (anlayanlar için), hafızaları ilimin insan hayatına katkısı olmayan bilahare insan hayatını kolaylaştırmayan bilgilerle doldurdular ve de nihayetinde akli almaçları, çakraları ve akli kumbaraları bozacak, yok edecek boş bilgilere sirayet etmiş virüs ile teslim aldılar. Artık; çaresizlik bulaşıcı hale geldi diye, saldırıyı açıktan ve tam da cepheden başlattılar, nasıl olsa artık aptallık ve çaresizlik toplumun hücrelerine kadar işlemiş idi muktedirlerin yön-eylem planına göre. Gün geçmiyor ki; gazeteler de bu kabil subuk haber ya da olaylar yazılmasın.

Sonuç itibari ile; muktedirler tedrisatı, talim terbiyeyi dizayn ederek, çok ciddi çaba, zaman ve bütçeler harcayarak üniversiteler, laboratuvarlar kuruyor, deneyler ve testler yapıyor ve “yapay zekâ” yarattım, şu kadar salise de şu kadar bilgi işliyoruz diye öğünüyor, lakin bu çaba ve uğraşların sonucunun sosyolojik karşılığına taban tabana zıt bir beklenti içinde oluyor. Ve “dizayn edilmiş aptallık” ya da “öğrenilmiş aptallık” konusunda dünya çapında iktidarların yaratılması için akıtmadığı para ve kan bırakılmıyor… Başta ABD’de ki, eğitim ve öğretim programları üzerinde düzenlemelerin her geçen gün ne kabil gericileştirildiğine bakarak ABD etkisi altındaki küçük Amerikalardaki durumun vahametini anlayabiliriz.

Bu konuda yazılacak çok şey vardır şüphesiz hem uzmanlığımız hem de konumuz dışında kaldığından bu kadar ile iktifa ederek, son günlerde de sosyal medyada fazlaca ve sitayişle döndürülen sonuç alınmış bir hikâye ile Dostum Hüsnü Karaman’dan dinlediğim birincisine kapak olabilecek bir başka hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. İsteyen ağlasın, isteyen döğünsün, isteyen öğünsün, isteyen de gülsün… Her akla ve vicdana uygun murat ve kerevet vardır…

 
Hikâye 1; “1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay meydana geliyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen, onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor. Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.”

Hikâye 2; “Nazi Almanya’sı komşumuz Yunanistan’ı işgal etmiştir, Yunanistan faşizm zulmü altında inliyor, her türlü tedip hareketine rağmen Yunanistan Komünistleri öncülüğünde direniyor. Bu manada, Kuzey Yunanistan Dağları, örgütlenmenin ve direnmenin merkezidir gayri. Ancak yaşlılar, çocuklar açısından durum biraz farklı ya kalıp ölecekler ya saklanacaklar ya da kaçacaklar, kaçıp kurtulabilecekleri, sığınabilecekleri komşusu Türkiye’de bu kurtulma çabalarına kucak açmış dönem itibari ile. Yunanistan’ın Anadolu’ya yakın adaları üzerinden bulunan her tekne imkânı ile hedef Türkiye’dir kaçanlar için. Ufak tefek sıkıntılara ve sızlanmalara rağmen Türkiye kucak açmıştır gelenlere. Dönem düşküne yardımın prim yaptığı dönem, şimdiki gibi değil. Bakmayın siz öyle bir takım münkir ve münafıkların, bu kaçışların İngilizler tarafından teşkilatlandığı iddialarının atılmasına, İngilizler bu konuda risk almazlar, sadece kaçmayı başarmışlar içinden savaşacak ve müttefik olacakların yardımına koşarlar. Ya Faşist Almanya Yönetimi ne yapar bu kaçışlar karşısında, tıpkı içerideki acımasızlığını gösterir, kaçmaya çalışan tekneleri gerek havadan gerekse de denizden bombalamayı sürdürür, o kadar ki dönemin basını incelendiğinde yer yer Türkiye topraklarının bile bombalandığı haberlerine rastlanacaktır. Almanya Ege Denizinde de önlemleri arttırmıştır, artık “denizaltılar” da görevdedir. Günlerden bir gün “Kaçakları taşıyan bir tekneyi takip eden bir denizaltı” Ayayorgi civarında bir yerde karaya oturur, tüm kurtulma çabalarına karşı kurtulamaz. Bu sırada bir Alman denizaltısının karaya oturduğu haberi Çeşme’de yayılır, duyup ta merak eden Çeşmeliler karaya oturmuş denizaltıyı görmek için tepeden seyretmeye gelirler. Ayayorgi dönem itibari ile turizmden bihaber, sadece kısıtlı şekilde tarım ve hayvancılığa açıktır. Biçilmiş ekin tarlasında eşekler otlamaktadır bir taraftan da, an itibari ile karaya oturmuş denizaltının üst kapağı açılır, Alman Askeri dışarı çıkar, eşek başlamaz mı anırmaya, bir taraftan eşeğin anırması, diğer taraftan Çeşmelilerin tam siper denizaltıya bakması karşısında asker bağırır, “Türklerin alarmı çalıştı” diye bağırarak çıktığı gibi içeri girer ve kapağı kapatır.

Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine… Kimse gülmesin, burada ciddi ciddi bir şeyler aktarıyorum. Hem ben mi dedim, kitap yazıyor diye de cevap verebilirim.