Cuma, Ağustos 26, 2022

SOSYAL KONUT SİZİN ANLATTIĞINIZ MASALLARDA YER ALMAZ

Komünizm korkusu gereği özellikle de 2. Paylaşım savaşı (dünya savaşı) sonrası kapitalizmin uydurduğu bir uygulamadır, sosyal konut. Kapitalizm, bu kelamın ardına sığınarak, yoksulluğun ve yoksunluğun pençesindeki “en alttakilere” kafaları karışıp, çelinip de Allah muhafaza “komünist” eğilimlere tevessül etmesinler diye, her ülkede, ülkedeki kapitalistleşme seviyesine bağlı farklı farklı görünüm ve içeriklerde uygulamalar başlatmış ve hala da devam etmektedir. Lakin tüm bunlar birer “göz boyamaca” olmanın ötesine geçememektedir. Peki, geçebilir mi, zinhar geçemez. Kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Tüm aykırı anlatımlara rağmen, özellikle de II. Dünya (paylaşım) savaşından büyük bir özgüven, prestij ve başarı ile çıkan SSCB artık kapitalizmin her dönem gladiosu pozundaki Almanya sınırına dayanmıştır. Esasen Almanya içinde de, ta başından itibaren karşılık bulmuştur sosyalizm lakin bulunan beynelmilel yöntem, yerli ve milli imkânlar muvacehesinde bir tarafı ile provokasyonlar diğer tarafı ile de direk operasyonlar marifeti ile tasfiye ya da kontrol hep kolay olmuş iken şimdi artık içsel bir olgu olmanın yanında dışsal bir olgu haline de gelmiştir. Dolayısı ile behemehâl tedbir alınmalıdır. Özellikle de “barınma krizine” yönelik olarak. En alttakilere çok ucuz hatta bedava konut tahsisi gündemin merkezine oturmuştur. Mesela 60’lı yılların başlarında Canım Yurdumdan Almanya’ya yoğun işçi akımı nedeni ile bizler tarafından da duyulmaya başlamıştır, “Haym” adında işçi ya da bekâr için çok ucuz konut türü ile mezkûr tahsisat işleri.  Gerçi biliyoruz, özellikle Kuzey ve bazı Orta Avrupa Ülkelerinde “işçi konutları” yoğun olarak yapılmaktadır gönül ve akıl kayışını kesmek adına. Gerçi bunların önemli bir kısmının mülkiyeti işçilere ya da kooperatiflerin hükmi şahsiyetlerine teksif edilmiştir lakin mülkiyet devri maalesef yerel şartlara tabidir. Bilenler bilir lakin yine de yazayım; bu kabil konutların adları başta Fransa’da “HLM”, Almanya’da “gemeinbau”, İsveç’te “Million programme”, İngiltere’de “Council House”, olmak üzere tüm diğer ülkelerde “devlet konutları” ya da “sosyal konutlar” olarak bilinmekte olup mülkiyeti ise neredeyse tamamı genel ya da yerel yönetimlere ait olup garibe, gurebaya ve ne yazık ki yine de onların tahsiste öncelik listelerine istinaden yapılmaktadır. Olması gereken “sosyal konut” anlayışına yine en fazla yaklaşabilenler bunlardır. Sosyal konut mefhumunun ilhamını oluşturan sosyalizmin ilk uygulandığı ülkede ise maalesef, Nikita Kruşcev’e (yerelde Nikita Hroşçov) ithafen “Hruçşovka” adı altında ve 1960’lı yıllar sonrasına kalmıştır. Gerçi öncesinde Stalin döneminde yapılan “Stalinka” adı verilen devasa binalardan oluşan apartman yapıları da vardır… Nazım Hikmet’in bir Avusturya seyahatinde gezdiği Avusturya işçi konutları için SSCB’dekiler ile kıyaslayarak söyledikleri de dönemin SSCB yöneticilerini ziyadesiyle üzmüş ya da kızdırmıştır da…


Şimdi bakıyorum dünyanın her yerinde görünümü farklı içeriği ve bedeli fazlaca değişkenlik göstermeyen konut imalatları ve satışları var ve her birine de ne yazık ki yerel tatlara münasip “sosyal konut” deniliyor. Esasen bunların tamamı yönetimlerin takdir ve tarifine uygun lakin asla ve kat’a doğru olmayan uygulamalardır. İster kooperatif ister direk kamu marifeti ile imal edilip kafalarına göre oluşturulan ihtiyaç sahipleri listelerine istinaden bedeli mukabili mülkiyet devri yapılsın, tarif “ucuz konut” ya da görece “ucuz konut” olmanın ötesine geçemiyor. Necmettin Erbakan’ın “pansuman tedbirler” sözü bu abuk subuk işler içinde çok münasip bir tariftir bana göre… Statü ve isim, konutun imal ve temin şekli üzerinden olmaz lakin tahsis ve kullanım şeklinden oluşur.  


Günümüzde artık yaşanabilir ve yeterli esasen de sınırsız ve sorumsuz süreli olarak her aileye ya da aile kurmak isteyenlere ya da yalnız yaşamak isteyenlere bila bedel ya da sembolik ücretli konut tahsis edemiyorsanız, konuya ilişkin kelam edilmesinin bile ayıp sayılması hatta mümkünse de üzerine konuşulmaması kanuni mecburiyete tabi olması gereken bir durumdur, bence… Yoksa gerisi “çene suyuna pilav” tadındadır. 

Gelin size bakın konu nasıl çözülürmüş anlatayım da kafalar hem sosyolojik hem metodolojik hem de ideolojik olarak pırıl pırıl olsun. Son derece basit, kolay anlaşılır ve de lafı dolandırmadan… Basacaksın parayı Devlet adına tespit edilen ihtiyaç miktarı kadar farklı kategorilerde ev sahibi olacaksın ve ihtiyaç sahiplerine bila bedel tahsis edeceksin. Hem de, öyle gak guk etmeden, başta büyük şehirler olmak üzere sırası ile ilçeler, kasabalar hatta köyler nüfus hesabı yapılarak meydana çıkacak münasip pursantaj üzerinden tespit edilen miktar kadar konut behemehâl üretilmeli. Yapılabilir mi, kim yapabilir gibi sorular ilk akla gelenlerdir, evet yapılabilir evet bütçe zor değil, evet sadece niyet ve azim gereklidir. Lakin kamu kurum lojmanlarını babalar gibi satma zihniyetinin bunu yapma niyeti yoktur esasen de olmaz ve de olamaz bu da kendi naturasına aykırıdır. Ne zaman “devlet size iş vermeye mecbur mu?” sorusuna gönül bolluğunca akıl derinliğince ve de kocaman “evet” cevabı veren insanlar olacağız, işte o zaman barınma krizi diye bir derdi olmayacaktır dünyanın…   

Öyle TOKİ’ye konut yaptırıp ucuza satıyorum işini de kimler makul, anlaşılır ve kabul edilebilir görür bu manada bilemem. Aaa TOKİ marifeti ile konut üretip vatandaşa satılması da caiz midir derseniz, hiçbir itirazım olmaz ama bunlar zinhar sosyal konut olmaz. Hele kooperatiflere de arsa tahsis edip üyelerin kendi paraları ile inşaat yapmalarına bazı kalemlerde KDV ve vergi muafiyetleri yapılıyor olması da caizdir ama bu da zinhar sosyal konut değildir. Bu yolla da devlet asla ve kat’a sosyal devlet olmaz…

Öyle hem kapitalizmin babası gibi davranıp hem de ev sahipleri üzerinden sosyal devlet görünümü vermek olsa olsa Mercedes görünümlü Murat 124 gibi bir şey olur. Öyle başkasının kesesinden somun pehlivanlığı günü kurtarma adına sevimli görünebilir ama kazın ayağı öyle değildir. Esasen de ayağı öyle kaz da dünyaya gelmemiştir. Gelenler de binicileri ile birlikte suyun karşı tarafına geçmiştir. Bu durum devekuşu durumudur, popülizm adına kuş olurken, temsil edilen sistem adına deve olunur, sosyalizmden alacaksın parlak kelamı içini kapitalizmin melanetleri ile doldurup piyasaya süreceksin, de git lan derler adama…

Esasen bu yaşananlar da konut krizi felan da değildir, bal gibi barınma krizidir. Aaa bu sadece Canım Yurdumun yüz yüze geldiği bir durum mudur? Zinhar, 1991 de SSCB’nin dağılması ile birlikte o güne kadar hiç bu konularla en azından bu kadar sıkışmamış olsa da şimdilerde ciddi ciddi barınma krizi baş göstermiştir, başta Almanya, Danimarka, İsveç, Fransa, Hollanda gibi ülkeler olmak üzere tüm kapitalist dünyada da… Bakılmasın o mağrur ve nobran ABD tavrına, unutulmasın ki dünyanın en fazla evsizini ve yoksulunu barındırmaktadır kendileri. Sorun kapitalizmin yapısal olarak sosyalleşemeyecek olmasıdır ve kapitalizmin babalarının böyle niyetlerinin olmamasıdır. Esasen de kapitalizm budur. Geniş yoksul ve yoksun kitleler ve mutlu azınlık… Ara sıra somun pehlivanlığı kabilinden eldeki sınırsız ve kontrolsüz güç ile de zapt-u rapt…  

Cumartesi, Ağustos 20, 2022

DELİ TURAN (BATAN)

 

Turan Büyüğümüz; kapı komşumuz, hatırladığım hali ile sahip olduğu tüm “ebanileri” baş ve boynuna bağlaması alametifarikasını oluşturan, elinde ve zaman zaman da omuzuna atılı vaziyette kürek sapı ile kazma sapı ortalaması sopası, bel ve ayak rahatsızlığına bağlı engelli hali ile her iki yönde de dikeyliğini yitirmiş şekli ile aksayarak ve ayağını ciddi manada sürüyerek yürüyen, esasen de tüm Çeşme’nin “Deli” lakabı ile andığı nevi şahsına münhasır biri idi. Son dönemlerinde artık bakımsızlıktan deyim yerinde ise tel tel dökülen yine deyim yerinde ise minare yıkılmış ama mihrap yerinde tadında esasen de muhteşem Bağdadi ev örneği oluşturan ve babadan kalma bir evde yaşadı. Ev bizim sokağın, benzer diğer evlerinin tüm özelliklerini taşıyan bir ev olarak ve yine aklımda ve hatırımda bugünlere kadar taşıyabildiğim kadarı ile pencere ve kapılarının muhteşem ahşap işlemeli halleridir. Bu kısa ve dar sokak aynı zamanda Ovacık Köy bağlantı yolu idi ve yaklaşık 6 ya da 7 adet mezkûr yapı tarzı oldukça büyük bahçeler içinde yer alır idi. Sonradan taşıma ve inşai kolaylıklarına bağlı olsa gerek ki aralara nüfus artışına da bağlı oluşan ihtiyaca binaen yeni taş evler inşa edilmiş. “Turan’ın Evi” 1. tarz inşa edilmişlerden olup evvelki dönemi bilenler için de zenginlere has evler kategorisinden olduğu derhal anlaşılmakta idi. Ben bilmiyor olsam da, nakledilenlere bakılır ya da inanılır ise, Turan’ın babası dönemin namlı zenginlerindendir, o kadar zengindir ki rivayete istinaden sigarasını bile lambada tutuşturduğu kâğıt banknotlarla yaktığı vakıadır. Yakmış mıdır yakmamış mıdır, bilinmez ama muhtemel kastı mahsusa sınırsız maddi imkânların tebarüzüdür. Sonradan düşülen fakru zaruretinde mezkûr tevatüre müstenit, sıkça söylenmektedir. Ancak, bilinen o ki, Baba Hakkı Batan Çeşme ve Alaçatı’nın en zenginlerindendir, 1930’lu yılların Türkiye’sini düşünelim, 4 adet kamyon ve akaryakıt tankeri, Alaçatı’nın şimdiki merkezinde kalan, Atatürk ve İsmet İnönü heykellerinin yer aldığı bölümde, bugünün grosmarket diye tanımlanan marketlerine muadil ve iğneden ipliğe, gazdan şekere dönem itibari ile akla ne geliyorsa satılan marketi, market üstünden başlayan ta şimdi artık bulunmayan değirmenlere kadar dayanan ev dizisi sahibi birisidir. Market ve akaryakıt işinde Reşat Akbaykal’ın dedesi Reşat Efendi ile birlikte ortaktır. Hakkı Batan’ın ilk eşi Nevrez Hanımdan oğlu, Turan Batan, yazımın başlığındaki muhteremdir. İlk eşin vefatı ile 2. Eş Şefika Hanımdan da, Nevin, Orhan Gazi, Burhan, Kayıhan isimlerinde çocuklar dünyaya gelir, Turan’a üvey kardeş olarak… Kapitalizmin en büyük buhranı yaşanmaktadır mezkûr dönemde, Burhan isimli çocuğun ismi mezkûr buhrandan mülhemdir, diye nakledilir. Yine tarafıma Reşat Abimiz (Akbaykal) tarafından nakledilen bu değerli bilgileri ilaveten, akaryakıt tankerinde Çeşme’ye doğru seyahat halindeki tankerde bulunan Hakkı Batan, tankerin arkasındaki kırmızı bayrakların sabahın erken saatlerinde arkadan gelen güneş ile parlar vaziyette görünmesine istinaden, Hakkı Efendinin aynadan gördüğü manzara karşısında paniğe kapılıp, tanker yanıyor vehmiyle, araçtan atlaması neticesinde büyük bir felaket yaşanır, çok büyük torpil ve mali güce rağmen adeta tuz buz hale gelen özellikle kafa kemikleri ancak dönemin şartları çerçevesinde haricen platin bir çerçeve ile stabilize edilir, lakin artık akli melekeler yitirilmiştir. Dönemin şartlarında tüm alacaklar akıl defterinde kayıtlı olunca, kayıt da silinince, haliyle alacak kalmıyor, tahsilat sıfır ve dünyanın da kapitalist buhranının da etkisi ile kaçınılmaz son tecelli eder, iflas. Hayatın son demleri artık, su tenekeleri ile evlere su taşınması ile geçer. Sıkıntı ve fakru zaruret ile hayat nihayetlenir.

Turan Büyüğümüz, doğduğu gün babasının sevinci nedeni ile deve kesilerek duyurulur dosta düşmana ve maalesef doğuştan engellidir ve aklı meleke kullanımındaki engele mi yoksa taammüde istinaden mi bilemiyorum lakin dönemin Çeşme Belediye yönetimleri tarafından adeta başıboş ve saldırgan hayvan ve de özellikle köpeklere yönelik adeta bir itlaf makinesi gibi idi. Onun bu faaliyetlerine yönelik akılda çok olumlu şeyler kalmamış ise de bu manadaki konuyu fazla uzatmanın lüzumu da yoktur. Ama bundan azıcık da olsa bahsedilmeme hali, kendisini hatırlama ve hatırlatma konusunda eksik kalınmış olacağı korkusunu oluşturmaktadır, bende. Son döneminde şimdiki restore edilen kervansarayın hemen yan sokağındaki hatta azıcıkta içinde olmak kaydıyla inşa edilmiş tuvaletinde başta temizlik yapma gibi bir sorumluluk ve görevi de vardı. Yine hatırladığım kadarı ile temizlik denilen şey de ara sıra elindeki koca metal kova ile boca edilen su idi. Dönemin beklenti ve anlayışına mütenasip iş tarifi, görev tarifi bu olsa gerektir. O tuvaletin hemen yanındaki yine Kervansaray Duvarlarındaki deliklere gizli gizli içtiğimiz sigaraları zulaladığımızı da hatırlıyorum şimdilerde.

Turan büyüğümüz, nereden ve nasıl edindiğini o günlerde hemen hemen hiç düşünmediğimiz renk ve büyüklük açısından olabildiğince fazla cins ve miktarda “ebani” sahibidir ve bunların her birisi tek tek ve üst üste özenli ve düzenli bir biçimde bağlar idi. Hatta o kadar özenli ve düzenlidir ki, ebanilerin baştan kayması ya da gevşemesi halinde bir kadın özeni ile yeniden ve tekrar tek tek bağlamış olmasını şimdi bile hatırlıyorum. Ama enteresan olan, şimdilerde gayet kolay bulunan lakin o dönemde hiç de kolay olmayan ebani temin işi hem de miktarsal olarak bu düzeyde nasıl çözülüyordu bilemiyorum, belki de gayri resmi ya da yarı resmi işvereni Çeşme Belediyesi devrede idi. Kat kat ebani hem de bugünkü tesettür erbabını ziyadesiyle kıskandıracağını zannettiğim boyutta ve sahip olunanların tamamının bağlanması nedeni ile işitme kaybı hatta görüş açısı azalması hemen fark edilir idi. 

Şimdi akranlarım ya da biraz büyüklerime sorulsa Turan Büyüğümüz hemen akla “Deli Turan” namı ile gelecektir. Hem kapı komşumuz olması hem de komşuluk hatırına binaen babamın isteği hatta talimatı üzerine mutfak faaliyetlerimizin onunda hizmetine, evine götürme şeklinde açılmış olması hasebiyle sürekli olmasa da kısa kapı önü sohbetlerimiz olur idi. Geçen hafta deli ve delilik üstüne yazdığım yazımda da belirttiğim üzere, kimin akıllı kimin deli olduğunun birbirine karıştığı mezkûr dönemde tıpkı şimdiki gibi, ben Turan’ın deli olmadığına yemin edebilecek kadar da izlenim sahibi olurdum. Hani zaman zaman normal kabul edilmeyecek davranışlar gösterir idi, şüphesiz. Ama kâh kendisini kızdıran ileri muzip çocuklara kâh anlaşılmaz biçimde bazı büyüklere bazen de elindeki kazma kürek sapı arası sopası ile hücum ettiğine de tanıklık etmişimdir. Mesela, şimdi neden ve nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde anneanneme birinin bir şey demesinden ve de Turan’ın bunu yanlış anlamasından ötürü ona inanılmaz bir taarruz edişi vardı ki, asla ve kat’a tarifleyemem, o komşusunun annesini ya da akranının (dayımın) annesini koruma güdüsünü idi galiba…

Turan Büyüğümüz, kimilerine göre gazete kâğıtları üzerine def-i hacet eyler ve bunları pencereden istisnasız sokağa fırlatır, kimilerine göre de dönem itibari ile merkeze gelen Ovacık Köylülerine ve de özellikle de kızdıklarına fırlatırdı, artık neydi gerekçe bilemiyorum lakin sokağın rivayet edilen 17. Yüzyıl Paris sokaklarına benzediğine tanıklığım vardır.

Bu vesile ile kendisini saygı ve hürmet ile yâd ediyorum. Nurlar içinde olsun, Sokağımızın delisi ve Çeşmelilerin hiç de az olmayan delilerinden Turan Batan büyüğümüz.

 

Pazar, Ağustos 14, 2022

DELİDİR NE YAPSA YERİDİR

Deli kimdir? Deli nasıl olunur? Kimler deli olabilir? Deliler neden deli olmuşlardır? Deli olmanın ya da sayılmanın kriterleri var mıdır? Varsa nelerdir?  Deli olmak için insan olmak gerek midir? Doğada insandan başka deli var mıdır? İnsani delilik olur da hayvani delilik olmaz mı? Olmaz ise Deli Dana nasıl izah edilecektir?

Şimdi; sadece akli dengesi bozulmuş insanlara mı deli denilmektedir? Akli dengenin bozukluğu hangi referanslara göre tespit edilecektir?  Nedir deli, nedir delilik? Akla gelen ilk anlamı akli dengesi bozulmuş olandır, deli. Bunun dışında; deli, azgın, coşkun; davranışları aşırı ve taşkın olan kimse, çılgın ve çok cesaretli kimse anlamları da kazanmıştır bana göre zamanla. Deli olma durumuna, kestirmeden delilik diyoruz. Oysa ciddi bir feylesofya gerektirir, detaylı ve anlamlı hatta tutarlı bir izahat için. 

Peki; “deliler gibi sevmek” deyimi niçin kullanılır… Bir delinin sevmesini ifade etmek için mi? Deli, kabule göre akıllı adam işi olan sevmenin, neresindedir? Akıllı gibi sevmek gibi bir deyim olmamasına rağmen neden deli gibi sevmek vardır? Dedik ya, azgın, aşkın, taşkın, coşkun, aşırı, ileri derecede, ziyadesiyle fazla, orantısız, hatta çılgın anlamları da vardır bu yakıştırma ve yaklaşımların. Deli gibi sevmek, deli gibi koşmak, deli gibi kaçmak, deli gibi özlemek, deli gibi aramak, deli gibi sormak, deli gibi üşümek, deli gibi yağmak, deli gibi acıkmak, deli gibi öksürmek, vs gibi akıllıların eylem ve edimlerini tarife yönelik “deli gibi” öneki kullanılır,  delilik sıra dışı ise eğer istenmeyen bir şey ise eğer, neden böylesine yaygın kullanılır… Enteresan… Peki, deli diye nitelenen grup içerisinde de akıllıları hedef tutarak, “akıllı gibi …” diye deyimler kullanılır mı? Vs vs…

Kime deli, kime akıllı diyeceğiz? Biraz karışık bir durum özelikle günümüzde? Bu karışıklığı ve ayrımı daha da zorlaştıracak bir fıkra ile devam edelim, dedim konuya… Görevli Doktor, tedavi gördükleri hastanede, bahçeye çıkan delilerin bahçe duvarındaki küçük bir delikten, hiç bıkmadan, yorulmadan ve de her gün sırayla ve uzun uzun baktıklarını görür, neye baktıklarını merak eder. Yanındakilere sorar ama öğrenemez. Hemen ertesi gün delilerin yanına bahçeye gider, nereye bakıyorsunuz? Ne var orada? Bir de ben bakayım, çekilin bir kenara, der. O da; uzun uzun deliğe göz dayayıp bakar, lakin bir şey göremez, haliyle. Döner delilere, “Ne var da, bu delikten bakıyorsunuz. Ben hiç bir şey göremedim” diye sorar. Delilerin biri hemen atılır, “Dur hele, sen deli misin? Biz kaç zamandır bakıyoruz, bir şey göremedik de, sen gelip hemen bir bakışta bir şey göreceksin”… Yapılan işlere bakarsanız deli kimdir belli lakin verilen cevaba bakarsanız da akıllı kimdir biraz karışık sanki… Belki de her deli akıllıdır ya da başka bir deyişle her akıllı delidir. Bilmek ve kıymetlendirmek gerçekten zor tıpkı Temel’in nehrin karşısındakine, “karşıya nasıl geçerim” sorusuna “sen zaten karşıdasın” cevabı aldığı olaydaki gibi…

Evet; geldiğimiz nokta itibari ile kim deli, kim akıllı, birbirine karışmış… Akıllının dünyasına deli, delinin dünyasına akıllı girebiliyor mu? Ya da delinin oyun alanının bir kısmı akıllıya, akıllının oyun alanının bir kısmı deliye mi aittir. Yoksa herkes kendi alanında mı oynuyor? Hani vardır ya matematikteki kümeler hesabı benzeri midir? Kesişme alanlarının büyüklükleri nasıl belirleniyor ya da tespit ediliyor…

Akıllara hemen, Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” tiyatro oyunu ve onun sinema uyarlaması, başrollerini de Kemal Sunal’ın ve Yavuzer Çetinkaya’nın oynadığı yönetmenliğini de Kartal Tibet’in yaptığı “Deli Deli Küpeli” filmi geliyor. Müthiş diyalogların olduğu bir film, sözde Hâkim de deli Kaymakam da deli… Gel gör ki 40 akıllının yap(a)madığı işleri gayet kolay ve delice çözerler. İşte benim de sevdiğim bir diyalog… Akıllı adamın cesaret edebileceği şeyler midir, diyalog kapsamı…

-       -Ticaret özgürlüğü var. İster satar, ister satmaz.

-   -Ben öyle özgürlüğün anasını, avradını... Halkı kazıklamak diye bir özgürlük hangi kitapta var?

-     -Bu ülkede kanun var.

-  -Namuslu adamlar korunsun diye kanun var. Kanun namussuzu koruyacaksa o kanunu kaldırıyorum.

-     - eeeğğhh mahkeme?

-     -Onu da kaldırdım.

-     -Yapamazsın.

-    -Yaparım. Halkın acısını dindirmek için yapamayacağım şey yoktur. İcap ederse canımı bile veririm.

Sonuç itibari ile “delidir ne yapsa yeridir” deyip, gülüp geçilecek midir?

Adana’da karşısındakine kızan insanın “dellendirme beni be” diye seslenmesinin ne manaya geldiğini, bu açıdan bakınca anlamakta çok kolay olmuyor. Acaba, bak ben akıllı biriyim, beni delirtme manasında mı? Kullanılır, yoksa başka manada mı? Evet, dellendirmeyin bizi… Biz akıllıyız, bize deli muamelesi yapmayın, yoksa gerçek manada deliririz. İşte o zaman durum, “deli deliyi görünce sopasını saklarmış” durumu olur…

Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış, derler. Bir akıllının kuyuya attığı taşı kırk deli çıkarabilir mi? Burada çok ciddi bir ironi yok mudur? Yani kuyu ve taş bir metafor olmanın ötesinde bir şey değildir, değil mi? Öyleyse, bu metafor tebarüzü gereği, deli öylesine komplike işler yapar ki kırk akıllı bir araya gelse çözemez, şeklinde değerlendirilemez mi? Yani bir manada halkımız bir deliye kırk akıllı payesi bahşetmiyor mu?


Son kelam da babam “Tito Yaşar’dan”, delileri tasnif ederken şu anda belki hepsini mütekamilen hatırlayamayacağım bir ahenk ve düzen içinde “deli, küpeli deli, hır deli, hırhır deli, hınzır deli, zincirli deli” gibi devam eden bir söz tekrarlar idi. Yani ve özetle “zincirli delinin” yanında “hır deli” akıllı sayılır tebarüzü manasında… Gel çık bu işin içinden… Bu haftada biraz haddimi aşarak böylesine bir Feylesofya yaptım, affola…

Cumartesi, Ağustos 06, 2022

ESKİ İSTANBUL’DA MEYHANELER

Reşad Ekrem Koçu tarafında kaleme alınan, İstanbul’un Sultan Murat döneminden itibaren belgelenen meyhaneleri ve meyhane köçeklerini konu alan “Eski İstanbul’da meyhaneler ve meyhane köçekleri” adlı kitabını okuyorum. Müthiş bilgilendim, Evliya Çelebi ve benzerleri referanslı anlatımlar, belgesel niteliğinde… Bu bilgiler, bugünün yoğunluğu ve gerekleri yanında elzem mi idi diye sorulabilir. Bilgi ile donanmak babından elzem gündemin yakıcı ajandası yanında elzem değil denilebilir. Lakin aşağıda aktaracağım küçük küçük notlara bakınca bilmediğimiz ya da yanlış bildiğimiz doğrular ya da doğru bildiğimiz yanlışlar üzerine siparişe binaen adrese teslim detaylar… Okunası, bilgilenesi gerek bir kitap, bunları da bilmesek hayatımızda bir eksiklik olur mu? Şüphesiz olmaz lakin münevveriyet adına değerli bir birikimdir diye mütalaa etmekteyim.

Yazar; “Yakın geçmişe kadar meyhanelerinin şöhreti bütün Akdeniz memleketlerine yayılmış koca İstanbul’da meyhane kalmadı. İçkili lokantalar var ve içkili aşçı dükkânları var… Meyhaneye rakı ve şarap içmeye gidilir ve meze yenilir, yemek değil.” diye giriş yapıyor. Kitap münderecatı bu minvalde ilerliyor. Gerçekte de azıcık tefekkür edilse “meyhane” ve “lokanta” farkı nedir kelime etimolojileri bile içerik için ipuçları veriyor esasen. Yazar, ilerleyen bölümde, “meze”nin doyumluk değil tadımlık olduğunu öne çıkararak meze çeşitliliğinin de önemine vurgu yapar. Meyhane kalmadı tespitine “içmesini de bilen kalmadı” diye vites attırıyor. “O canım rakımız, kuş gözünden şişhaneye, kadehle içilir efendim. Yudum yudum, süze süze, koklaya koklaya…”  Şeyh Galip’ten, Muallim Naci’ye mey ve meyhane tarifini destekleyen, katmerleştiren şiirlerden bölümler aktarılıyor. 

Meyhaneleri, “gedikliler, koltuklar ve ayaklı meyhaneler” diye tasnif ederek devam eder. “Gedikli Meyhane”; işleten sahiplerinin elinde devletten alınmış bir ruhsatname, bir berat bulunmakta diye ifade edilirken, “Koltuklar” için ise, ruhsatnamesiz, kaçak mekânlardır tespiti yapılır, sadece İstanbul’a mahsus olduğu ifade edilen “Ayaklı Meyhaneler” ise istisnasız tamamı Ermeniler tarafından işletilen ve içkinin seyyar ve sırtta taşınarak satıldığı mekânlardır.

“Gedikli meyhane” Ortaçağ’dan kalma bir usul beyanı ile iş hayatı ya da ticareti sınırlayan ve düzenleyen bir uygulama olmasından bahisle İstanbul’da 100 meyhane varsa bunun 1 eksiği ya da 1 fazlasının olmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Bu kısıtlamanın, tüm esnafı kapsadığı belirtilmiş olup terzi için de, demirci için de, berber için de, sakalar için de, hamallar için de geçerliliği söz konusu imiş. “Gedik” babadan evlada kalır yahut ustadan çırağa, kalfaya devredilir yahut işten çekilen sahibi tarafından, loncanın muvafakati ile satılabilir, devir işinin, faaliyetin ehli ve liyakatine binaen olması kaçınılmaz olup devrin padişahının tuğrası da ruhsatnamede bulunurmuş ve de bu nedenle gedikli meyhanelere aynı zamanda “selatin meyhane” de denilirmiş. Gedikli meyhane, müdavimleri ise; “ikindi ile akşam arası esnaf kalfaları, çırakları, o boydan henüz tüylenmemiş yahut bıyıkları yeni yeni terlemiş gençlerdi. Akşam ile yatsı arası da yeniçeriler, kalyoncular, topçular, esnaf kâhyaları, âşıklar (halk saz şairleri)i okuryazar takımının kalenderleriydi, yaşını başını almış adamlardı”.

“Koltuklar” ise kaçak meyhaneler sınıfındadır, mesela adamın elinde “bakkal gediği” bulunmaktadır, bir fıçı şarap, birkaç damacana rakı koyar dükkânın bir köşesine kerahet vakitlerinde kepenkler indirilir, meyhane fazı devreye sokulur lakin “görme beni” payı zaptiyenin hak edişi olarak madeni haz kabilinden baki kalmak kaydı ile. Koltukların müşteri profili; “evine içki sokamayan yahut sokmak istemeyen kibar takımı uğrardı, yâr ve ağyar gözlerinden saklı iki üç kadeh rakısını, bir iki bardak şarabını içer, ağzını siler, evinin yolunu tutardı.” diye verilmektedir.

“Ayaklı Meyhane” ise, dükkânı, tezgâhı, ustası, sakisi hep kendisi olan kişinin, bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. Ve en çok Bahçekapı dışında, Yemiş iskelesi civarında, akşam karanlığında kayık iskelelerinde dolaşırlardı, müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hamallar, yanaşmalar, uşaklar… Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da “yumruk mezesi” denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise cebinden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.” şeklinde mekân ve müşteri tanımı ile detaylandırılmaktadır.

Görüldüğü üzere yasaklamalar ya da düzenlemeler hayat ile örtüşmüyor ise, devri zaptu raptta’da kâr etmemiştir ve de görünen o ki etmeyecektir. Hayatın doğal akışı ve ademoğlunun talebi buyurucu ve düzenleyici otoriteyi orantısız zeka ile mütemadiyen bertaraf etmiştir. Çalıştığım dönemde zaptu raptın payitahtı Suudi Arabistan ve Türkmenistan pratiklerini yaşayarak şahitlik ettim, bu tabii seyre… Özellikle Türkmenistan’daki “ayaklı meyhanelerin” nasıl asrımıza uygun otomobilli meyhaneler haline evrildiğine zarf ve mazruf açısından da yaşayarak şahitlik ettim. Anadolu’da yaygın söylenen “yasaklar delinmek içindir” sözünün ne büyük cesaretle faaliyet-i esas haline dönüştüğünün mükemmel pratiği ise Suudi Arabistan’dır, bence, ne kırbaç ne de kelle kesilmesi mani olamamaktadır. Neyse konumuza dönelim yeniden.

Evliya Çelebi’de değinmiştir İstanbul Meyhanecilerine, “esnafı melunanı menhusanı mezmumanan yani meyhaneciyan” diyerek. Üstad Seyyah, “IV. Murad’ın şiddeti ve devamlı içki yasağı arifesinde, hepsi İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları hudutları içinde binden fazla meyhane vardır. Meyhanecilerin cümlesi “kefere ve fecere” olarak 6.000 nüfustur, 300 kadar koltuk dükkânı vardır. Meyhaneler “Hamr Eminliği”ne bağlıdır ki, devlet hazinesinin en zengin gelirlerinden birini de bu emanet temin etmektedir. Hamr Emaneti, Galata’da Domuz Kapısındadır.” Ünlü seyyah devamla; “Meyhaneciler mezmum kavimdir. Meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mutriban cem eyleyüb şeb ü ruz ile sürud ederler. Şarabın gerçi nası kati ile katresi haramdır, amma hükema kavlince ana “ruhi sani” demişler, nuş eden canların canına can verip, bihayat iken şirane cünbüşe başlayıp bihicap olurlar;

Yare yalvarmaya bir kimse hicap etse hemen

Bir kadeh mey kişinin cümle hicabını götürür

Bunu nuş edenler “arslan sütü” demişler. Kadim hükema da, “elma yiyip alessabah bir kase şarap içenin öldüğüne taaccüp ederiz” demişlerdir, amma yalan söylemişlerdir” diyor.

Gılgamış Destanı bile, ekmeği ve bira içmeyi, Eski Yunan ise şarap içmeyi uygarlığın bir simgesi olarak tasvir etmekte ise şüphesiz ki tüm bu yazılan çizilenlerden anlam ve önem çıkarmasını bilen kimseler için nice hisseler ve kıssalar vardır.

Sonuç olarak, bu güzel ve anlatımı akıcı kitaptan da ilim, irfan ve feyz almaya devam ediyor ve de edeceğiz.