Dünya
tekrardan bir düşünce tembelliği yaşama sürecine girer ve akli tembellik, pasif
öğrenme, öğrenilmiş çaresizlik, öğrenilmiş aptallık vs gibi tanımlar lügatımıza
girmeye başlar. Gayri asrın umdesi “sadece sana söyleneni dinle”, “söyleneni
doğru kabul et”, “itaat et, rahat et” haline gelmiştir. Binaenaleyh asrın durumu,
bireysel çaresizlikten kolektif çaresizliğe yönelme ve evrilme durumudur,
hayret ve merakla bekliyoruz bakalım filmin sonu nasıl bitecek… Önce dünya çapında “bilimin” karşısına “ilimi”
çıkardılar (anlayanlar için), hafızaları ilimin insan hayatına katkısı olmayan
bilahare insan hayatını kolaylaştırmayan bilgilerle doldurdular ve de
nihayetinde akli almaçları, çakraları ve akli kumbaraları bozacak, yok edecek boş
bilgilere sirayet etmiş virüs ile teslim aldılar. Artık; çaresizlik bulaşıcı hale
geldi diye, saldırıyı açıktan ve tam da cepheden başlattılar, nasıl olsa artık aptallık
ve çaresizlik toplumun hücrelerine kadar işlemiş idi muktedirlerin yön-eylem
planına göre. Gün geçmiyor ki; gazeteler de bu kabil subuk haber ya da olaylar
yazılmasın.
Sonuç
itibari ile; muktedirler tedrisatı, talim terbiyeyi dizayn ederek, çok ciddi
çaba, zaman ve bütçeler harcayarak üniversiteler, laboratuvarlar kuruyor, deneyler
ve testler yapıyor ve “yapay zekâ”
yarattım, şu kadar salise de şu kadar bilgi işliyoruz diye öğünüyor, lakin bu
çaba ve uğraşların sonucunun sosyolojik karşılığına taban tabana zıt bir
beklenti içinde oluyor. Ve “dizayn edilmiş aptallık” ya da “öğrenilmiş aptallık”
konusunda dünya çapında iktidarların yaratılması için akıtmadığı para ve kan
bırakılmıyor… Başta ABD’de ki, eğitim ve öğretim programları üzerinde
düzenlemelerin her geçen gün ne kabil gericileştirildiğine bakarak ABD etkisi
altındaki küçük Amerikalardaki durumun vahametini anlayabiliriz.
Bu
konuda yazılacak çok şey vardır şüphesiz hem uzmanlığımız hem de konumuz
dışında kaldığından bu kadar ile iktifa ederek, son günlerde de sosyal medyada
fazlaca ve sitayişle döndürülen sonuç alınmış bir hikâye ile Dostum Hüsnü
Karaman’dan dinlediğim birincisine kapak olabilecek bir başka hikâyeyi sizlerle
paylaşmak istiyorum. İsteyen ağlasın, isteyen döğünsün, isteyen öğünsün, isteyen
de gülsün… Her akla ve vicdana uygun murat ve kerevet vardır…
Hikâye 1; “1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir
olay meydana geliyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın
yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia
ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk
sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat
ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir
heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e
yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa
görüşüyorlar. Bilmen, onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını
sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi
onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun
bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan
olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm
verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın
şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir
tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir
doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek
için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine
önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun
kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini
gördüğünde hayretini gizlemiyor. Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da
ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini
soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun
anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız
yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir
olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden
diriltileceğini anlatıyor.”
Hikâye 2; “Nazi Almanya’sı komşumuz Yunanistan’ı
işgal etmiştir, Yunanistan faşizm zulmü altında inliyor, her türlü tedip
hareketine rağmen Yunanistan Komünistleri öncülüğünde direniyor. Bu manada, Kuzey
Yunanistan Dağları, örgütlenmenin ve direnmenin merkezidir gayri. Ancak
yaşlılar, çocuklar açısından durum biraz farklı ya kalıp ölecekler ya
saklanacaklar ya da kaçacaklar, kaçıp kurtulabilecekleri, sığınabilecekleri
komşusu Türkiye’de bu kurtulma çabalarına kucak açmış dönem itibari ile. Yunanistan’ın
Anadolu’ya yakın adaları üzerinden bulunan her tekne imkânı ile hedef Türkiye’dir
kaçanlar için. Ufak tefek sıkıntılara ve sızlanmalara rağmen Türkiye kucak
açmıştır gelenlere. Dönem düşküne yardımın prim yaptığı dönem, şimdiki gibi
değil. Bakmayın siz öyle bir takım münkir ve münafıkların, bu kaçışların
İngilizler tarafından teşkilatlandığı iddialarının atılmasına, İngilizler bu
konuda risk almazlar, sadece kaçmayı başarmışlar içinden savaşacak ve müttefik
olacakların yardımına koşarlar. Ya Faşist Almanya Yönetimi ne yapar bu kaçışlar
karşısında, tıpkı içerideki acımasızlığını gösterir, kaçmaya çalışan tekneleri
gerek havadan gerekse de denizden bombalamayı sürdürür, o kadar ki dönemin
basını incelendiğinde yer yer Türkiye topraklarının bile bombalandığı haberlerine
rastlanacaktır. Almanya Ege Denizinde de önlemleri arttırmıştır, artık “denizaltılar” da görevdedir. Günlerden
bir gün “Kaçakları taşıyan bir tekneyi takip eden bir denizaltı” Ayayorgi
civarında bir yerde karaya oturur, tüm kurtulma çabalarına karşı kurtulamaz. Bu
sırada bir Alman denizaltısının karaya oturduğu haberi Çeşme’de yayılır, duyup
ta merak eden Çeşmeliler karaya oturmuş denizaltıyı görmek için tepeden seyretmeye
gelirler. Ayayorgi dönem itibari ile turizmden bihaber, sadece kısıtlı şekilde
tarım ve hayvancılığa açıktır. Biçilmiş ekin tarlasında eşekler otlamaktadır
bir taraftan da, an itibari ile karaya oturmuş denizaltının üst kapağı açılır,
Alman Askeri dışarı çıkar, eşek başlamaz mı anırmaya, bir taraftan eşeğin
anırması, diğer taraftan Çeşmelilerin tam siper denizaltıya bakması karşısında
asker bağırır, “Türklerin alarmı çalıştı”
diye bağırarak çıktığı gibi içeri girer ve kapağı kapatır.
Onlar
erdi muradına, biz çıkalım kerevetine… Kimse gülmesin, burada ciddi ciddi bir
şeyler aktarıyorum. Hem ben mi dedim, kitap yazıyor diye de cevap verebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder