Cumartesi, Nisan 27, 2024

HASAN FEHMİ GÜNEŞ

Döneminde kendisine benzer ciddi manada, dürüst, bilgili, ilgili, çalışkan, namuslu ve etkili çok sayıda siyasetçinin ve bürokratın bulunduğu tarafımızca da iyi bilinen birisidir, Hasan Fehmi Güneş… Kimler diyeceksiniz, bakın aklıma gelenleri hemen sayayım, Cevat Yurdakul, Aydemir Ceylan, Mehmet Can, Muzaffer Özbayrak başta olmak üzere ki kendileri ile kısaca da olsa tanışıklıklarımız söz konusudur. Mesela; Hasan Fehmi Güneş ile ilk karşılaşmamız 2000’li yılların başında tesadüfen bir merdivende ayaküstü olmuş ve muhabbetimiz bayağı uzun sürmüş idi… Kendisini basından tanıyordum, kendisine yapılanlara ve tüm bu olumsuz muameleye rağmen ne kadar vakur, onurlu ve ahlaklı bir senatör ve bakanımız var diye de düşünüyordum. Sonraları da; Atatürk Bulvarı üzerindeki bir apartmanın ofis katındaki arkadaşını ziyaretlerinde benim de bir başka ofisteki arkadaşlarımı ziyaretlerimdeki denk gelişlerde mezkûr merdiven muhabbetlerimiz sürmüştür. Müthiş çelebi, bilgili, saygılı ve mütevazı biri olmayı başarmış bir insan olmanın buram buram yansıdığı yüzü ve dili ile ve dahi tüm sevecenliği ve içtenliğiyle sohbetlerimizin aktif tarafı olmuştur. Merak ederek sorduklarımın bir kısmına cevap vermiş bir kısmını ise muhtemelen anlatmayı uygun bulmaması sebebiyle de cevapsız geçmeyi tercih etmiştir. Yine bu fasıldan, öğrenciliğimiz döneminde Adana Valisi Aydemir Ceylan’ı dertlerimizi dinlemek üzere bizi bir kabulünde gördüğümüz mütevazı, sevecen ve ilgili ve dahi bilgili vali nasıl olunurmuş hali, sonradan hatıralarını çok detaylı yazdığı “Bir ihtilal bir darbe arasında 20 yıl” adlı kitabını okurken bir kez daha gözümün önünde canlanmıştır. Fikri ve zati tarafı olurken kamu yöneticisi olmanın nasıl bir tarafsız davranış gerektirdiğine yaşım itibari ile de ilk kez orada şahit olmuş idim. Keza emniyet müdürü Cevat Yurdakul’u da nasıl tarafsız ve yansız görev yapılacağının bir abidesi olarak hatırlıyorum. Bir de hani; Kasım 1979 ayında Parlamento’da bir AP senatörünün elindeki bond çanta ile CHP Senatörü Hasan Fehmi Güneş’e vurması neticesi ortaya saçılan evraklardaki yazılanların mahremiyetinin hiçe sayılarak bir senatörün eline nasıl geçerin yaşanmışlığı var ya… Oradaki evraklar esasen “bir emniyettekiler” raporu idi, kimin hazırladığı hiçbir zaman açıklanmayacak lakin kimin taltif, takdir ve terfi, kimin tekdir ve tehdit, kimin tasfiye ve tecziye edileceğinin yazılı olması enteresandır. Peki, sonuçta ne olmuştur, yıllar içerisinde taaa bugünlere kadar vaat edilen her terfi ve tasfiye gerçekleşmiştir. Bakın mesela, Muzaffer Özbayrak tasfiye ve tecziye edilirken meşhur ve meşum ordu Valisi Reşat Akkaya takdir ve terfi ettirilmiştir. Meraklılarına o günlerin gazeteleri tafsilatlı bilgi, belge ve yorumları ile arşivlerinde tetkike amadedir. Adlarını zikrettiğim tüm bu muhteremler benim gözümde Hasan Fehmi Güneş dönemine denk gelen, kendisiyle birlikte bu ülkenin yetiştirdiği yüz akı yetkililerdir. Hatalar ve eksikler insani boyutta olup taammüt ve hendese dâhilinde değildirler.   

Neyse konuyu biz tekrar değerli senatörümüz ve bakanımıza getirelim, öyle bir dönemde bakan olur ki, ABD’nin ezeli düşman ilan ettiği SSCB’yi “Yeşil Kuşak” projesi mucibince kuşatma uğruna cümbür cemaat Ortadoğu’yu boydan boya kana bulama senaryosu yürütülmektedir. İran’da çaktırmadan ve gri alanlarda da alenen İslamcı despotizme destek olurken, canım Yurdumu da 12 Eylül’ün karanlığına hazırlamakta idi… Yerli müttefik ve muhatapları da mezkûr senaryoya muvafık erkete ve müzaheret görevlerini bihakkın deruhte etmektedirler. Oyun ve plan büyük olunca namuslu bürokrat öğütme çarkı haline gelmiş erkte politikacıların rolleri daha net oluyor haliyle… Bizimkiler ve onlarınkiler… Seçimler vasıtası ile de her daim maalesef onlarınkiler başarı kazanıyorlar…

Peki, Hasan Fehmi Güneş’in tasnif ve arşiv edilen günahları ne idi, şüphesiz ben tüm detayları bilemem lakin o dönemin lehte ya da aleyhte basına yansıyanlarını bilebilirim. Canım Yurdumu iç savaş koşullarına sürükleyen her gün yüzlerce insanın öldürülüp ya da yaralandığı olaylar karşısında namuslu her insan gibi bu değerli bakan da, ABD destekli İsrail’in Ortadoğu’da terör estirmesine göz ve kulak kapatamazdı elbette… Kimsenin tercih ve tasdiki olmamasına rağmen, tüm dünyanın muktedirleri tarafından bırakın lanetlemeyi adeta cesaret ve destek olma sırasına girilen bu İsrail terör eylemleri yanında meşhur “Camp David” antlaşması ile Mısır’ın da saf değiştirmesini protesto maksadı ile FKÖ gerillalarından bir grubun Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğine baskın yapıp onlarca rehine alması sürecini benim hatırladığım kadarı ile muhteşem yönetmiş idi Değerli Bakan Hasan Fehmi Güneş… Rehineleri kaybedebiliriz lakin bunları da helak edelim gibi Amerikancı “devlet taviz vermez” şeklinde bir davranış yerine insani yöntemleri tercih etmesi esasen sonun başlangıcı oldu aynı zamanda… ABD güdümlü ve Demirel destekli basının o günkü hali hala aklımda “İçişleri Bakanı Gerillalarla görüştü” diye tahkirat ve tezvirat sırasına girmişlerdi… Sözde “Filistin davasının sadık savunucusu” Necmettin Erbakan bile Filistinli gerillalara gösterilen bu insani tutumdan rahatsız oldu, veryansın etti durdu bu değerli bakana… Gerçek destekçiler böylesi günlerde ortaya çıkar, samimi olanlar ile samimiyetsizler için turnusol testidir mezkûr vakalar… Sağcı tarafın tamamında dün de bugün de şöylesine haksız ve hadsiz sığ bir yaklaşım hâkimdir, “bu Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdular” dolayısıyla diller ne söylerse söylesin, fiiller hep ABD ve İsrail desteğinden ibarettir. Kimlerine göre Cennet mekân Abdülhamit han hazretleri dedikleri muhteremin durumuna düşmekten de kurtulamazlar, hani iddia edilir ya İsrail temsilcilerini huzurundan kovdu diye yahu bu nasıl kovmak direk ya da endirekt 7 yıldan fazla müzakere yürütüyorsun, sayısız görüşme yapıyorsun, adama derler ne müzakeresi bunlar kovdu isen, tekrar neden kabul ediyorsun, değil mi? Hem İsrail’i ısrarla destekle, hem de Filistin için sürekli ağla, bu tutum takdir ve taltif görüyor mu sevgili milletimizden, maalesef evet… Daha ne o zaman… Günümüzde değişen bir şey var mı? Olmaz mı, şüphesiz var… Nemi diye kimse sormasın…

Bir röportajında Hasan Fehmi Güneş 1978’deki Kahramanmaraş katliamı başta olmak üzere yaptığı genel değerlendirme üzerinden bir anısını şöyle anlatıyor; “Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT'ten bilgi alamadım. Başbakanımız Bülent Ecevit, bana güvenirdi, benimle bu konuları konuşurdu. Ben MİT'e yönelik şikâyetlerimi ona söylediğim de o da bana dert yanardı. Bir keresinde şöyle bir olay anlatmıştı: "Çok iyi yetişmiş birini MİT'te görevlendirtmek istedim. O kişiyi MİT'e almadılar." Başbakan'ın istediği kişiyi MİT'e almamışlar! Bunun üzerine ben de "Ne yapacağız bu MİT'i? Lağvedelim o zaman. Yerine yenisini kuralım."  dedim. Sayın Başbakanı'mız güldü ve bunu benim gençliğime verdi.” dedi. İlave ne denilebilir ki?

Sen misin; CIA odaklı yerli mümessilleri vasıtaları ile geniş manada Yeşil kuşak planı ve dar anlamda da Canım Yurdumda sahneye konan destabilizasyon politikalarına karşı çıkan… Sen misin; “MİT bize istihbarat vermiyor, kapatıp yerine yeni bir istihbarat kuruluşu tanzim edelim” diyen… Sen misin; FKÖ’nün canım yurdumda temsilcilik açmasının alt yapısını hazırlayan… Sen misin; bakanlığın döneminde ABD’nin kayıtsız şartsız Ortadoğu erketeliğini yapanlardan Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğini basan FKÖ gerillalarıyla görüşüp fotoğraf çektiren… Daha sıralanacak çok günahları var tabii ki bu değerli Bakanımızın lakin belki ileride başka vesileler ile eksik bıraktıklarımı aktarırım. Netice itibariyle, behemehâl malum iyi saatte olsun güçleri devreye sokulur, kendilerince suyu yeterince ısınmış olan bakanın değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur gayri… Zaaflar, açıklar ve defetme yöntemleri aranır taranır ve en müsait yöntemin, adı her daim mezkûr güçler ile irtibat ve iltisak halindeki malum, meşhur ve meşum kadın vasıtası ile operasyon kararı alınır. Yıllar sonra bu olayı değerlendirirken, “Aptallık yaparsan böyle olur, başka izahı yok. Bu besbelli ki bir tuzak... Tuzağa müsait duruma düşmeyeceksin.” Olay sonrası davranışı da, olay sonrası kendisini savunurken izlediği metot da, seçtiği kelimeler de bugünlere ışık tutar diye bakıyor, lakin nerdeeee…

Çarşamba, Nisan 17, 2024

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT JURNALİ

Bir kitap hediye edildi, “Seyahat Jurnali” muhtemelen de seyahat etmeyi, görmeyi ve görerek öğrenmeyi çok sevdiğimi yakinen bilen hatta birlikte gezmeyi de ziyadesiyle seven kızım, tam da bu gerekçe ile ve gerekçenin de ruhuna münasip düşer düşüncesiyle olsa gerek nihayetinde okuyunca da ziyadesiyle de münasip olduğuna kanaat ettiğim bir hediye idi. Kitabın tanıtımda adını ilk defa duyduğum yazar “Direktör Ali Bey” için yazılanlar aynen şöyle; “Tanzimat dönemi tiyatro yazarlarındandır. 1844 yılında İstanbul’da doğmuş, iyi bir eğitim almış ve küçük yaşlarda Fransızca öğrenmiştir. Yüksek rütbeli bir memur olarak Osmanlı coğrafyasının önemli bölgelerinde görev yapmıştır. “Direktör” olarak anılması, Duyun-ı Umumiye yöneticiliği sebebiyledir. 1899 yılında vefat etmiştir.” Kitabı okuyunca, gerçek manada iyi bir gözlemci olduğu ve çok iyi not tutabildiğine kanaat getirdim…

Biraz ansiklopedi karıştırınca da; yazarın kısa lakin derya deniz bir hayatı olduğunu anlıyoruz. Müfettiş, mutassarrıf, vali, direktör gibi vasıf ve sıfat tevdi ve tayini ile Diyarbekir, Irak, Varna, Elazığ, Trabzon, Hindistan başta olmak üzere bir dolu yerde vazife icra eylemiş… Yaygın bilinen unvanların yanında “Direktör” unvanı ise Duyun-ı Umumiye direktörlüğünden mütevellittir. Şiirlerinin de bulunduğunu öğrendiğimiz yazar tiyatro oyun yazarı olarak daha anılır olup, hem Namık Kemal ile birlikte çalışmışlığı hem de halk kaynaklarından beslenen biri olarak birçok eserin sahneye konulmasına büyük emek harcamış biri olduğunu öğreniyoruz. Bazen batıya, bazen doğuya, bazen organize, bazen gayriihtiyari, bazen zati bazen kolektif amaçlara matuf din misyonerliği, ilim hatmetmek, iş ve zenginlik, huzur arayışı, gezmek, görmek gibi faaliyetler adına düşülen yolların fiziki şartları ile siyasi, sosyal ve ekonomik, kültürel, dini şahitlik ve müşahedelerin kâğıda dökülmüş halidir mezkûr seyahatnameler…

Büyük bir keyifle okuduğum, “Seyahat Jurnali” kitabının tanıtım yazısı da son derece ilgi çekici ve öğretici olmuş, bana göre… “Merak duygusu, insanoğlunun keşiflerinin kaynağıdır. Bilinmeyen yerlere yapılan yolculuklar, insana yeni yeni şeyler öğretir. Her yeni bilgi aktarıldığı toplumda sosyal, siyasal ve iktisadi değişimlere neden olur.

Seyahatnameler, yazılı kültürün en eski ve ilgi çekici türlerindendir. Marco Polo’dan Evliya Çelebi’ye kadar nice seyyah, aktardıkları bilgilerle hem kültürleri kayıt altına almışlar hem de insanın merak duygusunu beslemeyi sürdürmüşlerdir.

Üslûbu korunarak günümüz Türkçesine aktarılan Seyahat Jurnali, yerli edebiyatın ilk adımlarının atıldığı bir döneme ait olması sebebiyle sadece edebi değil, tarihi öneme de sahiptir…” Âdemoğlu her daim farklı ve değişik olanı ve dahi sahip olmadığını, olamadığını araştırma, görme, inceleme, tekrarlama, sahip olma gibi insiyaka haiz olup, bu sebeple devamlı bir hareketliliğe niyetlidir.  

Direktör Ali Bey, yapılacak işleri sebebiyle vapur ile Midilli, İzmir, İskenderun, Mersin, at ile Halep, Kilis, Ayntap (Antep), Nizip, Siverek,  Diyarbekir ve Siirt başta olmak üzere tüm bölgeyi, bir tarafı ile gezi bir tarafı ile işletmesi uhdesinde olan tuzlaların kontrolü kapsamında deyim yerinde ise karış karış arşınlamıştır. Civar görev ve gezileri kapsamında, Bitlis, Tatvan, Van Gölü, Mardin’de ilginç bulunulabilecek gözlem ve tespitleri ile kitapta yerini almıştır. Son derece enteresan gözlemlerin bulunduğu kitabın bu bölümünde bence en enteresan tespit ise, “Burada Amerikalıların büyük ve mükemmel okulları vardır” şeklinde olanıdır. Meğerse neymiş, hani biliyordum Kayseri Talas, Mersin Tarsus’taki “Amerikan okullarını” da, Amerika daha o dönemde canım Yurdumun bağrına öğretim yuvaları numaraları ile çadır kurmuş… Dönem hangi dönem, işte o meşhur dönem, Cihan Mekân Abdülhamit Han dönemi…  

Enteresan gözlem ya da tespitler yapılmış dedim ya; mesela Siirt’te “Ahalinin çoğunun Türkçe bilmediği kentte nüfusun çoğunluğu Kürt ise de, konuşulan dil Arapçadır” ve kent için, “İçi ne kadar kasvetliyse de, dışı da o kadar hoştur… Türbesi çok, halkı türbe ziyaretine çok düşkündür”, Bitlis’te ise “Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet ve itibarın derecesini” ziyadesiyle fazlaca bulur Direktör Ali Bey…

Diyarbekir’den yolculuk Bağdat’adır… Ve en ehven ve güvenli yol “kelek” ile Dicle Nehri üzerinden seyahat kararı alınınca, gerçek manada bir següzeşt gerçekleşir. “Kelek”, bilindiği üzere bir çeşit sal olup, çeşitli miktarda keçi tulumlarının nefes marifetiyle itina ile şişirilerek yan yana sıkı sıkı bağlanmış üzerine de ince ahşap çubuklar dizilerek, tulumlar ile sağlam irtibatlanmış, en üstede insan ya da eşya taşımacılığına münasip yerleştirilmiş kaplamadan mütevellittir. Keleklerin büyüklüğü ise mevsim itibariyle nehrin suyunun derinlik ve akış hızına bağlı olmak kaydıyla tulum sayısı ile ifade edildiğini öğreniyoruz. Seyahat süresine bağlı olarak bu “kelek” salın üzerine ihtiyaca binaen camlı ve çerçeveli üç pencere ve bir kapıdan oluşan içinde helası ve kileri dahi olan hatta ihtiyaca binaen bunun üzerine merdiven marifetiyle çıkıp eğleşmek maksatlı bir odası daha bulunan bir durumdadır, yani dönemine münasip bir konfordadır. Seyahat esnasında iki Kelekçi ile iki uşağın kendisine eşlik ettiğini ve bu yüzden eşyalar ve diğer hizmetlere matuf bir de ilave kelek vardır. Seyahat ziyadesiyle mühim muhteremler için düzenlenmiş olunca da güvenlik de bulunması gerekir bu sebeple kendilerine inzibat görevlileri de eşlik etmektedir.  Kelek imalatı ya da temini için bakın kitapta nasıl bir anlatım var; “Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulunur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipariş üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su içerisinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yukarı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar. Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak gerekir. Diğeri de kelek yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden dönemez. …. bozularak ağaçları satılır ve tulumlar karadan getirilir. İşte bu iki sebepten dolayı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça Kelekçiler hazır kelek bulundurmazlar.”

Bu sergüzeşt nihayetinde Bağdat’a varılması ile nihayetlenir… “Ahalinin sınıf ve mezhebine göre” giyindiği, adi çamurdan yapılmış, dayanıksız evlerde oturduğu, evlerin tek su kaynağının bahçelerdeki kuyular olduğu, kaldırımsız, kanalizasyonu olmayan bu şehirde bir süre kalan yazar çevreyi de gezmeyi ihmal etmez. Bağdat’tayken Düyunu Umumiye “memuriyetini sona erdirir”, ancak o Bağdat Valiliği’nde yeni bir göreve başlar. Şehrin nüfusunun yaklaşık 180.000 olduğunu kaydeden Direktör, Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Ermeni, Süryani ve Farsi etnisitenin Müslüman, Musevi, Katolik, Ortodoks ve Keldani inanışlarla halim selim ve sulh içindeki bulunuşlarından da bahseder.  Bağdat ahalisinin çoğunluğunun Müslüman olmakla birlikte altı bin hane kadarının Yahudi olduğu tespiti ile çoğunluğun Arapça konuştuğunu belirtmekle beraber Türkçenin de konuşulan diller arasında olduğunu beyan eder. Bununla birlikte Direktör Ali Bey, halkın kıyafetlerinin çeşitli din, mezhep ve sınıfa göre farklılık gösterdiğinden de söz etmiştir. “Zevra ve Darü’l-islam isimleri verilen Bağdat şehrinin büyük kısmı nehrin sol yakasında kale içindedir ve küçük kısmı da nehrin sağ tarafındadır. Ara yerde dubalar üzerine yapılmış bir ahşap köprü iki sahili birbirine bağlar. Şehrin sol yakadaki kısmına Ressafe ve sağ yakadaki kısmına Kerh derler. Kessafe’de iki belediye dairesi vardır. Kerh üçüncü belediye dairesi sayılır. Bağdat’ın kalesi memleketin büyümesine engel oluyor diye bundan yirmi beş otuz sene önce yıkılmış ve bugün kalenin temelleriyle burç şeklinde bir iki kapısı vardır” ilaveten Bağdat’ın isimlendirilmesi ve Kalesinin yıkımına yönelik çok enteresan bir bilgi de aktarmaktadır.

Değişik gözlemlere, değişik kriterler mucibince bakınca, o gün için Bağdat’ta kaldırım olmamasını, kanalizasyon olmamasını bir eksiklik gibi kayıt eden Direktör, bugün hala kaldırımsız ve kanalizasyonsuz süper beldelerimizi görse idi ne derdi acaba? Makul bir süre kalınca Bağdat sıcakları için ise; Müze-i Hümayün Müdürü Hamdi Beyefendiden aktarım ile “Bu memlekette yazları rafadan yumurta yenemez, Çünkü yumurta tavuktan çıkar çıkmaz hazır lop olur” bir tarif yapmaktadır.

Seyahat ve öğrenme çakraları açık olanlar açısından değerli bir kitap olduğunu beyan etmeliyim, okuyacaklar mutlaka beğeneceklerdir…

Cuma, Nisan 12, 2024

ABİDİNPAŞA CADDESİ ve BEKÇİ MURTAZA

Hemen hemen, herkesin benim kadar çok iyi bildiği meşhur yazarımız Orhan Kemal’in “Murtaza” adlı bir kitabı vardır, yazar burada, Murtaza adlı bir bekçinin, katı disiplin ve vazife aşkı ile beşeri davranış arasına sıkışmış, vazife bilincinden taviz verememe halinin insanı ne kadar da çaresiz kıldığını, çaresizliğin de beşeri değerleri hükümsüzleştirdiğinin bir kara mizahını yapmaktadır. Kitap müthiş karşılık bulur okuyucudan, inanılmaz baskı sayılarına ulaşır, muktedirlerin her türlü olumsuz tavrına rağmen… Kitabın bu başarısı haliyle Yeşilçam’ın da dikkatini çeker ve bildiğim kadarı ile 2 de film çekilir, 1. si Müşfik Kenter’in başrol oynadığı “Bekçi Murtaza ki sonradan internet üzerinden izledim, 2. si de Müjdat Gezen’in başrol oynadığı “Bekçi” ki sinemada 1986 yılında izlemiştim, başarısı ile müthiş yankılar oluşturmuş idi kamuoyunda…

Heyamola Yayınlarının Adana Kitaplığı serisinden “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin kaleme aldığı kitabını okudum, orada ne yazık ki bugüne kadar bilmediğim “Murtaza” adlı bekçinin ilhamına yönelik… Lüzumuna binaen bir defa daha tekrarlamak istiyorum, “okudukça ne kadar az bildiğimi öğreniyorum” fikrinin günlük teyidi, günlük doğrulanması… Evet, “nakıs geldim nakıs gideceğim”, korkarım… Bu kadar eksik nasıl tamamlanacak, çok zor…

Evet, gelelim, Bekçi Murtaza’nın ilhamın kitaba yansımışını aktarmaya… Yazar Süreyya Köle şöyle anlatıyor konuya giriş bölümünde; “yazar birebir gördüğünü değil, gördüğünden yola çıkarak kendi karakterini, kendi dünyasını yaratandır. Ancak şu da bir gerçek ki Orhan Kemal’in gözünün önünde insanın kendini yazmaktan alıkoyamayacağı kadar özgün bir tip vardır ve bu tip Abidinpaşa Caddesini adımlayan Murtaza’dan başkası değildir.”

Yayıncı, şair, araştırmacı Nurer Uğurlu’nun, Orhan Kemal’e hitaben yazılmış bir yazısından aktarıyor, S. Köle; “Murtaza’yı tanırım. Son Akbank kapıcısı olarak az mı ti’ye almıştık. Murtaza, roman olarak yeni çıkmıştı. O zamanlar biz edebiyat heveslisi genç delikanlılardık. Abidinpaşa Caddesi’nin ıslak kaldırımlarına oturur, sıcak Adana akşamları Murtaza’yı makaraya almak için, akşamı iple çekerdik. Akşam oldu mu, Murtaza bankanın kapısında, boynunda yandan kurmalı, kocaman askılı saati, bir aşağı, bir yukarı gidip gelirdi. Murtaza’yı gören bizim çocuklar birer ikişer köşelere zula olur, Murtaza’nın bize arkasını dönmesini beklerdik. Murtaza tam bize arkasını döndüğü bir sırada içimizden biri hemen öne fırlar, Murtaza’nın biraz önce, ayağında takunyalar, başında kokartlı şapkası, kova kova sularla ve arapsabunuyla yıkayıp şartladığı mermer merdivenlere çamurlu ayaklarıyla basar, hızla kaçardı. Kaçanın arkasından iri ve hantal gövdesiyle Murtaza koşmaya, bizimkileri kovalamaya başlardı. Ve biz gülmekten yerlere yatarak lambur lumbur koşan Murtaza’nın arkasından zort çekerdik. Çekilen zortlar, atılan kahkahalar o günler bibim sessiz caddeye yayılan sıcak gürültümüzdü.

Günlerden bir gün, bizim çocuklardan biri kitapçı İbrahim Gezginci’nin vitrininden sizin Murtaza’yı alır, okur. Ve Murtaza, küçük bir cep kitabı olarak elden ele dolaşmaya başlar. Ve biz, sizin yazdığınız Murtaza’nın, bizim Murtaza olduğu üzerine ileri geri konuşmaya başladık. Kimimiz roman kahramanı Murtaza’nın bizim Murtaza olduğunu söyledi. Kimimiz bunun bir romancı olarak sizin yarattığınız roman kişisi olduğunda inat etti. Sizin Murtaza’nın, bizim Akbank’ın kapıcısı Murtaza olup olmadığı üzerinde günlerce, hatta aylarca tartıştık.

 Ve sonunda hiç olmayacak bir şeye karar verdik.  Dedik ki, Murtaza’yla dost olalım. Onu hiç kızdırmayalım, arkasından zort falan çekmekten vazgeçelim. Bize ana avrat sövme diyelim. Haklısın Murtaza, senin gibi var mı diye yağ çekelim. Ona Murtaza romanını okumanın yollarını arayalım. Eğer bu, Orhan Kemal’in yazdığı Murtaza bizim Murtaza’ysa anlarız. Yok değilse?

Ve sıcak Adana akşamları toplandığımız Akbank’ın mermer merdivenlerinde Murtaza’yı okumaya başladık. Okudukça Murtaza’nın yüzü değişiyor, gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, kalın siyah kaşları bir inip, bir kalkıyordu. Murtaza romanı soluk almadan dinliyordu. Bizler bir pot kırmamak, aramızdaki barışı bozmamak için dudaklarımız ısırıyor, gülmemek için kendimizi sıkıyorduk. Kendini tutamayıp gülenler, su dökmek bahanesiyle köşeyi döner, makaraları sonuna kadar koyverdikten sonra aramıza gelirdi. Bir gün, beş gün derken Murtaza dayanamayıp sordu:

“kimdir bunu yazan”

“Orhan Kemal”

“Abe kimin nesi”

“Babasının oğlu!”

“köprüden geçerken Murtaza’ya rastlamış!”

“Taşköprü’den mi?”

“heye”

“Yok be çocuklar, var midir anası, babası bunun?”

“Olmaz olur mu Murtaza! Kapı aralığndan çıkmadı ya!”

“Sevmem bu yolda laubalilik. Bilirsiniz dayım şehit Hasan beyi? Lazım bilmek. Hasan bey kolağası idi. Bilirsiniz mi ne demektir kolağası? Subbay demek. Balkan harbi’nde döktü mübarek kanını kutsal vatan topraklarına. Ne için? Dayım Hasan Bey aldığı emirle atladı düşman içine, kırpmadı gözünü. Neden? Çünkü doğurmuş idi anası o günler için onu. Çünkü cuş’u huruş eder idi damarlarında kanı. Bilirsiniz ne der bana büyüklerim?”

“Ne der Murtaza?”

“Derler benzersin dayın Hasan Beye Murteza, tıpkı!”

“yaaa”

“Onun için benzemem herhangi bekçilere, benzerim dayım Hasan Beye. Ben de bir gün dökeceğim kanımı kutsal vatan topraklarına!..”

“Yaşa Murtaza!”

“… helbet. Bakmayın düşmana çelik yıldırım, değildir layık vatandaşlığa! Haçan her Türk bakmalıdır düşmanlara çelik yıldırım, kurşun bilek, taş yürek! Ve vazife bir sırasında sakınmamalıdır gözünü budaktan, demelidir öldüm… Neden? Çünkü var idi, dolaşır idi damarlarında halis Türk kanı. Dayyım Kolağası Şehit Hasan Bey gibi. Sakınmasınlar gözlerini budaktan, hem de akıtsınlar kanlarını kudsal vatan toprakları için”

“Allahına kadar Murtaza!.. Doğru söylüyor.”

“Doğru lakin görse idiniz kurs, alsa idiniz amirlerinizden bu yolda çok sıkı terbiye hem de disiplin, bilir idiniz nasıl konuşulur büyüklerinizle. Konuşmayın cahil cahil böyle. Bir vazife yüksektir bir namuzdan. Yaşşar insan olan bir insan mertlik, civan mertlik için hem de!”

“Orhan Kemal! Murtaza’yı tanımaz olur mu hiç?”

“Sus be şapşal! Yok almağa ihtiyacım kimseden akıl.”

“Niçin alacak?”

“Hiç işte laf olsun!..”

Biz dilimiz döndüğü kadar Muratza’ya anlatmaya çalıştık. Abdülkadir Kemali Bey’den, Milli Mensucat Fabrikasından, çırçırdan, Hacıbayram Karakolu’ndan söz ettik. Murtaza kızgın:

“A be bu adam beni nerden tanır?  Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana!da, hemi de bu sıcakta?”

“Ayıp ettin, seni bilmeyen var mı? Murtaza adı, Ankara’da, İstanbul’da söylenir. Gazeteler seni yazar. Senin gibi bir adam, sen ki bugüne bugün Akbank Müdürü’nden sonra gelen en önemli adamsın, seni tanımayan var mı?”

Murtaza kızgın gözlerini bize çevirip:

“Ne söylersin a be çocuk? Bu adam, benden başka adam bulamamış mı yazacak? Neden yazar beni kitaplara? Ya okurlarsa amirlerim bu kitabı? Sevmem bu yolda laubalilik!..”

Evet, ben Murtaza’yı bir tekstil fabrikasında bekçi olarak biliyordum, lakin o sadece roman faslında öyle imiş, gerçek hayattaki Murtaza ise yukarıda anlatılan hali ile AKBANK bekçisi imiş… Yani gerçek sadece vazife mekânı değişmiş…

Mezkûr kitap, Süreyya Köle’nin yazdığı, “Abidinpaşa Caddesi” daha neler sunuyor neler… Merak edenlerin hemen edinip okuması hayırlarına olur, öyle ki kesinlikle başucuna yerleştirilip daima başvurulacak bir kitap tadında… Teşekkürler tekraradan Süreyya Köle… 

Cumartesi, Nisan 06, 2024

VELİ KARAMAN – SAATÇİ VELİ

 Bir önceki yazımda abimiz Yazar Mehmet Culum tarafından kaleme alınmış bir hikâyeden bahsetmiş idim, hatırlanacaktır… Hani; Nazi Hitler Almanya’sının işgali, hemen karşımızdaki, hatta durgun havalarda horoz seslerinin bile duyulabildiği yakınlıktaki Yunanistan adası Sakız’ı da içine alır ve artık Canım yurdumun en kuvvetli savunma pozisyonu aldığı günlerdir… Uzatmadan, savunmanın en önemli aracı da “toplar” ya işte o önemli toplardan biri arızalanır ve Veli Usta’nın tamir işlerindeki başarısı burada da devreye girer sorun çözülür lakin başka sebeplerden ötürü sıkıntılı bir soruşturma yaşanır ve gerek dönemin Kaymakamı gerekse de savunmanın komutanının etkili savunması neticesi teknik sorundan sonra hukuki sorun da neticelenir. Dönemin Kaymakamı Hamdi Orhon tarafından yapılan savunma neticesinde bir vade sonra Ankara’dan Milli Savuma Bakanlığından bir yazı ulaşır Kaymakamlığa… Veli Ustanın Milli Savunma Bakanlığı nezdinde ilgili teknik dairelerde uzman kadrosunda değerlendirilmesinin münasip ve muvafık olunduğu yönünde teklif ve tasvip yazıdır, mezkûr yazı… Lakin nasıl görüşmeler yapıldı, neler konuşuldu ve neler teklif edildi şüphesiz bilemiyoruz, bildiğimiz Veli Ustanın Çeşme’yi ve mesleğini terk etmediğidir. Bu bilgiler belki de Mehmet Culum abimizin yazısının zenginleştirilmesi maksadına matuf bilahare bir ilave gerekçesi de oluşturabilir…

Bir önceki yazımda, Çeşme Meydan Saati’nin, İstanbul Çemberlitaş’ta mukim işyeri sahibi “Mustafa Şemi İpek” tarafından imal ve monte edildiğini belirtmiş, bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini de Veli Ustaya devrettiğini yazmış idim. Hani; “İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz.”  diye bir imalat hatası tespitinden bahsetmiştim… Bu kalibrasyon, bakım ve işletme sürecinde çeşitli yazışmalar yapılır taraflar arasında, işte bunlardan bir tanesini okuma şansı buldum ve bir kopyasını aldım. Mektubun dili ve dilin nezaketi ve zarafeti, iletişimde ve haberleşmede özel ihtimam hususlarından olup karşılıklı öneri, talep, eleştiri ve şikâyet aktarımında adeta bugünkülere muhteşem bir numune teşkil etmektedir. Rulmanlı çözüme gelene kadar Mustafa Şem’i Pek yaylı bazı uygulamalardan bahseder mektubunda, işte yaylar nasıl yerleştirilmeli, yerleştirir iken nelere dikkat edilmeli, neler yapılmalı vs vs… Teknik destek manasında karşılıklı yazışmalardan bir kalıcı çözüme ulaşılıyor anlaşılan… Tekrar dilin nezaket ve zarafet tarafına gelince, 1950’li yıllar bir manada halef-selef sayılabilecek, bir diğer manada da, belki de işveren-işgören gibi kabul edilmesi gerekecek, tüm bunlara rağmen karşılıklı hitabette kibarlık ve naziklik dikkate şayan… İşte o yılların işverenleri böyle iken insan bu yıllardaki işverenleri ister istemez hatırlıyor, hani kendisinin siyasete bağlı para sahibi olmanın ötesinde hiçbir meziyeti olmayan lakin mimari projeleri sanki anlarmış gibi “bu da hayır” “bu da olmadı” diye sağa sola yırtınarak savuran işverenleri… Nereden nereye…


Dönem Hitler Faşizminin dünyayı kaosa sürüklediği dönemdir, Yunanistan baştan aşağıya işgal edilmiş, Ege Adalarının hemen hemen tamamı zapt-u rapt edilmiş, imkân bulan insanlar kaçıyor ya da direniş hareketlerine iltihak ediyor… Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ne yapacaklar, bu katiller sürüsünün zulmü karşısında, çaresiz ya saklanacaklar ya da ölecekler ya da ailelerinin kendileri için bir çözüm bulmasına duacı olacaklar… Döneme ait dinlediğim pek çok hikâye var, Sakız Adasından çocuklarını gruplar halinde sandallara doldurup denize açılmalarını temin eden aileler mi ararsın, dağlardaki mağaralara saklananlar mı ararsın, herkes bir biçimde aklına gelen ilk kurtuluş yolunu tercih ediyor, bu uğurda ölenler de oluyor, kalanlarda oluyor… Çeşme Yarımadasının, özellikle de Çiftlik Köyü taraflarının Adaya çok yakın olması hasebiyle, çok yoğun sığınmacı aldığını Anneannem Hacer Karagöz’den çok çeşitli dönemlerde ve vesilelerle çok dramatik biçimleriyle dinlemiştim. Ha keza babam Tito Yaşar’dan da benzer çok hikâyeler dinledim, hatta uzun yıllara dayalı arkadaşlıklar da kurulmuş sığınmacıların çocukları ile… Evet, şimdi gelelim bir başka yaşanmışlığa… Her sabah sahile yürüme alışkanlığı olan ve bunu çok uzun yıllarda devam ettiren, komşudaki savaşın yangın yerine çevirdiği ülkenin insanlarının canhıraş kaçışmalarının yoğun olduğu günlerden bir gün, Veli Usta bir bakar ki bir sandal dolusu Rum çocuk Çeşme sahiline yakın lakin karaya çıkmalarına izin verilmiyor vaziyette, “ipsomi, ipsomi” diye, çok aç karınlarını doyurmak için “ekmek, ekmek” diye yalvarırlar bunu anlayabilen mübadelenin kesif acılarını yaşamış birisi olarak “karne çaresizliğinden” ekmek de bulup veremez lakin hızlıca Çarşıya dönerek zorlukta bulduğu bir kese kâğıdı dolusu kuru inciri getirir çocuklara vermek üzere, “gümrük görevlisi” artık çocukları koruma amaçlı mı, yoksa çocuklara acımadığı için mi, ya da hiç bilemediğimiz bir nedenle mi verilmesini istemez bilinmez. Lakin Veli usta “beni assan dahi vereceğim” der ve kese kâğıdını sandala fırlatır ve açlıktan nerdeyse bayılacak durumda olan çocuklar anında bitirirler verilenleri… Veli Usta, çocuklara hasr-ı muhabbet ile bakarken, çocuklarda kendisine büyük bir şükran ifadesi ile bakmaktadır… 

Veli Usta; daha önce de yazdığım üzere, şimdilerde çocuklarının ticari faaliyet gösterdiği işyerinin bir kısmını, yine daha önce kendisinden bahsettiğim halamın oğlu “Berber Sabit’e kiraya vermiş, halaoğlu da orada, bir taraftan berberlik, bir taraftan sünnetçilik ve bir taraftan da sıhhiyecilik görevlerini yerine getirmişti. Deriden yapılmış, bavul tarzı sıhhiye çantası ile muhteşem ahşap berber koltuğu hala dün gibi aklımdadır.

Ayrıca; Çeşmelilerde sahilde bir tur atma alışkanlığı o günlerden bugünlere halen kuşaktan kuşağa mirasen devam etmektedir. Mesela, gençliğimizde kahvehaneden gece geç çıktığımızda dahi mutlaka evlerimizin ters istikametinde olmasına rağmen bir sahil turu yaparak devam ederdik. Şimdilerde görmekte olduğum ise bazı esnafların sabahları işyerlerini açmadan önce mutlaka bir sahil turu yaptıklarıdır.

Ticarette “ahlak ve etik” sahibi olmanın ilk ve en önemli şart kabul edildiği dönemlerin artık aramızda olmayan bu çok değerli esnaflarını bu vesile ile bir kez daha özlem ve saygı ile anıyor, ahlak ve etik ölçülerinin bugünlere ışık tutmasını da hassaten bekliyor ve diliyorum…