Pazartesi, Mayıs 13, 2019

DÜNYANIN İLİMİ


Dünya tekrardan bir düşünce tembelliği yaşama sürecine girer ve akli tembellik, pasif öğrenme, öğrenilmiş çaresizlik, öğrenilmiş aptallık vs gibi tanımlar lügatımıza girmeye başlar. Gayri asrın umdesi “sadece sana söyleneni dinle”, “söyleneni doğru kabul et”, “itaat et, rahat et” haline gelmiştir. Binaenaleyh asrın durumu, bireysel çaresizlikten kolektif çaresizliğe yönelme ve evrilme durumudur, hayret ve merakla bekliyoruz bakalım filmin sonu nasıl bitecek…  Önce dünya çapında “bilimin” karşısına “ilimi” çıkardılar (anlayanlar için), hafızaları ilimin insan hayatına katkısı olmayan bilahare insan hayatını kolaylaştırmayan bilgilerle doldurdular ve de nihayetinde akli almaçları, çakraları ve akli kumbaraları bozacak, yok edecek boş bilgilere sirayet etmiş virüs ile teslim aldılar. Artık; çaresizlik bulaşıcı hale geldi diye, saldırıyı açıktan ve tam da cepheden başlattılar, nasıl olsa artık aptallık ve çaresizlik toplumun hücrelerine kadar işlemiş idi muktedirlerin yön-eylem planına göre. Gün geçmiyor ki; gazeteler de bu kabil subuk haber ya da olaylar yazılmasın.

Sonuç itibari ile; muktedirler tedrisatı, talim terbiyeyi dizayn ederek, çok ciddi çaba, zaman ve bütçeler harcayarak üniversiteler, laboratuvarlar kuruyor, deneyler ve testler yapıyor ve “yapay zekâ” yarattım, şu kadar salise de şu kadar bilgi işliyoruz diye öğünüyor, lakin bu çaba ve uğraşların sonucunun sosyolojik karşılığına taban tabana zıt bir beklenti içinde oluyor. Ve “dizayn edilmiş aptallık” ya da “öğrenilmiş aptallık” konusunda dünya çapında iktidarların yaratılması için akıtmadığı para ve kan bırakılmıyor… Başta ABD’de ki, eğitim ve öğretim programları üzerinde düzenlemelerin her geçen gün ne kabil gericileştirildiğine bakarak ABD etkisi altındaki küçük Amerikalardaki durumun vahametini anlayabiliriz.

Bu konuda yazılacak çok şey vardır şüphesiz hem uzmanlığımız hem de konumuz dışında kaldığından bu kadar ile iktifa ederek, son günlerde de sosyal medyada fazlaca ve sitayişle döndürülen sonuç alınmış bir hikâye ile Dostum Hüsnü Karaman’dan dinlediğim birincisine kapak olabilecek bir başka hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. İsteyen ağlasın, isteyen döğünsün, isteyen öğünsün, isteyen de gülsün… Her akla ve vicdana uygun murat ve kerevet vardır…

 
Hikâye 1; “1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay meydana geliyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen, onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor. Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.”

Hikâye 2; “Nazi Almanya’sı komşumuz Yunanistan’ı işgal etmiştir, Yunanistan faşizm zulmü altında inliyor, her türlü tedip hareketine rağmen Yunanistan Komünistleri öncülüğünde direniyor. Bu manada, Kuzey Yunanistan Dağları, örgütlenmenin ve direnmenin merkezidir gayri. Ancak yaşlılar, çocuklar açısından durum biraz farklı ya kalıp ölecekler ya saklanacaklar ya da kaçacaklar, kaçıp kurtulabilecekleri, sığınabilecekleri komşusu Türkiye’de bu kurtulma çabalarına kucak açmış dönem itibari ile. Yunanistan’ın Anadolu’ya yakın adaları üzerinden bulunan her tekne imkânı ile hedef Türkiye’dir kaçanlar için. Ufak tefek sıkıntılara ve sızlanmalara rağmen Türkiye kucak açmıştır gelenlere. Dönem düşküne yardımın prim yaptığı dönem, şimdiki gibi değil. Bakmayın siz öyle bir takım münkir ve münafıkların, bu kaçışların İngilizler tarafından teşkilatlandığı iddialarının atılmasına, İngilizler bu konuda risk almazlar, sadece kaçmayı başarmışlar içinden savaşacak ve müttefik olacakların yardımına koşarlar. Ya Faşist Almanya Yönetimi ne yapar bu kaçışlar karşısında, tıpkı içerideki acımasızlığını gösterir, kaçmaya çalışan tekneleri gerek havadan gerekse de denizden bombalamayı sürdürür, o kadar ki dönemin basını incelendiğinde yer yer Türkiye topraklarının bile bombalandığı haberlerine rastlanacaktır. Almanya Ege Denizinde de önlemleri arttırmıştır, artık “denizaltılar” da görevdedir. Günlerden bir gün “Kaçakları taşıyan bir tekneyi takip eden bir denizaltı” Ayayorgi civarında bir yerde karaya oturur, tüm kurtulma çabalarına karşı kurtulamaz. Bu sırada bir Alman denizaltısının karaya oturduğu haberi Çeşme’de yayılır, duyup ta merak eden Çeşmeliler karaya oturmuş denizaltıyı görmek için tepeden seyretmeye gelirler. Ayayorgi dönem itibari ile turizmden bihaber, sadece kısıtlı şekilde tarım ve hayvancılığa açıktır. Biçilmiş ekin tarlasında eşekler otlamaktadır bir taraftan da, an itibari ile karaya oturmuş denizaltının üst kapağı açılır, Alman Askeri dışarı çıkar, eşek başlamaz mı anırmaya, bir taraftan eşeğin anırması, diğer taraftan Çeşmelilerin tam siper denizaltıya bakması karşısında asker bağırır, “Türklerin alarmı çalıştı” diye bağırarak çıktığı gibi içeri girer ve kapağı kapatır.

Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine… Kimse gülmesin, burada ciddi ciddi bir şeyler aktarıyorum. Hem ben mi dedim, kitap yazıyor diye de cevap verebilirim.

Hiç yorum yok: