Cumartesi, Şubat 25, 2023

KÖY ENSTİTÜLÜ KOMÜNİST KEMAL

Yazar Alev Çukurkavaklı’nın Babası Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın hayat hikâyesini yazdığı kitabı “Komünist Kemal”i okudum. Genel manada bilinenlerin bir kez daha tekrarlandığı lakin tamamen Komünist Kemal özelinde olan özgünlükler babında… Kitabı benim nezdimde çekici kılan tanıtımının şu şekilde olması idi; “Yıl 1954, Amerika dönemin siyasi iktidarına baskı yaparak SOVYET TARZI eğitim verdiği gerekçesiyle Köy Enstitüleri’ni kapattırmak ister… İktidar ve yandaşları on yedi yaşındaki bu çocuğu bulur. Ana dili gibi Rusça bildiğini, imzasının orak-çekiç olduğunu Rusya ve Orhan Kemal ile telsizle konuştuğunu iddia ettikleri çocuğu beş yüz öğrenciyi linç ettirir. Ve böylece yoksul Anadolu’nun umudu Köy Enstitüleri iğdiş edilir!”…

ABD Emperyalizmi ve yüzde yüz yerli ve milli iştirakleri tarafından hedefe konulan Köy Enstitüleri arka plana almış müthiş bir kitap, geniş spektrumlu anlatım ve özelde de Kemal Çukurkavaklı’nın çileli hayatı aktarılmış. Şiir ile düşüp kalktığı günlerde yazdığı, okuduğu ve yayınladığı şiirler üzerine adı komüniste çıkar bir daha da inmez aşağıya… İvriz Köy Enstitüsünden sürüldüğü Düziçi Enstitüsünde okul idaresinin de içlerindeki nefreti Enstitü üstünden 17 yaşındaki bu öğrenciye yöneltmelerinin tezahürü linç girişimi… Behzat Ay’ın kitabın girişinde verilen bir yazısından bir dehşet anı; “Elleri, kolları, başı gövdesinden koparılmalı” Bu da neydi? Korkarak ve çekinerek yakınımızda duran bir öğrenciye sorduğumuzda; “İvriz Köy Enstitüsü’nden sürgün gelen Kemal Bayram’ın leşidir sürüklenen” dedi.

Kanları donduracak cinsten eylemler denir ya, tam da bu kabil bir saldırı organize edilir, Kemal Bayram Çukurkavaklı için… “Tatilde köylerine gitmeyip okulda kalan çocuklara idare yaz öğle sonlarında çayda yıkanma izni verirdi. Bu olağandı. Fakat olağan olmayan nisan ayında üç beş öğrencinin izin alarak çaya gitmesiydi. Enstitü müdürü A. G. Öğrencileri S. Ö., M. A., ve N. Y.’e nedense izin vermişti. Oklu yönetiminden icazetli(!) bu üç köy çocuğu yanlarına Kemal Bayram’ı da –Çukurkavaklı- alıp Sabun Çayı’nın kıyısına indi. Konuşulacaklar yol boyunca ve daha önce dersliklerde konuşulmuş, Kemal Bayram’ın sorgusu yapılmıştı. Ağaç gölgesine oturulduğunda özellikle geride kalan S. Ö. eline geçirdiği sopayı arkasından Kemal’in başına vurdu. İvriz Köy Enstitüsünden “komünist” olduğu gerekçesiyle Düziçi’ne sürgüne gönderilen bu on yedi yaşındaki çocuk, çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerinde BAYÇU, Bayram Çukurkavaklı ve Saraycıklı adlarını kullanıyordu. Ardından M. Ve N., sopaları çıkarıp Bayçu’nun kafasına, kollarına, bacaklarına kırarcasına, dehşetli bir öfkeyle, hınçla indirmeye başladı. Bir gün önce hafta sonlarında okulun bahçesindeki direğe çekilen Türk Bayrağı yırtılmış, üzerine orak çekiç şekilleri çizildikten sonra atılmıştı. İdarenin kumandasındaki öğrenciler bu bayrak olayından Konya, İvriz’den geleli ikinci haftası yeni dolmuş olan, sicilinde KOMÜNİST yazan Kemal’i sorumlu tutuyordu. Önceden planlandığı gibi yüzlerce öğrenci çaya getirildi taş ve sopa darbelerinden ağır yaralanıp bayılan Bayçu’yu suya attılar…” Neyseki hedeflenen gerçekleşmez Kemal Bayram soğuk suyun kendisini hızlıca ayıltmasını müteakip daha çocukluğundan itibaren her köylü çocuğu gibi derelerde iyi yüzme öğrenmesinin karşılığında hayatını kurtarır. Lakin hayat buradan itibaren çok meşakkatli geçeceği işaretini vermiştir ve de aynen öyle olur…

Sonraki tüm yaşamı, yargılamaları, okul idaresinin tutumu, siyasi otoritenin tutumu, “AYIN-PE”nin acımasız takipleri ve uygulamaları ve ekmek parası kazanmasının engellenmesi adına patronlara yapılan işsiz bırakma baskıları, vs. vs. Bu nedenle de sürekli değişik isimler adı altında şiirler yazdı, yazılar yayınladı… B. Pakgönül, Kemal Bayçu, Memduh Rıfkı, Abdullah Kozlu, Ali Fakı, Kaptan, Saraycıklı başta olmak üzere çok çeşitli takma isimler kullanmış… Dönem itibari ile tıpkı kendisi gibi AYIN-PE’nin takibinde olan Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Turgut Kazan, Müşir Kaya Canpolat, Ömer Nida, Fevzi Yetiker gibi insanlarla bir arada olur, dost olur, hasbıhal eder…

Kitabın bir diğer konularından birisi de, Köy Enstitülerinin kapatılması sürecini dikkatle ve detaylı incelemek olmuş. Oysaki Milli Şef İsmet İnönü; “Köy Enstitüleri’ni Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitüleri’nden yetişen çocuklarımızı muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim” diyerek kuruluşuna, gelişimine katkı sunmuş A’dan Z’ye herkese gayret ve kudret ihsan eylemiştir. Lakin sonradan, dünya çapında çok organize bir hareketin girdabına kapılarak, bir yanı ile komünizm umacısı, diğer yanı ile SSCB’nin toprak talebi köpürtmeleri gibi uluslararası kumpas diğer yanı ile “din elden gidiyor” ve “maazallah köylü uyanırsa” dürtüsü ile ulusal çapta kampanyaların etkisi altında kalarak Hasan Ali Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığından alarak yerine yaratılan vasata uygun Şemsettin Sirer’i atar ve olanlar olur. Artık konu yokuş aşağı giden kamyonun freninin de iptal olması benzeri son derece hızlı ve kendileri lehine sonuç alıcı ilerler. “Marshall yardımının” en önemli şartı Köy Enstitülerinin kapatılması olunca maalesef, önce içi boşaltılır ve sonradan yeni iktidar DP tarafından sonsuza kadar kapatılır. Oysa o günlerin tozu dumanı içinde birkaç aklı başında insanın, yahu bir durun, “sizin dediğiniz SSCB bize tehdit olması bir kenara, yeni çıktığı savaştan yaklaşık 20 milyon insanını kaybetmiş, yer altı ve yer üstü kaynaklarını büyük ölçüde yitirmiş, yaralarını sarmaktan başka bir planı olmayan bir ülkedir” itirazlarını kimsecikler duymamış…

Diğer taraftan artık dünyada ve Canım Yurdumda farklı dengeler oluşmuştur ve giderek de katmerleşmektedir. DP, Canım Yurdumun insanının büyük bir şevk ve heyecan ile desteklendiği bu dönemde, maalesef tüm kurumlar içerik değiştirmeye tıpkı Köy Enstitüleri gibi… Toprak ağalarının en önemli unsurları olan DP de rota bellidir, şahsi menfaatlerin müstevlilerin siyasi emellerine tevhidi söz konudur ve önceliklidir. Sonraları siyasi hayatımızın önemli insanlarından biri olan Kinyas Kartal’ın bu konuda açıklamaları çok aydınlatıcıdır. Esasen Çarlık Rusya doğumlu hatta Troçki komutasındaki SSCB Kızıl Ordusunda görev yapmış, 1921 de Türkiye’ye göç etmiş ve sonradan da toprak ağası olmuş, bu nedenlerle 2 kez zorunlu göçe tabi tutulmuş, sonradan, TBMM’ye AP Milletvekili olarak seçilmiş ve dahi Meclis Başkanlığı bile yapmıştır. Onun verdiği bir beyanatta bile durum ortadadır.  “Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. Bölgede ağaları örgütledim... Örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattık.”

Sürece de bakınca yaşananların yegâne sorumlusu olarak sadece DP’yi görmek abesle iştigal vaziyetidir. O günlerin “yetmez ama evetçilerini” ve avenelerini de ıska geçmemek gerektir. Sonuç itibari ile mezkûr kitap okunması halinde insanın nisyan ile malul durumunun ret edilmesine ciddi bir katkıdır. Kendinize bu katkıyı yapmayı esirgemeyin lütfen… Okumaya devam… Okumak sevdadır… Okumak tazelenmektir, güncellenmektir, güncel kalabilmektir…


Cuma, Şubat 17, 2023

FİKRİ’NİN TERZİLİĞİ ile TERZİ’NİN FİKRİ

Fikri Sönmez namı diğer “Terzi Fikri” sıradan bir halk adamı olmakla birlikte sıra dışı bir önderdir, hem belediye başkanlığı hem de sosyal pozisyonu hatta terziliği ile bile… Belediye başkanı olur, hem de bağımsız aday olarak ve tüm meclis üyelikleri farklı partilere dağılmış durumdadır. Tarih onu bu farklı görüşteki insanları ve fikirlerini tek bir potaya toplayabilme, tek hedefe yönlendirebilme başarısı ile hep anacaktır hem de tıpkı birçok başarılı orkestra şefi gibi… O kadar ustaca bir koordinasyondur ki onun ki; öyle sığ kafaların kolaylıkla anlayacağı biçimde değildir… O asla “ben bilirim” ya da “ben karar veririm” bireyselciliğine kapılmamış, o hep “biz biliriz”, “biz karar veririz” toplumsalcılığını tercih etmiş birisidir. Hatta o kadar ki; tarihe kocaman bir kara leke olarak geçen 12 Eylül yargılamalarında bile meclis üyelerinden hem de sağcı daha doğrusu siyaseten nihai muarızlarından sayılan “AP’li (Adalet Partisi)” ve “MSP’li (Milli Selamet Partisi)” hiçbir meclis üyesi kendisi hakkında kem söz etmemiştir. İşte böyle birisidir bugünlerde yine dile dolanan muhterem… Onun Belediye Başkanlığı döneminde, önceki dönemden bakiye personele maaş ödeyememe, rutin belediyecilik görevlerini parasızlık ve personelsizlikten dolayı yapamama gibi mazeretler hiç dillendirilmemiş, yine ilçede kendisine miras kalan karaborsa, elektrik ve su kaçağı, ilintili ve ilgili alanlarda rüşvet tamamen bitirilmiştir. Aaa bu da önemli bir şey midir diye dudak bükenler olur mu, bilemem lakin olursa da kendileri biliyor, tercihlerini der geçerim…

Şimdi birileri çıkıp durmadan “Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir” demektedir. Evet, Terzi Fikri’yi sadece Ordu değil, tüm Türkiye bilir ve bilmeye de devam edecektir. Hem de, tam bu dönemde tekrar yakıcı bir biçimde hayatımızı tanzimde toplumu patinaja düşüren çürümenin karşımıza, deprem gibi çok çok önemli bir belediyecilik görevi ve yerel yönetim görevleri tanzimi konusu dayatmış iken. Terzinin fikri  “fındıkta sömürüye son” mitinglerinin düzenleyicisi olarak da dışa vurmuş ve topluma mal olmuştur… Öyle onun hakkında somun pehlivanı tahtından fetva eylemek kolay olsa bile nihai olarak da toplumsal karşılığı olan şeyler değildir…

Küçük bir ilçe belediye başkanı nasıl bir karşı duruş gösterdi ki dün de bugün de müesses nizam savunucularını rahatsız ediyor, kendisi aleyhine kelam edilmesine vesile oluyor ve dahi buradan siyasi ikbal devşirilmeye çalışılıyor, enteresan… Yahu yap ondan daha iyisini, daha makbulünü canımızı ye, değil mi? Nerde, karşı takımın kötülüğü üstünden kendi takımını yüceltme davranışının mutlaka tıpta ya da psikolojide bir karşılığı olmalı hatta vardır da, uzmanı olmadığım için bu karşılığı bilemiyorum… Bilenler de biz bilmeyenlere anlatır inşallah… Muhtemelen de “Terzinin zikri yüzümüze vurulmasın” tedbiri gibi görünmektedir, yaşananlar…

Süleyman Demirel Çorum katliamı ile ilgili soru sorulduğunda “boş verin Çorum’u siz Fatsa’ya bakın” der ve böylece hedefe konur, Fatsa… Sonuç, daha 12 Eylül Canım Yurdumun üstüne bir karabasan gibi çökmeden, habercisi hatta öncüsü daha doğrusu koçbaşı olarak “Fatsa Nokta Operasyonu” adı ile maruf, Vali Reşat Akkaya delalet ve dirayetine matuf kocaman bir ordu görevlidir artık orada. Süleyman Beyin takipçileri hala kadim düşmanıdırlar, Terzinin… Peki, sadece bu takipçiler mi, Terzinin Fikrine düşmandırlar… Şüphesiz hayır… Kenan Evren’in bir konuşmasında Terzi Fikri hedef gösterilerek “biz gelmese idik bunlar gelecekti” deyip devamında da “orada Terzi Fikri diye biri çıkmış “devlet benim” diyor. Komiteler kurmuş. Fatsa’yı o komiteler yönetiyor. Ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor. Buna göz yumamazdık. Göz yumsa idik, izin verse idik daha nice Fatsalar çıkardı”. Gördünüz mü dönem itibari ile korku ve panik içindeki halktan %92 destek alan Kenan Evren de husumet kusuyor, hem de açıktan ne diyerek, “ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor” itirazı ile… Demek ki bu zevat “halk karar verirse bunu kabul edemeyiz” zikri ve fikri ile yanıp tutuşurken halkımız da bir elinde ayna bir elinde cımbız “umurumda değil dünya” modunda, sonuca da bakınca görünen o…

Bugün Terzi Fikri fikriyatının takipçilerinden gelen haklı ve isabetli eleştiriler karşısında bunalanlar tekrar o günleri hatırlatarak hele hele de Terzi Fikri’yi teröristlikle suçlayanlara bir bakın Allah aşkına, sanki sponsorluk direksiyonunda dünyanın en büyük ikinci çikolata üreticisi ve şekerleme şirketi “Ferraro S.p.A.” insafına terk edilmiş koskoca bir fındık üreticisi bulunmaktadır. Evet, Dünyanın en büyük fındık üreticisi yöreyi dünyanın 2. büyük firmasının insafına terk edilişinin hazin hikâyesi incelenirse durum daha iyi kavranmış olur. Lakin Terzi Fikri’yi eleştirenlerin de politik açıdan çok isabetli sonuç aldıkları da aşikârdır, çünkü kentte siyasi destekleri son derece yüksektir, halkın da Ferraro S.p.A.’nın kendilerini nasıl kazıkladığının ayartında değillerdir bilenlerin de umurunda değildir ve dahi “söz, yetki ve kararın halka ait oluşunun” ne olduğunun üstüne de hiçbir tefekkürleri de yoktur. İtaat, biat ve rahat etme üçlemesinin konforunda hayat akıp gitmektedir.

Tahkime yabancıların tayin edildiği hiçbir ihaleyi yapmamıştır, esasen ihale de yapmamıştır, ne yaptı ise halkı için halkı ile birlikte yapmıştır. Gelir paylaşımı cinliği adı altında malum işlerin içine hiç girmemiştir. Aklı fikri dayanılmaz rant aşkı ile yanıp tutuşan ve yetkisine mütenasip hukuksuzluk tercihlerini dibine kadar kullanan muhteremlerin, “milli iradeyi” temsilen seçilen hem de şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desiseye rağmen seçilen, “halkı için halkı ile beraber” şiarının şaşmaz uygulayıcısını alkışlamasını hiçbirimiz beklemiyoruz şüphesiz. Bari belediye başkanının ordinaryüsü sayılacak derecede bir halk önderi Terzi Fikri üstünden oy rantı oluşturmayın gayri…

Terzi idi, diplomasızlığı konusunda hiçbir komplekse kapılmadan ilerleyen politik yaşamı önünde saygı ile eğilir iken yöreye ait “O Sönmez” adıyla bilinen türkünün sözleri ile bir Terzi Fikri anması yaparak bitirelim yazıyı,

“Kıyıda rüzgâr dağlarda pınardı

O yüreklerimizde bir çınardı

Onunla yörede başladı öykü”

 

 

Cumartesi, Şubat 11, 2023

APTALLIK

 

Aptallık, aptal olma durumu olmakla birlikte çok bilinen “zekâdan yoksun”, “alık”, “ahmak”, “salak” kelimelerinin manalarına sığdırılamayacak kadar geniştir. Bana göre ise; var olan zekânın ve aklın, hayatı kavrayışta zafiyet göstermesi, nedensellik kuramaması ve de sağduyu ve solduyu oluşturamaması gibi önemli ve göz ardı edilemez boyutları da olma halidir. Eğer böyle ise bir zekâsızlıktan söz etmek, ahmaklıktan söz etmek doğru görünmemektedir. Esasen de var olanın, dış etmenlerin etkisi ile beyinde patolojik takılma durumunun oluşmasıdır. Yani ve hülasa esasen var olanın yok olması değil lakin fazlaca detayına girmenin lüzumsuzluğu gereği kısaca, elde olmayan nedenlerle oluşan ya da vücudun harici ya da dâhili tedariki hormonsal dengesinin bozulması hali de söz konusudur.  

Bir yerde okumuş idim; çok hoşuma gitmişti, aptallık tarifi, “edilen her yeminin, verilen her sözün ardından, yemin ve sözün gerekçelerinin yok sayılarak tekrara heveslenme ya da yeltenme halidir”. Tam tamına böyle mi idi bilemiyorum ama mealen aynen… Hülasa zekânın ve kavrayışın öne geçmesine şans verilmesi, duygusallığın baskın olmaması için çaba gösterenler bu zafiyetin üstesinden gelebiliyorlar, netekim… Aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

“Aptallık” insanların zannettiği kadar kolay fark edilir bir şey de değildir, çevremizde kabiliyet, maharet ashabı o kadar çok aptal vardır ki, onları aptal olmayanlardan ayırt ve tespit etmek hiç de kolay değildir, eğer kolay olsa idi aptallar da iyot gibi ortaya çıkar ve tasnif hatta tecrit kolaylaşır, bağlı olarak da hayat daha da manalı hale gelirdi. Lakin ve maalesef böylesine bir kolaylık ademoğullarına bahşedilmemiştir henüz. Yani bu tespit çalışmasının henüz bir mihenk taşı yoktur anlaşılacağı üzere.

Bazen fazla zekânın tezahürü bir davranış zafiyeti olarak karşımıza çıkan, en azından bana göre böyle, konuşma anında tabii olmama ya da olamama, eskiden zevk alınan bir dolu faaliyetten zevk almama ya da alamama, içinde olduğu deryanın farkında olmaksızın kendini sadece gözlemci ya da eleştirmen addetme, kendi dışındaki kimsenin fikrine hürmet etmeme ya da tahammül etmeme ya da edememe, kendisine yönelik övgüye çakraları açık iken eleştiriye kapalı olma, eleştiri reddi halinin tıpta mutlaka bir karşılığı olmalıdır ama ben bilmiyorum.

Ahmakların ekseriyeti oluşturduğu yerlere de “ahmakiye”” denir. Bilenler bilir ünlü Rus yazar Mihail Saltıkov Şçedrin “Ahmakiye: Bir Şehrin Hikayesi” diye bir kitap yazar ve nasip olur ben de bu kitabı okurum, üstüne de tefekkür etmek ne zaman ki kaçınılmaz olur, bir şeyler hatırlar, bu kabil yazılar da ortaya çıkmış olur, bu yazının başka da bir manası yoktur, olamaz da… Kitap adeta hicvin ve hayatın ince noktalarının övendirelendirilmesi adına herkesin çok şey bulabileceği bir başyapıt. Kitaptan; “Hilelerini ve manipülasyonlarını sürdürmek için kolayca yalan söylerler. Hiçbir zaman hiçbir şey onların hatası değildir. Yanlış giden bir şeyler olduğunda tartışır, kendilerini haklı çıkarır ve başkalarını suçlarlar. Yakalandıklarında gerçekten üzgün görünebilirler ve bir daha olmayacağı konusunda sözler verip, özür dileyebilirler. Fakat hepsi oyundur. Sorumluluk ya da zorunluluk duyguları yoktur ve tipik olarak sürekli aynı eylemleri tekrar ederler.”

Kısaca ve özetle “aynı herzeyi asgari ikinci defa yeme durumu” olarak özetlenebilecek bu gayri iradi tavrı Einstein’ın ünlü sözü ile taçlandırıp ilerleyelim; “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Bu lafın üstüne laf olamaz herhalde…

Carlo Cippola “İnsan aptallığının temel yasaları” adlı çalışmasında insanları “saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar” diye dörde ayırmaktadır. Davranış ve eylemlerinden ötürü, safları; kendilerine zarar verir iken başkalarına fayda sağlayanlar, haydutları; kendilerine fayda sağlarken başkalarına zarar verenler, zekileri; kendilerine de başkalarına da faydalı olanlar, aptalları ise; kendilerine yarar sağlamayan lakin başkalarına mutlaka zarar verenler diye tanımlamaktadır. Yazar yine aynı yerde; ülke ayırt etmeksizin her toplumun içinde aptalların; kadın, erkek, siyah, beyaz, şu veya bu din mensubu, şuralı, buralı, şu etnik bu etnik yapıdan, milletten, kıtadan, soydan, sülaleden, boydan, postan, şu meslekten bu meslekten, uzun boylu kısa boylu, kel saçlı gibi kriterlerden azade olarak aynı oranda yer tuttuğunu öne sürer. Yazar; “aptal olmayanların, aptal olanların zarar verme potansiyellerini hep küçümsediğini hatta göz ardı ettiğini” de öne sürer ve altını çizerek “aptal bireylerle ilişki kurmanın” ya da “onlarla bir araya gelmenin” telafi edilemez yanlışlıklara yol açtığını da ısrarla beyan eder. Dolayısıyla da, Yazar kendince “aptal insanın” en tehlikeli insan türü olduğundan bahisle zeki, haydut ve safın nasıl davranacağı üstüne az çok tahmin yürütülebileceği lakin aptal insanın ise nerede, nasıl davranacağı konusunda tahmin yapılamayacağı gibi bizatihi aptalın kendisinin dahi davranış standardı olamayacağını beyan eder. Yani ve hülasa “aptalların” adeta birer saatli bomba olduğu benzetmesi ile nerede, nasıl patlayacağı belli olmayan bu halini bir kenara koyarak istemeden de olsa kendine ya da bulunduğu topluma kontrolsüz zarar verebileceğini belirtir.  Yazara katılan olur, olmaz bilemem lakin ben büyük ölçüde hemfikirim. Hatta dahası da var tespitlerinin, özellikle haydutların tanımı babında, lakin bu yazının konusunu aşacağı için uzatmıyorum ve meraklısına da ilgili kitabı temin edip okumalarını salık veririm.

Çevremizde tanıdığımız insanların bir kısmını “zeki ve anlatılana intikali hızlı” zannederiz lakin onları tanıdıkça ne kadar aptal oldukları kararını veririz, aaaaa bu doğru mudur? Değil midir? Bilemem lakin sosyolojik deneyler ve gözlemler bunu göstermektedir, ne yazık ki… Cehalet bile tedavi edilebilir iken aptallık asla ve kat’a… Cahil bilmeyen iken aptal bildiğini sanandır. İşte tehlike de burada başlıyor gibi… Karşımıza çıkan ve “aptal” kelimesi yerine de benzer manalarda kullanılan,  budala, ahmak, alık, miskin, daltarak, salak, hımbıl, avanak gibi kelimelerde de ifade bulan bu durum için, insanların ve insanlığın çok dikkatli olması gerekir diye düşünmekteyim. Yani bunu bir de Moliere’nin bir sözü ile taçlandıralım ki daha değerli olsun; “Bilgili bir aptal, bilgisiz bir aptaldan daha aptaldır”…

“Bilge insan kuşku doludur. Fikirleri değişir. Ahmak insan ise inatçıdır. Kuşku duymaz. Her şeyi bilir o, kendi cehaleti dışında.” Akhenaton’dan bu söz ile bu haftayı da bitirelim. Evet, ben de aptalları çok seviyorum, çünkü onlar her şeyi biliyorlar…

 

Cuma, Şubat 03, 2023

KİLİSE GÖLGESİNDEN GELENE GEÇENE MERHABA DİYEN ADAM

 

Kayıplar ne yazık ki artıyor. Mustafa Kan’ı da yitirdik, maalesef bir süredir mücadele ettiği çağın bela rahatsızlığı kansere karşı savaşı kaybetti. Ölüm ne zaman kapıyı çalarsa o “vakit” daha erkendir denilecek vakittir. Oysaki ne kadar da hayata bağlı, ne kadar da coşkulu bir hali vardı. Daha dün gibi, Çeşme Kilisesi önünde kâh kilisenin kâh turunç ağacının gölgelerinden gölge beğenerek oturur saatlerce değişik konularda muhabbetler ederdik. Hatta kendimizi, gelen geçen dostların sorusuna mukabil, “kilise gölgesinde oturup gelene geçene selam verme sorumlusu” tayini ile şamata bile yapardık. Hele oradaki turunç ağacı gölgesinde birkaç kişinin, mübadeleden, Çeşme tarımına, güncel politikadan eski Çeşme ve yaşanmışlıklarına kadar çok çeşitli konulardaki sohbetlerimiz emin olunuz ki her geçenin de vakti ölçüsünde gelip katıldığı deyim yerinde ise Londra’daki Hyde Parktaki “Speakers Corner” benzeri manzaralar verir türden olurdu. Başkalarını bilmem lakin benim açımdan kaliteli zaman geçirici, bilgilenmeli ve bilgilendirmeli günler olurdu hep.

Mustafa; baba Hasan Kan’ın ticari faaliyetinden ötürü Çeşme Çarşı’yı çok eskilerden beri bilmekte hatta tüm detayları ile yaşamakta olup bilahare de kendi ticari faaliyetleri ile bizzat bir parçası olmuştur. Parçası olmanın ötesinde adeta çarşının tarihinin tüm kayıtlarını tutmuş ve ihtiyaç halinde de tüm detayları devrinin canlılığı ile hatırlamaktadır. Güçlü hafıza ve kapasite ile çarşı tarihinin adeta sözel ama güçlü hafızasıdır aynı zamanda… Mustafa için esnaf idi deyip geçmek çok doğru olmaz o esnaf ötesi esnaf idi. Gerçi son dönemde sadece vakit geçirmek, muhabbet etmek ve çarşıyı izlemek için gelir olmuş idi çünkü artık çocukları esnaflığı devir almışlardı. Hala kopmamış, kopamamış idi çarşıdan, kendisini Kilise gölgesi dışında genellikle Mustafa Karaman’ın saatçi dükkânında görmek mümkün olurdu.

Yaz ve bahar ayları Kilise gölgesi eğleşme alanı olur iken kış ve erken baharlarda da tam karşıda güneşi cepheden alan yerdir tercih edilen… Her daim birileri vardır yanında ve mutlaka şamata ötesi ciddi ve insan gelişimine yönelik konulardır konuşulanlar. Eğer kimse yoksa da mutlaka bir şey okunmaktadır adeta boş boş bakmak kendine yasaklanmıştır. Evet, kendisini geliştirecek, yeni şeyler öğrenebileceği muhabbetlere ya da okumalara karşı son döneme kadar hep isteklidir, hele yeni konuların konuşulduğu muhabbetler içerisindeki sorgulayıcı tutumu hayrete şayan olmuştur daima. Bu kadar öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık bir insan olması nedeniyle herkes tarafından ziyadesiyle takdir edilmiş birisidir. Sadece fikir biriktirmesi ve geliştirmesi konusunda mı böyle, şüphesiz hayır, zikir de oldukça önemlidir hülasa icraatı da bir o kadar ileri düzeydedir. 60 yaşından sonra toprak, tarım ve tarımsal üretim konusunda gösterdiği çabaların yakın tanığı olarak hep şapka çıkardım kendisine.

Evet, Kilise gölgesinde yaptığımız doyumsuz muhabbetler var demiştim ya, fazlaca sürdürdüğümüz ve bize son derece keyifli gelen bir tanesini yazmak istiyorum. Hangi sene idi tam hatırlamıyorum lakin İstanbul Boğazında ve Çeşme Balık mezatlarında olabildiğince sık görülen palamut akını üstüne balık pişirme ve lezzetlerine evrilen, oradan da Osmanlı Saray Mutfağına uzanan konu inanılmaz keyifli idi, en azından benim için, o kadar ki sanki her balık konusu açılınca aynı konunun uzayarak tefrikalarına dönüşmesi gibi… Muhabbetin mihverini ise, sen o kadar güçlü ol, bir Sultan olarak neredeyse 2,5 milyon km karelik coğrafyaya hükmet, yüzlerce değişik millet mensubu ve değişik dinlerden tebaan olsun, nerdeyse saraydan elini uzat balık yakalayacağın bir konumda ol, ilaveten balığın fazlalığından nerdeyse balıklar kendiliklerinden karaya zıplayacak hatta tavaya girecekler, sen bu nimetlerden faydalanmadan koca bir ömür geçir, oluşturur idi… Bu muhabbetin en katmerli tarafını deyim yerinde ise “parmaklarını yiyecek kadar lezzetli” balık pişirme tarifleri oluşturur idi… Vay sevgili kardeşim vay… Bu muhabbetlerin mirası “tatlar” için sana çok teşekkürler…

Bu muhabbetlerin, denk gelmesi halinde ise Ali Şimşek Büyüğümüz hemen baş konuk postuna davet edilir ve oturur, onun gerek Türkçe gerekse de Rumca tekerlemeleri mutlaka hatırlatılıp, tekrarlatılacaktır ve büyük keyifle dinlenecek ve de ilaveten üstüne tekerlemelerin doğuş ve gelişim süreçleri üstüne anlatacağı hikâyeler dinlenecektir. Ali Abimiz (kural olarak ben bu kabil büyüklerime “abi” diyorum ki kendilerini fazla yaşlı hissetmesinler), babam Tito Yaşar’ın askerlik arkadaşı olup Çeşmeli olarak İstanbul’da yollar kesiştikçe bir arada olmuşlar, mesleği de berberlik olunca hayatta hikâye ve tecrübe birikimi de mesleğe bağlı fazla olması hasebiyle, kendine has güzel üslubu ile bizlere her seferinde farklı güzel hikâyeler anlatırdı. Ömrü uzun sağlığı çok olsun…

Kilise gölgesinde yapılan bu muhabbetlerin yerli ya da yabancı çok değişik yaş ve meslek grubundan katılımcıları olurdu, dolayısıyla bu katılımcı durumuna göre muhabbet konuları kendiliğinden oluşur ve gelişir idi. Kavun yetiştiriciliğinden, kavun ihracatına ve tarihine, balık mezatlarına ve balık avcılığına ve pişiriciliğine, oradan da ormana, şehirciliğe, turizme, tarihe, coğrafyaya, sağlığa, siyasete, eğitim ve politikalarına, emin olun her konu tedris edilir idi, konunun ilgililerince… Buradan da anlaşılacağı üzere, katılımcılar da, kimya mühendisi, ziraat mühendisi, orman mühendisi, inşaat mühendisi (ben değil), diş hekimi, öğretmen, ressam, berber, terzi, eczacı, avukat, maliyeci-muhasebeci, köylü, çiftçi, otelci, şoför, balıkçı, esnaf gibi çok değişik disiplinlerden olurdu.   

Sıtkı Cenger, Uğur Özdil, Badili Hasan en sık katılımcılarımız idi. Sıtkı’nın seyahat severliği nedeniyle konular sınırlarımızın dışına da taşınırdı. Esasen de Sıtkı ile Mustafa’nın balıkçılık anıları dinlemeye ve arşivlemeye değer ve layık tarzda idi. Hele düşünüp te gerçekleştiremediğimiz, sabah çok erken saatlerde İzmir Balıkçı Haline gidip oradaki hayatı, ticareti ve faaliyetleri izleme işimiz. Uyar ise de birkaç kasa balık alıp paylaşma niyetimiz, akim kaldı ne yazık ki…

Mustafa Kan arkadaşımızın balık mezatlarını takip etme, akşam yemeklerinden sonra arkadaşları ile sahil turu yapma gibi bir alışkanlığı yanında yine akşamları sahilde Buzlu Bademci Nazım Kardeşimizin yanında akşam sahil turu yapanlara “merhaba” deme sorumluluğu da unutulmamalıdır.

Bu vesile ile bir kez daha kederli ailesine taziyelerimi iletir Mustafa Kan içinde “nurlarda olsun diyorum”… Özleyeceğiz, seni ve muhabbetlerini. Kilise gölgesi Badili Hasan’dan sonra senin de ayrılığın nedeni ile adeta öksüz kaldı, bilesin…